
Полная версия
Tölen Abdik Hayatı ve Seçme Eserleri
Eserlerinin doğası Çehov’a benzeyen Tölen’in yaratıcılığında fazla gaddarlık da mevcuttur. Ünlü kalem ustaları Tolstoy ile Dostoyevski kendi eserlerinde Maslova ve Raskolnikov gibi yaşamdan umutlarını kesen insanların iç dünyalarını adeta karanlıktan çekip alıp onları tekrar hayata döndürür. de ise iyilik uğruna mücadele etmesi gereken ışık söner, Çehov ve Abdik’in eserlerininsanın son umudu param parça olur, kendisi zulmün ateşinde yanar. “Cehennem Ateşi Gülücüğü” adlı hikâyesinde Abdik’in gaddarlığı Çehov’u bile geride bırakır. Acımasız zulmün gerçek yüzünü ortaya çıkarmak için hatta bir kabileyi tamamen yok etmekten bile çekinmez.
Hikâyede Araku kabilesinin zalimane bir şekilde yeryüzünden silinişinden bahsedilir, ancak “Cehennem Ateşi Gülücüğü”nü okuyan herkes çektiği çileden yüreği kan ağlayan, cehennem ateşinde yanan Kazak ulusunun ruhunu ve acıklı kaderini hisseder. Ab-dik, sanata sadece şeklen yaklaşan bir yazar değil, aynı zamanda Allah’ın büyük yeteneklere emanet ettiği ulvi amaçlarını doğuştan kavrayabilen, katı kural ve geçici ideolojinin etkisi altına kalmayan usta kalemdir. Eserleri adeta efkârımızı dağıtıyor, hislerimize tercüman oluyor ve en önemlisi; bizlere insanlık çizgisinin dışına çıkmamayı öğreten eserlerinin temelinde, günlük çıkar peşinden koşmayan, zulümle mücadele eden, iman ışığı gibi parlayan bir iyilik düşüncesi yatmaktadır. Uydurma ideolojiye alet olarak günlük çıkara, kulluk ideallere hizmet eden hiçbir eseri bulunmamakta. Yazarın kaleminden çıkan hikâye ve romanların iç doğasında zalim sistemin doğurduğu adaletsizlik karşısında duran vicdan sesi ve hayatın vahşi gerçeklerine baş eğmeden isyan başlatan kutsal düşünceler bulunmakta. Tölen, sistemin ihtiyacından doğan uydurma gerçekleri değil, zulmün saltanat kurduğu tarihin derinliklerindeki İlahi gerçekleri arayan bir kalem ustasıdır. Yazarın gerçek arayışını konu ettiği bu tür eserlerinden birisi de “Cehennem Ateşi Gülücüğü” hikâyesidir.
Eserin başkahramanı Bay Eduard Beyker uygarlık dünyasında devrim yapan büyük bir bilim adamıdır. Yaptığı bütün ameliyatlar başarılı olmuştur. İnsan dışında her şeyi yapabilir. Bay Beyker morgdaki ölüyü bile diriltebilen bir tıp fenomenidir. Yaşama umudunu kesen hastaları bile ayağa kaldırabilen gerçek bir sihirbazdır. Bir taraftan kökenini ile bağrında ninnilerle büyüttüğü vatanını unutan, şöhretin en yüksek basamağına kadar yükselen profesörü suçlamak yersizdir belki. Uygarlık dünyasına o kendi iradesiyle gelmemiştir. Tamamen yabancısı olduğu bu hayata onu getirense kendisine zerre kadar kıymet vermeyen zalim kaderin rüzgârıdır. Yoksa onun amacı asla uygarlığa hizmet etmek olmamıştır. Hayallerinde asla geriye saramayacağı günlerin, şan ve şöhret dolu yılların inadına, uygarlığı ortadan kaldırmak isteyen bir insandı o. Bunu da yapabilirdi.
Lanet olası şu uygarlık olmasaydı, Kiyakulu – Beyker’in kaderini belirleyen rüzgâr tamamen farklı bir yönden esecek, hayatı farklı bir biçimde şekillenecekti. Atalarından emanet kalan kahramanlık bayrağıyla kutsal savaşlara katılmak, halkın takdirini toplamak, sevdiği kızla mutlu hayat sürmek ve bolluk içinde yaşamaktı en büyük hayali. Babası Çoro’nun izinden giderek şifalı bitkilerden yaptığı ilaçları, sadece Araku kabilesinin tedavisinde kullanacaktı. Araku kabilesinin sekiz kamının (baksı) birisi sıfatıyla herkesçe tanınan Beyker, hatta gerekirse canını kardeşleri için feda edecek, şehit olacaktı, ancak hayatı hayallerinden farklı bir biçimde şekillendi. Kiyaku- Beyker’i ıstırap ve çile dolu bir hayat bekliyordu. Bu yolda ilerlerken çocukluk hayalleri de kahpe kaderin sert kayasına çarparak param parça oldu. Üzerine çöken onca ıstırabın altından kalkamayan Beyker doğup büyüdüğü yurdundan uzaklaştı, aradan geçen onca zaman sonra yüce hayallerini unutarak bir uygarlık insanına dönüştü. Kendini tamamen ilme adadı, üstün çaba ve gayreti sayesinde insanoğlunun hayal bile edemeyeceği nimet edindi. Sahip olduğu müstesna yeteneği sayesinde dünyanın en ünlü insanı oldu. Eğer olaylar ummadık bir anda değişmeseydi, Bay Beyker geriye dönüp hiçbir şeyi hatırlamayacak ve hayatının seyri hiç değişmeyecekti.
Bay Beyker’e Livito Pallatelli isimli İtalyalı bir gazetecinin röportaj yapmaya gelişi ve aralarında geçen sohbet, olayların seyrini tamamen farklı bir yöne çeker. Bundan sonra okur, insanoğlunu kendine adeta Tanrı gibi itaat ettiren bir kudret sahibinin değil, yaşadığı hayatın gölgesinden kurtulmak için uzun yıllar boyu kendi kendini kandıran bir bedbahtın yürekler burkan can ağrısıyla tanışır ve ona karşı bir acıma hissi, okurun bedenini sarar. Gazeteciyle tanıştıktan sonra profesörün içinde şiddetli bir fırtına kopar, duyguları altüst olur. Çocukluk yıllarında geride bıraktığı hayatın acı tadını hatırlar ve vatan hasreti adeta yüreğini tırmalayıp durur. İşte ancak o zaman profesör kendisinin asla bir büyük bilim adamı değil, Araku kabilesinin temsilcisi Kiyaku olduğunu hatırlar. Gerçek anlamdaki mutlu hayatının penceresinden hayal gezintisi yaparken ıstırap çeker. Okuru sürükleyen esas olaylar zinciri burada başlar.
Acımasız uygarlık Araku kabilesine kan kusturdu, kahramanlarının cesaretini kırdı, kızlarını köle, oğullarını kul yaptı, illet hastalık bulaştırıp en sonunda yeryüzünden yok etti. Görüntüde üzeri “insanlık bayrağıyla” örtülü, özünde ise “hizmet” bahanesiyle zorbalıklarla gerçekleştirilen bütün bu zulüm, sadece yeryüzündeki üç beş ulusun çıkarını gözetliyordu. Bu da gaddarlıktan başka bir şey değildi.
Eserin sonunda Bay Beyker Brezilya’ya gider, kendisini şöhretin zirvesine taşıyan uygarlığın, kabilesinin topraklarına nasıl el koyduğuna, onları nasıl yok ettiğine bizzat şahit olur. Sonunda Beyker Araku kabilesinden geriye kalan son Kızılderili’yi bile kurtarmaya gücü yetmeyip, çaresizlik içinde kıvranıp kalır. Araku kabilesinin en son temsilcisi olduğunu kendisi de unutur, İnsanlığından utanır, kahrolur.
Yazarın “Cehennem Ateşi Gülücüğü” hikâyesi, eleştirmen Esey Jenisulı’nın da açıkça belirttiği gibi, asla önemini yitirmeyecek bir eser olarak kalacaktır. Bu da Kazak milletini, uzun zaman boyu sessiz kalan ruhuyla dertleştirdiği, içini döktürdüğü için önemlidir anlamına da gelmez.
İnsanlığa özgü düşünce ve fikri boğmak için can atan vahşi uygarlığın tekrar hâkimiyet kurduğu, menfaatleri uğruna büyük imparatorlukların bütün bir ulusu yeryüzünden silme yollarını aradığı, bilincimizin tekrar bir suça bulaşmaya başladığı bu dönemde bu tür eserler önemini asla yitirmez. Aksine artacaktır. Ezilen uluslara olan merhamet duygusunu uyandırmak, insanoğlunun bilincini canlandırmak, onları vahşi uygarlık zulmüne karşı örgütlemek için “Cehennem Ateşi Gülücüğü” gibi eserler ebediyete kadar yaşatılmalıdır, çünkü eser bir yandan Kazak ulusunun kalbini avuturken, bir yandan da insanlığın ortak tasasını dile getirir. Tıpkı eserdeki Kabıl’ın bıçağı gibi uygarlık icadı “makinalar” bizleri yok etmeden, bu gibi eserler bütün dünya dillerine çevrilmeli, insanlığın ortak hazinesine dönüştürülmelidir.
“Baba” hikâyesinde anlatılan olaylarda tamamen farklı bir durum söz konusu olmasına rağmen, bize hayatın akışında unutulmaya yüz tutan bir başka zulüm gerçeğini hatırlatan söz konusu eser, aslında bana göre Cehennem Ateşi Gülücüğü’nü tamamlayan bir eserdir.
Hikâyenin içine derinden daldıkça, iki eser arasındaki manevi uyumu ve aynı kaynaktan beslenen iki farklı düşünce arasındaki yakınlığı hissetmek mümkün. Bir ulusun yaşatılması adına yapılan mücadele kadar, lanetli bir dönemde soyunu devam ettirmek için çocukları adına feraset savaşı yürüten başkahramanın çektiği çile ve ıstırap da önemlidir.
Eserde acımasız bir dönemde yaşayan bir sülalenin yok olmanın eşiğine gelmesi ihtiyar Seysen’in kaderi üzerinden anlatılır. Hikâyenin sonunda, yazar Abdik’in bu eseri yazarken, Tomas Mann’ın bir ailenin çöküşünü anlattığı “Buddenbrook Ailesi” romanından etkilendiğini fark etmek mümkün. Ancak Abdik, Alman yazarın insanlığı ilgilendiren derin fikirlerini kendine özgü tarzıyla süsleyerek, milli edebiyatımızın paha biçilmez eserlerinin arasında yerini alabilecek müstesna bir eser yaratmıştır. Hikâye, Sovyet döneminin uydurma gerçeklerinin değil, Rus Kozaklarının zorbalıkları, bir ulusu yok olmanın eşiğine getiren açlık, kıtlık, kanlı aydınlar tasfiyesi gibi hayatın derinliklerinde gizlenmiş gerçekler üzerine kuruludur. Hikâyenin Sovyet İmparatorluğunun kanlı döneminde yazıldığını dikkate alırsak, Tölen’in bu cesaretine hiç şüphesiz ki, manevi bir kahramanlık denilebilir.
Tölen Abdik, halkın kaderinin ateşteki sıcak tavada cayır cayır yanan yağa benzediği ve insanların hayvandan da beter katledildiği bir dönemde dünyaya gelen Carmağambet’in beş oğlundan hayatta kalabilen tek evladı Seysen’in bu dünyaya veda edişini anlatırken birçok yazarın cesaret edemediği acı gerçekleri dile getirmiştir. Bu eser dikkatli Sovyet sansürünün gözünden nasıl kaçmıştır bilinmez, ama şansı yaver giderek Sovyet döneminin propagandası yerine, Kazaklara uygulanan zulmü ortaya çıkaran eser, 1970’li yılların sonlarında beklenmedik bir anda okurların beğenisine sunulmuştur. Yeni bir rejim kurmak için yapılan mücadele, Jarmagambet ailesine dert ve tasadan başka bir şey kazandırmamıştır. Hepsi birer aslan parçası oğullarının en büyüğü Nurcan’ı atlı Rus Kozak askerleri kısrak tutarken vurarak öldürür. Bir başka oğlu Kapsattar ise aldığı darbe sonucunda hayatını kaybeder. Absattar ise karısı, çoluk çocuğuyla birlikte açlığın kol gezdiği o acı yıllarda hayatını kaybeder. Düysen isimli oğlu hayatını Sovyet hükümetine adar, bu uğurda büyük emek sarf eder, ancak her şeye rağmen vatan haini yaftasıyla tutuklanır ve dönüşü olmayan bir sürgüne gönderilir. “Baba” hikâyesi yazarın önceki eserlerinden çok farklıdır. Bu eserde artık insanlığın zulüm karşısında galip geldiğini görebiliriz. “Baba”, Abdik’in yaratıcılık gücünün ortaya çıkardığı en parlak eserinden biridir. İhtiyar Seysen, çocukken babasına yardım edemediği için çaresizlikten kahrolur, içini bir pişmanlık kemirirdi, ancak sülalesini kurtarma uğruna zalim rejime karşı yaptığı feraset savaşında nihayet amacına ulaşır. Hayalleri gerçek olur.
Bir insan için hayallerini gerçekleştirdikten sonra ölmekten daha büyük bir mutluluk olabilir mi? İşte, bu yüzden feraset savaşını kazanan, kendi memleketinde akraba, eş dost arasında ölen ihtiyar Seysen, uygarlık âleminde yaptığı devrimiyle dünyanın tanıdığı Edvard Beyker’e göre bin kat daha mutludur; çünkü ihtiyar Seysen’i ölümünden sonra da hatırlayan, cenazesini ise milli geleneklerin gerektirdiği şartlara göre gerçekleştirecek ferasetli bir evladı var. Evladı, bu hayat serüvenindeki ölümle ilgili bir birinden farklı defin törenlerinin sırrını anlayabilecek kadar akıllıdır.
Usta yazarın eserlerini okurken, acımasız kaderin şiddetli fırtınası bilincimizi derinden sarsıyor, iç dünyamızı ise adeta altüst ediyor. Sanatın en yüksek tepesinden bakacak olursak, yazar Ab-dik, yalnızca kalemi kuvvetli bir yazar değil, aynı zamanda insan kalbine derinden sızan zulmün nice gizemini de bilen derin bir düşünce adamıdır. Kalem ustasının sözünü ettiğimiz bu özelliği, onun “Batiş Kız ve Erseyit” hikâyesinde en iyi şekliyle yansımasını bulmuştur. Kısa bir hikâye olmasına karşın, olayın yükünü üzerinde taşıyan bu eserde insanın kalp acısı köküne kadar inilerek anlatılır. Yazar tarihin derinliklerine gizlenen zulmü gün yüzüne çıkartır. Bir ailenin yaşadığı acıyı anlatan eseri okumaya başladığımızda tasadan bitkin düşen Kojaken’in can ağrısını, kalbimizle hissederek üzülüyoruz ve dertleniyoruz.
Sanat anlamında Tölen Abdik, elindeki yazarlık hançerini, insanın kalbine merhametsizce saplayabilecek kadar gaddardır. Aynı zamanda insanın iç dünyasına saklanan zulmü çekip alıp çıkartabilecek kadar cesurdur ve onu en sert şekilde cezalandırabilecek kadar gözü kara yaratıcı bir yazardır. Çehov, yarattığı karakterlerine eziyet çektirip, onların üzerinde tüyler ürperten nice deneyimler yaparken, usta kalem Abdik de bu yalan dünyadaki zulmü anlatabilmek için insanın son umudunu kırmaktan, son ışığını söndürmekten ve hayatını karartmaktan çekinmez. Bundandır ki, yazar nefsinin bir kulu olan çocuğunu işlediği günahları yüzünden, karıncayı bile incitmeyen Kojabek’e de acımaz. Kojabek yazar tarafından nice çileli yollardan geçirtilir. Bununla yetinmeyip onun son umudunu kırar, acıyla baş başa bırakır.
Gözle görünmese de bir insan ruhunda yaşayabilen çift kişilik, Kojabek’in oğlu Bolat’ta da rastlanmakta. Yazar bir yandan Bolat’ın içinde barındırdığı şeytanî doğasının derinliklerine dalarken, bir yandan da Kojabek’in içinde yaşadığı acıyı farklı açılardan inceler, insan ruhunun gizemini çözmeye çalışır. Kader zinciriyle kelepçelenen zulmün kilidini açmak üzere hareket eder. Bolat’ın yaptıkları kötülükleri ifşa eder, oğlu yüzünden babası Kojabek’i de yaşayan bir ölüye dönüştürüp, onu en ağır şekilde cezalandırır.
“Batiş Kız ve Erseyit” hikâyesindeki Bolat’ın ilk “ben” iyle tanıdığınızda, Kojabek’in çektiği derde üzülür, yüksek feraset sahibi evladını kaybeden garibana acırsınız. Yüreğiniz parçalanır ve içiniz yanar. “Ne zeki bir insandı, yazık Bolat’a!” dersiniz. Zekâsıyla, kimi zaman öğretmenlerini de korkutan Bolat’a bütün millet hayrandır. Üniversiteyi pekiyi diplomayla bitirir. Bir yıl sonra ilçe başkanlığına yükselir. “Yakında il başkanı olacağına,” dair rivayetler de yayılır. Genç yaşta herkesin tanıdığı o meşhur Bolat evlenmek üzereyken aniden ölür. “Allah sevdiği kulu erken alırmış yanına.” “ölüme çare yok.” diyerek üzülür insan. En acı olansa; geriye bir evlat bırakamadan, koskoca bir sülaleyi Bolat’ın kendisiyle birlikte ebediyete götürmesidir. Yalan dünya bu, var mı bir çare?
Ancak, Kojabek oğlunun vefatından sonra beklenmedik bir anda Bolat’ın bir çocuğunun olduğunu duyar. Bir anda zihni allak bullak olan ihtiyar torununu bulmak için peşinden şehre geldikten sonra akla sığmayan gerçeklerle yüzleşir, oğluyla ilgili gerçekleri öğrenir. İşte burada Bolat’ın ikinci “ben”iyle tanışır, hayal kırıklığına uğrar, tasadan yorulan yüreği yanar. Allah’tan dileyerek sahip olduğu tek evladı milletin övdüğü gibi birisi değilmiş. Bastığı yere ot bitmeyen zalimin ta kendisiymiş meğer. İnsanlara kötülük yapmaktan başka bir işi olmamış bu dünyada. Birçok kızın vebali boynundaymış, zinakâr aşağılığın tekiymiş. Değil yabancı, öz evladının cenazesine dahi gitmeyen aşağılıkmış.
Eserin başkahramanının gözümüzle göremeyeceğimiz ikinci “ben’ini” tanıdıktan sonra onun insanlara yaptığı bütün zalimliklerine şahit oluyoruz. Hikâyenin sonunda içinde biriken belirsiz bir öfke ve kızgınlıktan yüreği sızlayan, birisiyle dertleşmek, sırrını paylaşmak ve şikâyette bulunmak isteyen ama muhatabını bulamayan, iki dünyadaki umudu da param parça olan, içindeki tesellisi tükenen çaresiz ve iki gözü iki çeşme ağlayarak biricik evladının mezarına gelen Kojabek’i görüyoruz.
Yazar Abdik hiçbir zaman iktidarın sözcülüğünü yapmaya, onun uydurma “gerçeklerini” anlatmaya heves etmemiştir. Aksine, insan ruhunun doğasını araştıran, hayatın dipsiz karanlıklarındaki insan ruhunu kötülüklerden arındırdıktan sonra onu ait olduğu manevi kaynağına geri yollayan usta bir kalemdir. Onun eserlerinde gaddarlık, insan ruhunun manevi kaynağında araştırılır. Yazar, yalan dünyadaki cevabı hazır basit sorularının değil, daima gaddarlık doğuran, mantıkla açıklanması güç metafizik sorularının cevabını arar. Tölen Abdik her zaman pek kimsenin kolaylıkla kalem oynatamadığı bakir konular üzerine yazmıştır.
Yazarın eserlerinde ustalık ve büyük tasvir yeteneği dışında fikri ve kavramsal bilinçlendirmeye de bolca rastlanır. Onun eserini okuyan bir insanın fikir, düşünce ve kavram konusunda ufkunu genişleteceği su götürmez bir gerçektir. Abdik’in önemsiz bulup, onu tanımak istemeyenler, feraset ve fikirden yoksun, manevi zenginlikten mahrum kalabileceklerdir belki. Abdik, geniş görüşlü, insan ruhunun gizemiyle anatomisine derinden inen ve irdeleyen bir kâşiftir. Yazarın hissi ile eserlerinde yarattığı karakterleri iç içe yaşar. Okur, insana dair nice bilinmeyenleri keşfeder, onun ruhunun verimli topraklarında bulunan manevi kaynağı bulur.
Henüz eleştirmenlerin dikkatini çekmese de, yazarın eski eserlerine pek benzemeyen, çağımızın doğurduğu gaddarların yüzündeki maskeyi yırtan ve onu çekinmeden ifşa eden bir eseri, “Hayırsız Cuma” hikâyesidir. Hikâyenin konusunu bir bakanın bir günlük hayatı oluşturur. Yazar, zulmün saltanat kurduğu bir toplumda feraseti kapalı bir insanın, her ne kadar bolluk içinde yüzse de, her ne kadar makamında en üst zirveye tırmanmış olsa da asla mutlu olamayacağını üzerine giderek incelemiş.
Başkahraman Aben İlyasoviç, iktidardan birinin hışmına uğrar ve bir gün içinde makam koltuğundan olur. Bu durum, makam ve mevki kulluğu yapmak dışında elinden hiç bir şey gelmeyen Aben için büyük bir trajedidir. Üzüntüden kahrolan bürokratın kalbi buna dayanamayıp rahatsızlanır ve ölür. Hikâyede bakanlık görevinden alınan Aben’in hayatının son günü anlatılmasına rağmen, biz yaşayan bir ölüye dönen bu zavallının bütün geçmişini tahmin edebiliyoruz.
Bakanlık görevinden alınan Aben Bey, moral çöküntüsü içerisinde, tıpkı Lev Tolstoy’un, İvan İliyç’i gibi geçmişine yolculuk eder. Makam uğruna ruhunu şeytana satan bu zavallı, evliliğin tadını bile çıkaramamış. Dışarıdaki hayat daha çekici geldiğinden aile saadetinin tadına bile varamamış meğer. Çok tatlı bulduğu mevki peşinden koştururken her şeyi unutarak, biricik evladını da göz ardı etmiştir. Ailenin bütün serveti, ev reisinin yüksek makamı sayesinde biriktiğinden, bütün dilek, dualar sadece bu makama edilir, kısacası her şey onun etrafında dönerdi. Karısı ise hayatını yaşatan, kendilerine itibar kazandıran bu makamı kocasından daha fazla severdi.
Tolstoy’un İvan İliyç’iyle karşılaştıracak olursak, İvan Aben’e göre çok daha mutludur; çünkü İvan’a en azından merhamet eden birisi vardır, o da efendisidir. Bakanlık koltuğundan olan Aben ise yapayalnız. Darda kalınca yanında merhamet eden bir tek Allah’ın kulu yok; çünkü etrafındakilerin hepsi, ona oturduğu koltuktan dolayı değer veren ve sevenlerdi, hatta eşi de bunlardandı, ancak şimdi fark etti ki, şu hayatta güvenebileceği, dertleşebileceği arkadaşı bile yokmuş. Kula kulluk eden eski arkadaşları da ortadan kaybolmuşlar, sürekli değiştirilen bir kıyafet gibi bir tek iş arkadaşları kalmış. Gözünü bürüyen koltuk hırsı yüzünden akrabalarının da hepsini kaybetmişti. Bu fani dünyada dertleşebileceği, içini dökebileceği bir tek “arkadaşı” varmış meğer; o da yaşamı boyunca kendisini köle yapan, kalbinin kapısına kelepçe vuran, eş dosttan ayıran ekselansları Makam. Artık o da yok. Şimdi ne yapacak?
Abdik, eserinin sonunda bu tür yanıtsız sorular sorarak okurunu derin ve dipsiz bir düşüncenin kuyusuna atar. Belki de bu yüzdendir ki, onun yarattığı karakterleri birden tanıyabiliriz ve asla unutamayız. Okurun, iç dünyasının kapısını bozarak giren bu karakterler, insan gönlünün en güzel köşesinde onunla birlikte yaşar, zulmün param parça ettiği insanın ne gibi felaketle karşılaşacağını sıkça hatırlattıktan sonra defalarca düşünce ırmağına atar. Yazar Abdik’in yaratıcılığının zirvesi sayılan “Ölü Ara” romanını okurken, bu tür sorular sürekli olarak insanın zihnini meşgul eder, huzurunu kaçırır.
Eserin ilk satırlarında, önce kendi halinde huzurlu hayatı olan bir Kazakla karşılaşıyoruz. Gönlü zengin, insanlığı bayrak edinmiş ve bu yoldan sağa sola sapmayan Askar, yıllık okul tatil için köye gelen kardeşi Bayten’in şerefine tay kesmiş, toy yapıyor. Akraba, eş ve dostun yaşamlarını, geleneklere göre sürdüren milletin sevincine diyecek yoktur, ancak kahpe kader bir anda onlara musallat oluverir.
Feraset güneşinin üzerini, zulmün koyu sisi kaplar. Kahramanlık ve adalet bayrağını yüksekte tutan Kazakların devranı sona gelir, gelenek bozulur. İnsanlığa özgü sevgi, iman ve feraset gibi kutsal vasıfların çöpe atıldığı, sinek kanadı kadar değeri kalmayan kul kaderinin havada uçuştuğu zalim bir dönemin rüzgârı, şiddetle esmeye başlar. Akraba ilişkisindeki merhamet duygusu kaybolur; akraba samimiyetine dayalı neşe, şaka ve nazdan eser kalmaz. Bunlar artık neredeyse kavgaya neden olmaya başlar. İnsanlara özgü sevgi ve muhabbet duygusu yavaş yavaş yerini gaddarlığa bırakır. İtibar sahibi kimselerin ayaklarına çelmeler takılır. Bilenleri çekemeyenler çoğalır. Ayaklar baş olur. Kazak bozkırında insan olarak yaşamanın gerektirdiği her şeyin tükendiği, kahramanlığın yerini deliliğe, adaletinse ihanete bıraktığı, imanın değerinin beş para etmediği çetin bir dönem başlar.
Elindeki iktidar gücünden yararlanarak daha dün bir dilim ekmeği ve aynı sofrayı paylaşan akranının eline kelepçe takarak, sürgüne yollatan gaddarlık, artık büyük kahramanlık olmaya başlar bu fani dünyada. Başkasının sevdiği kızı zorbalıkla kaçırmak da yiğitlik sayılır oldu bu yalan dünyada.
Aklın ve ferasetin zulüm tarafından hapsedildiği bu geçici dönemde gaddarlık ile iyiliğin arasındaki sınırlar kaldırıldı. İnsani değerlerin bir birine karıştığı bir dönemde, zulüm ile merhametin farkını bilenler kalmış mıydı acaba? Kaldıysa da farkı kim söyleyebilir? Zulüm ve merhametin özelliği, farkı nelerdir?
Herhangi bir romanın özgünlüğünü tespit etmek için, karakterler üzerinde tek tek durmanın, onların kişiliklerini değerlendirmenin pek yararı yok. Bu yöntem yanılgıya yol açabilir, yazarın iletmek istediği mesajın derinliğini kavramada büyük bir engel oluşturabilir. Romanda, feraset savaşında yenik düşerek insanlık serüveninde yolunu kaybeden karakterler fazla olduğundan, bu tür tahlil yapmak imkânsız. Dolayısıyla bu yazımızda sadece Tölen Abdik’in vermek istediği esas fikir üzerinde durarak, elimizden geldiği kadar eserin ruhunu derinden incelemeyi, kalem ustasının hayat görüşünü ortaya çıkarmayı gaye edindik. Bugüne kadar bunun için gayret eden pek kimse olmadı, ancak yine de bir tek makaleyle karakterlerin özelliklerini ortaya çıkarabileceğimizi iddia etmiyoruz; çünkü romanda, bir birinden farklı yüzlerce karakterle ilgili görüşün ortaya çıkarılması kolay değildir. Bu yüzden yazımızda romanın ana fikrini anlatmaya, elimizden geldiği kadar yazarın hayat görüşündeki gizemi çözmeye gayret ettik.
Abdik’teki hayat görüşünün, pek kimseye benzemeyen çok gizemli bir yanı bulunmaktadır. “Ölü Ara” romanında yazarın bu özelliğini, onun mükemmel bir biçimde betimlediği Askar’ın kişiliğinde görebiliriz. Kaderin adeta bir karabulut gibi çöktüğü, insanların cehennem ateşinde kavurdukları “ölü dönemde” de sistemin gaddarlığına baş eğmeden, kişiliğinden ödün vermeden savaşmanın mümkün olabileceği, Askar karakteri üzerinden büyük bir ustalıkla betimlenmiştir.
Eserin başkahramanlarından Askar, maneviyatın zirvesine çıkmayı başarabilen birisi, ancak onun gibilerin hayatı, her zaman zorluklarla dolu olur; çünkü bu dünyada ancak pek nadir insan maneviyatın zirvesine çıkarken, kalabalık sürü ise aşağılarda kalır. Sistem sürüye hizmet eder. Dönemin yasaları da sürünün ihtiyaçlarını karşılamak üzere saltanat kurar. Bu yüzden maneviyatı güçlü insanlar ile karınca yuvası gibi kaynayan, ama cahil bir sürü… Hangi sistemde yaşarlarsa yaşasın, asla bir birleriyle anlaşamazlar, ancak, kalabalık sürünün arasında da insana özgü nitelikleri yitirmeden gururluca yaşanabilir. Askar, zaman (sistem) fırtınasının söndüremediği, zifiri karanlıkta da güneş gibi parlayan hayat ışığıdır. Onun iç çöküntüsünü hissettikçe bir yandan sürünün cahilliğine üzüntü duyar, bir diğer yandan da başkahramanın manevi derinliğini daha iyi tanımaya başlarız. Askar ve onun gibileri öldükleri an insanın içini aydınlatan, parlatan manevi yaşam ışığı da sönecektir. İşte bu ışığın azaldığı ve sönmek üzere olduğu bir anda -ki Sovyet döneminde yazılmasına rağmen- komünizmin milletimize kan kusturan gaddarlığından kahrolan yazarın, farklı karakterler aracılığıyla ilettiği kalbinin çığlığı yükselir eserin içinden.
Hatta sistemin gaddarlık sınırının had safhaya ulaştığı bir anda, eli kanlı Sovyet rejimine ateş püskürüp, lanetlemeye başlar. “Tıpkı işgalci zorba devletler gibi başkaları üzerinde hâkimiyet kurma duygusuna, insanlarda da rastlanır. İnsanlar da birbirlerini köle yapmak ister, ancak bu savaşta güçlü her zaman galip gelemez, bazen zayıflar da güçlüyü mağlup edebilir. Bu gibi durumlarda zayıfın en büyük silahı dalkavukluktur”.
Sovyet sisteminin Kazak milletine çektirdiği çilenin gerçekçi bir biçimde yansıtıldığı “Ölü Ara” romanı, XX. yüzyılın gerçeklerini anlatan kapsamlı bir epope olmanın yanı sıra edebiyatımızın değeri asla yitirilmeyecek, asla tükenmeyecek altın hazinesi olarak kalmaya devam edecektir. Romanda, özgünlüğü bakımından bir birinden farklı işlenen karakterlerin bütün dünyasını bulmak mümkündür.
Fırtınalı yaşam denizinin üzerinde bir birine çarpan, kendini kurtarmak için can atan insanların kaderi hakkındaki duyguları kelimelerle ifade etmek neredeyse imkânsız. Bu kadar fırtınalı yaşamın içinde, özellikle Bayten ile Hadişa’nın aşık oyunu oynarken bir birine âşık oldukları gece, romanın en duygulu anlarından birisidir, ancak o geceden sonra sonsuza kadar ayrılmayacağını söyleyen Hadişa’nın, daha sonradan Bayten’e yaptığı ihanete üzülürken, okur kızgınlığa ve öfkeye kapılacaktır. Bunu anlatmaya sözcükler yetmez. Hayatta tutunabileceği bir dal ararken, zamanın (sistemin) fırtınasına yakalanıp yolunu kaybeden nice karakteri de bulmak mümkün eserde. Bu tür karakterlerden birisi de Deli Hamza’dır. Deli Hamza’nın trajik karakteri romanda çok güzel betimlenmiştir. Romanın sonunda hayattan bezen Askar’ı intihar etmek üzereyken kurtaran Deli Hamza’nın aklına ve olgunluğuna hayran kalmamak elde değil. Sistem maymununa dönüşen Nurbek karakterini değerlendirmek ise, ayrı bir yazıyı gerektirmektedir.