
Полная версия
Tölen Abdik Hayatı ve Seçme Eserleri
– Otuz altı…
– Peki, entarin kaç beden?
– Kırk altı, dedi Alma şaşırarak…
O günkü işi de, gece nöbetini de derin düşünceler içinde geçirdim. Gerçekten de benim bu fikrimi, aklı başında bir insanın fikri olarak kabul etmek mümkün değildi. Muhayyilemin ürünü olan hayallere o kadar dalmıştım ki, bu hareketin doğru mu yanlış mı olduğunu tahlil edecek vaktim de yoktu. Alma’yı geceleyin şehre götürüp gezdireceğimi, onun nasıl sevinçten uçacağını gözümün önünde canlandırınca bu saadet bütün uzviyetime hâkim oluyor, kalbim coşkuyla atıyordu. Hiç kimseye söylenmeyecek bu sır o kadar beni mest etmişti ki, aklım başımdan gitmişti. Öğleyin uyandım, alelacele kahvaltı ederek mağazaları gezmek üzere dışarı çıktım. İlkin ayakkabı mağazasına girdim. Satıcı kadının da tavsiyesiyle üstünde süsü olan otuz altı numara beyaz bir ayakkabı aldım. Sonra elbise mağazalarını uzun uzun dolaştım. Entari seçerken, en iyisini almak için o kadar uğraştım ki, boncuk boncuk terledim. İyi ile kötüyü birbirinden ayırmak benim düşündüğüm gibi çok kolay bir şey değilmiş. Elime aldığım entarileri, hayalî olarak ona giydirip gözümün önünde canlandırmaya da sanatkârlık kabiliyetim yetmedi.
Sonunda ücra mağazaların birinde entari kuyruğuna girmeğe mecbur oldum. Bu, arka tarafı sırmalı, eteği havalı, açık mavi renkli, parlak, ithal malı bir entari idi. Bunca adam kuyrukta beklediğine göre kötü olamaz diye düşündüm, fakat sıra bana gelinceye değin entari bitti. Ne kadar dil döktüysem de saçını simsiyah boyamış, hangi milletten olduğu belirsiz, güzel satıcı hanım “Bitti…” sözünden başka lakırdı etmedi. Buna rağmen, tabiatıma çok ters olduğunu bile bile kadının peşini bırakmadım. “Yarın düğünüm var, hususi entari diktiremedik, tek ümidim bu entari.” diye yalvarırken kendimi ben bile tanıyamadım, fakat bu ısrarımın semeresini aldım. Kalabalık dağıldıktan sonra üstüne beş som13 daha ekleyerek kırk altı numara bir entari aldım.
Satın aldığım şeyleri ve güneş gözlüğümü çantama salarak hava kararırken hastaneye geldim.
– Yüzün niçin sapsarı? Hasta filan değilsin ya, dedi ilk gören hemşire.
– Hayır… Öylesine sararmıştır her hâlde… Bir yaramazlık yok ya, dedim resmî bir edayla.
– Hayır, her şey yolunda.
Hastalara reçete yazılan kitapçığı karıştırırken göz ucuyla hemşireyi takip ediyorum. Hemşire perde ile çevrilmiş tedavi odasına girince, çantamı alır almaz koşar adımlarla Alma’nın odasına gittim.
Alma, yatakta kitap okuyordu; yüzüme korku ve şaşkınlık dolu gözlerle baktı.
– Al, çabucak giyin, dedim, çantayı önüne atarak. Üç kere sertçe öksürünce odandan çık ve aşağı in. Anladın mı? Çabuk!
Odadan alelacele çıktım, eski yerime gelerek reçete kitapçığını karıştırmağa devam ettim. Devamlı saatime bakıyorum. “Acaba kaç dakikada giyinir?” diyorum içimden, sabırsızlanarak. “İki ayakkabı, bir iki; entari, üç, dört, beş, hadi altı olsun; gözlük, yedi, bitti işte… Çoktan giyinmiş olmalıydı… Peki, biraz vakit daha verelim. Bir, iki… Beş dakika geçti.” Tedavi odasına girdim. Hemşire iğne kaynatıyordu. Mümkün olduğunca sert şekilde üç kere öksürdüm. Hemşire, hayretle yüzüme baktı.
– Apay,14 dedim sokularak. Çok mühim bir işim var… Kız arkadaşımla buluşacaktım… İki, üç saate dönerim. Beklenmedik bir durum vuku bulmaz… Ben gelene dek Alma’nın kapısını açmayın… Uyuyor…
Hemşire, orta yaşta olmasına rağmen henüz ihtiyarlamamıştı. Gülümseyen gözlerinden gençliğini iyi yaşadığı anlaşılıyordu.
– Gidip gitmemek sana kalmış, dedi, gençlik yıllarından bir olay hatırlamış gibi gülümseyerek. Bana niçin söylüyorsun?
Alma’nın çıkıp çıkmadığını tam bilemediğim için hemşireyi şaşırtma pahasına da olsa biraz daha oyalandım. Sonra biraz daha vakit geçirmek için hemşireyi daha da hayrete düşürdü:
– Teşekkürler, sözünü heceleyerek -Niçin teşekkür ettiğimi kendim de bilmiyorum.
– Zorla söyledim ve dönüp odadan çıktım. Aşağı indim. Bir de baktım ki saçını omuzlarına düşürmüş, gözlük takmış Alma, dışarı çıkmağa cesaret edemediği için merdivenin köşesinde bekliyor. Alma’nın kolunu tuttuğum gibi kendimden emin ve kararlı bir şekilde kapıya yöneldim. Ardımızdan, – Bu içeri yalnız girmemiş miydi, kız arkadaşı nereden girdi, sözünü ikimiz de işittik.
Dışarı çıkınca ağustos gecesinin yeli nefeslerimizi açtı, bizi tenhaya çağırırcasına sevindirir gibi duygularımızı kanatlandırdı âdeta. Göz ucuyla gizlice Alma’ya baktım.
İncecik bedenine açık mavi entari, ne kadar da yaraşmıştı. Yüzünü gözünü kapatan kapkara saçları ile gözlüğü, henüz tam kadınsı biçim almamış güzel görünüşüne esrarengiz bir hava veriyordu.
– Entarin tam geldi mi, dedim tam geldiğini göre göre. Alma, yüzüne dökülen saçlarını başını sallayarak geri attı ve çocuk övünmesine benzeyen bir tavırla bana bakarak gülümsedi. Sonra eğilerek ayağının ucuna baktı:
– Çok sıkıyor, dedi.
– Otuz altı numara, diyerek kendimi müdafaa ettim.
Troleybüse bindik. Tanış birilerinin gözüne ilişmemek için Alma’ya dönerek ayakta durdum.
– Akrabalarından biri görürse rezil oluruz, dedim kulağına fısıldayarak. Aslında sadece onun akrabalarının değil başkalarının da görmesini istemiyordum.
– Peki, dedi Alma, fakat suratından bu meseleye pek de ehemmiyet vermediği anlaşılıyor. Hatta bunda rezil olacak hiçbir şey görmediği de seziliyor.
Parka gelince indik. Ben karanlık köşelerden yürümek taraftarıydım; Alma, açık meydandan geçmeyi tercih etti.
Yolun iki yanındaki kırmızı güller, akşamın ışıklarında parlıyor, titriyor. Açık hava sahnesinden orkestranın gürültülü sesi geliyor. Alma, neşelenmeğe başladı. Elimi yumuşacık avuçlarıyla iyice sıktı. Sinemanın yanından geçerken, – Sinemaya girelim, dedi durarak.
Yüreğim hopladı. Lakin Alma’ya korktuğumu belli etmek istemedim.
– İstiyorsan girelim, dedim şaşkın şaşkın etrafıma bakarak.
Bilet alırken de, içeri girerken de, salona girip oturduktan sonra da acaba birileri gördü mü şüphe ve korkusuyla hep etrafı kolaçan ettim.
Nihayet film başladı. Defalarca gösterilmiş, çok sıkıcı eski bir filimmiş. Seyirci de azdı zaten. Filme hiç bakmadım desem yalan olmaz. Yarı aydınlık perdeye pürdikkat bakarak kımıldamadan oturan Alma’dan gözümü alamadım.
Gözlerine baktıkça Alma’nın hayalimdeki bütün güzellerden daha güzel olduğunu anladım.
İfadesi mümkün olmayan, en esrarlı, en bilinmez şey güzelliğin insanda bıraktığı tesirdir. Bütün fikriyatımızı, insandaki ruh güzelliğini, beden güzelliğinden üstün olduğu esası üzerine kurmuş olmamıza rağmen, hayatta beden güzelliği ile yüz yüze geldiğimiz zaman bu kaideye nasıl muhalif hareket ettiğimizi kendimiz de anlamayız. Pek zeki olmasalar bile güzel kadınlarla kendi ihtiyarımızla evlenmeğe her zaman hazırız; zeki fakat çirkin kadınlardan daima uzak dururuz. İrademizi vahşi sevkıtabii gibi çılgınca bir güç teslim alır. En zayıf yerinden kıskıvrak yakalanan bir ava benziyoruz biz. Demek ki, güzelliğin henüz keşfedilmemiş yahut bildiğimiz hâlde söylemek istemediğimiz esrarı çok…
Alma’nın dizinin üstünde duran sol elini tuttum. Çekindiğim için avucum terledi. Alma, gülümseyerek yumuşacık, kupkuru avucuyla elimi sıktı; sonra hayret edilecek bir şey varmış gibi iri gözlerini açarak şaşkın şaşkın yüzüme baktı.
Sinemadan çıktık. Alma’nın keyfi yerinde, konuşmağa başladı.
– Filmlerde niçin hep güzel kadınların oynadığını anlamıyorum, dedi ellerini açarak. Güzel olmayan kadınlar insanlara örnek olamaz mı? Onların da iyi tarafları yok mu?
– İyiliğin temeli güzelliktir; çünkü hayat vücutla başlar. Güzel insanların akılsız ve kötü olmaları yani nispetsizlik, hayatın karmaşıklığı ve zorluğundan dolayı ilk muvazenenin sık sık bozulmasındandır.
– Dondurma yemek istiyorum, dedi sözümün sonunu beklemeden.
Dondurma bulamadık. Loş bir yere konmuş arkalıksız bir oturağa oturduk.
– Bana çiçek koparıp verir misin, dedi aniden yüzüme dik dik bakarak.
Bu mantıksız isteği nasıl anlamak gerektiğini bilmediğim için bir an durakladım.
– Tamam, dedim sonra ve korkmama rağmen yerimden kalktım, çiçeklerin olduğu yere doğru yürüdüm. Bu büyük bir hata idi. Yaprakları el gibi açılmış iki çiçeği koparıp kenara çıkmıştım ki,
– Beri, buraya gelin, diyen, parmağına küçük bir çanta takmış, kepçe kulak polisi gördüm.
Mahcup ve şaşkın bir vaziyette Alma’nın oturduğu tarafa baktım.
– Buraya dedim size! Yoksa başka birisi de mi var?
– Hayır, hayır, dedim korkuyla.
– Karakola!
– Neden gördüğünüz hâlde düdük çalmadınız, dedim öfkeyle. Mahsus çiçeği koparmamı beklediniz. Zira birilerini yakalamanız lazım…
Polis bir an şaşırdı, cevap veremedi. Sonra her hâlde şaklabanlık yaptığımı düşünmüş olmalı ki, yenimden tutarak sarstı ve çenesiyle karakolun olduğu tarafı gösterdi. Karakola girince biraz kendime geldim. “En fazla para cezası ödeyerek kurtulurum.” dedim içimden, hukuk dersinden bildiğim bazı kanunları hatırlayarak.
– Kimliğiniz, dedi telefonun başında oturan yaşlıca olanı beni gördüğüne sevinmiş gibi neşeli bir sesle.
Bu sırada içeri Alma girdi. Ben, enfarktüs olmak üzereydim. “Her şey bitti.” dedim içimden, bütün ümidimi yitirmiş vaziyette. Hekimlik sıfatımla hiç bağdaşmayan bu gayrikanunî hâlimle bütün hastaneye, hekimlere, kızın ana babasına hatta bütün şehir halkına rezil oluşum gözümün önüne geldi bir lahza.
Ancak, Alma’nın gelişi her şeyi tamamen değiştirdi. Alma’nın güzelliği, odada oturanlara hepsine afyon yutmuş gibi tesir etti. Telefonun başında oturan yaşlıca polisin de, beni buraya getiren kepçe kulağın da, sivil giyinişli delikanlının da soğuk yüzleri ısınıverdi; hepsi birdenbire bizim gibi etten kemikten yaratılmış sıradan insanlar oluverdiler. Hepsinin gözlerinden, “Buyurun oturun, sizi dinliyoruz, her türlü yardıma hazırız.” ifadesi okunuyordu.
Alma, üstünlüğünün farkında olan tecrübeli hanımefendiler gibi gülen gözlerle etrafını süzdü, sonra yanıma geldi, saçımı okşayarak, – Suç bende, dedi polislere. Çiçek koparıp ver diyerek mahsus ben gönderdim onu…
– Neden, dedi kepçe kulak sert bir şekilde, fakat gülümseyerek şaka yaptığını da belirtmiş oldu.
– Mahsus, dedi Alma tekrar. Mahsus, beni seviyor mu diye…
Elektrik çarpmış gibi oldum.
– Ooo dedi, telefonun başında oturan yaşlıca polis. İşte zamane gençleri… Ne kadar açık bir karakter!
– Bir delikanlıyı bu şekilde sınamak doğru mu, dedi sivil giyinişli genç. Bu, kanunları çiğnemektir… Delikanlıyı başka yerde sınamak lazımdır.
– Affedersiniz, dedi Alma, beni sol koluyla iyice kucaklayarak. Bu seferlik affedin… Yoksa suçlu benim, beni alıkoyun…
– Peki, kızın önünde delikanlıyı mahcup etmeyelim. Polisler, taş yürekli insanlar değildir. Hepimiz vaktiyle delikanlıydık. Yaşlı polis, “Al!” diyerek kimliğimi geri verdi.
– Teşekkür ederim.
Dışarı çıktıktan sonra parkın girişine varıncaya kadar birbirimize hiçbir şey söylemedik.
– Çiçek koparıp vereyim mi, dedim aniden durarak, öfkelendiğimi de gizleyemeden.
Alma, kolumu yumuşacık koltuğunun altına kıstırdı.
– Tamam, artık, dedi yoluna devam ederek. Hiçbir şey lazım değil bana.
Taksiyle döndük. Her nasılsa sokak lambaları söndü. Ay, ak bulutların arkasından hızla kayıyor. Hastanenin avlusundaki bankların yanına gelince Alma, beni durdurup kendine çevirdi ve boynumdan kucakladı. Yumuşacık, nemli dudaklarının dudaklarıma değdiğini hissettim. Allah’ım, ne kadar yumuşak ve nazik dudaklar… Alma’nın narin bedenini kucaklayarak bağrıma bastım. Sonra bir bebeği kokluyormuş gibi yumuşacık yüzüne, gözüne yüzümü sürterek kokusunu içime çektim. Kendimi kaybedecek kadar manevi bir haz ve hafiflik hissetmiş gibiyim. Bu haz ve hafifliği Alma’da mı buldum, yoksa kendimde mi orasını bilemiyorum.
İçeri girdik. Alma, yarısını kara gözlük kapatmış yüzünü saçıyla örterek koluma girdi. İkinci katın kapısının önünde Alma’yı durdurdum ve kendim içeri girdim. Hemşire tedavi odasında değildi.
– Hemen odana git, diye fısıldadım Alma’ya kapıyı tekrar açarak.
Alma, odasına girdi. O arada hemşire de geldi.
– Sen miydin, dedi bana gülümseyerek.
– Herhangi bir vukuat yok ya?
– Yok.
– Ben Alma’nın odasında oturacağım, dedim önlüğümü giyerken. Bugün sara nöbeti gelebilir.
Sonra ilmî günlüğümü aldım ve hemşireye göz ucuyla bakarak hiç alakasız, anlamsız sözlerle doldurmağa başladım. Hemşire, bütün dikkatini işine vermiş bir hekim olarak sevinç dolu gözlerle bana baktı.
Odaya girdiğimde Alma, üstünü değiştirmiş çoktan yatağına yatmıştı bile. Ortak sırrı olan çocukların birbirine göz kırpıp gülüşmeleri gibi Alma da beni görünce gözüyle “Olanlar hatırında mı?” dercesine boynunu içine çekti, gülmemek için ağzını eliyle kapattı.
Her zamanki gibi karyolanın kenarına oturdum ve elini tuttum. O da kupkuru, fakat yumuşacık eliyle elimi sıktı. Çok rahat. Onun bakışlarından, bütün varlığından dökülüp gelen fevkalade sıcak akımı hissederek mest oldum.
– Uyu.
– Ya sen?
– Ben seni bekleyeceğim… Tan atıncaya dek… Ömür boyu…
Alma, gözlerini yumdu. Nefes alışının sıklığına bakarak gönlündeki fırtınayı anlayabiliyorum.
Düşüncem bölük pörçük oldu. Her gün gördüğüm hatta kanıksadığım bu gündelik hayat, aniden değişmiş yahut bu hayatla ilk defa karşı karşıya kalıyormuşum gibi geliyor. Hayatı anlamlı ve güzel kılanın kendi saadetimiz olduğunu, bize dışarıdan hiçbir ışığın gelmeyeceğini, hayata ve etrafa ışık saçanın, ancak insanların kendileri olduğunu sonradan anladım. İç dünyam, güzel şuleler saçmağa başlayınca çevremdeki her şey, insanlar, bütün hayat değişip güzelleşiverdi.
Alma’nın hastalığını düşündüm. Onu tedavi etme meselesi, birdenbire tıbbi vazife olmaktan çıktı ve sadece kendim için onu yaşatmak meselesi hâline geliverdi.
Tuhaftır, o gece sağ elde hiçbir hareket gözlenmedi.
Alma, gözümün önünde yatarak, uyuyormuş gibi gözü yarı açık olduğu hâlde tan atıncaya dek hiç kıpırdamadı.
Öğleden sonra başhekim geldi. Yaşı kırklarda, asabi, zayıf, köse bir adamdı. Uykusuzluktan bitkin hâlimi görünce, – Ne o, şu gece nöbetini kimseye vermiyor musun hâlâ, dedi.
Sözü, sorudan ziyade benim hareketimi takdir eden bir cümleye benziyor. Bundan dolayı ben, – Merhaba, sözünden başka bir şey söylemedim.
– Fanatizmin olmadığı yerde büyüklük de yoktur, diyerek bilgiçlik tasladı.
– Sizinle konuşmak istediğim mühim bir mesele var.
– Nasıl bir meseleymiş bu?
– Müşahede altında tutulan Alma Birimjanova’nın durumu çok ağır. En kısa zamanda bir şeyler yapmak lazım.
– Nasıl nasıl, dedi başhekim gözlerini kırpıştırıp sandalyeye otururken.
– Şu anda hasta krizde. Kızı, çok tehlikeli olacak bir nöbetten korumak için sağ elin parmaklarını hatta gerekirse sağ eli tamamen ameliyatla almak lazım…
Bu fikri, başhekime daha evvelden de ifade etmiştim. Bundan dolayı bu fikrin kendisi için yeni olmadığını belirtircesine yüzünü buruşturarak bir müddet cevap vermeden oturdu. Sonra, – Mesele şu, diye söze başlar başlamaz, – Hayır, dedim yine benim de anlayamadığım bir ısrar ve kararlılıkla.
Hayretle yüzüme baktı. Suratımdan mühim bir şey anlamışçasına sesini çıkarmadı.
– Birkaç aydan beri hastayı gözlemekteyim, dedim yüreğim küt küt atarak. Bu arada sabrımın tükendiğini de sezdirmemeye gayret ederek; “Başka çare yok… Eğer ameliyat etmezsek şu iki üç gün içinde kızın kendini öldüreceğine garanti veririm…” Başhekime tesir etmek için bu cümleyi sarf etmesine ettim, ama vücudumun titrediğini, bu sözü boş yere söylediğimi anladım. Bazen insanın kaderini, iradesiz olarak söylenen sözlerin çizdiği de olur. “Anlıyor musunuz, başka çare yok…” Başhekimin sessiz kalışından, sözlerimin tesirli olduğunu anladım.
– Ameliyattan sonra kızın sapasağlam olacağına inanıyor musunuz, dedi göz ucuyla bana bakarak.
– Bunu kesin bir dille söyleyemem zor, fakat biz, öncelikle kızı ecelin pençesinden kurtarmalıyız. Yarın ne olacağını ondan sonra görürüz. Siz bana güvenin. Gece gündüz hastanın yanındayım ve çektiklerini biliyorum…
Başhekimin buruşan yüzü yumuşamağa başladı.
– Velisinin rızası olmadan hiçbir şey yapamayız, dedi yine onay vermeyerek.
– Ana babasından önce kendi rızası gerek, her hâlükârda bu ameliyatı yapmamız lazım; çünkü hastanın vaziyetini onlardan çok biz biliyoruz, hususuyla benden iyi bilen yok.
– Peki, dedi başhekim yüzüme bakarak, fakat yarın vizitede bir de ben bakayım. Sonra tekrar istişare ederiz…
Kalbim küt küt attı. O anda yarınki viziteye değin Alma’yı ameliyata nasıl ikna edeceğimi, başhekimin karşısında nasıl davranmak gerektiğini ve sorulara ne şekilde cevap vermesi icap ettiğini, Alma’ya nasıl öğreteceğimi, zihnimde kurdum.
Ona bu meseleyi hemen açmak istemedim. Gece uykusuna mâni olur diye düşündüm. Yarın erkenden odasına gidip her şeyi anlatacağım…
Hastalar dinlenme faslından sonra saat beş sularında dışarı dolaşmaya çıktılar. Alma’yı kameriyenin içinde kitap okurken buldum. Yüzüme bakarak güldü.
– Gözlerin kızarmış.
– Mühim değil…
– Git uyu.
– Bir şey olmaz…
– Bir şey olmaz deme, hemen gidip uyuyacaksın! Ne yani, yoksa sözümü dinlemiyor musun?
Alma’nın yüzüne baktım. Yine güzelliğinden esen o sıcak, rahatlatıcı, olağanüstü rüzgârı hissediyorum.
– Niçin dinlemeyeyim, dedim çevredekiler duyacak şekilde gülerek. Ne zaman dinlemedim seni?
– Öyle ise git uyu, dedi Alma kaşlarını çatarak. Bugün iyiyim, hiçbir şey olmaz bana. Evine git. Yarın sabah geleceksin nasıl olsa…
– Yarın konuşacağımız çok mühim bir mesele var.
– Tamam, yarın söylersin.
Alma’nın odasına giderek içinde giyeceklerim olan çantayı aldım.
Akşam uzun bir zaman uyuyamadım. Başhekimin ikna oluşuna hayret ettim. “Kendini öldüreceğine garanti veririm.” sözü aklıma geldi. Belki bu söz etkilemiştir başhekimi. Yoksa kessen bir damla kanı akmaz inatçı herifin biridir…
Alma’yı önce sağ elinin parmakları yokken, sonra bütün bir eli yokken hayal ettim. Hiçbir şeyi eksilmemiş. Olağanüstü güzel. Kışın paltosuyla gezerken hiç belli olmuyor. Protez taktırırız. Sol eli ile yazmaya alışır… Hayır, hayır! Protez filan taktırmayız. Bir elle de sokakta halkın içinde gezilebilir. Saklamanın anlamı yok… Bu son karar çok hoşuma gitti. O şekilde gezmesi yüreğimi gerçek sevgiyle dolduracak, ısıtacak gibi.
Talih, hayatta çok seyrek rastlanan bir şeydir. O da herkese nasip olmaz, ancak en büyük bir talihten sonra gelecek bütün talihsizliklere dayanılabilir. Zorluğu, sıkıntıyı bertaraf etmenin en büyük yolu tahammüldür. Tahammül etmesini bilirsen bütün dertlerin, sıkıntıların gözü yılar. Mesela, birisi boynuna on kilo taş bağlasa, yirmi kilo taş bağlamadığına şükrederek bu hâlini mutluluğa çevirmek mümkün müdür? Elbette mümkündür. Demek ki her türlü zor durumdan bu yolla kurtulmak mümkündür. Bunu için yalnızca yaşamak lazım, dirlik düzenlik lazım… El dediğimiz nedir ki? El, hiçbir şey değildir aslında…
Doğru, her şey insan eliyle yapılıyor… Fakat zulüm de, kötülük de insan eliyle yapılmıyor mu? Kötülük eden eli hemen kesip atmak lazım… Hemen… Kesip atmak lazım… Hemen…
Sabah erken uyandım. Dünkü vakayı ve akşamki düşünceleri hatırlayınca uykum açılıverdi. Alelacele kahvaltı ederek hastaneye geldim. Bekçi henüz uyanmamıştır düşüncesiyle kapıyı vurmağa çekindim, fakat kapı açıkmış. Kapının önünde bir araba duruyor. İçeri girip ikinci kata çıkınca işe benden de önce gelmiş olanların gürültüsünü işittim. Dolaptan önlüğümü alıp giydim. Bir yerlerden başhekimin çatallaşmış sesi geliyor. Bu niye erken geldi acaba? İrkildim. Yok, hiçbir şey yok. Viziteye değin dolaşmak asla âdeti değildir… O vakte kadar her şeyi ayarlarım… Perde ile bölünmüş odadan hemşire çıktı ve telefona yapıştı. Beni görünce başını eğdi.
– Oraya gittin mi, dedi telefon numarasını çevirirken.
– Nereye?
Hemşire hayretle suratıma baktı ve ahizeyi koyarak, – O kız öldü, dedi alçak sesle.
Yüreğim ağzıma tıkıldı. Nefesim daraldı, yakamı açtım. Bu sözü işittiğim anda gönlümün derinliklerinde bu kötü haberi bekliyormuşum, böyle olacağını hissetmişim gibi bir his peyda oldu. “Biliyordum, böyle olacağını biliyordum… Hissetmiştim…” “Sonunda kendini (aman ya Rabbi) öldüreceğine (uyuşan şakağımı tuttum) garanti veririm…” (Ben öldürdüm onu… Ben…) Odaya nasıl girdiğimi hatırlamıyorum. Üç dört doktor vardı içeride.
Döşekte sırtüstü yatan Alma’yı gördüm. Dili dışarıda, gözleri belermiş. Çok acı çektiği yüzünden belli oluyor.
Yanına geldim, bileğini tuttum. Çoktan soğumuş. Boynunda gövermiş parmak izi var. Sağ eli göğsünün üstünde. Öldükten sonra boğazından ayırmış olmalılar.
“Garanti veriyorum… Garanti veriyorum… Sonunda kendini öldüreceğine…”
“Söylemedim mi?” diyor biri içimden. “Dediğim gibi olmadı mı?” Ağlamamak için kendimi zor tutuyorum. Aptallaşmış bir hâlde, – Tamam, artık morga götürmek lazım, dedim seslice, ne söylediğimi kemdim de bilmeyerek.
Akşamleyin cesedi ana babası alıp götürdü. Ertesi gün defin merasimine katıldım…
* * *Hikâyesini bitirdikten sonra bir sigara yaktı.
– Bira için, dedim uzun bir sessizlikten sonra. Başka bir konu açarak lafı değiştirmek istedim, fakat havanın sıcaklığından da, gazete sayfalarındaki siyasi haberlerden de, karşı tarafta oturan kızların güzelliklerinden de bir şey çıkaramadık.
– Bira bayatmış, dedim düşen etiketin yazısına bakarak.
O, sesini çıkarmadı.
Açık hava kafesinin içi bira içmek isteyenlerle doldu.
– İzninizle, dedi garson kız, kaşık, bıçak ve çatalları masanın üstüne koyarken. Sonra da biraları açtı.
Bıçak tutan sağ elime korkuyla baktım.
ERDEM CEPHESİ
Ben bu günlüğü tanıdık bir doktordan almıştım. -Şaşılacak şey şu ki- Daha sonra ilginç bir şey oldu, meğer günlük sahibini tanıyormuşum. Ne kadar geniş olursa olsun, insanlar, dünyanın bir noktasında bir şekilde birbirleriyle buluşuyorlar.
Gençlik yıllarında hayat karmakarışık-kalabalık bir pazar yeri gibidir. Hem dost, hem arkadaş sayısı çoktur. ‘Dostun dostu bana da dosttur’ anlayışı hâkimdir. Elimdeki günlük sahibiyle hayatın oldukça kızıştığı böyle bir dönemde az çok ilişkimiz olmuştu. Yüzünü de hatırlıyorum; uzun boylu, zayıf, sarışın bir delikanlıydı. Yufka yürekliydi, kırılgandı. Kendisine bir şaka yapılmasın, hemen kıpkırmızı kesilirdi. Bu yüzden ona yabancı bir ülkenin insanı gibi dikkatli muamele eder, ihtimam gösterirdik.
Düğünde dernekte karşılaşırdık genellikle. Konuşmasından, hareketlerinden entelektüel bir ailede yetiştiği, kitabî bir terbiye aldığı hemen fark edilirdi. Yumuşak huyluluğu başkalarının hoşuna gitse bile, kendisi bu durumu bir zillet gibi algılıyordu. Onunla konuşmak için özel olarak ilgilenmezsen birisinin yanında saatlerce sessiz, sedasız oturmaya hazırdı.
Kendisiyle içtenlikle muhabbet ettiğim hiçbir anım olmadı. Uzak bir diyara gidecek gemiye binen yolcuları uğurlar gibi, aramızda sadece titrek bir samimiyet kalmıştır belki. Sonra onunla hiç görüşmedim…
Şimdi ise birkaç defterden oluşan günlüklerini okuduğumda benim bildiğim sarışın delikanlıdan tamamen farklı bir insan olduğunu anladım.
Yazdığı günlüğe bakarak hayat hikâyesini yazmak ne mümkün! Günlükte çoğunlukla düşünce ve duygularını dile getirmiş. Sadece son defterinde onun kader çizgisini belirleyen görkemli portresini seyredebiliyoruz. Burada olaylar sırayla ve tafsilatlı bir şekilde anlatıldığına, diğer insanlarla karşılıklı yazıştığı mektupları bile özenle tekrar yazıldığına göre; bu günlüklerin bir gün mutlaka başka biri tarafından okunabileceğini hesaba katmış olmalı. Okuyucularımla onun günlüklerinin sadece son kısımlarında anlatılan olayları paylaşmayı düşünüyorum. İki duygu arasında gel-git yaşayan ve iç dünyası bunaltıcı bir çelişkiye maruz kalanlar için, ümit ve şüphenin, gerçek ve yalanın arasında sendeleyenler için bu günlüklerin muhakkak bir faydası olacağı kanaatindeyim.
Günlük sahibinin ismini zikretmem edebe aykırı olacağını düşünüyorum. Birçok gizli yaşıtlarımızın biri olarak kabul etmenizi istirham ediyorum.
1