bannerbanner
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
3 из 7

“Hadi çık diyorum, Ziyek şu anda sürtük Tunsahan’ın koynunda.”

“Git, defol!”

“Pişman olursun!”

“Başına balta vuracağım yoksa!”

“Az önce gözüme gül göründün, değilse bana kadın mı yok, nice bayan şu an Muhtar Bay ne zaman gelir diye tavan penceresinden yıldız sayarak yatıyor!”

“Belanı bulursun hayvan!” dedi Reyhan, hıçkırarak ağlayıp:

“Kötülüğünden dolayı gelinlerin iffetsiz, oğulların çapkın oldu. Ağılının arkasına bir bak! Gelinlerini dikizleyen nice mahlûk kızışmış köpek gibi yatıyor.”

“Hadi gel, birisi geliyor!”

“Allah’ım, o adam Ziyavdun olsun!”

Beklediği gibi, Ziyavdun avluya şarkı söyleyerek giriverdi. Pencere başındaki Muhtar Bay birden kayboldu.

“Niye böyle keyiflisin?” dedi Reyhan, ay ışığında kocasına gücenerek:

“Nereden geliyorsun?”

“Kaşgarlıyı güreşte yenmiştim, Muhtar Bay bunun için toy düzenledi. Üstelik bir kuzulu koyun armağan etti hayatım!”

“Ya siz? Süleyman’ın eşine ne verdiniz?”

“Delirdin mi hatun, eğlence devam ediyor, şarkılar danslar zirveye çıktı, ben senin için oradan sıyrıldım, üzgünsün, endişelendim.”

“O halde niye şarkı söylüyorsunuz?”

“Biz Tarancılar darağacına giderken bile şarkı söyleyen deli adamlarız, alışkanlık bu hayatım!”

Reyhan gülümsedi. Ziyavdun eşinin yanına çırılçıplak soyunup girdi ve ay ışığından utanarak eşini kang11 duvar yanına çekti. Reyhangül iri yarı çiftçinin tanıdık koku, tanıdık vücudu ve kendine sonsuz huzur veren hareketinden bu gece bambaşka bir şekilde rahatlayıp gözlerini kapatarak nazlanıp kocasını övdü.

Atını hazırlatıp, şahini bileğine kondurup, mahalleden çıkınca her yer onun tarlasıydı. Buğdayları aynı düzeyde yetişerek, tahta gibi dümdüz olmuştu. Uçsuz bucaksız tarla dalgalanıyordu. Dere kenarı yoğun çalı, çeşitli çiçek ve bitkilerle süslenmişti. Onun kara yorgası her yerden yol bulup sürçmeden yürüyordu. Adımları hızlıydı, biniciyi sarsmıyordu. Fakat bugün ne var ki arada bir tökezleyip Muhtar Bay’ı sinirlendiriyordu. Bıldırcınlar öterek durmadan uçup çıktı. Ama şahin uçup kenardaki dut ağacına konup bir tane bıldırcın bile kapmadı. Önceleri şahinler uçup çıkan bıldırcını göğsüyle vururdu. Bıldırcınlar yere düşünce av köpekleri onları dişleyerek sahibinin önüne diri olarak getirirdi. Muhtar Bay ise onları keskin bıçağıyla kesip eyerine bağlıyordu. Bugün bir tane bile bıldırcın avlayamadı, canı sıkıldı. Üstelik Ziyavdun’un beş ho tarlasına gelince daha da üzüldü. Onun buğdayları Muhtar Bay’ın buğdayından daha iyi yetişmişti. Her başağı, her sapı, simsiyah yaprakları çok verimli bir hasattan haber veriyordu. O, mavi çiçekleriyle güzel görünen keten tarlasının kenarına gelip, tarlasını sulamakta olan Ziyavdun’a bağırdı:

“Hey Ziyek, keten ve buğdayların da iyi yetişmiş, bu sene şehre gitme, kış boyunca eğlence yap!”

“Bay abi, oğlumu okutmam gerek değil mi?”

“Şehirde yakın biraderlerim var, oğlunu evlerine yerleştirip okutabilirler.”

“Öyle olabilir ama…”

“Aması maması yok bunun! Bak, buğdayların harika! Benim on ho tarlamdan yedi hodan buğday çıkarsa yetmiş ho, senin beş ho tarlandan on beş hodan buğday çıkarsa yetmiş beş ho, evet, on iki hodan çıksa bile…”

“Bu tarlayı üç defa sürdüm. Dört yerinde harman yaptım. Öküz ve koyun sürülerimi, sizin koyunlarınızı buradan besledim. Çürümüş saman, at, öküz gübresi bu tarlayı oldukça kuvvetlendirdi…”

“Biliyorum, bizim ekinden seninki iyi dedim ya!” dedi Bay, bunları çekemeyerek: “Ketenlerin de iyi yetişmiş, altı yedi hodan ürün alacaksın, diyorum ya! Bu sene kışın şehre gitme, sen olmasan eğlence coşkulu olmaz bak! Dün akşam eğlenceyi sen coşturdun!” Akşam, sözcüğünü üzüntüyle dile getirdi Muhtar Bay. Çünkü Ziyavdun’un sesi, Reyhan’ın cilveli bir şekilde “Baturum, padişahım…” diye övgülü sözleri aklından hiç çıkmıyordu. Dişini sıkarak “O kancığa haddini bildireceğim!” diye yemin etmişti. Mahallede hiçbir kadın onun isteğini reddetmemişti ve hiçbir kadın ona yabandomuzu diye küfretmemiş, kocasını överek hayâsızca ona gösteriş yapmamıştı. Muhtar Bay bunun intikamını alacaktı. Kocasının şehre gitmesine engel olabilirse Reyhan’a haddini bildirebilirdi.

“Şehre gitmezsem olmaz!” dedi Ziyavdun, inat ederek: “Evi sana bırakayım, Kazakların sürülerime baksın, Nuri’yi okutmam gerek abi! Canım pahasına olsa da oğlumu sonuna kadar okutacağım. Onu göremezse annesi dayanamaz, ben de öyle!”

“Hey aptal, evet desene! Bu sene Resiliklerle12 yüzbaşılık koltuğu için mücadele edeceğiz! Beylik koltuğunu Abduömer Kaşgarlıya kaptırdığından, Kasım Mirap, Sidir Şang yo, Dursun Yüzbaşıların itibarı düştü. Onu ele geçirmemiz gerek. Resililer ile Kaşgarlılar yerlerimizi gasp etti. Biliyorsun, senin deden ve benim babam bu köyün hakimiydi. İkimizin yetmiş seksen, otuz kırk ho tarlamız olsun da niye üç dört bin ho tarlamız olmasın? Benimki seksen, seninki kırk hodur. Biz, Gazi Hacı, Hidilşah Hacı, Neridşah Bay’ın neslinden olduğumuz halde, bu kadarcık tarlaya sahibiz. Abduömer Kaşgarlı, Setivaldı Tilki gibi Resilikler yüz ho, doksan ho yerin sahibi. On ağıl koyun, onca hizmetçi, nice hatun, hükümet damgası onların elinde. Onlar nereden aldı? Bizden kaptılar, bizden çaldılar, bizi kandırdılar. Aptal Tarancılar, iki ho arsayı bir tane iğne, bir tane karaağacı bir kerpiç çay, bir koyunu bir tane şalgam karşılığında sattılar. Şimdi onlar efendi, biz köle olduk. Vay anasını! Bak, onlar bugün nasıl böbürleniyor!”

“Doğru söylüyorsun, onlar bizim topraklarımızda kök salarak büyüdüler.”

“Böyle giderse yarın hatun kızlarını da gasp ederler. Kaşgarlılar tıpkı bir karaağaçtır, bir tanesi bir yılda bin tane olur. Resilik ise sarı sarmaşık gibi her yeri sarar. Gitme Ziyek, kış boyunca onlarla çarpışırız!”

Muhtar Bay Ziyavdun’a bir kuzulu koyunla birlikte iki kuzuyu daha vereceğine söz vererek onu bu sene şehre gitmemeye ikna etti. Muhtar Bay’ın dediğine göre, bu yıl kışın Tarancı zenginlerinin eğlence toplantısı Muhtar Bay’ın evinden başlayacakmış. Muhtar Bay hizmetkârlarını dağa gönderip, tanıdık Kazaklarına kışın içecek kımız için üç kısrak hazırlamayı buyurmuş. Dul kısraktan birini, semiz taydan birini kışlık azık için hazırlamış. Şehirden çalgıcı, latifecileri getirip kış boyunca evinde misafir edecekmiş. Hakimbey Hoca’yı ilk eğlence toplantısına davet etmek için Kasım Mirab ile birlikte onun huzuruna girecekmiş. Hocaya Ziyavdun’u özel olarak tanıtıp onun Tunganlar13 isyanında Ruslarla iş birliği yapıp Tunganları kovmada katkıda bulunduğunu, kendisinin usta nişancı, at yarışmacısı, güreşçi, şarkıcı, tef çalgıcısı ve ekin biçici olduğunu, oğlu Nuri’nin şehirde okuyup ün kazandığını tek tek anlatacakmış. Ziyavdun tarladan bugünkü gibi sevinçle dönmemişti. Akşamleyin boz atına bir bağlam yoncayı yükleyip yoncanın üzerinde yana doğru oturarak orağı tef gibi çalıp yedi ses tonunun yüksekliğinde bağırarak köye girdi. O yamuk yakalı gömleğinin yakasını açık bırakıp, yırtık deri şapkasını gözünü kapatırcasına takmış, hangi renkte olduğu belirsiz takkesini kafasının arkasına geçirmiş, kulağının üzerine bir çiçek kıstırmıştı. Mescidin önünden geçerken, mescit önündeki karaağaca yaslanarak oturanlar ona nefretle baktılar.

“Ziyek Cinci, ramazan ayında niye bağırıyorsun, oru cun bozulmaz mı hey şehirli?” dedi dün akşam düzenlenen eğlenceye gücenen Mira Kadı, ellerini sallayıp.

“Kazara!” dedi mahalle imamı onu takiben Ziyavdun’u suçlayarak:

“Ziyavdun oruç tutmuyor, sahura kalkmıyor, iftar etmiyor, mescide de gelmiyor. İmanı zayıf bu adamın!”

Ziyavdun büyüklerin sözlerine kızmadı, attan sıçrayarak inip herkese selam verdi ve atın ipini bastırarak yerde diz çöküp oturdu:

“İnsanız, söyledikleriniz doğru ama alışmışım, şarkı söylemeden edemem. Doğru, Allah’ın üç farzını yerine getiremiyorum ama iman ile zekâtı asla unutmadım.”

“Doğru” dedi imam hemen:

“Buğdayı ayıkladıktan sonra ilk ürününü zekâta ayırıp vakıf deposuna döküyor. Eli açık bir adam bu. Üstelik kabristanın yanındaki iki ho arsayı vakfa verdi.”

“Bir ho arsa.” diye düzeltti Ziyavdun:

“Sarmaşıklı arsa da iki hoya denk geliyor imam hazretleri.”

“Yaz boyunca su toplanıp göl olan, kurbağaların şarkı söylediği arsanı da tarla sayıyor musun? Olsun, o da vakfın yeri olsun.”

İşte o anda Muhtar Bay kara atını oynatıp mescit önünden geçti ve Ziyavdun’u görünce atının başını çekti:

“Niye diz çöktün Ziyek, suçun ne? Kaşgarlıya arsa vermen, Çilekliye su vermen suç mu yani? Kalk, eğilme bunlara!”

“Oruç tutmamış.” dedi Mira Kadı isteksizce kıpırdanarak:

“İmam hazretleri öğüt veriyor.”

“Oruç açların, namaz ise zamanı boşların işidir.” Muhtar Bay kara sakalları arasından bembeyaz dişlerini gösterip şeytanca güldü:

“Ben de oruç tutmadım ama cemaati iftara davet ettim.

Hadi imam hazretleri, cemaati getirin!”

Muhtar Bay atını oynatıp uzaklaştı, başındaki iki incisi olan şapka imam için hanın tacı, beyaz gömleği üzerinden bağladığı kuşağı ise korku verici kılıç idi. İmam garip bir çeviklikle ayağa kalkıp:

“Maşallah, birazdan gideriz Muhtar beyim!” dedi.

Bu görüntü, bu sesler Ziyavdun’un hoşuna gitti. Onun yeğeni buranın padişahıdır. Onun dediğini yaparsa Ziyavdun asla küçük düşmeyecek, kimseye muhtaç olmayacak. O daha da sevinip, boz atını alıp avlusuna girdi. Avludaki taraçada, kilim üzerindeki sofrada hamur yapmakta olan Reyhangül, kocasına merakla baktı:

“Niye böyle yüzünüz gülüyor!”

“Buğday da keten de harika, hatun!”

“Ekinleri zamanında biçip, ürünleri toplayıp şehre bir an önce gidelim. Hep Nuri’yi merak ediyorum. Hüseyin Bay’ın fabrikasını nereden öğrendi o çocuk?”

Reyhangül derin bir iç çekerek hamuru dürdü ve onu ustalıkla katlayıp:

“Bu sene, pahalı olsa da Sayboyi, Döngmahalle14’den biraz büyük ev bulalım. Karadöng, Kökmesçit, Nuri’ye uzak sayılır. Onu, okuluna daha yakın bir yere yerleştirelim.” dedi.

“Hatun, bu sene şehre gitmeyeceğiz.”

“Neden?”

“Muhtar Bay abi, Nuri’yi şehirdeki arkadaşlarının evine yerleştirecek.”

“Olmaz, oğlum başkalarının evinde sıkıntı çekerek mi yaşasın? Onun yanında olmazsam emin olamam.”

“Yakın biraderlerim var, oğlunu evlerinde oturtarak okutur, diyor.”

“Olmaz dedim, olmaz!” dedi kadıncağız sinirlenerek:

“Kesinlikle taşınmamız gerek!”

“Biz taşınırsak Bera ile Dera okula gidemeyecek, hatun.”

“Niye, onları da okutmaya karar verdiniz? Onları Kışlaktam’da okutalım. Annemin evine yerleştiririz, orada eğitim alırlar. Küçük oğlumuzun sünnet düğününden hemen sonra şehre taşınırız!”

“Gitmeyeceğiz hatun!”

“Hayır, o zaman siz kalın, ben gideyim!” Kadıncağız bıçağı sofraya vurarak hamur kesmeye başladı.

Uyumlu bir karı koca arasında ilk kez yaşanan bu anlaşmazlık Reyhangül’ü ne kadar üzmüşse, Ziyavdun’u da o kadar üzdü. O hiçbir zaman kimseyle çekişmeyen, kimseye kolay kolay kızmayan, hoşgörülü bir insan idi. Bugün ilk defa eşine kızarak dikkatlice baktı. Eşinin bir tane örgü saçı önüne düşmüş, göz kenarlarını derin kırışıklar kaplamış, iki yanağı çukura kaçmış, boynunda da derin çizgiler oluşmuştu. Gerdek gecesi, o zengin ailenin on beş yaşındaki bu kızına dikkat ve sevgiyle bakmıştı. O zamanki Reyhangül on dört günlük ay idi, her yerinden hararet taşıyor, insanın vücudunu yakıyordu. Şimdi bu ay sima, loş bulutlarla örtülmüş, yıllar onu soğutmuştu. O şimdi kış gecesi duman arasında kalan ışıksız aya dönüşmüştü. Ziyavdun, eşinin başkaldırabileceğini bugün gördü. Sözünü dinlesem diye düşündü. Fakat o zaman Muhtar Bay onu, eşinin tavrına göre iş yapan bir adam olarak görecekti. Muhtar Bay konuştu mu bütün mahalle onun sözünü tekrarlıyordu. O zaman Ziyavdun’un ne itibarı kalırdı? Kim ona saygı gösterirdi? Ya eşinin sözünü dinlemezse? O halde sevinçleri kökünden kopmuş bitkiye benzemez mi? Hayatının ona nasip olacak mutluluğu kaybolup, yaşamının huzuru kaçmaz mı?

Binek arabasını nereye çekmek gerekirdi? Bir yana bakarsa uçurum, bir yana bakarsa dik bir dağ… Ziyavdun taraçada oturup kafasını kaşımaya başladı. Küçücük kızı emekleyerek gelip onun dizine tırmandı. İki oğlu bir horoz için birbirleriyle boğuşarak bağrışıyordu. Küçük oğlu kısa iple bağlanmış buzağıya çubukla vuruyordu. Eşinin kaşı çatılınca evin her yeri üzüntüyle doldu. Eşi, çini gibi çınlayıp gülseydi her yere ışık saçılıp, avlunun içi mutlulukla dolmuş olurdu.

“Muhtar Bay abi oğlumuzun sünnet düğünü için yine iki kuzu verdi.” dedi, eşini sevindirmek için.

“Bu yüzden ağabeyinizin sözüne uymuşsunuz değil mi?” Reyhangül daha da sinirlenerek:

“Dedim ya, siz ağabeyinizin yanında kışlayın, ben oğlumun yanına gideceğim. Arabayı bana verin, kömürcülük yapabilirim, kar taşıyabilirim. Bera ile Dera’yı yanımda götürürsem hiç zorluk çekmem.”

Reyhangül kuru ot getirmek için bahçe kapısına doğru yürüdü. Ziyavdun gam dağı altında, ne yapacağını bilemeden başını okşayarak oturdu:

“Of!” dedi sıkıntıyla; “Ne yapayım şimdi?”

* * *

Hasat zamanı başladı. Bu günlerde köy sokaklarında buzağıdan başka canlı gözükmüyordu. Kadınlar sukabaklarını sütlü çay, kıl heybesinin iki tarafını çay, ekmek, tabaklarla doldurup, yalın ayaklarıyla sıcak yere basarak tarlaya koşuyordu. Çocuklar da babalarının buğday biçmesine merakla bakıp, başak derleyip, otlayan atlarının yerini değiştirip, bağlam bağlam buğdayları taşıyarak tarlada yürüyorlardı. Bu vakitlerde mahalledeki horozlar sessizliği övüyormuş gibi ardı ardına ötüyor, kavak ağacının dallarını eğerek konmuş kargalar sanki koro halinde şarkı söylüyormuş gibi öterek mevsim güzelliğine renk katıyordu. Sonbahar mevsimindeki bolluk, bereket işte böyle oluşmuş ve yirmi dokuz aile iki gruba bölünmüştü.

Onlar birbirine yardım ederek düzenli biçimde buğday biçiyorlardı. Bir ho ekin için üç kişi çalışsa, Ziyavdun’un ekini için 15 kişinin çalışması gerek, bahçesini katarsa yirmi kişi çalışır. Demek ki, ürünlerini toplamak için Ziyavdun’un kendisiyle beraber çalışanlar için yirmi gün ekin biçmesi gerekirdi. Ama o, bu orağıyla iki-üç kişinin işini yapardı. İşte, onun biçtiği buğday en çok, başakları da büyük, orak sokmaları çabuk ve temizdi. Ekin biçerken açtığı alan yanındaki iki kişinin alanından büyüktü. Bacaklarını gererek, sağ elindeki keskin orağın yanına sol el parmaklarındaki kılıfı dokundurarak ekin biçtiği anda herkes ondan zevk duyardı. Dört kişinin biçtiği buğdayı bağlarsa bir kişinin emek hakkını kazanabilen emekçi bile Ziyavdun gibi iki çiftçinin biçtiği buğdayı zorlukla bağlayabilirdi. Çünkü Ziyavdun’un biçip bıraktığı üç deste buğday bir bağlam geliyordu! Yeryüzü aydınlandığı andan itibaren tarlaya gidip kahvaltıya kadar bir alan buğdayı biçip bitiren bu gençler seçkin biçicilerden oluşmuştu. Onlar öğleden, gün batıya doğru kaymaya başlayıncaya kadar bahçe gölgesinde biraz uyuduktan sonra buğday biçmeye başlarsa, ikindiden sonra azıcık dinlenip çay içip yine tarlaya gidiyordu. Akşama doğru tarla şarkısı başlıyor, bu vakitte iş biraz yavaşlıyor, şarkılar zirveye ulaşıyordu. “Altınım” şarkısını Ziyavdun gibi maharetle, güzel söyleyen kimse yoktu. Ziyavdun ‘un ikinci oğlu, şimdiden on bir yaşını dolduran Bera, babasının arkasından buğdayları bağlam ederek şöyle düşünüyordu: “Babamla ikimiz iki kişilik emek gücü veriyoruz. Yarından sonraki gün bizim buğdayı biçeceğiz. İki günde biçilip bağlanır. Bu grubun buğday biçmesi tamamlanıncaya kadar bizim yine on iki kişilik emek gücümüz artacak. Bu on iki emek gücüne karşılık birisinin üç ho buğdayını kiralarsam, bir ho tarlaya bir ho buğday verecek. Üç ho buğdayı satarsam üç yüz bin akça, hayır, üç yüz on beş bin akça olur. Bu parayla bir çizme, pantolon, şapka alabilirim. Kalan akçayı ağabeyime versem sevinip omzuma vurarak “Becerikli sungursun” diyecek. Onun güzel hayali öylece sona erdi.

Birden babasının sesini duyunca kendine geldi.

“Bera, oğlum! Atın yerini değiştir. Bak! Ot yemeden sineklenip duruyor.”

Bera kuşağını belinden çıkartıp yere bıraktı ve babasının biçtiği buğdayları kuşak üzerine iki yığın olarak koydu. Sonra deri dizlik takılı sağ diziyle buğdayı sıkıştırıp sıkıca bağladı, onun bağlık tutan elleri oldukça çevik idi. Babasına bakıp güldükten sonra:

“Ata su verip, otlak yerini değiştirdikten sonra yüzmek istiyorum. Buğday yığınları çoğalırsa bana yardım edip bağlayacaksın değil mi?”

“Hadi git, çabuk gel sungur!” dedi Ziyavdun. O yine yanındaki çiftçiye oğlunu övmeye başladı:

“Çok çalışkan bu çocuk, durmadan çalışıyor!”

“Sana benziyor. Bak, onun şarkısına!”

Çocuk ince sesiyle şarkı söyleyip boz atına binip ırmağa doğru gidiyordu.

* * *

Sonbaharın bu günleri çiftçiler için oldukça güzel idi fakat Muhtar Bay için bu sonbahar hoşnutsuzlukla başladı. Reyhangül tarafından azarlandıktan sonra gitgide keyifsizlendi, eli yetmez dal olduğu gerçeği onun gururunu yere vurdu. Dediğini yaptıran, ne isterse o olan bir zengin için bayağı bir kadının “Defol yabandomuzu!” demesi bin sopa, yüz tokattan daha kötü, yüzüne pis su saçmaktan daha aşağılayıcıydı. Ama bu namuslu hareket, Reyhan isimli bu kadını ona esrarengiz bir kadın olarak tanıttı. Kafasını karıştırdı, hayalinde onunla kavga etti:

“Seni kancık! Nazlanıyorsun!”

“Hayır, senden nefret ediyorum.”

“Eninde sonunda beni kabul edeceksin.”

“Hayır, kafanı kırarım.”

“Bana yalvaracaksın!”

“Hayır! Sen yalvaracaksın. Hoş yalvarsan da benim için bir şey değişmeyecek.”

Muhtar Bay birden altı çocuğunun annesi olan eşi ve torunlarına dil uzatan, hizmetkârlarını azarlayan, gitgide suskunlaşıp Ziyavdun ‘un evinin etrafını dolaşan, Reyhangül’ü görünce kalbi hızla atan bir adam oluverdi. Çocukken babası ile bir hocanın ihtişamlı avlusuna girip bir kızı görünce böyle olmuştu. Medresede beraber okuduğu Rozahun isimli arkadaşı buna aşk demişti. Ama o bugün elli yaşını geçti, torunları ata binip yarışmaya katılacak yaşa geldi. Bu yaşında neden aşk oluyordu? Üstelik beş çocuğun annesi, kendi kardeşinin eşine! Hayır, hayır, hayır! Bu aşk değil. Öfke, nefret, utanç, namus, intikam… Madem böyle, Muhtar Bay, Reyhangül’ü görünce niye gözünü ondan alamıyor, niye kekeleyip, afallayıp duruyordu? Bu yaştakilerin âşık olması kitaplarda var mıdır, fal mı baktırayım yoksa? Bir gün şehre gidip Divane Mahallesi’ndeki ünlü bir falcının önünde diz çöküp:

“Hadi bul bakalım, bende nasıl bir hastalık var?” dedi.

“Sevda!” dedi alaca sakallı, zayıf bir ihtiyar onun nabzını yoklayıp avucuna uzaktan bakarak ve çizgileri sayıp bir şeyler fısıldayarak.

“Ne demek bu?”

“Âşık olmuşsunuz!”

“Ne?”

“Aşk!” dedi ihtiyar ona bağırıp:

“Birisine âşık olmuşsun beyim.”

“Ne yapacağım şimdi?”

“Hanımefendi sizi beğenmiyor.”

“….”

“Güzel kumaş, güzel söz, tatlılar ve tatlı söz!”

“….”

“O zaman aşk ateşi yakar da kül olursunuz.”

“Bu yaşta aşk olur mu?”

“Sevdayı Mevla verir beyim. Lokman hekim doksan yaşında yirmi yaşındaki hastasına âşık olmuş ve kendi yaşından yirmi yaşını kıza armağan etmiş.”

“Ya Rabbi, uğursuz bir şeymiş bu aşk denilen şey!”

“Hayır beyim! Dayanmanız gerek. Buz kesilmiş gönlü, insafla eritmek mümkündür. Soğuk söz, soğuk yüz hararetli bir gönlü bile buz gibi yapar. Sizin tabiatınız soğuk!”

“Yeter be Kaşgarlı!” Muhtar Bay falcının önüne bir avuç akça bıraktı ve kendinin bütün sırrını sofraya ceviz dökmüş gibi döken ihtiyara kızdı. Kendi kendine söylenerek evinin yolunu tuttu.

“Ben niye bu kara hatuna aşk olacakmışım ki? Âşık falan değilim ben.”

O, Ziyavdun ‘un evine her gün bir bahane bulup gitmeye, her türlü işleri yaptırıp yaşamlarına ilgi göstermeye başladı. Ziyavdun bunları kendine gösterilen kardeşlik sevgisi diye düşünüp seviniyordu. Reyhan ise bu adamın niyetini kötü bulup yanından sürekli uzaklaşıyor başka işlerle uğraşıyordu. Sebzeliğine girip biber, domates, soğanlarıyla uğraşıyordu. Bay ise avluda sakal bıyıklarına çeki düzen verilmiş, yamuk yakalı beyaz gömleğinin peşi dizine sarkmış halde büyük göbeğini gösterip sofadan avluya, korkuluktan bahçe kapısına kadar yürüyerek durmadan konuşuyordu:

“Senin oğlum benim oğlumdur. Olsun! Üçünü de okut, masraflarını ben öderim. Hele on yirmi koyun, bir araba buğday gider, olsun, buna ne dersin Reyhangül?”

“Sağol Muhtar ağa!”

“Hey Reyhan, yoğurt getir, ağabeyim yoğurdu sever!” Reyhan hiçbir şey demeden kocasının emrini yerine getiriyordu.

“Hepimiz kardeşiz, Gazi Bay, Hidilşah Bay, Nedirşah Bay… Hepsi Tarancı ve hepsi burada kök salan insanların neslinden…”

Bugün Reyhangül inek sağıp avluyu temizleyip tezek yayıp duvara gübre yapıştırıp sonra süt savurup kazana bakarak durduğunda Muhtar Bay bağıra bağıra avluya girdi:

“Hey Reyhangül, yoğurdunu çok beğendim, bir kâse versene!”

“Hepsini süzme ettim, yenisi henüz olmadı.”

“O zaman süzmenden getir!”

Reyhangül, bir kâse süzme sundu. Bay, kâseyi değil onun elini tuttu. Reyhan elini hemen çekince kâse yere düşüp kırıldı.

“Sana bu kırılanın yerine porselen kâse vereceğim.” dedi Bay, kâse kırıntılarını toplamakta olan Reyhangül’ün omzuna dokunarak. İçini mutluluk kapladı. Reyhangül, oturduğu yerden hızla kalkıp eve doğru yürüdü. Uyumakta olan oğlunu uyandırıp:

“Hadi kuzum, kısmak15 vereceğim. Çayını iç, tarlaya gidiyoruz.” dedi.

“Yorga biner misin?” dedi Bay, evden çıkıp gerilmekte olan sevimli oğlanın çenesini okşayarak:

“Gözlerin anneninki gibi güzel. Aman kaşına, kirpiklerine bak! Tıpatıp benziyor. Büyüyünce sana kızlar âşık olacak.”

O, “aşk” kelimesini yüksek sesle söyledi. Çocuk:

“Aşk ne demek anne?”

“Kötü bir söz yavrum.”

“Bay dedem kötü söz söyler mi?”

“Söylüyormuş işte!” dedi Reyhan, bahçe tarafına telaşla yürüyerek:

“Aman Allah’ım, sebzeliğe kargalar konmuş! Hişt!”

“Ben kavak ağacına çıkıp kargaların yuvasını bozacağım, yumurtasını kıracağım, yavrularını yere atacağım!” dedi çocuk.

“Bozarsan onlar yine yuva yapacak kuzum!”

Derken evden bir küçücük kız ağlayarak, sendeleyerek çıktı. Bay bu çocukları annesinden yana olmuş, kendisinden hoşlanmamışlar gibi hissetti. Bayın oğlu onu buraya kadar aramamış, Abduömer Bey’in habercisi geldi dememiş olsaydı, bu avluda ne zamana kadar kalıp neler diyecekti ki? Reyhangül en son ağır bir yükü kaldırıp çocuklarını öpmeye başladı:

“Ziyek Cinci’nin yavruları olun, çayınızı için, tarlaya gidip çatı altında meyve kurutacağız, tatlı kavun yiyeceksiniz, dönerken iki bağlam pelin otu koparırız.” dedi. Çocuklar hemen günün huzurunu arzuladılar.

Reyhangül çocuklarını arkasına takıp kavun tarlasına gitti. Tarancılardan kavuncular az, bu mahallede Peyzavat, Yenihisar’dan gelip yerleşen usta kavuncular var. Ziyavdun onlardan kavun yetiştirmeyi öğrenmişti. Onun yazlık karpuzları olgunlaştı, kavunlarından şeker suyu, abinavat, gökçe, besivaldı, bişek şirin, hatta geç olgunlaşan mijgan, sarı kavunları da olgunlaştı. Reyhangül çatının her dalında kavun kakı kurutup, şehre gitmenin hazırlığını yaptı.

Şimdi o, kızını kaldırıp, oğlunu arkasına takıp, sık otları aralayıp, berrak derelerden geçip kocasının yanına, tarla şarkısı çınlamakta olan yere doğru sevinçle geliyordu.

Ziyavdun tarla şarkısı söylüyordu:

Aydınlıkta biçtik ekinler, Tarlada çok bağ kaldı.

Az gün oynayıp ayrıldık, Yüreklerde dağ kaldı…

Reyhangül’ün yüreği birden sızlandı, ne demek “Dağ kaldı.” Bu sırada çiftçilerin yanına Muhtar Bay ile beyin habercisi geldi. Şarkı sesi kesildi.

“Aleyküm!” dedi Muhtar Bay bitkin halde:

“Kolay gelsin!”

“Dediğin olsun!”

“Bu haberci Ziyek’e bir haber getirmiş!”

“Ne?” Ziyavdun ile Reyhan aynı anda şaşırdı kaldı. Onlar da tam oğlunu merak ediyorlardı.

“Evet öyle.” dedi haberci:

“Akşam Alaca Kısrak Lozung16 un hizmetçisi çıkmıştı. Dangzı’dan17 Ziyavdun’un kırk ho tarlasının üç senelik vergisini ödemediği hesabı çıkmış.”

“Ne?” dedi Ziyavdun göğe bakıp:

“Her sene kırk ho tarla için on yedi ho buğday götürüp, ilçe hükümet deposuna dökmedim mi?”

“Dangzı’da senin seksen ho tarlan varmış.” dedi Muhtar Bay, açıklayıp:

“Sen hâlâ bilmiyor musun, İsa beylerin ekmekte olduğu, ırmağın altındaki kırk ho tarla senin. Onlar üç seneden beri vergi ödememiş. Tarla senin isminde kaydedilmişken, üç senelik vergi için elli bir ho buğday dökecekmişsin Ziyek!”

“Aman Allah’ım!” Reyhangül’ün kafasına bir ağrı girdi ve gözü karardı:

“Ne diyor bunlar!”

“Dangzi’daki hesabı ben nereden bileyim.” dedi Ziyavdun, acınarak:

“Seksen ho tarlam olsa iyi de, kırk ho tarlayı ekip, ekmeğini yiyen ağabeylerim onun vergisini de öder, öyle değil mi?”

“Evet, öyle olmalı!”

“Vermezse olmaz!”

“Bakın bu köyün beylerine!”

Çiftçiler şafak ışığında ışıldayan oraklarını sallayıp her taraftan bağırdılar.

“Haberci beyim!” dedi, Tayyip isimli konuşkan çiftçi:

“Alaca Kısrak beyime söyleyin, olmadık yeri kaşımasında kaşıması gereken yeri kaşısın…”

“Hey Tayyip, sözüne dikkat et!” dedi Muhtar Bay, özgüvenle:

На страницу:
3 из 7