
Полная версия
Anayurt – I
Sesine, çocukluk karamsarlığı, bitmekte olan fakir arzuları, sessiz feryadı sinmişti. Zengin kız ile fakir oğlan arasında mutluluk değil sadece facia olurdu. Fakirlerin arzusu zenginlere yabancı gelirdi. Güzel hayal meyvesiz ağaçtır, ben hayalimle mutlu olmaya alıştım. Sabiha ile Abduömer Bey’in bahçesinde değil, hayal bahçemde ömrüm boyunca beraber olayım, diye düşündü ve erken solmuş çiçek parçacıkları gibi kırıldı:
“Ben gideyim artık.”
“Daha erken.” dedi kız, saçının ucunu çözerek:
“Size soracaklarım var.”
Kızın arkasından çekinerek yürüyüp eski bir dut ağacının yanına geldi. Dut dalları tatlı dutlarla doluydu, yerde de vardı, ayak basmak zordu. Yerdeki en temiz, tatlı dutları seçerek yediler.
“Ağaca çıkıp yiyelim, bakın, kara serçe bile daldan koparıp yiyor.” diyerek güldü kız.
Onun gülmesi tambur sesi gibi tatlı, porselen sesi gibi ince ve bulmaca gibi esrarengizdi.
Nuri, kızın bir yerine dokunsa yanacakmış gibi hissederek kaçıp ağaca tırmandı. Kız da yalın ayak bir şekilde onun yanında tırmanmaktaydı. Nuri üç kola ayrılmış dalın üzerinde oturup, avucunu tatlı dut taneleriyle doldurdu. İnci taneleri gibi cilalı, tatlı bu meyveyi ağzına nasıl soksun? O küçük yaşlarından beri en tatlı, güzel meyveleri annesi veya kardeşine vermeye alışmıştı. Gayriihtiyarî bir şekilde aşağıya baktı, baktı da bu bakışıyla kızın bakışları denk geldi. Kızın kendisine bakan gözlerine, gülümseyen dudaklarına aşırı mutluluk ve istekle bakınca kızarıp telaşlanarak elindeki dutu kıza sundu. Kız elleriyle dallara tutunmuştu, ağzını açtı. Nuri dutun birini onun ağzına attı ve heyecandan rüzgârda sallanan söğüt dalı gibi titredi. Nuri akşamleyin mahallesine doğru yayan yürüyerek yola çıktı. Beyin bahçelerle kuşatılan mahallesi, dört tarafa giden binek arabası yolları geride kaldı. Nuri, bahçelerden kuş gibi hızlı geçip, mahallenin duyarlı köpeklerini ulutmadan ana ırmak kenarına geldi ve çiftçilerin suyu izleyerek oluşturduğu patika yoluyla güneye doğru yürüdü. O, hiçbir zaman bugünkü gibi heyecanlanmamış tı. Önündeki Sar Dağı’nın karlı zirvelerine, yamaçlarındaki çamlarına, İli Nehri’nin öbür kıyısındaki uçsuz bucaksız bozkırlara şairane duygularla baka kaldı. Git gide uzaklaşmakta olan bey otlağına sık sık dönüp baktı. Orası sanki Nuri’yi çağırıyor, benim ömürlük yiğidim ol diye yalvarıyor, ona insan hayatındaki en güzel şeyi takdim ediyordu. Ama gizli bir güç onu buradan gitmeye, arkasına dönüp bakmamaya sürüklüyordu.
Karlı doruklara baktı. Doruklar bulutlara kadar uzanmış, bulutlar ise uçsuz bucaksız göğe bağlanmıştı. “Böylesine yüksek iki tepe!” dedi, patika kenarındaki çalıların fidanlarını okşayarak. “Murat, maksat nedir? Ya onun yolu? Lomonosof, Darvin, Puşkin gibi adam olmaktır. Lomonosof on dört yaşında ilkokula girmiş, çalışarak âlim olmuştur. Üstelik yedi fenden âlim… Newton evlenmemiştir, Nobel de öyle. Sevgi ve rahata düşkünlük adamı mahveder. Evet, o kızı unutmam gerek, arkama dönüp o mahalleye bakmamam gerek…” Böyle dedi ve hıçkırarak ağlamaya başladı. Önünde yine Sabiha belirdi. Onun ırmak kenarında ve çimenlikte söylediği sözler Nuri’nin aklına geldi… Kız, annesinin “Baban Almatı’da kurşunla vurularak haksız yere infaz edilmişti. Baban iyi eğitim görmüş, Rusçayı iyi bilen, yakışıklı bir Uygur yiğidiydi. Ben Onunla Moskova’da tanışıp, Almatı’da evlenmiştim. Baban zengin adamın kızını aldığı için Bolşevik’ten çıkartılmıştı, sonra Almatı’da Alaş Orda, Şeyhul İslam iddialarıyla idam edildi. Rahmetli baban “İki kızımı alıp Gulca’ya git, okutup iyi yetiştir diye ikaz etmişti. Benim gibi eğitim görmüş Tatar kızı çocuklarını eğitmeyi nazara almasaydı, bu kaba saba beyin küçük hatunu olur muydu? Benim vücudum hayat sürüyor fakat ruhum ölmüştür. Sizler çok çalışıp okuyup yararlı adam olun” sözünü gözyaşlarını dökerek söylemişti. Nuri hayalinde, yaya yolunda çalıları kucaklayıp gözyaşlarını dökerek “Hoşçakal Sabiha, sevgi sana göre de bir uçurumdur. Şansımız varsa annen ile baban gibi bir büyük şehirde karşılaşırız. Sana söz veriyorum, ilk sevgimle yaşayacağım, tıpkı Newton, Nobel, Nevayi gibi…” diye Sabiha ile gıyaben vedalaştı.
* * *Ziyavdun oğlunun talebini asla geri çevirmemiş, oğlu da babasına aşırı talepte bulunmamıştı. Oğlu bugün “Baba, ben şehre girip Musabayofların fabrikasında çalışayım. Tatilin sona ermesine bir ay kalmış. Biraz da para kazanayım, burada zamanım boşa gidiyor” dedi.
Baba, oğlunun iki günden beri dalgın, gamlı olduğu nu fark etmiş “Benim beş çocuğumun kaygısıyla çabalayıp durduğuma dayanamamış.” diye düşünmüş olsa da oğlunun böyle bir talebi ortaya koyacağını hiç beklememişti. O, birkaç seneden beri oğlunu okutmak için, ekin ürünlerini karlara bulaştırıp zorlukla elde ettikten sonra dört çocuğuyla eşini binek arabasına oturtup şehirdeki sıradan zenginlerin ahırları yanındaki karanlık hem de küçük bir odalı evi, kı şın üç ho buğday karşılığında kiralayıp, at arabasıyla geçinerek yaşıyordu. Köydeki geniş, rahat evi ve bahçesini bırakıp başkasının avlusunda sıkılarak gün geçirdi. Eşi, ev sahibinin ekmeğini yapıp bulaşıklarını yıkayıp avlusunu süpürerek kışı geçirmeye alıştı. Kendisi horoz öttüğü zaman evden çıkıp, yatsıdan sonra alaca atı ile birlikte yorgun bitkin bir hale geldiğinde eve dönüp bugün kar çığı taşıyıp ya da Pilici kömür ocağından kömür alıp satıp kazandığı parasını sayarak her gün kazandığı parasının yarısını eşine teslim ederdi ve “Bunları biriktir hatun, oğlumuz şehir çocuklarının önünde sıkılmasın” derdi. Dört seneden beri böyle yaşadı. Bugünlerde ona “Ziyek şehirli” lakabı da yakıştırılmıştı. Dört seneden buyana katlandığı zorluklar, döktüğü alın terini bu akıllı oğlu hesaba katmış olmalı. Değilse Hüseyinbay’ın fabrikasında kireç, asit kokusunda nefesi tıkanarak çalışmak onun aklına nasıl gelebilirdi?
“Ne diyorsun oğlum! Neyin eksik, neyi satın almaya paran yetmedi? Önce bunu söyle!”
“Maksat bu değil baba, kendi alın terimin meyvesini tatmak istiyorum!”
“Öyleyse evde tat bakalım.” dedi Ziyavdun, oğluyla gurur duyarak: “Yarından itibaren yonca bağla. Sen gidinceye kadar buğday olgunlaşır. Görmüşsündür, büyük tarlaya beş ho buğday ekmiştik. İyi yetişmiş, başakları büyük, sapları simsiyah, arasında bir tane arpa, yulaf bile bulamazsın. Allah nasip ederse bir ho tarladan on hodan fazla ürün alabiliriz. Elli ho buğdayın on beş hosu harca gitse otuz beş hosu kalır. Tohum ve azık için on beş hosu kalırsa da yirmi hosunu satacağız oğlum. Üç ho tarladaki keten, bir ho arpa, iki ho yulaf da iyi yetişti. Kırağı çalıncaya kadar ürünleri toplarız. Kardeşlerin Bera ile Dera da çalışabilecek yaşa yetişti. Bera buğday biçen dört adamın buğdayını bağlayıp ekmek parasını kazanabiliyor. Her gün yedi yüz bağlam ot bağlayacak kardeşin. Dera da harmanda at binmeyi biliyor, çaycılık yapabiliyor. Buğday tarlasındaki yaban otları o iki kardeşin temizledi. Ata su ve ot vermek, yemlik temizlemek, tavuk ve köpeklere yem vermek onların işi oğlum. Onlar bağdaki kuru otları biçip binlerce karaağacın dallarını budayıp üç bin bağlam dal odun topladı. Bunların hepsini annenle iki kardeşin birlikte yaptı oğlum. Bu sene Allah nasip ederse üçüncü kardeşin Hemra’nın sünnet düğününü yaptıktan sonra şehre taşınacağız. Evimize Muhtar Bay’ın çobanı Kama Kazak’ı yerleştiririm.”
Hareketli baba, oğluna çuvalın ağzını açtırıp en son bir çuval buğdayını kalburla çuvala dökerken uzun sözünü tamamladı:
“Zakir Bey bana ‘Ziyavdun, oğlunu okut, ben böyle akıllık çocuğu görmedim. Ben hocalık yapalı on dört sene oldu, böyle zeki çocuğa rastlamadım’ dediği için, annenle ben her ne kadar zorluk çeksek de seni okutmaya karar verdik oğlum. Bir ihtiyacın varsa söyle, ben karşılayamazsam Muhtar Bay yardım edebilir. Biz kardeşiz. Hele babamdan kalmış bu seksen ho tarlanın otuz hosunu Atuşlu zenginlere satarım. Bir hosuna bir koyun istesem şimdiden otuz koyunun sahibi oluruz. Otuz koyun gelecek sene otuz kuzu yavrularsa, yirmi tanesi yetişse de…”
“Maksat bu değil, baba!”
“Ne o zaman, söylesene?”
“Ben çalışarak zorluklara alışmak istiyorum.”
“Ağır emek köyde olduğu halde şehirde ne yapacaksın?”
“Kötü koku, ıslak yer buralarda yok. Tarlanın işi ağır olduğu halde ortam güzeldir, nereye bakarsan bıldırcın ötüyor. Her yer gül, çiçek… Bak, keten, kolza, hatta dikenleri de çiçektir buranın. Burada vücudun yorulduğu halde ruhun coşkulu oluyor baba!”
“Bal gibi konuştun yahu oğlum! Ben de kışın şehirde binek arabamla geçici işlerle uğraşırım ama aklım hep köydedir. Her gün sabahleyin mahallemi rüyamda görürüm. O ırmak, bu çukur, köksaplı yerler, kurbağa sesleri, gül arasında yuva yapmış bülbüller rüyamdan çıkmıyor. Ruh dedin mi, evet! Adamın ruhu burada huzura kavuşur…”
“Baba, evet de! Hüseyin bayın fabrikasında tanıdıklarım var. Çalışıp göreyim, burada sıkıldım, arkadaşlarımın konuşmaları, davranışları da hiç hoşuma gitmiyor”
Ziyavdun sustu. Yazın güzel akşamlarında, köy çocukları tutkularından neler yapmaz ki? Bazen genç karı kocaların penceresini dikizlerler, bazen başkalarının bahçesi ve kavun tarlasına gizlice girerler. Onların konuşmalarına bir bak! Muhtar Bay’ın geceleri kimin evine girdiği, ev sahibi eşinin nazları, erkekler arasındaki metres yarışması, kıskançlık kavgası, kadınların ırmak kenarındaki küfürleri, atlar, öküzler, köpekler, horozlar konusundaki uzundan uzun tartışmalar, hatta sonrasındaki dövüşmeler… Oğlu bunların hangi birini beğensin? Nuri boş zaman bulunca kitap okuyor, düşünüyor, konuşursa başkasının bilmediği büyük işleri konuşuyor. Almanların bir yerlere saldırdığı, Rusya’daki gelişmeler, Çin’in iç bölgesindeki savaşlar, Japonların Çin’i işgali, Şeng Duben’in sözleri, Üç meslek şiarı, hain baylar ve başka hiç kimsenin anlamadığı şeyleri söylüyor. Doğru! O sıkıldı, şehirdeki arkadaşları ve hocalarını özledi…
“Peki, oğlum.” dedi yufka yürekli Ziyavdun, oğlunun gülen yüzüne bakınca içten içe sevinerek.
“Öyleyse seni binek arabasıyla şehre götüreyim. Bir ara ba odun, dört tavuk, elli atmış tane yumurtayı beraberinde taşırsak harcayacak parayı da kazanmış oluruz. Ben seni Haşim Tambur’un evine yerleştiririm. Biliyorsun değil mi? Benim dostum o. Evi Nagrıcı’da, Sarı Haşim isimli adamdır kendisi…”
Fakat oğlu sevinmek yerine sustu. Baba, oğlunun aşktan kendini kaçırıp azap girdabına atlayacağını nereden bilsin? Yanlarına Ziyavdun’un çalışkan, sevecen eşi geldi. Esmer yüzlü, güzel gözlü, dudakları biraz kalın, iki tane ince örgü saçını zamkla katılaştırıp, başörtüsünü çenesinden bağlayan zayıf, yalın ayak dolaşan kadın, oğluna bakıp gülümseyince gözlerinin kenarlarında koyu, derin kırışıklar belirdi:
“Oğlum, Nurum! Seni Kışlaktam’a götürüp akrabalarıma göstereyim. Şanyo8 deden, İmam baban, babanın zengin kardeşleri seni görüp hayret etsinler. Çay kaynayıncaya kadar bir sürede varırız, kardeşin İhsan’ı sırtımda taşıyacağım. Başkaları arkamızdan gelmez, hemen yola çıkacağız oğlum.”
“Hayır anne, ben kitap okuyacağım.”
“Okuyup okuyup doymuyorsun ya oğlum. Ne olur anneni kırma, seninle övüneyim, bilgili oğlumu zenginlerin hatunlarına bir göstereyim. Hadi yürü, serkeşlik yapma kuzum!”
“Hayır, anne, gitmem!” dedi Nuri, annesine şımarıkça ve çocukça sesiyle yalvararak, “Ödevlerim çok.”
“Ne demek ödev?”
“Yazacak hat, çıkaracak hesap, ezberleyecek birçok sözler.”
“Onları şehre gittiğinde yaparsın oğlum! Hadi, kıyafetini değiştir. Samiyüzü’deki düğünde Abduömer Bey’ in Nogay hatunu bir avlu kadının önünde seni bağıra bağıra övmüş, bugün mahalledeki kadınlar seni konuşuyor. Ablam özellikle atlı bir kişiyi gönderip seni getirmemi istemiş. Beyin hatunu neler söyledi bilmedim, Ziyek’in oğlu gelecekte Leylin9 olacakmış, bir görelim diye telaşla bekliyormuş. ”
“Hey Reyhan, kadınların gözü de, sözü de uğursuzdur. Peki, o zaman, imama bir muska yaptırıp oğlunun boynuna as!”
“Bırak baba ya!” dedi Nuri sinirlenerek: “Bunlar hurafedir!”
“Ne demek bu! Muska asmazsan o kadınların gözü veya sözü çarpar sana!”
“Böyle yaparsanız şehre hemen gideceğim!”
“Muhtar deden sana bir at hediye edecekmiş. Bizim Gazi Hacının torunu, Hidilşah Hacı’nın neslinden bir büyük adam çıkacakmış! Çığlıkmezar’dan Nazarhan Hoca çıkmıştı, şimdi bizden Nuri gibi bilginler çıkarsa büyük şeref duyarız, çocuğu getirin, görmem gerek, diyormuş.”
“Öyleyse annenle beraber git oğlum. Beyin Nogay hatunu, muhtar deden seni görmek istiyorsa başkaldırma.”
“Hayır, gitmem!” dedi Nuri, gerçekten sinirlenmiş gibi: “Şimdi değil. Önce okulu bitireyim, sonra görüşeyim. Böyle yaparsanız ben mutlaka kaçacağım!”
Çocuk avlu önündeki taşlı tepeden atlayıp geniş alana yürüdü. Ziyavdun ile Reyhan birbirine baktı. Sevgi dolu gözlerinde, sevinç dolu dudaklarında bitmez tükenmez mutluluk, gurur, ümit ve inanç beliriyordu. Onlar bir büyük adamı hazırlamak için aklını, gücünü, varını yoğunu feda etmeye yemin etmişçesine aynı anda başlarını salladılar.
Mutlu karı koca temizlenmiş tahılı ıslayıp kendi yaptıkları kıl çuvalı kaldırıp süpürülmüş geniş avlunun taraçasındaki direğe dayadılar.
“Çocuk nerede hatun?”
“Baksanıza hey!”
Birisi bahçe kapısından bahçeye, diğeri saray evin parmaklık penceresine koştu.
“Yok mu?”
“Yokmuş mu?”
İkisi birden dışarı ev, ahırlar ve bahçenin içine, çiçeklerin altına baktı.
“Nuri nerede?”
Nuri bahçe duvarından atlayıp, mahallenin bitişik bahçelerinin birisinin deliğinden, birisinin yarığından geçerek şehre giden yola çıkmıştı.
Ziyavdun karaağaç gölgesinde sineklerden kafasını kaçırarak, kuyruğuyla atsineğini kovalamakta olan boz atına binerken eşine:
“Oğlun yaramazlık yapıp şehre kaçtı değil mi?” diyerek atını dehleyince, boz at ağır ayak basıp kuyruğunu kaldırıp dişedi ve yavaş yavaş yürümeye başladı. Atına çok değer veren bu çiftçi, çocuk kaygısıyla atına gayriihtiyarî halde bir kamçı vurunca, at sıçrayıp koştu.
Nuri mahallesinden bayağı uzaklaşıp dönemeçteki ırmak kenarına çıkarak mahallesine dönüp baktı. Merhametli ebeveyni şimdi telaşta, belki kardeşleri de endişe duyuyordu. O kimden, neden kendini kaçırmıştı? Neye, niçin gidecekti? Bunları düşünmemişti bile. Kalbinde sadece aşktan uzak durma isteği vardı. Şimdi ise ebeveyni ve akrabalarının sevgisinden de kaçıyordu. Sanki büyük bir ayrılık için kendini kasıtlı olarak terbiye ediyordu. Yakın bir gelecekte karşılaşacağı büyük bir azap imtihanı için kendini zorluklara alıştırıyordu. Çiftçilere yabancı, şehirdeki zengin çocuklara ters düşen sıkıntılara katlanmak yoluna gidiyordu. Bu yüzden kendini devir kahramanı, geleceğin çok büyük adamı olmaya haklı görerek… Kendiyle gurur duyuyordu. Kendini ve sevenlerini incitmek pahasına duyulan bu şerefin değeri ne kadardı? Bu değeri ölçmenin yolu ne idi? Şimdiden on beş yaşına giren, Sovyet kitaplarının, yeni fikir yayan hocalarının etkisinden, kendisi hayran olmuş Avrupa önderlerinin izinden gitmeye gönüllü olan bu Uygur çocuğu şimdilik bu sorulara net cevap veremiyordu. Kalbine sadece hocasının “İyi bir insan olmak için ömür boyunca azap çekmeye, her türlü zorluklara katlanmaya hazır olmak gerek” sözü hâkim olmuştu. O, bunları düşününce ebeveyninin endişelerini unuttu ve “Öğle vaktine daha var, yaz günü uzun, yayan yürüyerek de şehre gidebilirim, defalarca yayan yürüdüm, olsa olsa kırık kilometre yol. Nehri takip ederek, Yaman Yar’ın tozlu topraklı yolunda yürüyerek de hava kararmadan şehre gidebilirim” diye düşündü ve yoldan çıkıp dümdüz buğday tarlasına girdi. Buğdaylar arasındaki derin barajlı dereler, çalılar arasındaki arı yuvaları, zaman zaman ürkerek kaçan yabani tavşanlar, yabani kaz ve turnalarla oynaşarak koşmak onun için eğlenceli oldu. İki kenarı yemyeşil çimenlik olan dereden yüz üstü yatarak su içti, avuçlarına dayanarak yerinden kalktı ve mahallesinden şehre giden yola baktı. Babası boz atını koşturarak şehre doğru gidiyordu. Babasının solmuş yüzü, annesinin yaşlı gözleri, Sabiha’nın kalbe mühür gibi iz bırakan yakut gibi dudakları onun duygusal kalbini sarsarak hayalinden geçti. “Hayır, ben deri fabrikasının kireç, asit kokusunu, tarlanın misk kokusuna tercih ederim. Aşkın güzelliğini ruhi azaba değişeceğim. Bunları bile bile yaparım. Sovurof, Kotuzof, Lenin, Stalin, Maksim Gorki, Mayakoviski, Pavl Korçagin gibi sağlam iradeli bir adam olacağım…”
Derken göz kapağını arı soktu, acımakta olan yere çamur sürünce daha da acıdı. Dişini sıkıp “Yine soksun, yüz arı soksun, çıtımı çıkarırsam yiğit değilim.” dedi ve batıya kendini her türlü imtihanlar beklemekte olan şehre derenin içinden koşarak gitti.
Ziyavdun ikindi namazı vaktinde bitkin, boz atı da yorgun halde mahalleye döndü. Mahalleye girince ırmak kenarındaki çimenlikte toplanan insanlar:
“Geldi, Ziyek geldi!” diye bağırdılar. İrkilip atından sıçrayarak indi. Sürekli baş ağrısı olan Reyhan’dan endişe duyarak:
“Ne oldu hey köydeşler!” diye bağırdı.
“Ne olacak ki, bu Kaşgarlı, Tarancıların annesini kandırdı!” dedi, Muhtar Bay herkesin ortasında, çimenlikte çömelerek oturan, sırtı çıplak adamı göstererek:
“Hadi Ziyek, bu kilimcinin başını çimenliğe bir batırsana!”
Buralarda oğlak katmak, sanat toplantılarına katılmak, güreşmek muhteşem eğlencelerdir. Mahallenin ünlü at yarışmacıları, ekin biçerleri (bir günde bir hodan fazla buğday biçen), güreşçileri, şarkıcıları, dansçıları, güldürücüleri vardır. Onların patronu, dalkavukluk yaptıkları, koruyucusu da Muhtar Bay’dır. Kendisi at yarışmasında hiç kazanamamasına rağmen onun değer verdiği yarışmacı atları, yurtlar arasında böğürerek ün almış bir öküzü, hatta çakalları boğabiliyor diye övündüğü kalmuk köpekleri vardır. Evindeki hayvanları ve mahallesindeki şakacılarıyla her yerde övünür. Hatta bir defasında Tahiryüzü’nün muhtarı ile kimin mahallesinde kargaların çok olduğu hakkında tartışıp dövüşmüştü. Her sene 5 Mayıs’tan önce Kumarşang’da güreşçileri hazırlıyor, yere düşmeyenlere kuzu, kilim, ceket, ayakkabı armağan ediyordu. Mahallenin gururu onun hayatıydı, rezil olursa sıkıntı çekerek zayıflardı.
“İn Ziyek, bu Kalmuk’un ayağı herkesi yere düşürdü, karşısındakini göğsüne kadar kaldırıp başını döndürüp yere fena atıyor. Kendin bertaraf etmezsen bunu, rezil rüsva oluruz yahu!”
Muhtar Bay simsiyah sakalları arasındaki bembeyaz dişlerini gösterip, şikâyet dolu ve yılışık bir ifadeyle Ziyavdun’un atını kendi eliyle aldı. Sonra onun beline mavi bez kuşağını bağladı ve yerinden kalkan harman taşı gibi tıknaz güreşçiye:
“Sen de yeteneğini göster, Ziyek de öyle yapsın. Tökezletmeyeceksin, çelme takmayacaksın diye yakınma, yeter ki gözüne toprak saçmasın, ayağını kaydırmasın, kalk Kaşgarlı!” dedi ve herkese bakarak:
“Ziyek yense bir kuzulu koyun vereceğim, bu Kaşgarlı yense kendisini tarancı yapacağım ve bir ho yer vereceğim!” diye bağırdı.
Birisi yüz kiloluk bir çuval gibi tıknaz, boynu adeta yok gibi, dazlak, elleri kısa, yirmi altı, yirmi yedi yaşlarındaki kara bıyıklı bir genç; diğeri ise, uzun boylu, sıska, açık sarı yüzlü, otuz sekiz yaşlarında bir adamdı ve meydanı dönerek, ayaklarını gererek güreşmeye hazırlandı. Kısa boylu, habire uzun boylunun kuşağına el uzatıyordu. Uzun boylu ise onu omzundan iterek kendine yaklaştırmıyordu. Mahalle halkı ikiye bölünmüştü. İmam Ahun ile Mira Kadı başta olmak üzere Kaşgarlılar10 bir taraf, Muhtar Bay başta olmak üzere Tarancılar diğer bir taraf olmuştu.
“Havla kaplan, kaldırıp yere vur!” diye bağırıyordu İmam Ahun, hemşerisini destekleyerek.
“Ters çelme tak da başını yere batır Ziyek!”
“El burkmaya bak!”
“Butla kaldır!”
Onlar, iki öküz boynuzlaşmış gibi birbiriyle itişip kakışıp, üstünlük kazanmak için boğuşup çimenliği tahrip ettiler. Sonunda kısa boylu yiğit, Ziyek’in kuşağından tutmayı başardı. Onu sıkıştırıp kendine yaklaştırarak “Ya!” diye kaldırdığı anda Ziyek’in sağ ayağı onun ayağına çelme olarak takıldı. Yiğit onu var gücüyle kaldırdı. Ziyek sağ elini onun omzundan geçirip bacağından tuttu de kendi gücüyle kendini yere vurmak hilesini kullanıp onun ayaklarını göğe, başını çimenliğe doğru dikledi ve sol eliyle onun paçasından çekip yere düşürdü. Sonra göğsüne binerek sert elleriyle onun alnından basıp durdu. Yiğit kıpırdadı ama onu deviremedi. Muhtar Bay önce Ziyek’i kaldırıp omzuna vurarak bağırdı:
“Köydeşler, bu akşam bizim Bostan’da toy var!”
“Bu böyle olmaz!” dedi yiğit zorlukla ayağa kalkarak ağlarcasına:
“Bana çelme taktı!”
“Apışına bir baksana, iğdiş etmiş olmasın ha ha ha…” Herkes Muhtar Bay’la birlikte kahkahaya boğuldu. “Oğlum nerede, babası!” Reyhan’ın feryadı Ziyavdun’u gülmekten alıkoydu.
“Yok hatun! Onu Cirgilang’a varıncaya kadar aradım bulamadım. Şehre gitmedi, bir kavun tarlasına gitmiş olmalı!”
“Nu… Nu… Nuri mi?” dedi Muhtar Bay’ın hizmetkârı kekeleyip:
“ Nu… Nu… Nuri… buğday ke… ke… kenarında keçi sakal…”
“Korkma.” dedi Muhtar Bay bir kadını görse gevezeleşme alışkanlığıyla Reyhangül’e laf atarak:
“Kocan kuzulu koyunu alır almaz saçına zamkla çeki düzen verip hazırlanmışsın değil mi?”
“Bırakın bay abi, oğlum için üzülüyorum ben!”
“Duydun değil mi, oğlun keçisakalı takmış, bana on yumurtalı saksağan getirecek ha ha ha!” Köydeşler yine kahkaha attılar.
Gülmek ile ağlamak, huzur ile sıkıntı hep beraberdir. Onlar kardeştirler. Herkes gülerken Reyhan ağlıyordu. Muhtar Bay ise övünüyordu:
“Çelme takmakta usta bu!”
“Bunun çelmesi kıskaçtır!”
“Hayır, o sensin Sarı Bey!”
“Yavrum neredesin! Saçımı tarayıp kaşımı mustardla boyayıp makyaj yaptığıma lanet olsun! Akrabalarıma şimdi ne diyeceğim!” Reyhan ağlıyordu ama sesini küçük kızı İmhanem’den başka kimse duymuyordu. Bebek annesinin memelerini emerken minicik parmaklarıyla annesinin gözünden damlamakta olan gözyaşlarıyla oynayıp gülüyordu. Belki oğlu Nuri de şu anda bir yerde oynuyordu. Annesini ağlattığı için, henüz bebek olan bu kardeşi, babası ve buzağıya binip Çuh deyip dehleyip kahkaha atmakta olan küçük kardeşi gibi her zaman gülüyordu. Gam, kaygı ve gözyaşı sadece annelere verilmişti galiba! Eğer zenginlerin çocukları gamsız olsa Reyhan da gamsız yaşamış olmaz mıydı? İşte bu yirmi dokuz hane bulunan mahallenin nice bin ho tarlası Reyhan ile Ziyavdun’un dedesinin tarlasıymış. Erkekler topraklarını satıp bu mahalleyi inşa edinceye kadar eğlenceyle gün geçirmişler. Peki, hatun kızlar? Ağlamak, sızlamak, kaygılanmaktan başka bir şey görmemiş. Reyhan on beş yaşında Ziyavdun’ la evlendikten sonra kaygı ve gözyaşından başka ne gördü? Yazın erkeklerle beraber tarlada çalışıyor, çifte koşulan ata biniyor, tarlanın sulama kanalını yapıyor, çalıları biçip bağlıyor, deste yapıyordu. Harmanın en son ürünleri eve taşınıncaya kadar her tane tahıl, her bağlam ot, saman, yoncalar onun dikkatinden kaçmıyordu. Baldırın içi sürmüşse gece sabaha kadar uyumuyordu. Tezek kurutmak, gübre yaymak, tavuklara kümes yapmak, büyük teknede sallanarak hamur yapmak, ekmek yapmak için komşu evlerine gidip süt istemek, tandırı tezek, samanla ateşlendirip, ekmek hamuru hazırlamak, hatta bir tabak tuz suyu, kolluk, kıskaçları tandır başına taşımak, tandırın bacasını kapatmak… Bu gibi işlerin hepsini kendisi yapıyordu. Erkekler bu işlerle ilgilenmiyordu. Her iş annenindi. Ev işi, tarla işi de annenindi. Anneler ağlamak, erken ölmek için yaratılmışlardı. Erkekler ise eğlenmek, gülmek için… Ah, anne olmak ne kadar da zordu! Şu anda Ziyavdun eğlence toplantısındaydı. Reyhan ise çocuklarını uyuttuktan sonra kayıplara karışmış oğlu için ağlıyordu. Gözyaşları Kışlaktam’ın çeşmeleri gibi durmadan akıyordu. Başı ise Tarata’nın taş kömürü gibi sertleşmiş, duygusuzlaşmıştı. Uyuyamıyordu. Yazın bu aydınlık gecesi onun için adeta karanlık bir zindan, bu zindan da onun hayalleri gibi dehşet vericiydi.
Gece sakindi, bir yerlerden şarkı sesi geliyordu. Şarkı söyleyen şehirden çıkmış arabacı mı, tarla sulamakta olan çiftçi mi ya da nefsini tatmin etmiş bir kadın avcısı mıydı, kim bilir? Ama sesi güzel biriydi. Genç bayanın sıkkın gönlüne bir ferahlık nuru girmiş oldu sanki ve iç çekerek:
“Nuri oğlum çok güzel şarkı söylüyor, tabağı tef yapıp çalıyor. Buğday biçme, Garip Sanem şarkılarını çok güzel söyleyebiliyor. Nerelerde kaldın oğlum? Giysilerin yırtılsa veya kirlense ne yaparsın?” Oğlunun evde kalmış giysilerini göğsüne basıp yine ağladı. Derken birisi bahçeye bakan kare pencereye vurdu. Şaşkınlıkla dönüp baktı ve pencereye asılı duran saksağan ölüsünden (kışın asmıştı, şimdiye kadar duruyordu) başka bir şey göremedi.
“Kim o?” diye bağırdı Reyhan.
“Dışarı çık Reyhan!” dedi tanıdık bir ses: “Kocan Zi yek, Süleyman Kaşgarlı’nın evine gitti, bilmiyor musun, onun eşi Ziyek’in metresi, hadi çık! Kerpiç çay, kırmızı başörtüsü getirdim!”
“Allah belanı versin, kahrolası yabandomuzu!”
“İnleme kancık! Ben bu mahallede kimlere dokunmadım ki. İnadına gireceğim yoksa!”
“Geberesice be adam, akrabalık nereye gitti? Eşim seni Muhtar Bay diye sayıyor, kendi kardeşine bile kötülük etmeyi düşünmüşsün bre gâvur! Ziyavdun gelirse derini soyar atar yabandomuzu!”