bannerbanner
Şafak Sancısı
Şafak Sancısı

Полная версия

Şafak Sancısı

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
3 из 7

Bir gece yanımızdakilere işittirmeden kulağıma fısıldadı:

– Benim günüm yaklaştı. 58. maddeye göre ceza kesmişler. “Halk Düşmanı” olarak mektup yazmam ve dışarıdan herhangi bir haber almam yasaklandı. Senden ahretlik bir isteğim var. Şu hapisten kurtulursan Şeker’e git, hanımımla, çocuklarımla görüş. Ben “Halk Düşmanı” filan değilim. Bunun bir iftira olduğunu anlat onlara. “Halk Düşmanının akrabası diye ağabeylerimi, kardeşlerimi de tutuklayacaklarından korkuyorum. Çocuklarımın en büyüğü Cengiz hayatta. Zorluk, insanın insana üstünlüğü nedir bilmeden büyüyordu. Tabiatı çok hassas idi. Moskova’dayken bir gün avluda iki kişinin dövüştüğünü görmüş. Taşı sıksa suyunu çıkaran bir delikanlının yaşlı bir adamı dövmüş. Bu olaya şahit olan oğlum, koşarak eve gelmişti. Hüngür hüngür ağlıyor, korkunç bir şey… “Hiç acımadı” deyip bir süre kendine gelememişti. Cengizle baş başa oturup konuşursan memnun olurum. Cesaret aşıla ona, hayatta karşısına çıkabilecek zorluklara karşı dirençli olmasını öğret. Benim “vatan haini” olmadığımı açıkla. Eğer dönemezsem benim için canını seve seve feda edeceğinden emin olduğum annesi Nağima’ya, kardeşlerine sahip çıkması gerektiğini söyle. Kardeşiyle ikisinin ismini üzerine yazdığım şu torbayı benden hatıra olarak götürürsün. Şu ricamı unutma, eğer beni öldürmeyip Moldavanovka hapishanesine götürecek olurlarsa senden polis vasıtasıyla sabunu isteteceğim. Oral tarafına sürgün ederlerse diş fırçamı göndermeni söylerim Hadi hoşçakal. Hayatta görüşmek nasip olmazsa ahrette inşallah kavuşuruz…

Ben gözyaşlarımı tutamayıp talebini yerine getireceğime söz vermiştim. Sonra Törekul’u götürdüler. İki gün sonra “Aytmatov’un herhangi bir eşyası kaldı mı burada?” diye cılız bir polis geldi. Bir kötülüğü hisseder gibi oldum. Cesaretimi toplayarak ona Törekul’un ne durumda olduğunu sordum. Polis işaret parmağını yukarıya kaldırarak, “Şu anda ruhu cennette uçuyordur” deyip sırıttı. Dizlerim tutmuyordu. Polise Törekul’un şapkasıyla kazağını verdim. Torbasını, tarağını çocuklarına emanet ederim diye sakladım.

Aradan çok geçmemişti ki bana halk düşmanının kardeşi bahanesiyle on yıl hapis cezası verildi. Sverdlovsk’a sürüldüm. Allah şahittir ki, on sene boyunca, üzerinde Cengiz ile İlgiz’in ismi yazılı olan Törekul’un emanet torbasını tarağıyla birlikte montumun iç cebinden çıkarmadan muhafaza ettim. Büyük oğluna kendi elimle takdim ederim diye hep hayal kurdum. Bazen Cengiz’in 20 yaşındaki delikanlı olduğunu düşünür, kaşını gözünü Törekul’a benzeterek onu gözümün önüme getirirdim.

Fakat hani “insanın kafası Allahın topu” [Allahın dediği olur manasında (Ç.N.)] derler ya, kaderim hiç de düşündüğüm gibi olmadı. 10 sene sonra hapis cezası bitti ama memlekete dönmeme izin verilmedi. Sibirya’nın ta öbür ucundaki bir köye sürgün ettiler. Bu sefer hapis değil, orada çalışacak, serbest yaşayacaktım. Alınyazım demekten başka çarem yok, orada bir Tatar kızıyla evlendim. Memlekete gitmeme izin çıkmayınca ümidim mi kesildi, yoksa bir akşam arkadaşımın evinde içtiğim samogon içkisinin tesiri mi, ne olduysa işe şeytan karıştı. Eski montumu, cebindeki Törekul’un emanetiyle birlikte nehre atmışım. Bu yaptığım Allah’ın da, babanın ruhunun da hoşuna gitmezdi. O gün, ahırda atı nallarken hayvan bir tekme attı. Bayılarak düştüm. Allah’ın cezası olacak ki, iki kaburga kemiğim kırılmış, akciğerimin bir tarafı tamamen ezilmişti. O gün bugündür sakatım. Aylarca, yıllarca hastanelerde yattım. Bu hastalık ecelin eşiğine kadar getirdi beni. En sonunda memlekete dönmeme izin verildi. (Bundan dolayı Kruşçev’e teşekkür ederim.) Vakit geçirmeden iş yerimdeki hesabımı kapattım ve hanımımla birlikte hasreti içimde düğümlenen Talas’ıma geldim. Akrabaya, konu komşuya kavuştum. Kendime gelince sağdan soldan Törekul’un çocuklarını soruşturdum. Frunze’ye taşındığınızı öğrendim. Derken hastalığım ağırlaşmaya başladı. Sık sık yatağa düşüyordum, nefes almam iyice zorlaşıyordu. Kendi problemlerimle uğraşırken aradan bunca zaman geçmiş. Geçmişteki olaylar zihnimin derinliklerine gömüldü. Günlerden bir gün eski yaranın tekrar açılacağını hiç düşünmemiştim. Hastanedeydim. Yan tarafımdaki yatakta kalan delikanlı sabah akşam elindeki kitabı bırakmıyordu. Okudukça sanki büyüleniyordu. Bir ara, delikanlı doktorun yanına çıktığında, merakımı yenemeyerek okuduğu kitaba baktım. Bir de ne göreyim? Cengiz Aytmatov’un “Samanyolu” adlı eserler dizisi imiş [Toprak Ana]. Okumaya başladım.

İlk sayfada “Baba, ben senin anına heykel dikemem. Kabrinin nerede olduğunu da bilmiyorum. Bu çalışmamı, Törekul Aytmatov, sana armağan ediyorum. Aziz Anam, bizi sen büyüttün, her türlü zahmete katlandın. Sana uzun ömürler diliyor, bu çalışmamı Nağima Aytmatova, sana da hediye ediyorum” satırlarını okudum.

Kapaktaki Cengiz’in babasını hatırlatan fotoğrafı gözüme iliştiğinde Frunze hapishanesinin dar koğuşundaki kederli Törekul siması, onun en son emaneti, üzerine iki yavrusunun adı yazılan kirli torba, Sibirya ormanları, film şeridi gibi gözümün önünde canlanıverdi.

– “Canım yavrumun, Törekul’umun yavrusunun eseriymiş bu meğer”, deyip kitabı bağrıma bastım, ağladıkça ağladım.

O anda kendimden öyle nefret ettim ki. Darda kaldığımda yardımını esirgemeyip bana güvenen insanın ahiretlik isteğini yerine getiremediğimi düşündükçe, başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Her şeyi teferruatıyla anlatarak Cengiz’e mektup yollamak, torbayı nehre attığım için, daha doğrusu acizliğim için ayaklarına kapanarak özür dileyecektim. Birkaç kere buna yeltenmeme rağmen, cesaretimi toplayamadım.

Geçenlerde, doktorumun kız kardeşimle konuşmasına kulak misafiri oldum. En fazla bir ay ömrüm kaldığını söylüyordu. Bu lafı duydum duyalı uykum kaçtı. Öbür dünyaya, Törekul’un üzerimdeki hakkıyla nasıl gideceğim? Ahirette kavuşursak, “Tanrıverdi, erkek değil misin sen, imkânların elverdiği takdirde neden hiç olmazsa çocuklarımdan birine selamımı iletmedin?” derse ona ne cevap vereceğim; ne yüzle onun karşısına çıkacağım” diye düşündüm. Sonra kız kardeşime rica ettim, dedim ki: “Eğer bu dünyadan gönlümün rahat gitmesini istersen, ne yapıp edip beni Törekul’un çocuklarından birisiyle görüştür. Yalvarayım yakarayım, ayaklarına kapanarak özür dileyeyim”. Allah duamı kabul etmiş… Hasta amca, “Yavrum, tüm Törekul ailesi adına sen beni affet, ne olursun affet”, deyip çocuk gibi ağlamaya başladı.

“Amca üzülmenize gerek yok. Sizin suçunuz değil ki. Kasten yapmadığınız malum. Zulmün köküne kadar işlemiş olduğu, lanet olası o devrin hatasıdır bu” diye ihtiyarı teselli etmeye çalıştım. Canım babacığımın en son dakikalarının şahidi, gözümün önünde zar zor nefes alarak hayatının en son anlarını yaşamakta olan zavallı ihtiyarı kucaklamıştım, göz yaşlarım durmak bilmiyordu.

Aytmatov: Evet, babamızın Tanrıverdi Alapayev’la 1938 yılında yolladığı selam, 1975’de bize ulaştı. Annemizin vefatı üzerinden dört sene geçtikten sonra yani.

Şahanov: 1938 yılının çok soğuk bir sonbahar günü, şimdiki Bişkek’in dağlık tarafında yerleşen Çontaş’ta İç İşleri Halk Komiserliği Dinlenme Tesislerinin yanında, kimliği belirsiz birileri birkaç arabayla bir grup insanı getirmiş, gizlice öldürerek önceden hazırladıkları çukurlara gömmüşler. Olaylara, o zaman tesislerin koruma görevlisi olarak çalışan Abılkan Kuduraliyev isminde bir aksakal uzaktan tanık olmuş. Sonradan da ihtiyar uzun yıllar boyunca oraya gider, ölenlerin ruhuna Kuran okuyup dua edermiş. Abılkan Aksakalın Bübüra adında, 1928 doğumlu, yani sizin yaşıtınız olan bir kızı varmış. Aksakal Bübüra’ya, “Bak kızım, burada pek çok kişi gömülüdür. Devir düzelirse yetkili kimselere söylersin. Sakın şimdilik kimseye tek kelime söyleme” diye tembihlemiş. Kırgızistan demokrasi yoluyla bağımsızlığını kazandığı sırada Bübura Apay babasından duyduklarını kâğıda geçirerek, Güvenlik Komitesine mektup olarak göndermiş. Komitenin bölüm başkanı olarak çalışan Bolat Abdurahmanov adlı genç, beraber çalıştığı makam ve rütbe düşkünü bazı kimselerin itirazlarına rağmen, kazı operasyonlarını organize etmiş. Ve orada 137 kişinin gömülü olduğu belli olmuş. Kazı esnasında, kurumuş kemikler arasından sizin babanız Törekul Aytmatov’u kurşuna dizme emrinin yazıldığı üç sayfalık yazı bulunmuş. Arşivlerin aranması sonucu burada sizin babanızla birlikte Kırgızların Jusip Abdurrahmanov, Kasım Tınıstanov, Erkinbek Esenamanov, İmanali Aydarbekov, Bayalı İsakeyev, Asanbay Jamansariyev, Osmankul Aliyev, Sıdık Çonbaşev gibi zirve şahsiyetlerinin defnedildiği ortaya çıkmış. Kara günlerin hatırası olan bu medfene “Ata Beyit” [Ata Mezarlığı (Ç.N.)] adı verilip, suçsuz oldukları halde “Halk Düşmanı” veya “Vatan Haini” olarak hüküm giyen merhumların kemiklerini (naaşlarını) tekrar defin merasimine Cumhurbaşkanı Askar Akayev katılmış, siz de ta Lüksemburg’tan özellikle gelip iştirak etmiş, bir konuşma yapmıştınız. Orada bulunanların söylediklerine göre herkes çok heyecanlanmış, çok ağlamışlar. Kırgızistan’da 1995 yılından itibaren 25 Kasım, Cumhurbaşkanının özel emriyle “Suçsuz Sürgünleri Anma Günü” olarak ilan edildi. Merasime ikimiz birlikte gitmiştik. O kadar kalabalıktı ki, iğne atsan yere düşmezdi. Bizi ilk karşılayanlar, kız kardeşleriniz Lüsya ile Roza oldu. Ellerinde çelenk, ağlamaktan gözleri şişmişlerdi. Düğer yanda gençler -büyük ihtimalle üniversite öğrencileriydi- gençliğin tam zirvesi olan 35 yaşındaki simsiyah gür saçlı, gözleri ışık saçan, düşünceli düşünceli kalabalığa bakan Törekul Aytmatov’un, bembeyaz saçlı, hayatın her türlü zorluğunu aşarak tüm dünyada meşhur olan oğlu sizden çok genç gösteren büyük fotoğrafını tutmuşlardı. Her hallerinden, onunla iftihar ettikleri belliydi.

Aytmatov: Aradan 53 sene geçtikten sonra, 137 kişinin kurumuş kemikleri arasından babama idam cezası verildiğine dair belgenin bulunmasıyla, gönlüm allak bullak oldu. Değil insan kemiği, çeliği bile çürüten yarım asırdan fazla zaman aralığında babamın cebindeki üç sayfalık evrakın hiçbir zarara uğramaması, şaşılacak şeydi doğrusu, Muhtar kardeşim! Allah var, adalet geç de olsa yerini buldu. Fakat geçmişte kalan uykusuz geceleri, maruz kaldığımız hakaretleri ve zulmün karşısında elimiz kolumuz bağlı zavallı durumumuzu Allah insana değil, hayvana bile göstermesin diyorum.

Şahanov: Şike, müsaadenizle konuşmamızı yine kardeşiniz Roza’nın anlattıklarıyla devam ettirsek:

“Anamız vefatına kadar Cengiz’le birlikte yaşadı. Çocuklarının en büyüğü olmasından ziyade, onunla manevi ortak yönleri çoktu. Annem Cengiz’in her eserini, hatta makale ve röportajlarına varıncaya kadar hazmederek okuyordu. Anam Sovyet edebiyatına, dünya edebiyatına oldukça aşinaydı.

Cengiz’in edebiyat alanında Lenin Ödülünü almasıyla sadece Kırgızlar değil, Sovyetler Birliği’ndeki diğer milletler de, özellikle Orta Asya ve Kazakistan halkı, gurur duydu. Zira bu ödül o yıllarda Sovyetler Birliği genelinde ünlü olmanın ifadesiydi. Ona sahip olan kimse klasik edebiyatın yaşayan temsilcisi sayılırdı. Cengiz’den önce, o zamanın şartlarına göre paha biçilmez değerde olan bu ödüle Orta Asya ve Kazakistan genelinde bir tek şahıs, Muhtar Awezov, layık görülmüştü.

Cengiz’in ödül aldığı gün, Aytmatovlar sülalesinin değeri bir anda yükseliverdi. Sovyetler Birliği dahilindeki her ülkenin en gözde gazeteleri bu olayı manşet yapmakla kalmamış, bir-iki sayfayı tamamen Cengiz’e ayırmışlardı. Telgraf sağanağına tutulmuştuk adeta. Bu zamana kadar bu dünyada yaşadığımızdan haberi olmayan çeşitli parti ve hükümet yetkilileri kimisi telefonla, kimisi de bizzat gelerek tebrik ediyorlardı. Sokakta, dükkanda, markette ve çeşitli kültür merkezlerinde millet Cengiz’in ödülünden gururla bahsediyor; birbirini kutluyorlardı. Tam o sırada, aksilik bu ya, annem hastanedeydi. Oş pazarına gidip anneme meyve almak için otobüse bindim. Otobüste elinde torbası, 50 yaşlarında bir amca, yanında oturan delikanlıya; “İşte, Kırgız halkı ulu şahsiyetler doğurabilecek bir millet olduğunu Cengiz’le bir kere daha ispatladı” diyor, sevincini paylaşıyordu. Bunları duyunca sevinç ve heyecandan ben de coşuyor, ağlamamak için kendimi zor tutuyordum. Daha dün herkesin gözüne batan vatan haininin çocukları değil miydik? Ya Kerim Allah, bizim de yüzümüzün güleceği varmış! Babamın Cengiz ve İlgizle birlikte çekildiği resmi annem hep beraberinde, el çantasında taşırdı. Bu sefer o resmi hastanede yastığının yanına koymuş.

Moskova’dan gelmekte olan Cengiz’i karşılamaya idareciler, akrabalar ve birçok dostu gitti. Karşılayanlar arasında eşim Esenbek de vardı. Ben hastanede annemin yanında kaldım. Cengiz, evine gitmeden önce annemi ziyaret etmeye geldi. Annem yerinden zar zor kalkarak (ayakları çok şişmişti) Cengiz’i kucaklarken çok ağlamıştı. Fakat annemin o andaki gözyaşları -dağdan binbir güçlükle taşları delerek çıkan kaynak suyu gibi-sevinçten boşalıyordu. Çeyrek asırdan fazla eziyet ve hakaretle geçirdiği günlerin, uykusuz geçirdiği nice gecelerin semeresiydi bu. Annem ağır ağır nefes aldı. Cengiz’in itibarının yükselmesini, babamız Törekul’un ruhunun zaferi olarak kabul etti.”

Aytmatov: Evet, anamız için o gün özel bir gündü.

Şahanov: Herhalde çok heyecanlandınız. Neyse, konumuzu değiştirelim. Şeker Köyüne gittiğimizde yanınıza Omarbay Navbekov, Devletbek Şadıbekov gibi kardeşlerinizi ve iki sınıf arkadaşınızı alarak Rusya Televizyonunun Kırgızistan muhabiri Vladimir Fiyodorov’la röportaj için Kürkirew Nehrinin kenarına gittiğimizi hatırlıyor musunuz? Dağın zirvesinden aşağıya doğru gürül gürül akan nehir, hafif esen rüzgâr ve yemyeşil doğanın insan ruhunu tesir altında bırakmaması mümkün değildi. Etrafı seyrederken yanıma gelerek:

– “Ta oralarda, Manas Zirvesine yaklaşan küçük bir bulut parçasını görüyor musun? 10-15 dakika sonra havada sükûnetten eser kalmayacak”, dediniz.

İlk başta ben, “Şiken herhalde şaka yapıyordur, küçük bir bulut nasıl olur da şu güzel havayı bozabilir?” diye düşünmüştüm. Birkaç dakika içinde rüzgâr esmeye ve bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başladı. Kaşla göz arasında ne yapacağımızı şaşırmıştık. O zaman da, doğup büyüdüğünüz mekânın her detayından haberdar olduğunuzu anlamıştım.

Şike, Kazak toprağında geçirdiğiniz öğrencilik yıllarınızla ilgili bir hikâyeyi hatırlıyorum.

1995 yılında Bişkek’te gerçekleşen üç kardeş ülke Başbakanlarının (Akejan Kajıgeldin/Kazakistan, Abduhaşim Mutalov/ Özbekistan, Apaş Jumagulov/Kırgızistan) toplantısı sona ermişti. Hükümet yetkilileri, idareciler ve her türlü sahanın ileri gelenleri enerji, gaz üretimi ve sağlık alanlarında ortaklaşa çalışmayı önermişlerdi. Toplantı sonunda misafirleri Kırgızistan’daki Kazakistan Büyükelçiliğine yemeğe davet ettim. Üçü de davete memnuniyetle icabet ettiler. Büyükelçiliğe gelirken arabadan sizi aramış; “Üç kardeş her gün bir araya gelemiyor. O yüzden hükümeti yöneten kardeşlerinizle birlikte bizim misafirimiz olsanız” demiştim.

Sofra başında hemen samimi ve sıcak bir hava oluşmuştu. Siz serbest piyasadan, Türk halklarının dostluğu, medeniyet ve sanat konularındaki derin görüşlerinizi aktardınız.

Bir ara boz eşek hikâyesini anlatmaya başlamıştınız. Tam o sırada Almatı’dan Dış İşleri Bakanı Kasımcömert Tokayev’den telefon gelmiş, ben kalkmak zorunda kalmıştım. Böylece herkesin katıla katıla güldüğü boz eşek hikâyesini sonuna kadar dinleyememiştim. Şimdi sizden tekrar o hikâyeyi anlatmanızı rica etsem…

Aytmatov: Anlatayım. Jambıl şehrindeki Veteriner Yüksek Okulunu kazandığım yıllardı. Her gün teorik ve pratik dersler görüyorduk. “Atçılık Bilimi”, “Koyunculuk Bilimi”nden sonra -diğer hayvanlar tükenmiş gibi- eşeği incelemeye başladık. İlk başta “Eşek dediğin de nedir, bunu da hayvandan sayarak önemle üzerinde durmak, ders alarak okutmak kimin aklının kârı acaba?” deyip hafife almıştık. Sonradan anladık ki mesele bizim düşündüğümüzden çok farklı. İki kulağı aşağıya sarkıp anıranın hepsine eşek demekle iş bitmiyormuş. Onların da köküne, çeşidine, rengine göre bir sürü özellikleri olduğunu anladık. Hocamız Rustu. Rus-Alman Savaşı yıllarında Leningrad Muhasarasından sonra Kazakistan’a göç eden Profesör işinin uzmanı, sert bir adamdı. Okulun özel ahırında eşek olmadığından dolayı uygulamalı ders yapmak için bizi Jambıl’daki “Atşabar” pazarına götürüyordu. Şehre yakın köylerden, Kırgızistan’ın Talas’ından hayvan satmak için hafta sonları çok kişi gelirdi buraya. Satıcı ile alıcıya yaranmaya çalışan aracılar da çok olurdu.

Bir gün pazarın tam ortasında kazığa bağlanmış bir boz eşeğin yanında durduk.

“Aytmatov, bu gördüğümüz eşek hangi cinstendir? Anlat bakalım!” dedi Profesör öğrencilerin içinde bana dönerek.

– “Bu hayvan ilk defa Afrika ve Asya kıtalarında görülmüştür. Şimdi ise Suriye’de, Keşmir’de, Tibet’te, Türkmenistan’da, Özbekistan’da, Kazakistan ve Kırgızistan’da, Moğolistan’da çok var. Genelde evcilleştirilerek binek olarak kullanılıyor. Eşeklerin diğer hayvanlara göre kulakları çok uzun, dizlerine kadar ince kuyrukları olur. Hamilelik dönemi 12 aydır” diye anlatıyordum. O anda eşeğin sahibiyle göz göze gelmeyeyim mi? Köydeki Dosalı Eniştem ile Karakız Halamın komşusu, eşeği tarif etmekte olan bana bakıyor. Şaşkınlığı gözünden okunuyordu. Utancımdan kıpkırmızı oldum. Yerin deliği olsa girecektim. Sesim kısıldı. Kekelemeye başladım. Hocamın umurunda değil tabii;

– “Aytmatov, niye durakladın? Hadi devam et. Boz eşeğin diğer eşeklerden daha ne gibi farklılıkları var?” diye peşi sıra soru soruyor. O kadar sıkıldım ki, bir anda sırılsıklam terledim.

Eşeğin sahibi ihtiyar, Şeker’e gider gitmez;

– “Eyvah Törekul’un oğlu Jambıl’da eşek üzerine eğitim görüyormuş. Gözlerimle gördüm. Hocasıyla birlikte, pazarda kazığa bağlı olan eşeğimin sülalesini, neyi var neyi yoksa hepsini saydı. Çocuğun anlattıklarından sadece ben değil, eşeğim bile memnun kaldı” diye herkese anlatmış.

1940’ların sonlarında köyde savcılık, yargıçlık ve polislik tutulurdu.

Militsiya [polis] beyin olsun,İndiiskiy [Hint] çayın olsun

ikilemesi de o yılların eseri.

– Allah izin verirse- benim büyüyünce halkın değer verdiği, itibarlı bir meslek sahibi olmamı, yüksek mevkie gelmemi ümit ederek; dışarıda okuduğum için hemşehrilerim arasında gurur duyarak, her geldiğimde birkaç kuruşunu, peynirini, yağını vererek okumamı destekleyen eniştem ile halam, eşek sahibinin lafını işitince şaşkına dönmüşler.

Aradan çok geçmemişti. Tatile geldim. Karakız Halam:

– “Konu komşu senin eşekleri incelediğini, onun üzerine tahsil görmekte olduğunu söylüyorlar. Dedikleri gerçek ise nedir bu yaptığın? Okuyacak başka şey bulamadın mı? Öğrenmek istediğin eşek ise, köyde ondan çok ne var?” deyip memnuniyetsizliğini dile getirdi. Benim belli bir makam sahibi olmamı hayal ederek duayla günlerini geçiren halam ile enişteme vaziyeti nasıl açıklayacağımı şaşırdığımı, sıkıldığımı hâlâ unutamıyorum.

İşte bu olay da köy akademisinin masumiyet ve saflık bölümüne dahil edilecek bir parçadır.

Şahanov: Bir ara Seydali Bekmanbetov isimli arkadaşımızla birlikte bizim eve gelmiştiniz. Çok güzel bir yaz günüydü. Tam kıvamında olan kımızı kana kana içmiş, geçmişteki olaylardan bahsederek bir süre muhabbete koyulmuştunuz.

Aytmatov: Savaş yıllarında eli silah tutan herkes savaş meydanındaydı ya. İhtiyar, hasta, dul ve çoluk çocuktan oluşan köylerin asıl dayanağı 13-14 yaşlarında olan bizlerdik. Baskarma [Köy Muhtarı (Ç.N.)] kolhozun işlerini yapacak kimse olmadığı için çocukları okuldan alır, her türlü işi yaptırırdı. Benim Şeker, Arşagul köyleri muhtarlıklarında sekreterlik, Seydali’nin de okul müdürlüğü yaptığı o yıllardı işte. Az çok mürekkep yalayanlar, matematikte dört işlemi doğru dürüst bilmeyenler öğretmen olmuşlardı.

Şahanov: Sonraki görüştüğümüzde Seydali Ağa sizin hakkınızda uzun uzadıya şunları anlatmıştı:

“Okulda diğer arkadaşlarımıza göre çalışkanlıklarıyla bilinen Cengiz ile ikimiz, sorumluluğu ağır işleri yüklenmemize rağmen yaz aylarında ekin biçmekten, harman işlerinden, ark (kanal) kazmaktan veya öküz arabası sürmekten geri kalmazdık. Sınıf arkadaşlarımız Toktasın, Bayızbek ve Alımbek ile beşimiz hep beraberdik. Sabahın ilk nuruyla yataktan kalkar kalkmaz, birimiz orağı, ikincimiz kazmayı, diğerimiz de küreği alır, akşam geç saatlere kadar belimizi doğrultmadan çalışırdık. Ne kadar zorluk çeksek de annelerimizin, “Babalarınız sağ salim dönerse bu zorlukları hemen unutursunuz” sözleriyle teselli ederdik kendimizi.

Günlerden bir gün, Baskarma, Cengiz ile ikimizi Maymak istasyonuna buğday taşımakla görevlendirdi. Arabaya yüklenen çuvallar dolusu buğdayı istasyona götürene kadar çok yoruluyorduk. Arabayı çeken öküz sürekli kamçı vurmazsan adımını atmıyordu. Tam önden vuran güneşin sıcağından korunmak için yüzümüzü gözümüzü elimizle gölgeleyerek Zagotzernoya [tahıl toplama yeri (Ç.N)] gelene dek ikindi oluyordu. Zagotzerno’nun idarecisi, Naumenko isminde bir Rustu. Çok babacan, ahlaklı birisiydi. Arabayla yorgun argın gelmekte olan bizi görür görmez gülümserdi. Rusçası çok güzel olan Cengiz onunla içli dışlı olurdu. Sayesinde işimizi de çabuk bitirirdik. Cengiz benden daha kuvvetli, iri yarı bir yapıya sahipti. Kocaman çuvalı omzuna alarak merdivenlerden hiç zorlanmadan yukarı çıktığı zaman, özenle bakakalırdım. Çoğunlukla oradakiler çuvalı, sürükleye sürükleye yığılmış buğdayın üstüne konan kalasların üzerinden çıkarırdı. İşlerimizi gereği gibi yaptıktan sonra tekrar köyün yoluna koyuluyorduk. Dönüşte tembel öküzler de hız alıyorlardı. Boş arabayı taşlı yollarda tangur tungur sürerek koşardık.

Uzun yolda, evden beraberimizde getirdiğimiz bulamaçla ekmeği yedikten sonra biraz daha keyiflenir; birlikte türkü söylerdik. Cengiz’in yanında hemen hemen her zaman Rus klasik edebiyatçılarının eserleri bulunurdu. Bazen, okuduklarından ilginç olayları bana da anlatırdı. Babasına, annesine, öğretmenlerine, kızlara ithaf ettiği şiirleri de çoktu. Bir ara ben de ona sevdiğim kız için bir şiir yazdırmıştım.

Yanılmıyorsam, 1944 yılında Cengiz’in iş yerine gittim. Geldiğimde tek başınaymış. Beni görünce çok sevindi.

“Seydali, İlçe merkezi Kirov’a gidip borç parasını yatırmam gerekiyordu. Yol uzun, hem bunca parayla tek başıma çıkmak da tehlikeli. Birlikte bu işi halletmeye ne dersin? Öküz arabası da hazır” dedi.

Okuldaki başımı aşkın işimi bırakıp dostumun aziz hatırı için ilçeye gitmeyi kabul ettim. Ertesi gün öğle saatlerinde aradığımız yeri sora sora zor bulduk. Önce hayvanlara su verip, sonra beraberimizde getirdiğimiz mısır unundan yapılmış ekmeğimizi yiyip kendimize gelelim dedik. Böyle otururken yanımıza orta boylu, geniş omuzlu, siyah bıyıklı bir adam geldi ve bize:

– “Çocuklar burada ne yapıyorsunuz?” diye sordu.

Biz durumumuzu anlattık.

– “Kimin oğlusun, yavrum?” deyip Cengiz’e baktı adam.

– “Törekul Aytmatov’un” der demez, adamcağız;

– “Hay Allah, altının parçasıyım desene” deyip Cengiz’e sarılarak yanaklarından öptü; “Benim adım Kojamkul. İlçe Tasarruf Bankası Müdürüyüm. Benim buralara gelmemde Törekul Ağa’nın çok yardımı olmuştu. Bana yaptığı iyiliği hayatta unutmam” dedi. Kojamkul Ağa çoluk çocuğuyla Tasarruf Bankası binasının bir odasında oturuyormuş. İkimizi hemen evine götürdü. Evinin başköşesine oturtarak yiyecek adına ne varsa önümüze serdi. Sonra getirdiğimiz istikraz parasını sayarak aldı ve makbuzunu elimize verdi. Ertesi gün bizi uğurlarken;

– “Giyecek bir şeyler alırsın, şu anda elimden gelen bu kadar”, deyip bir tomar parayı Cengiz’in cebine koydu.

Sonbahar gelince Cengiz’le beraber Jambıl şehrine gittik. Tabii Kojamkul ağanın verdiği cepteki parayı harcayana kadar duracağımız yok. “Atşabar” pazarını dolaşıp en sonunda iki asker gömleği, iki pantolon, alnında parlayan yıldızlı iki kalpak ve deri kemer aldık. Tenha bir yere gelince üstümüzü değiştirip ikimiz de küçük kızıl askerler olduk çıktık…

Gençliğinizle alakalı bir olayı daha biliyorum. Ziraat Üniversitesinde sizden iki sınıf aşağıda okuyan Musa Kasımov’la beklenmedik bir yerde tanışmıştık. Kendisi çok konuşkan biriymiş. Sizin Kırgız Hayvancılık İlmi Araştırma Enstitüsünün çiftliğinde başbaytar olarak çalıştığınız gençlik yıllarınızdan bahsetmişti.

Aytmatov: 1956’nın Ekiminde Gorki Enstitüsünün edebiyat uzmanlığı kursuna gittiğimde görevimi Musa’ya devretmiştim.

Şahanov: Burada ilginç bir şey daha var. Musa bey o zaman sizin masanızın çekmecesinden Rusça yazılmış olan iki İlmî çalışmanızı bulmuş. Birisi daktiloyla yazılmış, diğeri de el yazması makaleleriniz: Dostotoçno li triyoh kratnogo doyeniya (İnekleri Üç Kere Sağmak Yeterli mi?) ve Kukuruza v ratsiyone jivotnıh (Hayvan Besini Olarak Mısır).

Gençliğinizde emek sarf ettiğiniz bu iki eseri Museken 40 seneden beri ailesinin en değerli yadigârı olarak muhafaza ediyormuş… “Şikemin bir işine yarar, olmazsa en azından bir bakar” diye geçenlerde bana bu makalelerinizin fotokopisini bırakmıştı.

На страницу:
3 из 7