
Полная версия
Tölen Abdik Hayatı ve Seçme Eserleri
“Ölü Ara” romanını dönemin diğer eserlerinden farklı kılan ve yücelten şey ise, sadece onun özgünlüğü değildir. Okurun beyninde uykuya dalan düşünceyi okşayarak, romana can veren kudretin en mükemmel sırrı da bu değil.
Romana can veren ve onu güzellik katan en büyük kudret, Sovyet döneminin gaddarlığını ifşa etmekten çekinmeyen Tölen’in şair yüreğidir. Okur, romanın sayfalarını çevirdikçe, zulümle savaşan bu şairin farklı bir kalp atışını hissediyor adeta.
Bu muhteşem epopeyi yaratan Tölen’in özgünlüğü, tarih katmanlarında gizli gerçekleri kazıyarak, dönemin gerçeklerini bilincimizde tekrar canlandırabilen ustalığı üzerine kuruludur.
Bize göre, romanın sonunda “birinci kitabın sonu” yazılmasına rağmen, Tölen Abdik’in bu eseri, son noktası koyulan, tamamlanan bir eserdir. Daha önce bahsedildiği gibi roman, Askar’ın kardeşi Bayten yaz tatiline geldiğinde tay kesip, toy yapmasıyla başlar, ancak sonunda ise Askar, aynı kardeşi tarafından elleri bağlı olarak sürgüne götürülür. Bunu okuduktan sonra Sovyet döneminin zulmünü kanıtlayacak bir başka ayrıntı aramanın anlamı yoktur… Sözün bittiği yerdir burası bize göre.
Yazar Tölen Abdik, insan ruhunun en büyük zirvesi olan Feraset Savaşı’nda pek çok başarı elde eden bir kalemdir. Bu başarısında sadece sahip olduğu yeteneğe, ustalığa ve sanatsal çabasına borçlu değil. Hilenin kol gezdiği, ancak buna karşı çarenin bulunmadığı fanî dünyada, yazarı zirveye taşıyan, biri saf sevgi, diğeri ise insanî feraset gücünde iki kanadı olmuştur.
Abdik, sanata âşık ve sadık bir yazar olarak tıpkı “Ölü Ara” romanındaki Askar gibi her zaman büyük harflerle yazılmayı hak eden bir insan olarak kalmanın yollarını aramış; dalkavukluk ve riyakârlıktan, yalan ve dedikodudan uzak durmuştur. Yaratıcılık hayatındaki iki kanadı, saf sevgisi ve insani feraseti onu hep sanatın zirvesine yükselmesi için taşımıştır.
Sanat dünyasına büyük hayallerle gelen, ama zirveye ulaşamadan kanatları kırılan nice yeteneğe rastlanır. Onların bu başarısızlıklarının nedeni sadece yaratıcılık güçlerinin yetersizliği değildir. Aslında sanatın gerektirdiği, sevgi ve ferasettir. Buna sahip olamayanlar zirveye doğru uçarken ya kanatları kırılır ya da yaratıcılıklarını yitirirler. Yazarın yüreğinin temiz olması da yeteriz. Bu nitelik onu her ne kadar zirveye taşısa da geçici bir sistemin sözcülüğünü yaptığı an, feraset güneşini kapatan bulutların arasında yollarını kaybeder.
Bir yazar, yalnızca çalışmayla ve okumakla yaratacağı esere derin bir düşünce kazandıramaz. Onu her şeyden önce, ruhunun temizliğinde ve kalbinin derinliğinde bulmalı. Çok okuyup çok çalışan, ama gerçek hayatta dalavereci, riyakâr, kibirli ve uyanık olanların neden büyük eser yazamadıkları üzerinde hiç düşündünüz mü?
Bunun nedeni, cennet bahçeleri gibi ulu ruhlar kapısı da, yalnızca yaratıcılığı kirlenmeyen, saf sevgi ve insanî ferasetini yitirmeyenler için açılır.
Edebiyat yalnızca bir insanı tanıma değil, aynı zamanda insan olmayı da öğreten yüce bir sanattır. İşte, bu yüzden gerçek bir yetenek sahibi edebiyata adımını, insanlığın besin kaynağını bulandıran zulümden hayatı arındırmak için atar.
Bir ateş gibi yanamayan, zulümle mücadele edemeyen bir yazar, asla gerçek bir insan ruhunun yazarı olamaz. Tölen Abdik, sanat aşkı ile feraseti sayesinde bunu başarabilen nadir usta. Onun kaleminden çıkan eserlerde zulme karşı feraset savaşının açtığı ateş alev alev yandı. Bu alevden güç alan ruhumuz da onun her eseriyle birlikte olgunlaştı, insanlık yolundan sapmadan feraset meydanında yazarla birlikte zafere ulaştı.
HAYIRSIZ CUMA
Çeviren: Darhan HıdıraliAben İlyasoviç önündeki evraka imza attıktan sonra yüzünde şüpheci bir ifadeyle, “Bu yaptığım doğru oldu mu acaba?” dercesine tekrar bir göz gezdirdi ve kâğıdı asistanına verdi.
– Bekleyenler var mı? Diye sordu, kapıyı gözüyle işaret ederek.
Patronunun her hareketini dikkatlice izleyen, zarif giyimli yakışıklı genç:
– Var, dedi.
Aben, asistanı hariç kimsenin fark etmeyeceği bir hareketle başını hafif salladı. Çok geçmeden odaya kırk yaşlarında esmer, etine dolgun bir erkek girdi.
– Affedersiniz, dedi ve nedense apışıp bir müddet kapıda öylece durduktan sonra düşecekmişçesine sallanarak yaklaşıp bakanın elini tuttu.
Aben yumuşak bir sesle:
– Oturun, dedi.
– Affedersiniz.
Gelen adam, ikinci ricadan sonra geri çekilerek, gelip bakanın karşısındaki koltuğa oturdu. Sanki “Burası benim oturacağım bir yer mi?” dercesine, cebinden mendilini çıkartıp terleyen alnını tekrar tekrar sildi.
– Maruzatınız nedir? Dedi, Aben yumuşak bir edayla.
– Ben sizlere bağlı Acısay fabrikası çalışanıyım. Sizden randevu talep edeli birkaç ay oldu. Nasip bugüneymiş…
Aben, “Dikkatli bir şekilde dinliyorum, devam edin.” der gibi başını salladı.
Sonrasında gelen adamın konuşması karmakarışıktı. Kendisinin nereli olduğunu, yetim olarak yetiştiğini, alın terinin hakkıyla geçindiğini ve buna benzer şeyleri içeren kendisine gerekli, fakat Aben için lüzumsuz olan bir hikâyeyi anlattı durdu. Eninde sonunda kendisinin fabrikada on seneden fazla çalıştığını, buna rağmen fabrika müdürünün kendisine baskı uyguladığını anlatmaya başlayınca Aben, eli farazi bir ipin ucuna yetişmiş gibi hikâyenin nereye vardığını kestirmeye başladı. İşin doğrusunu anlamak istercesine karşısındaki adama mütecessis bir nazarla baktı.
İnce saçı bir tarafa titiz bir şekilde taranmış, gıdığı ve çenesinin üst kısımları çıkık olduğundan başının tepesi sivriliyor gibiydi. Kısa burun, ela göz, sokakta en sık rastlanılan bu yüzden hafızalarda fazla kalmayan silik bir tip. İnsana direk bakmıyor, utangaç, fakat çok göze çarpmayan bazı hareketlerinden, konuşma tarzından bakan dışındakilere, özellikle yanında çalışanlara arada bir çıkışabildiğini de anlamak mümkün.
– Ne kadar özveriyle çalışırsan çalış, terfi ettirmez -gelen adam şikâyetinin esas noktasına yaklaştı- terfi için rüşvet vermek lazım. Dalkavukluk yapmak lazım veya akrabası olmak lazım. Yoksa bu hale düşersin işte…
– Rüşvet aldığını ispatlayabilir misiniz?
Aben, deminden beri yumuşak olan sesini biraz sertleştirdi.
– İspatlayacak nesi var, herkes biliyor.
– Herkes biliyor, sözü kanıt değildir.
– Nasıl kanıtlanabilir ki? Rüşvetleri bana gösterip almadığı belli.
– Rüşvet almak suçtur. Suçlunun da cezalandırılması lazım. Herkes biliyor gerekçesiyle dava açmak ise kanuni değil.
Aben bunları müteaddit kere tekrarladığı laflar gibi uyuşuk bir edayla söyledi, zira bu tür şikâyetlerle gelen çoktu.
Gelen adam bir kez daha mendiliyle yüzünü sildi, yakarış dolu bir ses tonuyla:
– Ben aslında, onun rüşvet alıp almadığını ispat etmek için gelmedim. Davalık etmek gibi bir niyetim de yok. Herkesin bildiği bir gerçeği, devlet büyüğü olduğunuz için anlattım sadece. Maruzatım ise, sizin beni onun baskısından korumanız… Güzel bir şekilde birim şefi olarak çalışıyordum. Benim yerimi kendi yakınına verdi herhalde beni de usta yaptı…
– Maaşınızda ne kadar eksilme oldu?
Mesele o değil der gibi alnını kırıştırarak ve başını sallayarak:
– Eksilme olmadı, hatta şimdi eskiye göre fazla kazanıyorum. Mesele işin manevi yönünde. Hiçbir kabahatim yok. Bulabildiği tek şey, “İşinde eksikler var.” Demesi. O tür eksikler kimde yok ki? Kendisinde de var.
Aben içinden, “Anlaşıldı, küçük de olsa patron olmak istiyorum diyorsunuz… Her halükarda yardımcım bu işe balsın, gerçekten de haksızlığa uğramış olabilir.” dedi. Bunları düşünürken eline kalemini aldı, açık yatan not defterini önüne doğru çekti.
– Soyadınız?
– Koybağarov… Koybağarov Aman Koybağaroviç.
– Peki, isminizi aldım.
Aben Koybağarov’un kendi hakkındaki uzun hikâyeye tekrar başlamasını engelledi ve “Aman” isminin Kazakça hürmet ifade edecek varyasyonunu düşünmek için bir an bekledikten sonra, sesini yükselterek:
– Abeke, isminizi aldım. İşinizi ilgilenmeleri için gerekli yerlere aktaracağım. Şu anda fazla zamanım yok. Başka bekleyenler de var.
Koybağarov, bir anlık sessizlikten sonra meselesinin çözüleceğine inancını yitirmişçesine, hayalleri suya düşmüş bir şekilde geveleyerek vedalaşıp, odadan morali bozuk olarak çıktı.
İçeriye yardımcısı girdi.
– Merkez Komiteden aradılar. Sizin burada olup olmadığınızı sordular, dedi.
– Kim?
– Sekreter yardımcısı.
– Beni niye aramıyor? Aben masasındaki kırmızı telefona “Bunun yüzünden mi yoksa?” diyen şaşkın bakışlarla baktı.
– Bilmiyorum, ikinci kez arıyorlar. Giderse bize bildir diye tembihlediler bana.
Aben saatine baktı. Yedi buçuk. Bugünün Cuma, yani kısa mesai günü olduğunu hatırladı, ama işkolik biri için ofis evden evladır. Eve gittiğinde televizyondan başka eğlence yok zaten. Ellerini nereye sığdıracağını bilmeden sersem sersem dolaştığı günlerini bilir. Ofisteyse kendini suda yüzen balık gibi hisseder.
Aben bir iki saat daha oturmaya niyetlenmiş ki, “Girsin,” dedi bir kez daha kapıyı gözüyle göstererek…
Saat sekizde “Kremlyovka” çaldı. İkinci kez çaldığında Aben ahizeyi kaldırdı.
– Alo.
– Aben İlyasoviç?
Aben sekreterin sesini tanımıştı.
– Dinliyorum.
– Bana uğrarsanız.
– Tamam.
Sekreter başka hiçbir şey demeden telefonu kapattı.
Aben düğmeye basarak yardımcısını çağırdı ve:
– Araba duruyor mu? Dedi, önündeki kâğıtları toplarken.
– Duruyor.
Aben kabul odasına girdiğinde sekreter yardımcısı yüzünde esrarengiz bir ifadeyle koltuğu göstererek:
– Oturun biraz, hemen çağıracak.
Aben, sekreterin bu işine alınarak, “Şu anda kimse yok ki içeride. Kapısının önünde iki dakika da olsa bekletmekten zevk mi alıyor acaba?” diye düşünürken, içeriden ikinci sekreterin yardımcısı çıktı ve Aben’i görünce çok sevinen bir insan havasıyla:
– O, Aben İlyasoviç nasılsınız? Diyerek elini tekrar tekrar sıkarak memnuniyetini izhar etti.
“Artist”.
– Girin.
Aben, duvarları oymalı ahşapla kaplı salonvari büyük bir odaya girdi. İki büklüm şekilde bir şeyler yazan sekreter, Aben girdikten sonra da işine devam etti. Bir müddet sonra kalemini kapattı, koltuğuna yaslandı ve aklı başka bir yerde olan insan edasıyla Aben’e, uzaklara bakar gibi bakarak:
– Durumlar nasıl?
– Durumlar bir iki cümleyle anlatılacak gibi değil ki, dedi, Aben gülerek.
Sekreter ne diyeceğini şaşırmış gibi bir an sessiz kaldı. “Boş oturacağımıza havadan sudan dem vuralım.” dermişçesine bir ses tonuyla:
– Sağlık sıhhat nasıl?
– İyi, dedi Aben, muhatabına hayretler içerisinde bakarak:
– Bu sene izne çıkmış mıydınız?
– Hayır.
Sekreter masaya doğru eğilerek:
– Yaa… O zaman şöyle yapalım, dedikten sonra yine sessizliğe büründü ve:
– Bakan olarak kaç yıldır görev yapıyorsunuz? Dedi.
– Altı sene.
– Mmm… Altı sene az bir süre değil. Çok çalıştınız. Kimse inkar edemez bunu. Evet, ama… Siz de biliyorsunuz, hayat aynı yerde durmaz. Zaman değişiyor. Dünün işi, dünün aklı bugün için yetersiz…
Daha önce hiçbir şey anlamayan Aben’in içi aniden cız etti.
Sekreter sözüne devam ederek:
– Geçen size de gösterdim, hakkınızda şikâyet çok… Sizi bundan önce de uyarmıştık. Bir neticesi olmadı, ama belki yorulmuşsunuz da. İnsan demir değil ki. Hiç kimsenin alnında yazılı değil hiçbir makam. Yarın hepimiz gideceğiz sıramız gelince. O yüzden ağır da olsa söylemem lazım…
Sekreter, “Söyleyeceklerime sinirleri dayanır mı acaba?” dermiş gibi Aben’in yüzüne mütecessis bir şekilde bakarak devamla:
– Sizin bu işten kurtulmanız lazım… Önünüzde bir ömür var. Bir süre sonra bir iş buluruz.
Aniden böyle bir şeye uğrayacağını tahmin etmeyen Aben dondu kaldı. Bir şeyler demek istedi, ama ağzı kurudu, bir ses çıkaramadı.
– Siz de biliyorsunuz, her zaman özveriyle çalıştım, eksikler var belki, ama kimde yok onlar? -Aben bir sure önce yanına gelen adamın lafını tekrarladığını hissedince şaşırdı.– O kadar aksayan bir şey de yok gibi zaten. Siz de biliyorsunuz. -Sesinin acıklı bir şekilde çıktığını, ruhuna işkence ettiğini, söylediklerine değil sekreterin kendisine bile inanmadığını fark etti, ama söylediklerinin yalan olmasından değil, betinin benzinin atmasından.– Başka iş diyorsunuz… Nasıl yani böyle aniden… İzin verirseniz eğer çalışmaya devam etmek isterdim…
Aben birden durdu; çünkü feleğinin şaştığını, laflarının anlamsızlaştığını açıkça hissetti.
Sekreter:
– Kıdemli birisiniz, durumu anlamanız lazım.
Aben yenilmesini bilmeyen akılsız bir çocuk gibi durumu anlamak istemedi, çığlıklar kopararak:
– Suçum ne söyleyin lütfen! Kimin yolunu kapatıyorum? Kime lazım oldu yerim?
Sekreterin içi cız etti, zira Aben’in son lafları, kendisini bir çıkmaza sokmuş gibi oldu. Geçenlerde önemli bir müessesenin müdürü beni kaydırmak için dosya hazırlanıyor diye ikinci sekretere çıkışmıştı. İkinci sekreter çare kalmayınca Öyle bir dosya yok, demek zorunda kaldı. Hâlbuki böyle bir dosya hazırlığı vardı. Bunu genel dairede çalışan biri anlatmıştı. Resmi bir cevap verilince dosya yürürlüğe konmadı, müdür de yerinde kaldı. Onun yerine genel dairedeki kişi işten çıktı.
Bunları düşünen sekreter bu işin sonu hayra varmayabileceğinden korktu. “Biraz cebelleşmek zorunda kalacağız.” dedi içinden bakanın kolay kolay pes etmeyeceğini anlayarak. Sekreter hiçbir şey demeden sessiz bir şekilde Aben’in diyeceklerini dışa vurup, krizin geçmesini bekledi.
Kendisinin emeğini, sadakatini, adaletini anlatarak biraz yorgun düşen Aben biraz sakinleşir gibi olup:
– Siz karar vermeyin, biraz bekleyin, ben birincinin yanına bir gideyim.
Sekreter hala sessiz. Önünde duran çok düğmeli cihazla oynadı. Birincinin kabul odasıyla konuştu. Birincinin şehir dışında olduğunu, bu işi halletme görevinin kendisine verildiğini çok iyi bildiği halde aktör gibi rol yapmaya mecbur bir şekilde:
– Patron var mı? Hee, öyle mi? Ne zaman? Yeni mi? -Yine biraz sessiz oturduktan sonra Aben’e bakarak- Gitmiş, çarşamba olmadan gelmez diyorlar.
Aben, etrafını saran sıra sıra avcıların yanına iyice yaklaştığı, yaşam çemberi daralan bir hayvanın çaresiz haline düştüğünü anladı, iyice apışmaya başladı.
Sekreter sinir savaşını kendisinin kazanmak üzere olduğunu hissederek uzlaşmacı bir sesle:
– Aben, biliyorsunuz ki, siz de biz de mayın arayan asker gibiyiz. Her hatamızın en son hata olması lazım. Açıkça konuşayım, sizin bir değil birkaç hatanız oldu… Geçen seneki işçi grevi. O olayın duyulmasına izin vermeden bastırdık, ama böyle bir olayın olduğunu biz biliyoruz. Acısay fabrikasındaki yangın. Kendini asarak intihar eden muhasebeci. Sel gibi akan isimsiz mektuplar. Bunların her birinin kurumuş ot gibi azıcık bir ateşle büyük bir yangına dönmesi işten bile değil. Eğer bu iş böyle uzayacaksa, meselenin yarın daha farklı bir mecraya akması mümkün. Şu an en müsait zaman. Bu yüzden çocukça davranmayın.
Sekreterin sesi eskisinden daha yumuşak olarak devamla:
– Biz seni tamamen başıboş bırakmak niyetinde değiliz ki, biraz sabredersen bir şeyler ayarlarız…
Sekreter bu laflarıyla meseleyi tamamen kapatamasa da, esas itibarıyla halledeceğini ummuştu, fakat Aben o arada dinlenmiş gibi tekrar şaha kalktı.
– Yoook, orda bekleyin, işçi grevi, her şeyden önce, suçluların organize ettiği iş. İkinci olarak, grevcilerin talep ettiği şey benim değil sizlerin çözeceği şeydir. Beni taaa şeydeki Acısay yangınının suçlusu yapmak istiyorsunuz, ama benim yerimde olsaydınız siz ne yapardınız? Hiçbir şey yapamazsınız. Muhasebeci ise, özür dilerim, ama ailevi problemleri yüzünden şey etti… Onun faturasını da mı bana çıkartacaksınız? En son olarak da imzasız mektuplara nasıl önem verebildiğinizi hiç anlamıyorum. Eğer onu yazan gerçekten haklıysa ismini niye saklasın?
Aben kendisine destek çıkacak bir insan arıyormuş gibi etrafına bakındı.
– Ne derseniz deyin imzasız mektupların yüzde 75-i gerçek çıkıyor. İkinci olarak da, sizin alanınızda işlenen suçlardan, sizden başka sorumlusu yoktur.
– Tamam, sorumlusu ben olayım, ama meseleyi illa bu şekle çevirmeye ne gerek var? Genel olarak plan hedeflerine ulaşıldı mı? Ulaşıldı. Demin konuşulan şeyler diğer bakanlıklarda yok mu? Anlatayım… Diye parmağını bükmeye başlayan Aben’i, sekreter durdurdu.
– Peki, peki, gerek yok ona. Şimdiki konuşmamız sizin hakkınızda.
– Ya niye bir tek benim hakkımda? Açık açık söyler misiniz bana kimin için yandıracaksınız beni? Hayır, bu işi böyle bırakamam. Dilekçe de yazmayacağım!
Sekreter sesini ilk defa sertleştirerek:
– Yazacaksınız!
İyice coşan Aben, hiç taviz vermeden
– Yazmayacağım! Çıkarıyorsanız çıkarın, ama yarın birinciye gideceğim.
– Gidip de ne yapacaksınız?
– Orasını bana bırakın. Sizden başka da iş çözen insanlar var.
Sekreter yabancı bir sesle Rusça konuşarak:
– Bak, Çocuk değilsin, bakan olarak ilk sene çalışmıyorsun. Anlaman lazım ki, şeref sadece kazanmak için değil kaybetmek için de lazımdır. İnsan kaybetmesini de bilmeli, saçma sapan hareketlere lüzum yok.
Sekreterin Rusça lafları, gerçeklerin yüzündeki perdeyi tamamen açan, meseleyi doğrudan anlattı. Deminden beri konuşulanlara nazaran çok daha etkili oldu, savaşın en sonu için saklanmış gizli bir silah gibi Aben’i hemen ayılttı. Birinin ahmaklığını yargılar gibi kafasını sallayarak:
– İmayı anlamayan hiçbir şeyi anlamaz…
Aben ya hayret ya da korku dolu bir sesle.
– Patronun talimatı mı? Dedi.
Sekreter Aben’i deler gibi sesiz bir şekilde baktı. İşin aslını Aben o zaman anladı; takatini yitirmiş, bir tek gölgesi kalmış gibi iki büklüm bir şekilde, başını kaldırmaksızın elini uzatarak bir gün öncesinden hazırlamış gibi bir sayfa beyaz kâğıt ile kalemi eline tutuşturdu. Aben yarı şuurlu bir şekilde, özensiz bir el yazısıyla, kendi isteği üzerine işten ayrılma dilekçesini yazdı. Sonra tam uyanmamış biri gibi sessizce yerinden kalktı, sekreterle vedalaşmadan, odadan çıktı, bir şeyler diyen yardımcının dediklerini anlamadan sallanarak dışarı çıktı.
İşte o anda his ve düşünce dünyası alt üst oldu. Daha demin şu binaya bakan olarak giren insan, şimdi bakan sıfatını yitirerek dışarı çıktı. Sadece kendisi değil bütün hayat değişmiş gibiydi. Sırada biri olarak nasıl yaşayacağını bilemeyip buhran geçiriyormuş gibi durdu yerinde. Arkadaşlarından bir bakanın makam koltuğundan ayrılıp ilk defa evine arabasız dönmek zorunda kaldığında, hangi toplu taşıma aracına bineceğini bilmediği için “Eyvah eve nasıl gideceğiz şimdi?” dediğini duymuştu. Şimdilik emrinde bir araba varsa da, yarın bu durumun kendi başına da geleceği açık. “Sahi bizim eve hangi otobüs gider acaba?” der gibi yol kenarındaki giderek uzaklaşan durağa ilk defa dikkatlice baktı.
Aben, arabaya nasıl bindiğini de hissetmedi. Şoförü:
– Aben İlyasoviç, bir yerinizde ağrı mı var? Dediğinde “Sen de nereden çıktın?” der gibi gözleri fal taşı gibi açılmış, hayretler içerisinde baktı.
Aben bir tarafı ağrıyan biri gibi acıdan inlediğini kendisi de duydu. Şoförünün sorusuna ne cevap vereceğini düşünürken acıdan yine inledi. Sonra hayatında hiç sızlamayan dişinin sızladığını hissetti. Niye inlediğini şimdi anladı.
Aniden bir şeyi hatırlamış gibi:
– Dur! Dedi.
Çöllere düşmüş ve sonra gönlünde bir ümit ışığı parıldar gibi olan bir insanın sesiyle; “Moskova’yı niye aramıyorum? Merkez bakanlık bekleyin derse buradakiler ne yapabilir?” Fakat bu düşüncesi fazla sürmedi. Arabayı durdurdu, yüzünde soru işareti ifadesiyle bakan şoföre bir şey diyecekti ki, gözüne arabanın saati ilişti. Gece saat on. Hiç kimseyi arayamazsın. İşte o zaman Aben, adamların işlerini çevirmek için haftanın son günü Cuma’yı boşuna seçmediklerini, bütün bunların olaydan sonra hiçbir yere telefon açılmaması için, dışarıdan kendilerine telefon açtırmayı engellemek için yapıldığını ve bunların önceden planlanan büyük bir oyunun parçası olduğunu anladı.
Dişi yine sızladı.
– Gidelim, dedi şoförüne hafifçe.
Bakanın sesinin patron eminliğini kaybettiğini, tanımadık bir yolcunun ricası gibi yumuşak çıktığını şoför de fark etti.
Eve gelince karısına ne diyeceğini bilemedi. Alt üst olan ruh dünyası bundan sonra eve geçeceğini, eski anlayış, eski moralin değişeceğini hissettiğinde bir şeyler kopmuş gibi sarsıldı. Bazen arkadaşlarıyla konuşurken “Yarın bakanlığı bırakacağım zaman,” konulu şakalar yapsa da bu durumun bu kadar ağır geleceğini, tüm hayallerini suya düşürüp tüm ışıklarını söndüreceğini tahmin etmemişti. Bu dehşetli his yavaş yavaş geçmenin yerine, kendisinin nasıl bir şeye uğradığını daha iyi anlarken, büyük fırtınalar koparıyor, iç dünyasını paramparça ediyordu.
Dilekçe yazıp sekretere bıraktığını karısına söylemeye iki üç defa yeltense de cesaret edemedi; çünkü ondan sonra sil baştan başlayacak olan buhran, çok ağır gelecek gibiydi. Eskiden kısa bir süreliğine bakan yardımcılığı pozisyonundan düşürüldüğünde karısı, bütün gece böğürerek ağladığında, işten atılmanın nasıl bir trajedi olduğunu o zaman iyi anlamıştı. “Onun için biraz bekleyeyim, hiç olmazsa kendime geleyim…” diye düşündü, ama kendine gelmek o kadar kolay mı? Kaygı dolu iç dünyasına bir kez girdikten sonra ininde hapsolmuş hayvan gibi dışarı çıkamaz hale geldi. Eğer çıkabilseydi, karısı, çocuklarıyla adam gibi konuşabilseydi, safra kesesi patlamış, ödü içini yakıyormuş gibi kaygılarından bir anlığına dahi olsa kurtulurdu belki…
Karısı mutfaktan çıkacak gibi değil. Oturma odasında kızı ve baldızı televizyon izliyorlardı. İzledikleri gürültülü patırtılı afet filmleri. Gökdelenleri yangın sarmış, insanlar yanıyor, balkondan düşerek ölüyorlar.
Aben halet-i ruhiyesini işte böyle curcunalı bir afete benzetti. Filmdeki itfaiyeciler gibi o da içindeki yangını söndürmeye çalışsa da başaramadı.
Unutmaya, düşünmemeye gelmeyen bir şey. Ondan sonra tüm çaresi tükenmiş, alevlerin sardığı evine sessiz sedasız bakan ev sahibi gibi mücadeleyi bıraktı, fikir ve his dünyasını burhanın pençesine teslim etti.
Dişi sızladı. Şimdi fark etti, sadece dişi değil bütün çenesi, hatta boyun omurgaları sızlıyor sanki.
İlginç olan, ten acısı can acısını hafifletmiş gibi oldu. Bir müddet olayı unutup, çenesi ve dişinin ağrısını nasıl dindiririm düşüncesiyle kendisini otojenik eğitim yoluyla iyileştirmeye çalıştı. “Ağrım dindi, ağrım dindi, dindi” diye içinden durmadan tekrarladı. Biraz sonra ağrısı gerçekten dindiği veya ona öyle geldiği için sızıları hafifledi, ama başına gelen durum tekrar aklına geldi. Suçsuz olduğu halde haksızlığa uğrayan bir insanın hissiyatı içerisinde düştüğü durumun sebebini, kökünü aradı.
Aben doğduğundan beri hep yalnızdı. Destekleyecek, arka çıkacak kimsesi de olmadı. Kendi girişkenliği sayesinde ağabeyleri de, dostları da sonradan buldu. İş bitirici ve çalışkandı. Önemli mevkilere erken ulaşmasına sebep olan da bu özellikleriydi. Fabrikaya ilk geldiğinde müdür tarafından fark edilmişti. Müdür 40’lı yılların ateşten gömleğini giymiş, çalışmadan duramayan eski kadrolardan biriydi. Gece gündüz demeden, ne ailesi, ne de kendisini düşünmeden hep çalışırdı. İlk hayat okulu işte o zaman başladı, Aben de ölüp ölüp dirilmesine rağmen durmadan çalışmayı öğrendi. Bunun sayesinde, namı duyuldu, yukarıdakilerin gözüne ilişmeye başladı. Destekçiler, müzahirler çıktı. Yirmi yedi yaşında fabrika müdürü, daha sonra bakan yardımcısı, en sonunda da bakan olarak atandı ve işte şimdi altı yıl sonra koltuğundan ayrıldı, ıssız çölde yolunu kaybeden bir avare haline düştü.
“Nasıl olur da ilgi çekici hiçbir şey kalmaz şu hayatta, vardır hala?” dercesine gönül derinliklerinde bir şeyler arıyordu sanki. Hiçbir şey bulamadı. Bunların hepsi belki ilk zorlu duygulardır, sonradan diner, makamından ayrılan tek kişi ben değilim herhalde diye kendisini teselli etmek istedi, fakat bütün bunlar muhatabını bulamayan laflar gibi, kendisiyle hiçbir alakası yokmuşçasına, üzerinde hiçbir tesir bırakmadı.
Dışarıdan bakanlara, Aben gerçek mutluluğa ulaşmış biri gibi görünüyor olmalıydı. Eşi güzel. (Aben’in kendisi de boylu poslu, yakışıklı). Kendisine benzeyen oğlu, eşine benzeyen kızı var. Evliliklerinin ilk gününden bu yana muhtaç duruma düşmedi. Zenginliğin tadını çıkarıyor da denemez, zira başından beri hali vakti yerinde bir hayata alışık. Bu yüzden insanı pinti yapan doyumsuzluk, kerih karakter bunlarda yoktu, fakat dikkatlice bakan bir insan, bu ailenin de yeteri kadar kederinin olduğunu görürdü. Kederin başı, tek oğlan doğduğunda mutluluğu sınırsızdı. Ailesinin sevinci oldu. İşten döndüğünde onu sever, huzur bulurdu. İş gezisindeyken cebine küçücük çorabını koyar koklar dururdu. Evladının kokusu nefesini açar, içini özlem dolu duygulara doldururdu. Çok sevdiği, ümit bağladığı bu oğlan büyüyünce bozuluverdi. Okuldaki derslerini aksattı. Göç yolda düzelir düşüncesiyle fazla endişe etmedi. Sokak çocuklarına uyduğunda onlardan zar zor ayırdı. Üniversiteye gönderdi, ama orada da dikiş tutturamadı. İçkiye duçar oldu. Kavgalara karıştı, birini bıcakladı işi mahkemeye intikal etti. Bütün itibarını kullanarak bu işten de kurtardı oğlunu. Ne idüğü belirsiz bir fahişeyle evlenmeye kalktı, en büyük kederleri de bu oldu zaten. Sonunda laf dinlemedi, evlendi. Şimdi ayrılar. Böyle bir ızdırabı olan aile nasıl mutlu olur.