bannerbanner
Şafak Sancısı
Şafak Sancısı

Полная версия

Şafak Sancısı

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
4 из 7

Musa beyin sizinle ilgili anlattıklarına gelince:

– Şikem çiftliğe hayvanbilim uzmanı olarak gelir gelmez, büyük değişiklikler gerçekleştirdi. O zamana kadar kimsenin düşünemediği yenilikleri arka arkaya teklif ederek, devamlı söylediklerini pratiğe dökmenin peşinde koştu. 1950’lerin ortasında Kırgız topraklarında cins inekler hiç yoktu. Önce Leningrad’tan cins boğalar getirildi. Neticede hayvanlar cinsleştirilerek, sütteki yağ miktarı artırıldı. Şikem atları cinsleştirmeye de çok önem vermişti. Kendisi de atı çok sever, hızlı koşan ata bindiği zaman hemen değişir, sevinçle coşardı. Atları, onların psikolojisini derinlemesine kavradığı Elveda Gülsarı romanından belli olmuyor mu zaten? Şikem edebiyata girmeseydi, şüphesiz hayvancılık sahasında meşhur bir ilim adamı olacaktı.

Aytmatov: Gıyabımda iyiliğimi isteyen, hem yakın birisi olduğu için böyle konuşmaları normaldir. Kimbilir ne olurdu? Kader dediğin çok esrarlı bir şey… Neyse artık seni konuşalım.

Dram yazarı Kaltay Muhammedcanov’la üçümüz Taşkent’e giderken yolda senin memleketin Ontüstik (Güney) Kazakistan vilayetine uğramıştık ya. Halk arasında “Müslümanların ikinci Mekke’si” denilen Türkistan’da bulunduk. Hoca Ahmed Yesevi’nin mezarını ziyaret ettik. Şerik Seytcanov, Alimcan Kurtayev ve Kuanış Aytahanov isimli kardeşlerin bizi misafir etmişlerdi. O sırada, doğal olarak, Otrar’ın kahramanlığını anlatan birçok olayı aktarmışlardı. Ben önceden de senin ağzından Otırar, Arıstanbab ve Türkistan hakkında çok şey duymuştum. Zaten ikide bir Otrar hakkında, oranın kahramanlarını gözlerinle görmüşçesine sayarak anlattıkların neredeyse bir destan kadar tesirli oluyordu. Senin bu tavırlarından yola çıkarak, “Doğup büyüdüğün mekânın kıymetini bilen oğlansın sen” derdim içimden. Otırar hakkında yazdığın destandan da çok etkilendiğimi belirtmeliyim.

Şahanov: Şike, memleketimle aramda trajik bir bağlantı var. Rahmetli babam eski yazıyı çok iyi biliyordu. Arap harfleriyle yazılan kıssa ve destanları çok okuduğu, eskiye ait her şeyden haberdar oluşundan belliydi. Zamanında biraz mollalık (hocalık) da yapmıştır. Ne yazık ki o yıllarda;

“Fakir fukaranın tarafını tut,

Molla ve zenginleri koyun gibi kamçıyla güt” mısralarına konu olan siyaset çok kimseyi perişan etti. İşte bu siyaset yüzünden, babam kaşla göz arasında doğup büyüdüğü toprakları bırakıp Tölebiy İlçesinin Kaskasu Köyünde oturan kızı İzzet’in evinde barınmak zorunda kalmış. O zaman ben daha 40 günlük bebekmişim.

Ben dokuz yaşındayken babam vefat etti. Dokuz yaşıma kadar dizine oturtup Otırar savunmasında kahramanca savaşıp canlarını kurban eden fedakâr atalarımız hakkında durmadan anlattıkları hafızama öyle işlemiş ki, hiç unutmadım. Yavrusunun doğduğu topraklardan kopmasıyla gönlünde oluşan eksikliği böylece gidermeyi mi düşünmüş, bilemem…

Bazen annem; “Çocuk senin anlattıklarını anlayabilir mi ki? Daha çok küçük” diye tereddüdünü dile getirirdi. Babam da buna karşılık; “Niye anlamasın ki?” Anlamazsa kendisi zorlanacak; kökünü derinlere salamayan ağacın ömrü kısa olur” derdi.

Sayısız askeriyle tüm dünyayı emri altına almak isteyen Cengiz Han’ın kolu, Orta Asya’nın minareleri gökyüzüne dayanan şehirlerini 10-15 gün içerisinde teslim alıyordu. Karşılık vereni acımasızca at toynakları altında ezen zalim kuvvetin kahrından çekinen bazı şehir amirleri hiç direnmeden kapıları kendi elleriyle açmış, teslim olmuşlardı. Fakat Otırar altı ay boyunca düşmana karşı cesurca savaşmıştı.

Cengiz Han, “Otırar’da erkek adına tek kişi kalmasın!” diye emreder. Cesur ruh insanı Kayırhan ile doğduğu toprağa kök salmayan, Otrar’ın dış kapısını Cengiz Han’ın askerlerine açarak anayurduna ihanet eden gencin trajik akıbetini anlatan destan bana daima yol gösterici oldu. Bu hikâyeyi bana anlattığı için babamla, babamın vesilesiyle Otırar’la gurur duyuyorum. Zaman zaman hayale daldığımda, gözümün önünde, dokuz yaşımda beni dizine oturtup Otırar’ın kahramanlık destanını anlatan babam canlanıveriyor. Hislere hitap ederek eğitmek, bence eğitimde verimli bir yöntemdir.

Babamın ta çocukluğumdan aşıladığı terbiye ve ona karşı beslediğim derin sevgi ve saygı beni hayatım boyunca beni etkisi altına almıştır. Babamın hayati prensipleri, mutad adetleri bile olduğu gibi bana geçmiştir. Küçük bir örnek vereyim: Rahmetli babam öğleden önce hiçbir zaman saçını kestirmezdi. Tabii sebebini bilemiyorum.

Ben de bu yaşıma kadar bir kere dahi olsun, öğleden önce saçımı kestirmedim. Belki böyle yapmanın hiçbir anlamı da yoktur. Ama prensip prensiptir. Bu alışkanlığımın zararını da gördüm. Bir ara Amerika’ya bir sonraki gün öğle uçağına bineceğim kesinleştiği anda saçlarımı kestirmem gerektiğini hatırladım. Ne yazık ki gece olmuş, kuaförler kapanmıştı. Ertesi gün öğlene kadar müsait olmama rağmen çocukluğumdan alışkanlık edindiğim âdete aykırı davranamadım. Öylece yola çıktım.

Kısacası, babamı anayurdumun ve hiçbir zaman irtibatımı kesemeyeceğim doğduğum toprağın bir nevi kökü olarak görüyorum.

1992 yılında hemşehrilerimizin yoğun istekleri üzerine, Otırar’da eserlerimi konu alan özel bir program düzenlendi. Temmuzun sonu. Hava o kadar sıcaktı ki, neredeyse cehennem ateşi dersin. Merkezden 30 km. uzakta, ilçe sınırı sayılan ıssız bir yerde hemşehrilerim beni büyük bir coşkuyla karşıladılar. Babamı tanıyan ihtiyarlar, beyaz örtülü nineler beni sırayla kucaklıyorlar, hiç bırakmıyorlardı. Yerli ozanlar, şairler şiirlerini, jırlarını armağan ederken, bir taraftan da müzik çalınıyor oyunlar oynanıyordu. Orada beyaz ipeğe sarılıp altın iplikle süslenen Otırar toprağından yapılan sembolik kolyeyi boynuma takarken üç nine hep beraber; “Yavrum, nerede olursan ol, ata yurdunun toprağı sana güç kuvvet versin” diye dua ettiler.

Bulunduğum her yerde, kendi halkımdan olsun, dış ülkelerden olsun, birçok hediye aldım. Şunu itiraf etmeliyim ki o gün bu gündür bana sunulan hediyelerin hiç birisi ata yurdun toprağını içeren armağan kadar beni heyecanlandırmamıştır.

Aytmatov: Laf lafı açıyor. Eskiden dedelerimiz memleketten uzağa taşınacak olurlarsa, âdet gereği beline ata yurdunun bir avuç toprağını bağlarmış. Gençleri savaşa uğurlarken hanımı veya nişanlısı tandır ekmeğinin kenarından ısırıp ona yedirir, gerisini hep saklarmış. Niyeti: “Ata yurdun ekmeği çeksin de sağ salim dönsün”.

Şahanov: Şike, burada tarihî hafızayla alakalı beni utandıran bir olayı anlatayım. Benim Sergey Tereşenko adında bir hemşehrim var. Kendisi Rus, fakat Kazakça özlü sözlerle konuşmaya başladığında bazı Kazakları bile geride bırakır. O, birkaç yıl Komsomolda, Çimkent vilayeti parti komitesinde başkan olmuştu. Sonradan Kırgızistan Cumhuriyeti Bakanlar Kurulunun Başkanlığını da yaptı.

Sergey’in babası Tülkibas ilçesinin büyük bir sovhozunda uzun yıllar idarecilik yapmış, “Sosyalist Emek Kahramanı” ödülünü [Sovyetler Birliğinde özellikle kolhoz ve sovhozda çalışanlara verilen en büyük ödüllerden biri (Ç.N.)] alan itibarlı bir insandı. Tek kelimeyle, baba-oğul ikisi de doğduğu topraklara bağlı kalmış insanlardı.

Moğol halkının ilk astronotu benim arkadaşım Cügderemidiyin Gurragça’yı da gıyaben iyi tanıyorsunuz. O da sizin hayranınız, çeşitli dillerde yayımlanan eserlerinizi hep topluyor. “Bir daha uzaya çıkarsam mutlaka beraberimde Aytmatov’un eserlerini götüreceğim” demişti bir keresinde.

Bir gün dostum Gurragça’yı memleketime misafir olarak götürürken Sergey Tereşenko ile karşılaştık. Sergey bana;

“Dostuna Otırar’ı, onun dedelerinin yerle yeksan eden etraftaki eski şehirlerin enkazını göster. Belki böyle yapman onu değişik düşüncelere sevk eder” deyip şakavari gülümsemişti. Sergey’in bu şakasının altında gönlümü allak bullak edecek bir tılsımın olduğunu o anda anlayamamışım. Otırar toprağına geldik. İlçe idarecileri bizi özel bir hazırlıkla karşıladılar. O günün akşamı yeni açılan Ebu Nasr el-Farabi Kültür Sarayında, Gurragça ikimizle buluşma gecesi programlamıştı. Öğleden sonra sovhozları gezmeye çıkmadan önce, öz kardeşlerim kadar yakın hissettiğim Hancigit Sızdıkov ile Abulkasım Kulımbetov’den bana “Otırar İlçesi Fahri Vatandaşı” unvanını vermeyi kararlaştırdıklarını duydum. Sovyetler Birliği’nin ilk kadın astronotu V. Tereşkova adında Almatı’da tekstil fabrikası var; Gagarin, Titov, Nikolayev adları da Kazakistan’da yüzlerce okula, sokaklara verilmiş. Uzaya çıkan her astronota, konduğu ülkeye göre, Jezkazgan, Arkalık Şehrinin Fahri Vatandaşı unvanını vermek o yıllar gelenek halini almıştı. Kendi kendime düşündüm ki, Gurragça’nın Güney Kazakistan’a, hele Otırar’a ilk gelişi. Ona da böyle bir unvan verilse kimse bir şey demez. Hatta tam tersine siyasî bakımdan halklar arasında dostluğu pekiştirme adına iyi bir adım sayılır.

Düşüncelerimi kaymakam Muhammedkasım Şarenov’e ilettiğimde o; “Muha, niyetiniz doğru. Ama yine de bu meselede büyüklere akıl danışalım” dedi.

Baharın ilk günleriydi. Güneş ışınlarından yeterince beslenip nazlana gerinen bozkır yemyeşil bir renge bürünmüştü. Eski Otırar şehrinin kalıntılarını Gurragça ile ikimiz uzun uzun dolaştık. Yer yer toprak yığını halindeki kalıntıların bir zamanlar Ulu İpek Yolu boyundaki 150 bin nüfuslu, önemli bir kültür ve ticaret merkezi olduğunu, mimari yönden de gelişmiş bir şehir olduğunu düşünmek bile zor.

Evet, bir zamanlar uygarlığın merkez noktası olan Otırar’da, Aristo’dan sonraki ikinci usta (Muallim-i Sani) el-Farabi doğmuş. Devrin ileri gelen tarihçi, felsefeci, matematikçi, astrolog ve tabiplerini dünyaya getiren mukaddes topraktır bu. Hatta ta o zamanlarda bile şehrin su, kanalizasyon sistemi varmış. Tarihi bilmeyenler için anlattıklarımızın masal gibi algılanması normaldir.

Maalesef, bu büyük medeniyet Cengiz Han askerlerinin atlarının nalları altında kalarak tarih sahnesinden bir anda siliniverdi. Cengiz’in askerleri, hamile kadınların karnındaki çocuğu öldürüp, “Erkek adına kimse kalmasın” diyen gaddar emrin gereğince (kadınların karnından çıkan) çocuğu havaya fırlatarak tekrar ona mızrağın ucunu batırıp öldürmekten zevk alırlarmış. Zalim devrin acımasız sahneleri yerli halkın tarihî hafızasında iyice yer etmiştir. Bu olayların tek şahidi, tüm geçmişi içine atan işte bu enkazlardı.

Biz ölü şehir ile sessizce irtibata geçerek meydana indiğimizde halk yerlere kilimleri, minderleri sermiş, tam ortaya da sofrayı kurmuş, muhabbete dalmışlardı. Bir yanda semaverler fokur fokur kaynıyordu.

İşin enteresan boyutuna bakınız.

Kendi yurdunu, vatanını yerle bir eden, halkını gaddarca ölüme mahkûm eden, sanatın, ilmin, edebiyatın doruk noktasına ulaştığı bir uygarlıktan eser bırakmadan tarih tekerleğini yüzlerce yıl geriye çevirerek zulmün zirvesini yakalayan Cengiz Han’ın neslinden gelen birisiyle, aradan 750 yıl geçtikten sonra samimi bir dostluk kuracağımı, bir zaman onun dedelerinin eliyle yok edilen ölü şehirde sanki hiç birşey olmamışçasına muhabbete devam edeceğimizi daha önce tasavvur edebilir miydik?

Düşünceli düşünceli ilerlerken yanımıza birkaç atlı yaklaştı. Bunlar Musabek Acibekov, Kutım Ordabayev başta olmak üzere yerli aksakallar idi. Gelenler arasında Adiham Şilterhanov aksakalı da görünce çok sevindim. O, Kazakistan’ın tarihini, şeceresini çok iyi bilen; zaman zaman tarihî konularda yazılar yazan bilge bir ihtiyardı. Hal hatır sorduktan sonra onlar, misafire hissettirmeksizin beni bir kenara çekti ve şöyle dediler:

– “Muhtarcan, senin idarecilere bir teklifte bulunduğunu duyduk. Moğol astronotu senin misafirin ve değerli arkadaşın olduğu için halkımızın geleneğine göre her türlü izzet ü ikramda bulunacağız. Fakat senin dediğin gibi ona ‘Otırar’ın Fahri Vatandaşı’ unvanını vermek ne kadar doğru olur? Dedeleri bunca zulmü yapmasaydı, güzelim Otırar minareleri ve kubbeleri uzaktan bakanların gözlerini kamaştırarak bugünlere kadar gelmez miydi? Bir tek Otırar değil, Sırderya sahilindeki yerle bir olan 42 şehrin trajedisini de ekle. “Bunda Gurragça’nın suçu ne?” dersin belki. Tabii onun şahsının zerre kadar suçu olmadığını bilmiyor değiliz. Ama yine de Gurragça atalarının zulmünden -belki de kan yakınlığıyla- az bir miktar da olsa mesuldür. Buna tarihî hafızanın hükmü denir. Geçmişe kin beslemek ilkemize aykırıdır. Ama olup bitenleri tamamen hafızadan silemeyiz de. Meseleye bu yönden bir yaklaşsan…

Büyükler atlarına atlayarak tekrar geri döndüler. Bir anda ayılır gibi oldum. Az önceki düşüncelerimden utanıyordum. Nicelerini şiirlerimle büyüleyen bir şair olarak bilinmeme rağmen, tepeden tırnağa şecere deposu mahiyetindeki büyüklerin yanında çok aşağılarda olduğumu bir kez daha anladım. Babamı hatırladım o an. Demek dokuz yaşıma kadar Otırar kahramanlığını onlarca, belki de yüzlerce defa tekrar ederek anlatmasının altında derin bir mana gizlendiğinin farkına varamamışım. İşte, meselenin özü…

Sonra Gurragça’ya büyüklerle aramızda geçen konuşmayı olduğu gibi anlattığımda, misafirim;

– “Her adımını gözden kaçırmayarak millî tarihî hafızayı muhafaza etmeye özen gösteren büyüklerinin olması -bir şair olman hasebiyle- senin için büyük bir şans” demişti.

Aytmatov: Gerçekten ilginç bir olaymış yaşadığın. Gelecek nesle zararının dokunmaması için karar verme safhasında olan insan, işin teferruatını iyice düşünmeli. Buna benzer çok şey anlatılagelmiştir. Tabii her şey her zaman söylediğim gibi olmuyor. Mesela; dünyanın yarısını zulmü ile istila eden Cengiz Han yıllar sonra böyle olacağını düşündü mü? Aradan yüzyıllar geçti. Tabii ki Gurragça’nın hiçbir suçu yok, bunu senin köyünün büyükleri de biliyor. Ama tarihî hafızayı hafife almak mankurtluğun alametidir. Yani geçmişini unutursan ölmüşlerin hakkına girersin. Sadece bugününle yaşarsan gelecek neslin bedduasını alırsın.

Tarihin sararmış sayfalarını çevirmeye devam edersek, kimbilir daha nelere şahit olacağız? Tarihî hafızanın silinmesini önleyeceğiz diye, Cengiz Han’ın yüzünden tüm Moğolları veya Hitler yüzünden Alman milletini suçlamaya hakkımız yok. Bir misal daha; bir zamanlar İngiltere ile Fransa arasında 100 yıllık bir savaş vuku bulmuştur. Bundan dolayı, İngilizler ile Fransızlar’ın birbirinin yüzüne bakmama gibi durumları olmadı.

Demek istediğim; tarihî hafızanın dar çemberini aşmazsak, millet olarak akibetimiz iyi olmaz. Aynı zamanda onu hepten unutursak manevi mankurttan farkımız kalmaz.

Soylu (köklü) bir millet, bütün dünyaya ortak manevi ve medeni değerlere dayanarak terazinin kefelerini denk tutmayı becerebilen bir ferasete sahiptir. Tıpkı bunun gibi yarınını düşündüren prensipleri olmasaydı, şu bozkır nasıl olur da “Köy Akademisi” diye adlandırılabilirdi?

Şahanov: Çocukken yaşlıların güneşin batışını seyrederken, “Hayatın çoğu gitti, azı kaldı” dediklerini çok duyardım. Size büyüklerden duyduğum bir hikâyeyi anlatayım:

Sırderya Nehri bir gece aniden taşmış. Derya kenarında oturan bir zenginin evini, barkını, çoluk çocuğunu, neyi var neyi yoksa hepsini sel götürmüş. Adam yüzme biliyormuş. Can havliyle kendini kurtarabilmiş. Kurtarmış kurtarmasına ama elinde hiçbir şeyi yok. Bu vaziyetteyken oturmuş, ellerini açmış; “Ya Rabbi akibetimi hayreyle” diye dua ediyormuş. İhtiyarı böyle bir durumda gören zengin bir genç ona gülerek; “Aksakal, yaşınız yetmişin üstünde. Dünya adına her şeyiniz gitti. Bundan sonra nasıl bir akibet bekliyorsunuz ki?” demiş. Yardım edeceğine, merhametsizce sırıtan adam, atını kamçılayıp oradan uzaklaşmış. Dünya bu ya, aradan bir kaç sene geçmiş, memlekette o zamana kadar görülmedik bir kıtlık başlamış. Sözünü ettiğimiz zengin gencin malı mülkü elinden gitmiş. Çoluk çocuğu açlıktan ölünce, tek başına kalan adam diyar diyar dolaşıp dileniyormuş. Derken Sırderya kenarında uzaktan tüten bir duman gözüne ilişmiş. Hızlı adımlarla ilerleyen adam bir çadırın önüne kadar gelmiş. Çadır sahibi hanım gelen misafiri içeriye buyur etmiş, aç olduğunu hissederek ikramda bulunmuş. Çadırın bir köşesinde iki üç çocuk aşık oynuyorlarmış. “Siz rahat olun, yemeğe buyurun, dinlenin. Birazdan beyim de gelir”, demiş kadın.

Aradan çok geçmemiş ki eve önceden nehir kenarında karşılaştığı ihtiyar girmiş. İkisi de hemen tanımışlar birbirini. Et [Kazakların millî yemeği olan beşparmak kastediliyor (Ç. N.)] yenildikten sonra ihtiyar ev sahibi misafirine yönelerek anlatmaya başlamış; “Beni horlayıp gülerek yanımdan ayrıldıktan sonra, nehir kenarında ilerlemeye devam ettim. Çok mu yürüdüm az mı, bilemiyorum. Bu gördüğün topluluğa ulaştım. Başımdan geçenleri duyunca bana sahip çıktılar. Ellerinden geldiği kadar yardım ettiler. İşte bu gördüğün yengen o zamanlar dul bir kadınmış, evlendik; çoluk çocuğa karıştık. Günlük ihtiyaçlarımızı gidermeye yarayan birkaç hayvanımız da var. Tüm servetim bundan ibarettir. “Akıbetimi hayreyle” demekle kastettiğim işte buydu. Duam kabul oldu. Allah’a binlerce defa şükretsem yine azdır. Dünya malı elin kiri. Oğlum, o zaman sen çok büyük konuştun. Dünyaya dalmıştın, gözün hiçbir şey görmez olmuştu. Her şeyin bir bedeli olduğunu artık anlamış olmalısın”, demiş.

Bu hikâyeyi anlatmamın sebebi, Şike, o ihtiyar gibi “Ya Rabbi, bizim de akıbetimizi hayreyle” deme zamanı bize de geldi…

Aytmatov: Haklısın, ömrümüzün çoğu gitti, azı kaldı. Gün gelir, beşer olan herkes “Ya Rabbi sonumu hayırlı kıl” diyecektir muhakkak. Önemli olan, o an gelip çatana kadar hayat imtihanını verebilmek, utandırmayacak ameller işlemektir.

Şahanov: İnsanoğlu dünyaya geldiği andan sağını solunu tanıyıp ayaklarını sağlam basacağı ana kadar onu eğiten de, tenkit ederek doğru istikamete yönlendiren de ortamıdır.

Kızılkum Çölünde jantaq [deve dikeni] denilen bir bitki var. (Bunun hakkında bir şiir de yazmıştım.) Bu bitki kavurucu sıcaklarda bile yemyeşil renkte, kökünü kırk kulaç derinliklere, toprağın altına saldığı gibi çölleri süsler. Tam tersine kanbak [çöllerde yetişen, kökü toprağın yüzeyinde olduğu için hafif rüzgârdan kopan, çalıya benzer bir bitki. Rüzgârın önünde sürüklenir. (Ç. N.)] ise esen rüzgârın, kayan kumun istikametinde yuvarlanmaya devam eder. Köklülük (soyluluk) ve köksüzlüğün farkı işte bu kadar!

Aytmatov: İnsanlar da aynen bu misalde olduğu gibi, Allah’tan, gelecek nesle devedikeninin derin köklü kaderini vermesini; yolu yönü belirsiz kanbağın anlamsız hayatından uzak eylemesini dileyelim. Kanbak gibileri toplum için her zaman tehlikelidir.

Halk arasında, beklenmedik bir anda düşman eline esir düşen bir çocuk hakkında bir efsane anlatılırdı. Aradan uzun yıllar geçer, çocuk büyür, tabii bu arada doğduğu yeri (göbek kanının damladığı yeri), anne babasını, tek kelimeyle özünü unutmaya başlar. Kendi benliğinden sıyrılarak yabancı ülkenin her şeyini özümser. Aklını ve iradesini yerinde kullanarak esir düştüğü ülkenin idarecisi seviyesine yükselir. Günlerden bir gün, idarecinin doğduğu köyden gelen kervan atayurdun toprağında yetişen bir deste jusanı (hoş kokulu, kara iklim şartlarında bozkırlarda yetişen bir bitki) yaşlı idareciye armağan eder. Jusanı kokladığı anda, idarecinin gözünün önüne çocukluk yılları ve kırlarda lale topladığı günlerin tatlı hatıraları gelir. Gönlünün derinliklerine gömdüğü anıları canlanır, gözyaşlarını tutamaz. Artık onu hiçbir kuvvet durduramazdı. Çok kişinin hayal edip de elde edemediği tahtı anında terkeder. Devlete, servete dönüp bakmadan atına bindiği gibi atayurduna doğru dörtnala koşar.

Doğduğun yeri sevmek, oraya bağlanıp kalmak demek değildir. Dünya âlemi hiçe sayarak “Suyum başımda, mezarım yanımda” deyip oturduğumuz yerden başkasını görmezsek, gericilik yapmış oluruz. Diğer bir ifadeyle akmayan göl gibi, dünya uygarlığından, gelişmelerden haberimiz olmaz. Neticede hiçbir şey elde edemeyiz.

Basit bir misal; senin Otırar’ından, benim Şeker’imden yetişen birçok genç şu anda dünyanın dört bir bucağındalar. Çeşitli ülkelerde eğitimlerini geliştiriyorlar. Bazıları kendi sahalarında uzmanlaşma çabasındalar. Atalarımızın, “Atın varken atla da dünyayı gez!” dediği gibi gençken dinamizm ve aktiviteyi dünyayı gezmeye, tanımaya, öğrenmeye yoğunlaştırmalı.

Ama yine de yerkürenin hangi enleminde, ekvatorun neresinde olursan ol geriye dönüp özlemini giderecek dayanağın, doğduğun yerdir; anayurdundur. Onunla aranızdaki manevi ilişkiler devam ettikçe yolun açıktır. Başka toprak, başka hava, başka su onun yerini dolduramaz.

Evet, bizimle anayurdumuz arasında gözle görülmeyen sayısız bağlantılar olduğu bir gerçek. Senin de yukarıdaki şiirinde belirttiğin gibi, her insanın öz annesinin dışında dört anası olmalı. “Bu dört ananın en büyüğü, herkesin anayurdudur” demişsin. Ben de aynı görüşteyim.

“Ben vatansız yaşayabilirim, ancak yurdum bensiz yaşayamaz” diyenlerin düşünceleri tamamen bizim maneviyatımıza zıttır. Aksine, mukaddes yurdumuz bizsiz de güllük gülistanlık olur; gelişmeye, güzelleşmeye devam eder. Fakat anayurt, vatan kavramları zihinlerde ve gönüllerde yer etmedikçe, ruhumuzun yükselmesi söz konusu değildir.

Vatanımız yaşadıkça biz de varız.

II. Bölüm

Merhamet Işınlı Yıldızlar veya Bir Avuç Toprak

“Onları hatırlamak bile bayram sevinci yaşatıyor insana. Sanki gönül ufkunu genişleterek güneş ışınları zihnini açıyor. Karşındaki kim olursa olsun, diğerlerinden üstün, bariz bir vasfı varsa onu açığa çıkarmakla insan dünya uygarlığına katkıda bulunmuş olur.

Her şeyden evvel bu hatıratlara kendi ihtiyacımız vardı. İkinci bir önemli husus da, o büyüklerin aziz ruhlarına karşı kardeşlik, evlatlık borcumuzu ödemiş olmamız. Umarım bu anılar, onların zamanla, yağmurla, güneş altında silinmeye yüz tutmuş kabirlerine dua niyetiyle attığımız bir avuç toprak hükmünü alır.”

Cengiz AYTMATOV“Hiç de kolay değildir bu tartışma.Birlik yolu, tüm zamanlar ister güç.Anlamamak hiç bir zaman suç değil, anlamaya çalışmamak büyük suç”.Muhtar ŞAHANOV

Aytmatov: Çok rüya görüyorum. Ne hikmetse, gözlerimi yumdum mu rüyalar âlemine hapsoluyorum. Rüyaların ardı arkası kesilmiyor. Sabahleyin bazen sevinerek, bazen da üzülerek uyanıyorum. Bir zamanlar acı tatlı günleri paylaştığım, ufuklarda yıldız misali parlayan değerli şahsiyetlerin rüyamda gördüğüm zaman seviniyorum. Bazen, direkt yakınlığım olmasa da gıyabında çok iyi tanıdığım büyükleri görüyorum. Hayatta hiç kimseye söylemediğim sırlarımı rüyamda onlarla paylaşıyorum. Gizleyecek ne var, bu durumumdan tedirgin olup birkaç kere doktora da gittim. Uzmanlar her şeyimin normal olduğunu, korkulacak hiç bir hususun olmadığını söylediler. Ama ben daha halen uykuya dalar dalmaz kendimi çeşitli olayların, çağrışımların içinde buluyorum…

Şahanov: Şike, ben doktor değilim, ama bence bu durumunuzla ilgili kafanızı yormanıza hiç gerek yok. Bildiğim kadarıyla bu hayal dünyanızın genişliği, belli bir şeyin tesiri altında kalmaktan kaynaklanan halet-i ruhiyenizdir.

Buradan kendi teşhisimle biraz da gözünüzü korkutayım. Eğer rüya görmez olsanız, şu anda yakalandığınız seviyede bir yazar olmaktan çıkabilirsiniz.

Gökyüzünden yıldızın kaymasına şahit oluyoruz ya zaman zaman. Kayan yıldızın en son saçtığı ışık, yere milyonlarca sene sonra ancak ulaşırmış. Bu dünyada yaşayan bazı insanlar da fani hayata elveda dedikten sonra o yıldızlar gibi insanların zihninde parlar, ışık verir. Çoktan aramızdan ayrılarak mekanlarını değiştiren yıldız şahsiyetlerin sizin rüyalarınıza girmesi, mana âleminin gözle görünmeyen ışınları vasıtasıyla gerçekleşiyor olabilir. Belki de olar hayattayken sonuna kadar götüremedikleri mühim işleri sizin tamamlamanızı, hayatın inişli yokuşlu yollarında kaçırdıkları bazı hayal-ideallerini sizin gerçekleştirmenizi istiyorlar. Onun için, rüyalarınıza girerek bu isteklerini iletiyor olabilirler.

Aytmatov: Şaka yaptığını anlıyorum. Fakat senin bu şakanda gerçek payı da yok değil. “İlyada” ile “Odisse”nin yazarı Homeros hakkında Yunun düşünürü Platon (Eflatun), “Bu şair tüm Ellada’yı eğitti” demiş. Ulu şahsiyetler bütün bir ülkenin, halkın muallimleridir.

Onların çabaları olmasaydı, kim bilir bugün bizim kaderimiz ne istikamette olurdu?

İşte böyle büyüklerden ilk tanıdığım, Kazak halkının ulu evlatlarından, bütün dünyaca ünlü yazar Muhtar Avezov idi. O zamanlar ben, Bişkek’teki Skryabin adlı Ziraat Üniversitesinde öğrenci idim. “Manas” Destanının kavga konusu olduğu yıllar… “Manas”ın geniş kapsamlı, Kırgızların tarihini millî değerlerini, kahramanlığını içeren değerli bir eser olduğu herkes tarafından kabul ediliyordu. Buna rağmen, mesele sosyalist realizm bakımından incelenmeye başladığında, kimseden çıt ses çıkmıyordu. Sebep, o devrin ideolojisi için zenginleri kötüleyen, fakirlerin aşağı seviyeli hayatını, hatta üstün sınıf insanlara karşı başkaldırmalarını kaleme alan eserlerin lazım olmasıydı. Maalesef adı geçen destanın başkahramanı Manas, zengin Jakıp’ın tek çocuğuydu ve aynı zamanda Han (ülke yöneticisi) unvanını taşıyordu. Bazı araştırmacılar (buna Kırgızlar da, Ruslar da dahil) han kelimesinden bile ürktüler. Neticede, Manas Destanına zengin- feodal (derebeyi) devrini, hanlık idare sistemini geri getirmeyi amaçlayan, avamın görüşlerine aykırı, gerici eser” denildi. Destanı bu yönüyle ele alan makaleler medyada açıkça yayınlanmaya başladı. Bu hareketler değerli destanın trajedik kaderinin ilk basamakları idi. Tabii bu arada Manası’ı koruyup kollayan birkaç makale de basıldı. Fakat onu önemseyen kimse olmadı.

На страницу:
4 из 7