Полная версия
Batı Trakya'da Türk Edebiyatı'na Gönül Verenler
.........................................................................................
Ah o yortular, o eğlenceler!.. Bre Gula, bre insafsız!.. Sen ağzında bir çevirme parçası, içkiden sarhoş; gidip yüzbaşı Çukalas’ın orospu karısıyla boyalı yumurta tokuşturmanın vermiş olduğu coşkunlukla kalkıp bir de “kalamatyano” oynuyorsun; bize gelip: “İç vre, vur bakalım, kalk oyna vre, gir şunlardan birinin koluna…” Nöbet tutarken ta kulağına kadar gelen agapimu’lu, kuklimu’lu, melâhrinimu’lu türkülere o akortsuz sesinle içten ve coşarak katıl, kilisene git, her gün subaylarının ağzından ceddinin faziletlerini, kahramanlıklarını işiterek göğsünü kabart, sonra da bana…
........................................................................................
“Bak! Bak da gözün gönlün açılsın.” Gulas omzuma vuruyordu eliyle.
Konvoy elma bahçeleri arasında uzayan dar, tozlu bir yola girmişti. Ağır ağır ilerliyordu konvoy. Kucakları elma dolu kızlar yolun iki kıyısına dizilmişler, gülerek elma atıyorlardı kamyonların içine. Erler, elmaları daha havadayken kapıyor, bir yandan elmaları ısırırlarken bir yandan da kızlara laf atıyorlardı. Konvoyun ardındaki toz bulutu gittikçe büyüyordu. Bulutun içinde, elinde “Çalıkuşu” romanıyla gözlüklü bir kız ardımız sıra geliyor, bense keder dolu bir boşluğa kayıyordum.
(“Varlık Yıllığı” Aralık 1974)MUHACİR OSMANİkide bir:
–Hay gidi haay! diyordu. Demek Osman Aga’nı görmeğe geldin? Hem de ta buralara!
Bir çayevinde, önümüzde örtüsüz küçük bir masa, karşı karşıya oturuyorduk. Deniz altımızda, bizden ötedeydi. Kıyıya yanaşmış tekneler, çalışan, gezen, duran insanlar, asfaltta karşılıklı akıp giden vasıtalar sessiz, renkli bir kargaşalık için-deydiler.
Osman Aga simit tablasını hemen yanımıza, çayevinin al-çak koruntuluğuna dayamıştı. Baktığımı anlayınca ezilir gibi oldu, gülümsemeye çalışarak:
–Napçan, dedi, burda büle.
Yukarı, Çimentepe sırtlarına baktı, eliyle gösterdi:
–Ne olur burda? Ekin mi, misir mi? Büle işte burda. Benzemez bizim memlekete.
İskemlesinin kıyısına biraz sonra kalkıp gidecekmiş gibi ilişmişti. Gözleri yüzümdeydi hep. Sakalları uzamıştı.
–Otursana, dedim, rahat olsana.
–Abe düşünme beni sen; rahatım ben. Sen bak kendi rahatına.
Gülümsedim, o da gülümsedi. Garson çaylarımızı getirdi. Cebimden bir Yunan sigarası çıkardım, kendisine uzattım.
–İçmem gâvurun cıgarasını, dedi. Sert gelir bana. Bazı memleketliler geldiklerinde verirler bana; içmem. Abe napçam ben sizin cıgaranızı, derim onlara. Anlatın memleketi, anlatın akranları… Onlar gülerler hep. Almışlardır birer saat kollarına, ikide bir bakarlar saatlara. İşimiz var, derler. Falancayı görmemiz lâzım, falan. Anlamaz sanırlar beni. Onlar simitçi Osman Aga’nın yanında oturup konuşmaya tenezzül etmezler be. Ondan bakarlar saatlarına gene gene.
–Al sen, dedim. Ben hususi seninle görüşmek için geldim İzmir’e. Babamın tembihi var. Adaşımı nasıl nasıl görmelisin, dedi.
Sigarayı aldı, elleri titriyordu. Bir hayli uğraştı sigarasını yakmak için.
–Sahi be, dedi. Adaşım nasıldır? Onunla ne odunlar keserdik biz. Ah…Ah…Ah!.. Bir görmeliydin. O zaman küçüktün sen. Kimi Karabayır’a kadar çıkar, “bubaaa, ormancı geldi gene” diye bağırarak karşılardın bizi.
Caddeden bir grup kadın gülüşerek geçtiler. Karşı balkonda bir kadın göründü, çamaşırları toplamaya başladı. Garsonun in-sanı rahatsız edici sesi duyuldu:
–Çay biiir !.. Demliler üç olsun !..
Gözlerim Muhacir Osman’ın yüzündeydi…
Önümüzdeki kalın zaman perdesini aralayıp onun yıllar önce belleğime kazılmış olan yüzünü anımsamaya çalıştım. O, deminden beri, bir türlü salınamadığı iskemlesine adeta çökmüş, gözlerini denizin uçsuz bucaksız ufkuna dikmişti. Kendisini rahatsız etmemek için uzun süre sesimi çıkarmadım. Bakıyor, o bildiğim, benim pek yakından tanıdığım Osman Aga ile bu Muhacir Osman arasında bir türlü bir ben-zerlik, bir yakınlık bulamıyordum.
Biz çocuklar Osman Aga, derdik kendisine; büyükler ve akranlarıysa Uzunların Osman. Köyde adı en çok duyulanlardan biriydi. Güçlüydü, açık elliydi. Alabildiğine de şendi. Çayır biçmede, bağ bellemede, odun kesmede onun üstüne yoktu. Birinin çalışkanlığını mı övecekler; tıpkı Uzunların Osman, derlerdi. Ramazanda, bayramda davul mu çalınacak; bunu Osman Aga’dan başka becerecek birini kimse düşünmezdi. Hele,“Bu Ramazan davulu yine Uzunların Osman çalacak” dediler miydi biz çocukların bayramı olurdu. Bilirdik ki bizim çok sevdiğimiz manileri yine söyleyecek, hatta güzel havalarda sahur vakti dolaşırken ardı sıra gezmemize ses çıkarmıyacak. O ne ses, ne canla başla davul çalmaydı öyle. Her kapıda durur, birer ikişer mani söyler, aynı şevk, aynı heyecan bir ay boyunca sürerdi. Gerek sahur vakitleri, gerekse bayram sabahları olsun, en çok Sığırtmaç Hasan’ın kapısında durur, en güzel manileri de belki orada söylerdi. Raife Teyze sırtında yeni feracesiyle merdivenlerde görünür, krem başörtüsünün ucunu bir eliyle çene-sinin altına tutturmaya çalışırdı. Elini çene altından çeker çekmez yeniden iki yana düşerdi başörtünün uçları, ince zarif boynu, harbollunun güvezi vurmuş ak gerdanı görünürdü. Bütün çocuklar susardık o ara, davulcu Osman Aga’nın ağzından çıkacak sözleri beklerdik; ya da bana öyle gelirdi. Sığırtmaç Hasan’ın karısı Raife, elinde dört ucu işlemeli al mendil, merdivenler üzerinde saygıyla beklerdi. Gür, tatlı bir ses bozardı sessizliği, ardından davulun tokmağı hızla inip kalkardı:
“Gökten indi bir yeşil melek/ Elhamdülillâhi tebarek/ A benim canım sultanım / Bayramınız olsun mubarek”
Bu sırada Raife Teyze’nin yüzü aydınlanır, gülümsemelerin en güzeli, en cömerdi, gelip dudaklarında bir gelincik çiçeği gibi açardı. Sonra merdivenleri, adeta duvağı başında bir gelin ciddiyetiyle iner, gelir; dört ucu işlemeli al mendili davulun kasnağına özenle tuttururdu.
Biz mahallenin tüm çocukları Osman Aga’sız bir bağbozumu da düşünemezdik. Üzüm dolu küfeleri omzuna alır, şıraneye boşaltır, kurnasının altına büyük bir kazan yerleştirilen şıraneye girerek uzun, sağlam bacaklarıyla üzümleri ustalıkla çiğner, ezerdi. Bizim, kurnadan akan şırayı tasa doldurarak içmemize kızmaz, tam tersine gülerdi.
–Çok içmeyin. Sonra sarhoş olursanız karışmam bak, derdi.
İşi olan kadınlar ellerinde kepçe, kevgir veya bakırlarla telaşlanırlar, işi olmayıp da kendilerine eğlence arayan mahallenin genç kadınları ise avludaki ocaklar üstüne dizilmiş şıra tavalarının karşılarında altlarına birer odun çekerek oturur, bazen de ayakta dururlardı. Atılan kuru meşe odunlarıyle yalımlar daha da parlardı. Kadınların yüzlerinde kızıl gölgeler dolaşır, büyüyen gölgeler duvarlara sığmazdı. Bazı açık saçık konuşmalar gelirdi kulaklarımıza. Kadınların gülüşleri ekşi cibre kokan gecede yitip giderdi. Bir ara dışardan Osman Aga’nın sesini duyardık:
–Gülizar, git getir şu bizim kurbanlığı da size güzel bir çevirme yapayım. O meşe odunları kim bilir nasıl da kor tutmuştur.
Karısı Gülizar Hanım -hastalıklı, yüzü sarı olduğu için Gülizar Hanım derlerdi- gülümsemeye çalışırdı:
– Deli bu bizim adam be, derdi. Sahiden deli.
Bir akşam babam, tam ezan vakti Gülizar Hanım’ın ölüm haberini getirdi. Ortalık kararmak üzereydi. Karanlık üzünce dönüştü, yüreklerimize doldu. O gece Ferişte’yi bize getirdiler, bizde yattı. Sonraki gün, ikindi vakti Gülizar Hanım’ı mezarlığın kuzeybatısındaki karaağacın yanına gömdüler. Osman Aga bir hafta sonra sık sık mezarlıkta göründü. Gülizar Hanım’ın mezarının çevresinde ne kadar karaçalı varsa hepsini kökledi. Bir ara Osman Aga’nın, karısı öldükten sonra camiye gitmediği söylentileri dolaştı. Sözde Gülizar Hanım ölünce kendisini namahremdir diye bir daha yanına yaklaştırmak istememişler, saçlarını okşayıp sevmesine engel olmuşlar. Buna pek içerlemiş Osman Aga, elleri çaresiz iki yana düşmüş:
–Yaa… demek üle. Demek şimdi Gülizar namahrem bana?.. demiş, ağlamış. O günden sonra da kendisini camiye giderken gören olmamış. Doğrusu ben bu söylentilere inanmadım hiç. İnananlara da için için kızdım.
Osman Aga, Gülizar Hanım’ın ölümünden sonra daha sık gitti odun kesmeye. Dağdan, adlarını bilmediğimiz çiçekler getirdi bize. Hem de kökleriyle. Kendi avlusuna da ekti bu çiçeklerden. Onları kuyudan su çekerek suladı. Bir gün elinde bir gül fidanı ile bize geldi, bir kürek aldı, çıktı, gitti. Sonraki yaz Gülizar Hanım’ın mezarının başucunda, pembe, tek bir gül açtı.
Osman Aga’yı son olarak bir yağmur sonrası günü görmüştük. Bugünmüş gibi gözlerimin önünde. Bir grup çocuk, suyun eştiği yerlerde çivi, tel parçaları, eski demirler arıyorduk. Tüfekli iki asker Osman Aga’yı önlerine katmış, karakola doğru götürüyorlardı. Osman Aga’nın sırtında uzun bir yağmurluk, başında örme, kahverengi bir başlık vardı. Başı öne eğikti. Koşarak eve gittim. Ferişte bizdeydi ve ağlıyordu. Babam gece geç saatlerde geldi. Anneme:
–Adaşın başı dertte bizim. Hemen biraz yiyecek hazırla. Karakolda çok dövmüşler, bırakmışlar. Ama diyil mi kuşkulanmışlar bir kere, bundan sonra Osman’ı ancak Türkiye paklar. Şimdilik saklanması lâzım…Siz hiç merak etmeyin, dedi.
Bir daha göremedik Osman Aga’yı. Babam bir gece Ferişte’yi de aldı, götürdü. Daha sonra İzmir’e yerleştiklerini öğrendik. Bir ara, Osman Aga’nın, Ferişte’yi zengin bir beye evlâtlık olarak verdiğini duyduk. Annem:
–Yazık, diyordu. Yazık oldu kıza da Osman’a da. Yap-masaydı ya o işi!
Babam:
–Kısmet, diyordu. Kısmet öyleymiş. Osman ne yapabilirdi sanki? Tutmuş çeteciler kendisini, eline para verip, “Bize kasabadan bu eşyaları alacaksın” demişler. “Hayır” desen öleceksin. “Evet” desen ölme tehlikesi var. Birisi peşin ölüm… Osman gene akıllı davrandı; ölümden kaçtı.
Ne oluyordu? Neydi bu olup bitenler? Neler dönüyordu? Herkesin gözlerinde okunan çaresizlik ve korkunun sebebi neydi? Bunu daha sonra K.K.E. (Yunanistan Komünist Partisi) çetecileri her gece köylere baskın yapmaya, köprüleri, demiryollarını atmaya, birkaç uçağın uzak tepelere kartallar gibi saldırarak ortalığı duman ve derinden gelen uzak patlamalara boğmağa başlamasından sonra anlamıştım. Herkesler işinde gücündeyken, ovanın ortasından geçerek düdüğünü acı acı öttüren bir tirenin çığlığı yerini birden korkunç bir patlamaya bırakıyor, yerden kapkara bir duman yükseliyordu. Yarım saate varmadan tüfekli askerler rasgele, sağa sola ateş ederek geliyor, her önüne geleni tüfek dipçikleriyle döverek topluyor, topladıkları kişileri şehre, kışlalara götürüyorlardı. Dövünen kadınlar, ninelerinin feraceleri altında titreşen çocuklar, suskun yaşlı erkekler bir duvarın altında, götürülen yakınlarını bekliyorlardı. O günlerde ara sıra Osman Aga’dan da haber alıyorduk. Bütün arkadaşları birer iş güç sahibi oldukları halde o daha belli başlı bir işe tutunamamıştı. Dilini de düzeltmiyormuş hiç. Burada nasıl konuşuyorduysa orada da öyle konuşuyormuş. Bu konuşması yüzünden herkes “Muhacir Osman” diyormuş kendisine. O gülermiş buna.“Olsun be” dermiş. “Muhacir diyil miyim?”
Muhacir Osman!.. Denizin uçsuz bucaksız ufkundaydı gözleri ve durmadan soruyordu:
–Hasan Çavuşlar’ın tarlasının başındaki kaynarca durur mu? Buz gibiydi suyu… Salardık içine bostanları… Ama yoktur artık. (Sonra bir umutla soruyordu yine ) Yoksam durur mu yerinde? Bazı memleketlilere sorarım, kimi yok der, kimi var. Konuşurlar karı gibi.
Kaynarca çoktan kurumuş, kapanmıştı ama, “Orda” diyordum. “Aynı eskisi gibi. Buz gibi suyu. İçinden yine karpuzlar eksik olmuyor.”
–Bizim viranelikler (evler) ne alemde? Bozmuş, yenilemiş kalba Hacıların Bekir onları. Sen belkim de hatırlamazsın, çok çiçek vardı haremde. Papatkeler, hem de kır meneşeleri. Var mıdır gene haremde?
–Olduğu gibi duruyorlar, diyordum. Hatta kafesler bile. Çocuklar baharda ilk menekşeleri sizin avludan koparıyorlar yine. Bekir, avlunun günbatısına yaptı yeni evi. Hani bir iğde ağacı vardı eskiden; onun olduğu yere. Sizin evler olduğu gibi duruyor.
Seviniyor, dünyalar kendisine verilmiş gibi oluyordu.
–Uğlum Ali, getir bize iki çay gene.
–Ne o Muhacir Osman, bugün doğum günün müdür, nedir?
Duymuyordu Osman Aga.
–Sığırtmaç Hasan ne yapar? Sağ mıdır divane? Karısı Rayfe?.. Onun sağ koluna inme inmiş dediler, doğru mu?
–İkisi de iyi, diyorum. Bir ara Raife Teyze’nin sağ koluna bir tutukluk gelmişti ama, önemli bir şey değil, demişti doktorlar.
Soruyordu Osman Aga. Bayram sabahlarını, Hıdrellez günlerini, kuyuların işleyip işlemediklerini, akranlarını, evleri, sokakları, bazı belli başlı ağaçları soruyor; bunlarla ilgili en ayrıntılı bilgileri öğrenmek istiyordu. Bir ara sustu. Gözleri uzaklarda, denizin sonsuz maviliklerindeydi. Ardımızdaki masalarda müşteriler konuşuyorlar, garsonun o insanı rahatsız edici sesi ara sıra duyuluyordu. Uzakta bir plak satış mağazasından dokunaklı bir kadın sesi ta bize kadar geliyordu. Osman Aga ağır ağır döndürdü başını bana doğru. Dudakları kıpırdadı. Son sözünü söylemeye hazırlanan bir idam mahkûmu gibiydi. Güçlükle yutkundu.
–Karaçalılar… Mezarlığın sağ üst köşesinde çok karaçalı vardı bir zamanlar… Gene var mı?..
Hanidir bekliyordum bu soruyu. Hazırlıklıydım.
–Karaçalı ne gezer orda? dedim. Büyük bir gül ağacı var. Öyle güzel açıyor ki…
Elini uzattı.
–Ver bana o gâvurun cıgarasından, dedi. Sert olsun. İsterse yaksın gırtlağımı!..
4 NUMARALI BEKLEME KULESİNöbet çizelgesini düzenlemekle görevli Başçavuş Kostas Fermanoğlu, kendisinden, beni kuzeybatıdaki bekleme kulesine göndermesini rica ettiğimde gülümsemiş, “Sen de mi Stella’ya?..” der gibi kuşkuyla gözlerimin içine bakmıştı.
Stella, kışladaki bütün erlerle düşüp kalkan bir orospuydu. 4 No.lu Bekleme Kulesi’nin yakınında, pembe boyalı küçücük bir evleri vardı. Bekleme kulesi yüksekte olduğu için, kulenin altındaymış gibi görünürdü evleri. Stella’yı nöbet saatinin 22.00 ile 24.00 arasına rastladığı zamanlar görebilirdim daha çok. Bahçeye küçük bir masa kurar, üvey babası olduğu söylenen genç bir adamla geç vakitlere kadar içki içerdi. Önce sakin görünürdü Stella; üzgün… Sonra sonra açılır, çılgınca güler, üvey babasının boynuna sarılır, dişlerdi onu. Adam acı acı bağırır, Stella’yı yakalar ve hırsla kucağına atardı. Daha sonra Stella, savrularak doğrulmağa çalışır, bekleme kulesine doğru, “Fandare, -asker-” diye bağırırdı, “yarın akşam saat tam sekizde Taşköprü’nün karşısında bekle beni. Sana öyle bir gece yaşatacağım ki…” Ses vermezdim ben. Oysa diğer erler burada kararlaştırırlardı Stella ile buluşacakları yeri. 4 No.lu Bekleme Kulesi’ne herkes, gönüllü gibi koşar gelirdi. Kulenin adı bu yüzden “Stella” kalmıştı.
Başçavuş kuşkulanmakta haklıydı, ama, benim 4. No.lu Bekleme Kulesi’ni yeğlememin nedenleri arasında Stella ancak en son sırayı tutardı. Severdim 4 No.lu Bekleme Kulesi’ni. Kuleden rahatlıkla görülebilen beş-altı evi, bahçelerini; karşıdan karşıya görüp tanıyabildiğim insanlarını severdim oranın. Siyah başörtülü Tasula Nine -komşuları Kira Tasula derlerdi- sabahları erken kalkar, İstanbul Radyosu’nun sunduğu sabah şarkılarını dinler, yaşlı bir katırın çektiği bir yük arabasıyla kiracılık yaptığını sandığım kocasının kahvaltısını hazırlardı. Aradan çok geçmez, kulenin altındaki bütün evlerden Türkçe şarkı ve oyun havaları dağılırdı etrafa. Sabah yeli, Türkçe şarkıları Taşköprü’nün Osmanlı eli izlerine çarpardı.
Kışladan izinli olarak çıktığımda çoğu kez Taşköprü’ye gider, orada dinlendirirdim başımı. Köprüden geçenlerin çoğu, benim Stella’yı beklediğimi sanırlardı. Ben, ağzımda sigara, sadece gülümserdim onlara.
Yanaki’yi de 4 No.lu Bekleme Kulesi’nden görmüştüm. Bir ablası vardı; “Beba” diye seslenirlerdi kendisine, köşedeki tütüncü kulübesinde sigara satardı. Beba güzel kız olmasaydı üzülmeyecektim sözlerine.
“Türk müsün!…” demişti ilk tanışmamızda. “İnanmam, yalan söylüyorsun.”
Türk’e hiç mi hiç benzemediğimi söylemişti. “Senin gibi bir insan Türk olamaz!” demişti. Ama ben, sigaramı gene de ondan almayı kesmemiştim. Kendisiyle sadece selâmlaşıyor, Beba’nın benden utandığını seziyordum. Yine de beni, 4 No.lu Kule’de görünce bakmayı boşlamaz, gülümsemeye çalışarak elinde çantasıyla fakir görünüşlü evlerinin kapısından içeriye girerdi.
“Yanakiii!…” Beba kardeşine seslenirdi böyle. Haşarı çocuktu Yana-ki. -Şimdi büyümüş, çirkinleşmiştir- “Ben de asker olacağım,” diyordu. “Böyle öldüreceğim düşmanları!” Yıkık bahçe setlerinden birinden bir tahta parçası alır, tüfek gibi omzuna dayayarak bana doğrultur; ağzıyla, “Bam! Bam! Bam!” diye sesler çıkarırdı.
Stella’nın evinin ardından başlayıp karşıdaki Taşköprü’ye kadar uzanan taştan bir duvar vardı çayın kıyısında. Yanaki’yi sık sık bu duvarın üzerinde koşarak: “Bana Çakıcı derler; Çakıcı’yım ben!” diye bağırırken görürdüm. Hoşuma gitmişti çocuk. Sevimli, sıcakkanlıydı. Bir gün kendisini çağırmış, ilerde ne olmak istediğini sormuştum.
“Subay!” demişti. “Subay olup bütün Türkleri keseceğim!”
“Niçin Yanaki, niçin keseceksin Türkleri? Türkler iyi insanlar, kimseye kötülükleri dokunmaz. Çocukları da çok severler.”
“Yok,” demişti Yanaki büyük bir ciddiyetle. “Türkler kötü insanlar, subay olup onları öldüreceğim!”
Anlatamamıştım Yanaki’ye Türklerin iyi insan olduklarını bir türlü. En sonunda dayanamamış, Türk olduğumu kendisine söylemiştim, ama Yanaki buna bir ayda zor inanmıştı.”Sahi mi,” diye soruyordu bana kuşkuyla bakarak. “Bütün Türkler böyle mi; böyle senin gibi mi?”
“Kötüleri de var elbet,” derdim. “Buradaki bütün insanlar iyi mi sanki?”
“Barba İspiro kötü çok!” derdi. “Elmalarını yolmuşum diye geçen gün bastonla kovaladı beni!”
4 No.lu Bekleme Kulesi’ndeki nöbet saatim 20.00 ile 22.00 arasına rastladığında olduğumdan daha hafif hissederdim kendimi. Başımda miğfer, sırtımda üniforma, ayağımda postal, omzumda Amerikan malı piyade tüfeğimle hızlı adımlarla yürürdüm nöbet yerine. Hangi bekleme kulesine gittiğimi iyi bilen kenar köşedeki erler, “Ela Stella!” diye ardımdan bağırırlardı. Kesmezdim hızımı. Oraya varınca çoğu kez Tasula Nine’yi görürdüm evinin merdivenine oturmuş olarak. “Nerede kaldın evlât?” derdi bozuk Rumca’sıyla. Sonra Türkçe’ye döner, “alıştım gittim sana,” diye eklerdi. Mektup alıp almadığımı sorardı evden. Bu arada başında boyacı kasketiyle bir genç, Beba’yı bisikletinin önüne oturtur, sol eliyle kızın çıplak bacaklarını okşayarak önümden geçerdi. İçimde bir acı, bir burkulma hissederdim o an. Beba’nın benden yana bakıp gülümsemeye çalışması, çaresizlik içindeymiş gibi utanarak başını öne eğmesi içimdeki acıyı azaltırdı.
Az sonra karanlık basar, elektrik lâmbalarının soluk ışığı altında kapı önlerine toplananlar olurdu. Taşköprü’nün solundaki tavernadan bozuk, pürüzlü bir ses gelirdi:
“İzmir’in kavaklarıDökülür yapraklarıBize de derler ÇakıcıYakarız konakları.”Stella, gözleri bekleme kulesinde, oynak hareketlerle bahçede dolaşır, iç çamaşırlarını toplardı çamaşır telinden. Tasula Nine’nin kocası yorgun argın gelirdi eve. Önce Rumca söverdi; alamazdı hızını da Türkçe başlardı sövmeye. Kadın kocasına yardıma koşardı.
“Olmaz,” derdi adam. “Bu orospu burada durdukça uğursuzluk bırakmaz yakamızı; gene arabayı kırdık!”
Yumruğunu da hırsla Stella’nın evine doğru sallardı.
Daha sonra Türkçe konuşmalar karışırdı şehrin Rumca gürültüsüne, kapı önünde toplanan yaşlılar, bağıra bağıra Türkçe konuşarak memleket özlemini gidermeğe çalışırlardı:
“İyi adamdı kulağı çınlasın. Fakir fukara babasıydı. Osman Ağa gibisine rastlamadım ben… Ah, Erzurum’un suları…”
Bolluk bereketten açarlardı sözü. Ayşecik filmlerini anlatırlardı birbirlerine. Sonra, sarhoş sesleri gelirdi tavernadan; ayakta güçlükle tutunan birkaç karaltı Stella’ların evinin ardından bağrışarak geçerlerdi. Stella’nın orospuca gülüşlerini işitirdim pencerenin camından. O, kuleye karşı soyunurken, üvey babası hırsla kapıyı açar; rakı şişesini kışlanın duvarına çarpardı.
Askerlik görevini 156. Piyade Alayı’nda yaptığını öğrendiğim gençlerden birine 4 No.lu Bekleme Kulesi’ni sordum.
“Stella Kulesi, diyorlardı oraya,” dedi. “Güzel bir kadın oturuyormuş kulenin karşısındaki evde. Stella imiş adı. Bütün kışlanın ve o çevrenin gözdesiymiş. Üvey babası bıçaklamış kıskançlık yüzünden. Şimdi yok tabii, adı kalmış.”
İnsanlar yaşamadıkları olayları ne kadar da soğukkanlılıkla anlatabiliyorlar! Oysa ben bir hayli üzüldüm Stella’nın öldürülüşüne. Stella ile ilişkimiz neydi ki… Bir kez görmüştüm kendisini yakından; elini, kendisine yardım için uzattığım elimle bir kez tutmuştum. O da, sevgilisini bir Paskalya yortusunda görsün, diye. Kışlada başçavuş olan sevgilisini görmek istiyordu. Kapıdan bırakmıyorlardı kendisini. Başçavuş Stella’dan kaçıyordu. Eğlence programı düzenlenmişti kışlada. Sivil halk da davetliydi. Ama, Stella her nedense bırakılmıyordu içeri. Girse, çıkaramayacaklardı elbet. Sevgilisi ile kol kola tutunup oynama fırsatı geçecekti belki de eline.
“Uzat elini,” demiştim kendisine. Çocuk gibi sevinmişti. Kendisini kuleye çektiğimde elimi bir zaman bırakmamış, “Senden utanıyorum,” demişti. “Anlıyamıyorum niçin? Sen utandırıyorsun beni…”
Ben bırakmadıkça çekmek niyetinde değildi elini. Bunu bildiğim için elini son bir defa sıkmış, bırakmıştım. Gülümsemiş, “Bunu unutmayacağım,” demişti. “Teşekkür ederim.”
Sormadım başka bir şey gence. Üvey babasının Stella’yı kucağına alışını, pembe boyalı evin ardından geçen sarhoşları, Tasula Nine’yi, Yanaki’yi anımsadım. Yanaki subay okulunda mıdır şimdi? Yine Türklere öylesine düşman mıdır? Ya o şarkılar?.. Taşköprü yalnız başına mı dinler onları?
“Sizin zamanınızda sağ mıydı Stella?” dedi genç.
“Hayır!” dedim. “Daha yıllar önce ölmüş olduğunu söylerlerdi.”
MACİDEKartını dün aldım. “Seni anmak bana yaşama sevinci veriyor” diye yazmışsın. Ne güzel söz… Aslında aynı duyguyu ben de yaşıyordum da sana anlatamıyordum. Bu, benim için de öyle. Yoksa, yıllar önce İzmir’in yoksul bir mahallesindeki o buluşmamız bir rastlantı değildi. Yolum İzmir’e düştüğünde ilk aklıma gelen kişi sen olmuştun. Yıllar geçmişti aradan görüşmeyeli. İçimde büyük bir merak vardı. Acaba Macide nasıl bir kız oldu!.. O uzun tren yolculuğunda hep seninle olmuştum. Gürültülü caddelerden, uçsuz bucaksız yalnız ovalardan, korkunç uçurumlardan kurtulup sana geliyordum. Sen, tatlı su şırıltılarının işitildiği menekşe kokan yeşil yamaçlarda, sevimli leyleklerin dolaştığı beyaz çiçekli çayırlarda, kırlangıçların üstünde uçuştuğu güzel köyümüzdeydin.
Aklıma, o iç savaş yıllarında dağdaki köyünüzü bırakıp bizim köye indiğiniz gün geliyordu önce. Aradan uzun yıllar geçmiş olmasına karşın o günün kimi anıları gözlerimin önünde olduğu gibi canlanıyordu. Eşya yüklü katırlar, eşekler köyün meydanını doldurmuştu. Ağlayan kadınlar, şaşkın ve korkulu gözlerle bakan çocuklar ve suskun erkekler… Herkesin gideceği yer daha önceden ayarlanmıştı. Sen, kır bir atın üstünde, annenin kucağındaydın. Öne oturtmuşlardı seni. Atın semerine sımsıkı tutunuyordun. Dağınık sarı saçlı, mavi gözlü bir kız… Karşıda, komşunun boş evleri vardı. Sizi oraya yerleştirmeyi düşünmüşlerdi. Ağlamıştın. Ablam gelip seni annenin kucağından alıp yere indirmişti. Küçük, ürkek bir kız. O akşam size yiyecek bir şeyler getirmiştik annemle. Annem eve döndüğünde kendini tutamamış, uzun süre ağlamıştı. “Allah’ım, ne zor iş” diyordu ikide bir… Ben bazı şeylerin iyi gitmediğini seziyordum sadece. Ama annemin ne demek istediğini pek anlayamıyordum. Oysa yaşam insana neler öğretiyor… Evet, yaşamak güzel şey, ama yaşamak kolay bir şey de değil.
Kartın elimde. Onu tekrar tekrar okuyorum. Düsseldrof!.. Macide ve Düsseldrof… Bu kaçıncı gurbet böyle… Ballıca, Yassıköy, Diyarbakır, İzmir ve Düsseldrof!..
İzmir’e, yani sana gelirken çocukluk yıllarımızın en güzel anılarını yeniden yaşamak istiyordum. Yakın çayırlıklara gidip beyaz ve sarı çayır çiçekleri topladığımız günleri, birlikte oynadığımız anları, koşmalarımızı yeniden yaşamak istiyordum. Sonra, kasabaya giden babalarımızın dönüşlerini merakla beklemelerimiz… Onların getirdikleri horozlu şekerleri yalamalarımız… Ne kadar şen, ne kadar mutluyduk.
Sonra nasıl oldu bilmiyorum; bir gün ansızın gidiverdin. Sabahleyin kalkıp size uğradığımda birden vurulmuşa döndüm. Her yer, her taraf bomboştu. Ortalıkta dolaşan bir kediniz vardı sadece. O odalar yine boş kaldı öyle… Nesibe Hala saçakta yün eğiriyordu. “Macideler Türkiye’ye kaçtı oğlum” dedi. “Gittiler… Halbuki ne güzel alışmıştık kendilerine…” Onun bu sözleri, bir ara bezinin ucuyla gözlerini kurulaması yüreğimin derinliklerinde bir yerlerimi sızlattı. Evet, o odalar yine boş kalmıştı siz gidince. Sonra o üzücü haberler. Türkiye’ye kaçarken bindiğiniz kayık batmış, dediler. Annem, zavallı kadın günlerce ağladı. Ben bu habere inanmadım. Daha doğrusu kendimi inandırmak istemedim. Babam, sık sık şehre giderek haberin doğruluk derecesini öğrenmeğe çalıştı. Bir gün hepimizi, bütün köyü sevindiren bir haber getirdi. O haber yalanmış, dedi. Hasanlar Diyarbakır’daymışlar. Türkiye’ye varınca onları alıp oraya yerleştirmişler… Annemin gözyaşları dindi. Ben de rahat bir nefes aldım. Kötü kötü rüyalar görmez oldum. Doğrusu Diyarbakır’ın nerelerde olduğunu bilmiyordum. Ama senin bir yerlerde yaşıyor olduğunu bilmek beni sevindirmeye yetti. İçimde yeniden çayır çiçekleri açtı. Senin mutluluk şarkılarını duyar gibi oldum. İçim sevinçle doldu.