bannerbanner
Anar'ın Dünyası
Anar'ın Dünyası

Полная версия

Anar'ın Dünyası

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
3 из 5



“….ve ana yine bir eliyle sırtından bir şey koparır hepsini bir bir çocuğunun üstüne örter ve titreyen son nefesini, işitilmeyen son sözünü de çocuğunun üstün örter, Korkma çocuğum, korkma küçüğüm, son nefesimin sıcağı da senindir…”

İşte bu satırlarda ananın korkusu, telaşı daha çok hissedilir. Heyecanlandırır. Ama , bencei “Buzdan Heykel’i okuyan her çocuk, kendini buzu kırıp sağ kalan çocuğun yerne koyar, annesini kahraman görüp ve sonunda mücadeleyi çocuk aklıyla anlayabilir…

Edebiyatsever alim Mikayıl Rızakuluzade, Enver Memmedhanlı hakkında Azerbaycan nesrinde lirik üslubu nkurucusu sayılabilir, diyor. Yazarın daha yazarlığının ilk yıllarınada kaleme aldığı “Bakı geceleri” hikâyesini edebiyatımızda lirik üslupta yazılmış en güzel eser diye adlandırabiliriz.Eyaletten başkente, büyük, çok büyük arzular ve ümitlerle gelen gencin duyguları o kadar zarif, ince, akıcı bir dille tasvir edilir ki insan hikâyeyi okuduğunda gerçeği unutur.

“Yüreğin sabırsızlığı mıydı, beklemenin tükenişi miydi, esrarengiz bir sesin çağırışı mıydı, ne idiyse, beni böyle bir heyecan içinde şehrin yukarı tarafından aşağıya kadar kovmuştu sanki, o deniz şimdi eteğini eline alıp kaçmaya başlayacaktı ve ben onun arkasından gidecektim ama ulaşamayacaktım. Sonra bütün ömrüm, sonrasında ise bütün ömrüm boyunca o mavi denizin kenarında diyar diyar gezecektim…”

Yazar hayatı boyunca deniz görmeyen ve görmek isteyen bir gencin arzusunu öyle bir dille, eneyjiyle tasvir eder ki onun şehrine gitmemenin imkânı yoktur.”Ayrıldılar”, “Batmayan Güneş”, “Ay ışığında” bu türden hikâyeleridir. Fakat yazarın benzersizliği de şudur, o tarihi kahramanlık konulu eserlerini de aynı zarif, ince bir nüansla takdim edebilir.

Enver Memmedhanlı “Cazibe Kuvveti”, “Leyla ve Mecnun”, “Feteli Han” (Mehdi Hüseyn’le birlikte )vs filmlerin senaryo yazarıdır. Fakat bugüne kadar her birimizin severek, gururla seyrettiğimiz Babek” bu sıralamadan özellikle ayrılır.

…Rafael Hüseynov “Milletin Zerresi”kitabında yer alan “Bahçe Romanı” denemesinde Enver Memmedhanlı’nın günlüğünden bölümler verir:

“Hiç olmazsa bir defa, son defa onun elini elime alıp doyuncaya ya kadar yüzüne baksaydım…

Benim bu düşüncelerim, belki de başkalarına gülünç görünecek!Olsun!

Ben onu ömrümün sonuna kadar unutmayacağım…”

Bu cümleleri okunduğunda “Babek” filminden sonra az kalsın aforizmaya çevrilmiş, Babek’in sevdiği kadın-Pervin hakkında söylediği- Unutulmayan kadın budur!-ifadesini hatırladım. Ve o oda, yazarın çevresindeki kağıt mağıt dağınıklığını, kabarmış saçlarını biraz daha karıştırıp yazdığı aklıma geldi. Kimbilir hangi unutulmayanın ömrünün sonuna kadar unutmayacağının hasretiyle yanıyormuş bu satırları.

* * *

Enver Memmedhanlı zamanının okşamasını da – Azerbaycan Emekdar Sanat Hadimi, halk yazarı sıfatını almasıyla- darbesini de –“Şarkın sabahı” piyesinin SSRİ Devlet başarısına layık görülmüş, mükafat alanların listesinde adının olmamasıyla tatmış sanatçıdır.Aslında belki her ikisini de daha farklı, daha acı tatmıştı. Bütün bunlar onun geçmişinde, biyorafisinde bizim edebiyat tarihimiz deyer alır.Ama şimdi…?

Anar” Hayatım acıyor” povestinde şöyle yazar:

“Enver ilk hikâyelerinin yazarı olarak otuzuncu yıllarda her ne sebepleyse, Allah korusun, dünyasını değiştirecek olsaydı o gün onu, mesela, farzedelim musiki de Asef Zeynallı, ressamlıkta Rüstem Mustafayev gibi çok erken vefat etmiş nadir bir istidad olarak hatırlar, değer verir. Babası için, çılgın hareketleri sebebiyle 1937 yılında kurban edilseydi günümüzde daha da çok putlaştırılırdı. Azerbaycan nesrinin savaş kurbanı olarak anılırdı…

Fakat edebiyatta hakiki tavizsiz ölçülerle temellenmiş yerini bulması için bütün ömrünü , bütün acı dolu hayatını yaşamalıymış…Ve birinin çok doğru belirttiği gibi yazarlık yalnız sanat değil hem dünyada yaşam tarzıdır da. Enver’in maneviyatımızdaki yeri bugün belirlenmiş yerinden oldukça yüksektir. Edebiyat tarihimizde ona ayrılmış bölümden defalarca yüksektir.

Son günlerde Enver Memmedhanlı’nın yazarlığına tekrar bakıldığında o büyüklüğünü, yüceliğini hissettim. Fakat bunu daha iyi anlamak için ona başka gözle, daha hassas bir yürekle bakmalıyız… Edebiyat dünyasının duvarsız odalarının içine girerek, Demokles’in kılıcını altında oturarak!

ÜÇÜNÜN YALNIZLIĞI


Edebi eleştirinin edebi eserlere veya herhangi bir sanatçının yazarlığına tamamen yaklaşmasının temel anahtarı tarihtir. Tarih yazarının, şairin hayatını, hayatını geçirdiği muhiti öğrenmeden, bilmeden eseri tarafsız değerlendirmesi mümkün değildir. Bunun için birçok eserin asıl değerlerinin kenarda bırakılarak bugünün gözüyle araştırılması bilgisizlikten gelen gülünç mülahazalar ortaya çıkarır. Çünkü eleştirinin asıl vazifesi, ilk önce yaratıldığı tarihi gerçeği ortaya çıkarmak, okuyucu da devir hakkında gerçek tasavvurlar yaratmaktır. Fakat devrin, zamanın sadece konusuna veya oradan belirtilen sözcüklere, terimlere, uslübün tesiri değil, başlı başına sanatçının kendisinin karakterine ve şöyle de söylenilebilir, ruhunun yansıması zor ve derin bir meseledir. Örneğin nasıl olur da aynı tarihi şartlarda doğmuş aynı şartlarda yaşamış yetenekli iki sanatçı aynı hadiseye ve konuya farklı yaklaşabilir?! Bu sadece insan olarak farklılıklaradan mı gelir veya ortaya çıkanları herkesin başka türlü kavramasından mı hissetmesinden mi bilinmiyor! Elbette bu söylediğim zor meseleler sadece edebiyatın değil felsefenin de psikolojinin de araştırma konususudur. Fakat bazen aynı şairin veya yazarın yaratıcılığındaki bir duygunun, ruhun çeşitli ifadelerini görsen de bu sorunun cevabını yine sanatçının hayatında aramalısın.

….Azerbaycan edebiyatı tarihinde yeri bulunan, yazdıkları eserlerle geniş okuyucu kitlesinin sevgisini, ilgidini kazanmış üç sanatçı, Resul Rıza, Nigar Refibeyli, Anar! Bu üç sanaçıyı birleştiren sadece aile değil, sanattır, edebiyattır. Bazen onların yazarlığında benzer hislerin farklı ifadesini görünce yine de muhiti, şartları düşünür, anahtarı ararsın. Anar’ın yaratıcılığında ilk gençlik yıllarından beri yazdığı, denilebilir ki bütün eserlerinde yalnızlık mevzusuna rastlanır. Yazarın şahsi arşivinden aldığım hiç yayımlanmamış hatta daha çocukken yazdığı hikâyelerde de bu ruh hissedildiğinde çocukça düşüncelerle kaleme aldığı sade konulardan içerisinde de insanın yalnızlığının ifade edildiğini de gördüğünde şaşırmıyorsun.Çoğuna göre şanslı, bahtı açıkbiri sayılan “ak gömlek’le doğmuş yazarın yalnızlık konusunu neden, hangi sebeple bu kadar düşünmüş?! Belki de sorunun cevabı ailededir, ana babanın hayatında, yazarlığındadır. İşte insan yaşadıkça sadece kendisinin değil anne babalarının tecrübelerini de kendine mal eder. Çocuklukta yaşadıkların veya gördüklerin veya ailenden işittiklerin sanki kendinin yaşadıklarına, hatıralarına döner. Anar’ın anne ve babasının, Resul Rıza ve Nigar Refibeyli’nin yalnızlık konusunu yazması veya yalnızlık hisisi yaratan terbiye usulleri son derece tabi görülür. Resul Rıza, Han soyundandır. Gökçaylı Mehmet’in soyundan, Nigar Refibeyli Genceli Hudadat Bey’in kızıdır. Bu kısa biyografik bilgi Sovyet Hükümeti kurulmamış olsaydı bugün başka türlü anlam bulur, kavranırdı. Fakat Sovyet Hükümeti’nin Azerbaycan’da kurulması bu, han kelimeleri düşman sözüyle eş anlamlı sayılıyorsa halk düşmanı baba, Türkiye’de yaşayan kardeş (Nigar Refibeyli’nin babası Hudadat Bey “halk düşmanı” suçlamasıyla kurşuna dizilmiş, kardeşi Kamil ise Türkiye’te göçmüştü.) gibi biyografik detaylar da onun için tehlikeliyse de düşüncelerini, arzularını, hayallerini açıkça konuşmak anlatmak korkutuyorsa, bugün sorulduğunda ekmek kesen birinin yonca (yonca, o dönemde hafiye haberci manasında kullanılan bir jargondur) olduğunu öğrenirsen içine kapanmaktan, küçük, ufacık dar, çevrende yaşamaktan başka yol kalmaz. Bu kısıtlılık belki de tabiatın her insana verdiği, her insanın içindeki yalnızlık duygusunu ortaya çıkarıp şiddetlendirir. Resul Rıza kendisinin “Sıkıntı” şiirinde bu hissi doğrudan ifade eder:

Uzun yıllar sıktı beni:Kâh çizmelerim-Bazen uzunu, bazen eni ile,Kâh geçip giden bir teessüfüm,Kâh ümidim yeni ile,Kâh dünyanın derdi, gamı sıktı beni,Kâh çoraplarımın boğazı.Kâh alçak bulutların kalın perdesi,Kâh bir nadan kalemindenDökülen yazı.

Şairin bu şiirinde sıkılma kendiliğinden ortaya çıkan, bu sıkıntıyı, yalnızlığı hissetmektir. Ama bu Ezop tarzında tasvir edilmiş sıkıntı hiç şüphesiz ayakkabının yarattığı sıkıntı değil, muhitin koymuş olduğu yasakların, çerçevelerin sembolüdür. Dün, gerçekten han soyundan olmakla övünen, büyük arzularla şehre gelen yetenekli bir gencin birdenbire bu çevreye sınırların içine sığması ne kadar zordur… Çünkü çocukluktan, yeniyetmelikten beklentileri, istekleri değişmişti. Enver Memmedhanlı “İki ömrün Işığı” kitabının ön sözünde şöyle yazar:

Çocukluk yıllarımızın en büyük arzusunu hatırlanmaya çalıştığımda hafızamda kalan şuydu: Bizim en büyük arzumuz seyahat etmekti. Bir keresinde Gökçay’ın üst tarafındaki Boz Dağ’a yemliki turşeng 5 , quşeppe 6 toplamaya gittiğimizde bir tepenin başından uzaklara bakarken Resul bana “hiç kimseye söyleme, yakında evden kaçarız, başımızı alıp gider, bütün dünyayı gezeriz demişti”

Başını alıp gitmek, bütün dünyayı gezmek arzusundaki bir gencin şiirde belirtiği gibi sıkılması, sınırlar içine girmesi, yalnızlık, kimsesizlik hislerine tesir etmeyebilirdi. Aynı zamanda şairin birçok şiirinde satır altında ifade ettiği biçimde, geçmişinin daha doğrusu han soyuna mensup olmanın yarattığı baskılar, maniler de diğer yandan:

Heyhat!Yine geldi kemikler,Kemikler bentlendi.Kemikler kementlendi,KemiklerBırakmadı ileri.Sonra neler oldu neler!…Buz dağları gibi sıktı beniHayat adlı, ömür adlı mengeneler,(Resul Rıza Toprak Olmuş Kemikler)

İster “Sıkıntı” isterse de “Toprak Olmuş Kemikler” şiirlerindeki keder, acı, hayatın kuralıdır, dersek yanılmayız. Ömür boyu “Toprak Olmuş Kemikler”in (Yani ölmüş akrabalar) cevabını, hesabını vermek, “nadan kaleminden dökülen” yazılardan sıkılmak” “buz dağları gibi sıkan, ömür adlı mengeneler”in içinde yaşamak vs. Fakat Nigar Refibeyli ve Resul Rıza için bütün bunlar -sıkıntılar, korkular- sonradan oluşmuşsa da, Anar bunların arasında dünyaya gelmiştir. Gözünü açtığında çevresi, hayatı, insanları bu durumda görmüştür. Belki de bunun için Anar’ın yazılarında bütün bu konular daha tabi, yani bir şekilde hayatın kanunu olarak ifade edilir. Yalnızlık insanın tabi hâlidir. Anar’a göre insan başkalarına benzemiyorsa sessizce kendine dönerek de yaşayabilir ve sıkıntı, korkular hayatın bir parçasıdır, dert değil, şikâyet konusu değildir. Bir yandan boşalan dünya, diğer yandan dolar. “O gecenin sabahı” hikâyesinde olduğu kimi. Her gece endişe içinde komşu kapılarının dövülmesini dinleyen komşular, daha doğrusu, 1937 yılının “sakinleri” yeni bir bebeğin dünyaya gelmesini de birinin gitmesi biçiminde yanlış algılarlar:

“Murat:

-Kötü niyetli olmayın, dedi. Cankurtarandı, Feride’yi doğumevine götürdük. Bu gece oğlum oldu.

Tavus elini alnına vurdu, Aaaa, yaaa, dedi. Tamamen unutmuşum. Feride, doğru karnı burnunda geziyordu.

Züleyha:

– Gerçekten yaa, hiç aklımıza gelmedi, dedi. Allah korusun. Allah ömürler versin. Anasıyla, babasıyla.

Civanşir nedense sarardı. Acele sigara çıkardı. Sakine nedense kızardı. Başını aşağı indirdi.

Takırtı işitildi, fırça Beşir’in elinden kayarak düştü.

Surhay:

“Gözün aydın, tebrik ederiz” dedi ve acele çıkıp gitti.”

Yazar kendisinin de belirttiği gibi, halkın hafızasına tek renk kazınmış olan, tarihe farklı bakış açısıyla bakar, yalnızca günahsız insanların katledilmesine değil, yeni insanın doğumuna da dikkat çeker. Aslında burada da sembol vardır. Yazar sadece güzel veya sadece kötü düşünceler taşımanın tabi olmadığına dikkati çeker. Yalnızca bu detay, yani sadece iyinin değil kötünün de varlığı veya tam tersi sadece kötünün değil, iyinin de varlığı (İster zamanda, ister çevrede, isterse de insan karekterinde ) Anar yaratıcılığının asıl dikkati çeken taraflarından biridir. Yalnızlığın kendisi de bu eserlerde tek bir mana ile ifade edilmez. Bu konuda “ İyidir, kötüdür”, ”doğrudur, yanlıştır”, “üstünlüktür-anlaşmazlıktır” gibi müspet bir fikri söylemelidir. Fakat Resul Rıza’nın şiiirlerinde yalnızlık, kimsesizlik ne kadar gizliyse ima ile verilirse bile, gerçekte muhitle ve bazı olaylarla ilgilidir. Bu insanın tabi hâli, kaçınılmaz talihi değildir. Şair “Genç İşçide” adlı şiirinde kaybettiği dostlarından ve kendi yalnızlığından bahseder:

Şimdi sen yok,Müşfik yok,Mikayil yok,Faruk yok,Samed yok,Eli Nazim yok, Mehdi yoktur.Yalnızca, nasıl döneyim o günlere,Nasıl geçeyim o yolu?

Şairin şiirinde yalnızlığı yaratanın sadece dostlarını kaybetmesi olduğu görülür. Onların varlığı bu kederi kovar, o hatıralara dönüp kendisini mutlu hissetmesine sebep olabilir. Anar nesrinde insan dostları, kardeşleri arasında da yalnız ve kimsesiz olabilir. Yine Resul Rıza’nın meşhur “Kime diyeyim derdimi?! // Dünya dolu insandır” sorusu Daha çok Anar’ın kahramanlarının yalnızlığını ifade eder.

…Ve o kahramanlar bazen kendi yalnızlıklarına tamamen başka, farklı vasıtalarla, denilebilir ki, sadece radyo dinlemek veya tanımadığı bir kişiyle dertleşmekle nokta koyabilirler. Mesela “Ben, Sen, O ve Telefon” hikâyesinin kahramanı Seymur, dostlarının kardeşlerinin arasında yalnızdır. Veya “Ak Liman” povestinin kahramanı Nemet, ailesi, çocukları, zengin bir hayatı, başarılı kariyeri olmasına rağmen yalnızdır, tekdüze, ışığını yitirmiş bir çevrenin içerisinde yalnızdır. Ve bu yalnızlıktan onu ne gürültülü patırtılı aile meclisleri ne de neşeli, sevgili kızları kurtarabilir. Sadece bir telefon, Tehmine’nin telefonu bembeyaz limanda kırmızı gemilerin varlığına inandırır onu:

– İzin verirsen rüyamı anlatayım, sen de onu yor.

– Anlat:

– Ben bu rüyayı sık sık görüyorum. Aynı rüyayı. Biraz önce sen telefon ettiğinde de görüyordum. Deniz sahilinde olduğumu görüyorum. Açık, aydınlık bir gün. Sahil bomboş. Tek başımayım. Yapayalnız. Deniz masmavi. Uzakta, ta uzakta ufuk çizgisi civarında ak bir liman görünüyor ve bu ak limanda kıpkırmızı gemiler durmuş.

– Garip bir rüya. Çok sağol, sevgilim. İyi geceler değil, iyi sabahlar. Affet beni.

– Sen de sağ ol. Dördüncü düğme unutma”

Burada sembol olan “dördüncü düğme” aslında yazarın birçok eserindeki çıkış yoludur. Ya da en azından hafifleştirme yöntemi de sembolik olarak verilir. Nemet Tehmine ile konuştu dördüncü düğmeye basıp tekdüze, ışıksız hayatının küçük bir modeli olan teyp bandını bozdu ve sessizleşti, gidip yattı. O zaman uykusunda ak limanı, kırmızı gemileri de gördü.

Yalnızlığın Resul Rıza ve Anar’ın sanatındaki muhtelf yansımalarını gördükçe, derinine indikçe Nigar Hanım’ın şiirindeki aynı duygular daha zarif ve biraz da hafif gelir insana. Resul Rıza da yalnızlık kendisinin talihi, muhitin sınırları, dost kaybı, aynı zamanda yenilikçiliğinin hiç de daima tek anlamlı bulunmamasıyla, çeşirli saldırılarla, gammazlarla ilgiliyse de Anar’ın belirttiği yalnızlık insanın kendisi ve iç âlemiyse, kendi düşüncelerinden ve başkalarından geliyorsa, Nigar Hanım’ın yalnızlığı ailesiyle, sevdikleriyle ilgiliydi. Genellikle Nigar Refibeyli’nın hayatına ve yazarlığına bakıldığında bu kadının içindeki iyimser ruhu, hayata bağlılığı görürsünüz. Bunun sebebi hayat bütün karmâşıklıkları ve zorluklarıyla da güzel olmasıydı.

“Uykuda dünyayla vedalaşıyordum. Dünya güzeldi, ayrılmak zor.” (Veda)

Şairenin bu güzel dünyasının düzeni, güzelliği, ailesi, sevdikleri, kardeşleridir. Bu manada Nigar Refibeyli Anar’ın kahramanlarından bir hayli farklıdır. O, ailesinin arasında yalnız kalamaz, kendini kardeşleri arasında yalnız hissetmez. Yalnız sevdiğinin uzaklığı veya mahrem bir adamın kaybından doğabilir bu his:

“Gittin gecelerimin tatlı uykusunu götürdün Gönlümün sevinç, ferah duygusunu götürdün Hasretim, hicranım benim.” (Gittin)

Veya başka bir şiirinde Nigar Hanım şöyle yazar:

“Bulut gibi seslenirim, Yurdumda garip olurum. Hem sararıp hem solarım Bir gün seni görmediğimde. (Bir gün seni görmediğimde)

Nigar Refibeyli’nin şiirlerinden aldığım bu mısralardan da açıkça anlaşılıyor ki, onun şiirlerinde yalnızlık, kimsesizlik daha çok geçici bir zamandır, geçici durumdur, birçok zaman hasretle, özlemle ilgilidir. O, yalnızlığı yenmenin, kimsesizliği savurturmanın tek yolu ailesine, sevdiklerine sığınmaktı.

1941 yılında Resul Rıza savaşa gittiğinde Nigar Refibeyli “ Güle Güle”yi yazdı, “Git, sevgilim, uğurlar olsun” dedi ve birçok hasret, ayrılık şiirinde de sadece bu konu üzerinde durdu. Ama şairenin günlüklerinde bu günlere ait notlara bakıldığında onun yalnızca sanatçı olarak değil, bir kadın ve anne olarak da bilgeliğini görürsünüz.

“1 Ocak 1942

Sabah uyandığımda Anar mutlu bir gülümsemeyle bana bakıyordu. Anar!.. Anar!.. Her derdi bir gülümsemeyle unutturan Anar.”

“23 Ocak 1942

…Akşam o (Resul Rıza-P) giderken evimiz insanlarla doluydu. O, kapıdan çıkarken ben boğazıma bir şey takılmış gibi boğulup kalmıştım. Ağlamak istiyordum. Gözyaşlarımı zorla saklıyordum. O gittikten sonra Anar’ı kucağıma alıp yattım…”

Aslında, çağdaş dünyada yazarlığın, şairliğin göstergelerinden biri de gerçek hayattan uzaklıktır. Orta derecede yeteneği, az çok yazıp çizme kabiliyeti olan biri dünyayı terk etme belirtisi ya da yalnızlık hayalleri ile kendini farklı göstermeye, sanatçı niteliğini ortaya çıkarmaya çalışır. Yazar, şair sanki gerçek hayat sevinçleriyle yaşayamaz, ana baba kaygısı çekmek veya evlat varlığından mutlu olmak onun için önemsiz işlerdir, çünkü o “yazardır, şairdir” ve daha evrensel meseleler hakkında kafa yorar. Bu konuda her üç sanatçının yaratıcılığında yalnızlık, kimsesizlik uydurulmuş, imaj için yaratılmış bir şey değildir. Nigar Hanım’ın yalnızlığı ise sadece kadın yalnızlığıdır. Kiminin kurtuluşu anne sevicinde, sevgili, hanım olarak yârine kavuşmaktır. Sevdiğine “Ömrüm sensiz olmasın, şiirlerim sensiz olmasın…” diyen kadının başka bir isteği de yoktur. Çünkü Nigar Hanım sadece şaire değil, evladının gülüşünden sıkıntısını unutan annedir, eşinin varlığıyla bütün “sıkıntılardan” sınırlardan kurtulan bir kadındır. Ve hatta yaşının, yılların getirdiği ardı arda kayıpların sebep olduğu yalnızlık duygusu da Nigar Refibeyli’nin yaratıcılığında dert olarak değil, şikâyet olarak değil, esefle, sancı olarak ifade edilmiştir. Onun “Refikam Benim”, “Müşkünaz Hanım’ın Aziz Hatırasına”, “Benim Şair Kardeşlerim” vb. şiirleri bu konuda dikkati çeker. Ancak yine de şiirlerinden birinde Nigar Hanım yaşı sebebiyle, hastalıkla ortaya çıkan yalnızlığını kızıyla paylaşır ve teselliyi onda bulduğunu söyler:

“Ömrümün hazan çağındayım,                                      Terane.Sonbahar bağındayım…Hatıralı günlerKızıl kızıl yapraklar gibi dökülür.Ömrümün çıplak dallarındanIşıklı bir ümit gülüyor.O sensin Teranem, o sensin…”

Şiirin daha ilk mısrasında ömrün hazan vaktinin taşıdığı keder, hasret hissedilir. Ama şaire yine de o sonbahar bağında etkileyici bir ışık görür; Terane’yi, kızını… Bu Nigar Hanım için kadınlığı, anneliği daha çok kaygı ve zorluk değil aksine bütün çıkmazlardan kurtuluştu.

İhtiyarlığın, geride kalmış yılların, hatıraların “getirdiği” yalnızlık Resul Rıza ve Anar yaratıcılığında daha sancılı, daha kederli görülür. Anar nesrinin birçok kahramanı sadece yalnız değil, hem ihtiyarlığın hem de geride kalmış güzel günlerin kederini, kayıpların azabını çeken insanlardır. Mesela, “Dante’nin Anma Töreni”nde Kebirlinski yalnızca kendi “kabında”, muhitinde olmadığı için yalnız değil, hem gençliği, turneleri hem de köy köy gezip oynadığı rolleri (iyi kötü farkı yok) geride kaldığı için yalnızdır. Ya da “Ak Liman” da Sefter dayı ve Memmed Nesir yalnızlığının esas sebebi de ihtiyarlıkla ilgiliydi. Yazar bu insanların yalnızlığını farklı şekillerde ifade eder. Mesela, Memmed Nesir’in karşısına çıkan her insana havada sudan konuşması ve bununla o güzel günlerine geri dönmesi veya kendisiyle tavla oynaması asıl detaydır. Yazar “bir hasır, bir Mehmet Nesir” de acılarını unutmak için yol da gösterir, içkiyi:

“Mehmet Nesir 35 yıldır bu idarede kapıcıydı. Ama üçüncü kadehten sonra editör oluyorum, beşinci kadehten sonra şube müdürü, yedinciden sonra idarenin müdürü oluyorum diyordu. Sonunda da hesabı şaşırıyorum. Fakat bir vakit başkan yardımcısı, sonra başkan olduğumu görüyorum. Sonra Hindistan padişahı. Sonra Allah…”

Anar’ın kalemine özgü mizah, bu meselede de kahramana bir şekilde yardımcı olur. Bazen şaka, hafif, hissedilmeyecek derecede hafif bir ironiyle belirtilen sorunu rahat kavramaya yardım eder. Resul Rıza’nın ise bu meselelere bir hayli ciddi yaklaştığını, buna ihtiyarlığın, yılların getirdiği garipseme duygusunu “Ömür Yolu” şiirinde etkileyici bir vurguyla dile getirdiğini söyleyebiliriz:

“Ne sokaklar,Ne yapraklarındaDamla damla yağmur damlaları, ağaçlarYumuşak gecelerDağınık saçlaGeride kaldı.Uykulu ela gözlerDokunaklı sözlerMihriban yüzlerGeride kaldı.

Şair için bütün bu geride kalanlarla beraber hala yaşaması, geleceğe kalanların varlığı bir tesellidir. Ama o kaybedilen sadece gençlik aşkı, yumuşak geceler değildi işte. Dost kayıpları, sevgili yüzlerin geride kalması daha acıydı, dayanılmazdı bazen… Telefon ahizesinden işittiğin uzun bir ses gibi…

“Bu adı, bu numarası.Şimdi bir yokluk var,Bir sızı,Bir de kulağımdaOnun hayali sesi.Durdum, bekledim boşuna.Bir sessizlik vardı,Bir de hiç kimse!”

Şair, artık hayatta olmayan dostunu arayan ve telefon ahizesinden duyduğu uzun sinyallerden kalbi sızlayan, kendini yalnız hisseden insanın ruh hâlini tasvir etmiş. Aynı Anar’ın “Ak Liman” ındaki telefon rehberini karşısına koyup telefon edecek insan bulamayan Sefter dayının hâline benziyor değil mi?

“Birden acaba birisi telefonuyla kendi numarasını arasa ne olur diye düşündü? Bakalım. Ahizeyi alıp numarayı çevirdi. 4, 1, 5, 2, 0… işte. Hızlı, aralıksız, kesik sinyaller duyulmaya başladı.

– Du, du, … du, du, du…

Sefter dayı:

– Meşgul, konuşuyor,– dedi. Güldü, sonra nedense biraz tutulmuş gibi oldu. Dinlemeye başladı. Bir hayli dinledi. Ahizeden komik, sürekli ses duyuluyordu: du, du, du, du…

– Sanki sonbahar günü damın akıyor

Yine hayatın kanunu, yalnızlığın kaçınılmazlığı, doğallığı öne çıkmış meseledir. Yine yalnızlık sonbahar vakti damın akması kadar sıradan bir iştir. Elbette Anar’a için. Resul Rıza ise “Nasıl böyle sükûtu dinlemeye varır ömrümün günü” diye düşünür.

Anar, Resul Rıza’nın yaratıcılığına hasrettiği “Mücadele Bugün de Var” kitabında şöyle yazar:

“Putlar yıkıldıktan, ideallere inancı kırıldıktan, ilk gençlik yıllarında buldukları birçok hakikat berbat olduktan sonra bu aldanışların acısını yazmak için kader Resul Rıza’ya daha fazla süre verdi. 71 yıllık ömrünün son gününe kadar kalemi elinden bırakmadı, hem kendinin hem çağdaşlarının hem de soydaşlarının, hem cemiyetin, yapının ters, musibetli, azap ve ıstırap dolu yolundan, farklı insanların facialarından, mutsuz talihinden söz eden nice nice eserler yazdı.”

Bence her üç sanatçının yaşadığı, hissettiği acıları, yalnızlığı veya gözlemledikleri haksızlıkları, karşılaştıkları adaletsizlikleri ifade etmek, acılarını hafifletmek için asıl vasıta yazmaktı. Bütün sanatçılarda olduğu gibi sanat gerçeğin ve hayatın zor, ıstıraplı yönlerinden kurtuluştu sadece… Hem işte bütün bu saydıklarım asıl edebiyatın ortaya çıkması için gerekliydi. Resul Rıza “ Akşamlar keder getirse böyle, karanlık gece can sıksa da, yine gereklidir, yine arzu edilendir” der. Sadece bu karanlıkları aydınlatmanın yolunu herkes bir şekilde yapıyor. Resul Rıza’nın, Nigar Refibeyli’nin, Anar’ın ışığı ise kalemlerinden gelir!

Ömrümün Yüz Günü



Şiirlerinin birinde Anar “Yazar hayatının iki vakti var: Yaşama zamanı ve yazma zamanı” der. Bazen bu zamanlar birbirine karışır ve nasılsa bir an gelir ki yazar ne yaşadığını ne yazdığını ayırt edemez.

На страницу:
3 из 5