Полная версия
Bu Toprağın İnsanları
Aziz’in Latin harfleriyle yeterli derecede okuma-yazması vardı ama –ihtimal mektubu herkes okuyamasın diye- eski yazıyla yazmıştı. Kaçış maceralarını kısaca özetledikten sonra, İzmir’e yerleştiklerini, gurbete ister istemez alışmaya başladıklarını, zorlukların her yerde olduğunu, iyi ve kötü insanların da her yerde bulunduklarından söz ederek selamlarını gönderiyordu. Pakize’yle de başım belada; sanki buralara alışamayacak gibi bir hali var… Çocuklar iyi, sanki burada doğup bu yaşa gelmişler gibi… En çok köpekle kediyi anıyorlar… Merak etmeyin, dedim, Recep Amcanız onlara bakar… Hay gidi Aziz hay, diye içinden geçirdi Recep, hüzünlendi, gözleri yaşardı…
Semerci Recep’in büyük gelini Saniye –mahallenin Saniye Ablası- o sabah erken uyandı, mahalle kızlarının akşamdan topladıkları mısırlar bütün gece suda durmuş; onları kaynatıp gölle yapmak için çınarın biraz ötesindeki dere kenarına kazan kurmaya gidiyordu. Kocası, daha akşamdan sağlam bir “demet urganı” alarak, çınarın uygun bir dalına salıncağı kurmuş, sallanacak kişilerin rahatça oturmaları için alta bir şilte konmuştu. İki yakın komşusu da kendisine yardıma gelmişlerdi. Köşeli, düzgün taşlarla ocağı hazırladılar, kazanı güzelce yerleştirdiler, önce kuru çırpıları alta, üstüne de satışa gelmeyen kuru odunlardan koydular. Semerci Recep karşıdan bağırdı: O salıncağı da gözden geçirin bir defa, urgan, bir yerinden “ernimiş”(üznümüş-yıpranmış) olabilir ya da -Allah muhafaza- bir sıçan kemirmiştir, bir bakıverin; tamam baba, dedi gelin, tekrar hareme geçti…
Adamlık elbiselerini giymiş bir grup kız, toplu halde, aralarında gülüşerek, bazılarının yanlarında küçük kardeşleri, Pekmezcinin haremine doğru ilerlediler, başlarını eğerek “küçük kapı”dan içeriye girdiler. Haremin tam ortasında taş sofalı, demir “gıngıraçlı – gecereli-” bir su kuyusu vardı; duvarın önündeki gülfidanları tomurcuklanmışlar, bazıları da açmışlardı… Hepsi birden akşamdan hazırladıkları küçük boy bir küpün başına gittiler, su dolu küpün içi çiçek desteleri, gül, karanfil milleri, yaprakları doluydu; hepsinde ayrı bir işaret vardı; yüzük, mavi boncuk, çalı beyi, değişik renkte bir ip, bambaşka bir düğme… Küpün ağzı açıldı, küçük bir kız çocuğunun gözleri renkli, oyalı bir çemberle bağlandı, şimdi ilk kısmeti çek bakalım, dediler… Kızlardan birkaçı ellerindeki kâğıda bakarak bir mani okudular, gülüşmeler oldu, birbirlerinin yüzlerine baktılar, göğüsleri henüz kabarmaya başlamış sarı saçlı bir kız, gözleri bağlı kızın elindeki kırmızı şeritle düğümlenmiş menekşe destesini görünce “aaa, bu kısmet benim diyerek desteyi aldı, yüzünde bir sevinç, gözleri yeni gelecek olan kısmete dikildi… Kızlar, maniler aracılığıyla gönüllerinin hoşnutluğunu yaşıyorlar, yaşadıkları gençlik aşk ve heyecanlarını arkadaşlarıyla paylaşıyorlar, burada yaşananların, söylenenlerin yine kendi arkadaşları tarafından yeri geldiğinde delikanlılara aktarılacağını düşünmeleri bile kendilerini aşırı derecede heyecanlandırıyordu…
O sırada, Hayriye, sırtında yeni feracesi, pembe bezi ve siyah, parlak ayakkabılarıyla gelerek koynundan karışık bir çiçek destesi çıkardı-mevsim çiçeklerinden derlenmiş bir buket- razı gelirseniz ben de kısmetimi çömleğin içine bırakayım, dedi. Kızlar güldüler, ay Hayriye Abla, ne şakacısın, at tabii, bir de senin kısmetine bakalım nasıl bir mani çıkacak; bir de onu görelim, dediler… Çömleğin içinde birkaç “kısmet” kalmıştı, küçük kız elinde bir deste tuttu, şöyle bir mani okundu:
“Şalı döktüm direkten,Seviyorum yürekten;Çok bekledim be yârim,Gelmedin sen mektepten.”Kız elindeki desteyi gösterdi; mavi bir ibrişimle bağlanmış çeşit çeşit çiçekler… Kızlar gülüştüler, Hayriye de güldü, küçük kapıdan çıkarken içine bir hüzün çöktü, gözleri nemlendi.
Çınarın altında bazı kadınlar vardı, küçük çocuklardan bazıları kaynayan gölle kazanının başına toplanmıştı, bir erkek çocuğu salıncağın ipine tutunmuş, ilk önce ben sallanacağım, diye sızlanıp duruyordu… Kapıları önüne çıkan bazı yaşlı kadınlar altlarına birer şilte ya da pösteki atarak, boyunlarında yün iplikler, yarım kalmış çoraplarını örüyorlar, kazanın başında telaşlanan genç kadınlara bakıyorlardı. Yollarda gelenler vardı, hala kapanan tahta kapı sesleri duyuluyordu.
Yakın Rum köylerinden gelen yaşlı bir simitçi, tablasını derenin kıyısındaki söğüt ağacının altına yerleştirmişti. Başında birkaç çocuk… Hayriye oradan evine gitti, okul çocuklarının “öğle paydosuna” çıkacakları sırada çınarın altına aynı kıyafetiyle geldi. Okuldan çıkan bazı çocuklar, kurulmuş olan sofraların başına geçtiler, derince, büyük bir kabın içinden kaşık dolusu gölle yediler, bazıları salıncağın yanına koştular, abla ve annelerinden kendilerini sallamalarını istediler…
Hasan, okulun bahçe kapısında durdu, bir süre çınarın altındaki kalabalığa, sofralarda gölle yiyen çocuklara, salıncakta sallananlara baktı. Hayriye salıncağın yan tarafında, ayaktaydı, tam Hasan’ın yola çekildiği anda salıncağa bindi, kadının biri kendisini biraz salladı, Hayriye daha sonra kendi vücut hareketleriyle salıncağı öyle bir uçurdu ki, başı çınarın bazı dallarına dokunmaya başladı… Durmadan sallanıyor, havalarda uçuyor, hemen herkes kendisine biraz hayranlık, biraz korku, biraz da şaşkınlıkla bakıyordu… Hayriye’nin gözü sanki bir şey görmüyordu, bu dünyada değilmiş gibi bulanık düşünceler içindeydi; o an düşsün, yaralansın, bayılıp kendini kaybetsin, istiyordu. Hasan işte böyle, o halde görmeliydi kendini, başına gelip titremeliydi, saçlarına bulaşan kanı görmeliydi… Hasan, damın duvarına sırtlarını vermiş delikanlılarla konuşurken bir yandan da Hayriye’ye bakıyordu. Hayriye ne yapmak istiyordu, sonra Hayriye birden yavaşlattı salıncağı, indi, hiç kimselere bir söz etmeden oradan ayrılıp evine doğru yürüdü, Semerci Recep’in küçük gelini bir tas gölle alıp tam harem kapısında ardından yetişti, ne oldu, Hayriye, dedi. Hayriye, çok kötü oldum, dedi… Evde biraz yatıp dinleneceğim…
Bir gün okulun bahçe kapısında Hasan’la karşılaştıklarında, Hasan: “Hıdrellez günü o yaptıkların neydi öyle, dedi, yüreğim ağzıma geldi, o gece gözüme uyku girmedi, Hayriye, ay, sen beni düşünür müydün öyle, dedi, gözleri yaşla doldu. Hasan gözleri yerde, yuvasına yiyecek taşıyan bir karıncaya bakıyordu, başını kaldırdı, Hayriye’ye baktı, aklına söyleyecek hiçbir şey gelmiyordu; sadece: “Sen beni her zaman böyle, çok sevdin,” diyebildi.
Semerci Recep’in büyük oğlu Arif erkenden kalkıp hazırlandı, bir bardak süt içti, at arabasını koşup ovaya gitmek için kapıdan çıkmak üzereydi. Haşlamalar ekilmiş, iki elti kalburculu haşlama tenekeleri koltukaltlarında, Çaybaşı’ndaki haşlamalığa yaya olarak gidip haşlamaları suluyorlardı ve tohumlar da sanki çimlenmek üzereydiler. Arif, hem haşlamaları, hem de ekin, yonca ve çayırları görmek istedi, babası, saçağın altında sürgünün eskiyen bazı yerlerini onarıyordu; ben olsam şimdiye kadar on kere gider, bakalım, ne var, ne yok, diye kontrol ederdim, dedi. Arif, baba, sen kendini yorma, biz kardeşimle yeni bir sürgü yapacağız, dedi, bu sürgü çok eskimiş. Recep, hazır gitmişken, bademliğe de bir göz atıver, dedi, baksana, buradakiler nasıl top top çiçek açtılar… Arif, tamam baba, dedi atı hafifçe kamçıladı.
Yol kıyılarındaki otlar yeşermiş, kısa boylu sarıçiçekler yol boyunu süslemişlerdi. Güvemler, tek tük erik ağaçları bembeyaz çiçek açmıştı. Badem çiçekleri ise yeni yeni yeşermeye başlayan yapraklar arasında artık göze çarpmaz olmuşlardı.
Güvemlerin çiçek açtığını gören Arif’in içine önce bir sevinç düşmüştü ama evdeki tütün denklerinin (istif) tüccar tarafından hala kaldırılmamış olması aklına gelince birden canı sıkıldı. Denkleri tekrar elden geçirmek lazımdı, çünkü bu tütün denilen “illet” hemen küfleniveriyordu. Birden eski tütün satışları, ardından “tütün kalkımları” geldi aklına, şu çocukluk, dedi içinden, her şey nasıl neşeli, her şey nasıl geliyordu kendilerine…
Köylerde, motorlu vasıtalar ancak tütün tüccarları tütün almaya geldiklerinde, bir de “tütün kalkımlarında” görülürdü. Köye “tütün satımları başlamış” haberi geldikten birkaç gün sonra çınarın altına birbirine benzer iki üç otomobil gelirdi, içlerinden düzgün kıyafetli, ayakkabıları boyalı, Fransız beresi giymiş, parlak meşin çantalı adamlar çıkardı. Köydeki tütün simsarları zaten onları beklerdi, sonra oradan ayrılıp kahvelere ve bazı simsarların evlerine giderlerdi… Köyün erkeklerinde büyük bir telaş başlardı, kahveden kahveye, evden eve koşuşup dururlardı, tütünleri ucuz gidenler üzgün bir şekilde evlerine dönerler, iyi bir fiyata verenler oldukça keyifli görünürlerdi. Haftayı geçmez, koskoca “hamal kamyonları” gelirdi çınarın altına, evlerden denkler taşınırdı. Bazı haremlerden alınıp omuzlarda kamyonlara taşınan denklerden “göbek verip” patlayan, dağılanlar olurdu. Babaları (Semerci Recep) işini bırakır, ben Cura Salimlere gidiyorum, derdi, denkleri bir elden geçirip sicimleri yeniden sıkıp bağlayacağım; “fukara” beceremiyor, her yıl birkaç dengi daha yolda dağılıp gidiyor; tamam mı?
Güneşli bir mart günü, erken erken “Koca Çınar”ın oraya, derenin kıyısına arka arkaya iki “hamal kamyonu” geldi, yanaştı; önce hamallar atladı yere, sonra şoförler ağır hareketler ve bembeyaz çiçekler açmış erik ağaçlarına merakla bakarak çınarın altındaki banka doğru ilerlediler… Evleri yakın bazı mahalleliler, iki tütün simsarı da oradaydı, biri elinde liste, yakın evlerin birinin harem kapısından içeri girdi. Tamam mı Şerif Aga, her şey hazır mı, tamam dedi içeriden bir ses, sonra gençten biri omzunda düzgün, çulları yeni, sicimle sımsıkı bağlanmış kehribar renkli bir denkle kapıda göründü, arabanın arka tarafında bekleyen hamal, buraya getir, dedi. Kamyonlara yakın evlerden sırayla durmadan denkler taşındı, hamallar denkleri tertipli bir şekilde yerleştiriyorlardı. Sıra Terzi Hayriye”lerin denklerini taşımaya gelmişti, düzgün, yepyeni çullar, yepyeni sicimler; Semerci Recep karşıda saçağın dış tarafında oturuyordu; büyük oğlu denkleri görünce, baba, sen öyle-böyle diyorsun ama Sali Aga’nın denklerine bak; sanki aynı kalıptan çıkmışlar gibi… Semerci Recep şöyle bir baktı oğluna, hadi bırak şu “felfezi” (beceriksizi) dedi, sabah sabah söyletme beni; o yatsın-kalksın geline dua etsin; Hayriye o haneye gitti, o hane “hane” oldu, iki yakası bir araya geldi; yoksa o felfeze kalsaydı o denklerden hiçbiri kamyona dağılıp bozulmadan gelmezdi. Oğlu içinden gülerek saçağa girdi, kardeşi hareme ateş yakmış, çıtlık ağacı dallarını yalımlara tutuyor, sonra bükerek “sürgü”yü yenilemeye çalışıyordu; gelinin biri evin ön saçağında büyük bir tepside biber kızartıyor, diğeri de denklerden boşalmış tahtalığı süpürüyor, ardından ıslak, büyük bir bezle tahtaları siliyordu.
Kamyonlar yüklendi, denklerin üstü çadırlarla örtüldü, bir güzel, sımsıkı bağlandı, hamallar kasaların ardında, arabalar homurdanarak çınarın altından ayrıldılar; simsarlar tütünleri kaldırılmış olanlara; tüccarlar akşama gelecekler, Nedim’in kahvesinde paraları verecekler, dedi, herkesin haberi olsun. Semerci Recep’in büyük oğlunun sesi duyuldu: Baba, Saniye diyor ki, sor bakalım babama, taze ayran getireyim mi, diyor. İyi olur, dedi Semerci Recep, siz gazozla, portakalla doldurun midelerinizi, ayran gibisi var mı?
Bir akşamüstü, “Koca Çınar”ın altına bazı arabalar geldi, arabalardan elleri çantalı, koltukaltlarında dosyalar, bazı kravatlı, şık giyimli adamlar indi; okulun bahçesine doğru ilerlerdiler. Okulun en büyük sınıfı bu iş için donatılmış, masalar, sandalyeler yerleştirilmiş, bir lüks lambası da tavana asılmış, ortalık gündüz gibi aydınlanmıştı. “Banka, tütün paralarını vermeye gelmiş” sözü kulaktan kulağa evden eve kısa zamanda yayıldı, insanlar yollara döküldü. Daha çok erkekler, bazı dul, kimsesiz kadınlar salonda bekleşiyor, içerden bir kâtip kendisine para verilecek kişilerin adlarını okuyordu:
“Sali oglu Bekir”
“Mumin oglu Husein”
“Molla Bekir Oglu Hasan”
“Sadık Aga Oglu Recep”
Sırada bekleyen gençlerden biri: Bu kim yav, dedi. Öteki güldü, abe “Semerci Recep” dedi, büyük oğlu onun “koçanını da”5 ekiyor; o sırada kalabalık arasından bir ses, “paron” dedi, odaya doğru yöneldi; Semerci Recep’in büyük oğluydu, banka müdürü, “pu ine o baba su”6 dedi gülümseyerek; oğlu, bacakları ağrıyor, dedi. Eline hanenin yıllık masraflarını karşılayacak kadar para alanların yüzleri gülüyor, evlerine aceleyle gidiyorlardı.
Az para alanlar, geçim sıkıntısı çekenler belliydi, gülseler bile zordandı bu gülmeler, bazıları ise nerdeyse bankaya borçlu kalacaklardı, paraları veren kâtip, sen önceden çok para almışsın, derdi üzüntüyle; ben ne yapayım…
Semerci Recep’in oğulları eve gidince paraları evin içinde yeniden saydılar, anaları, hanımları, Semerci Recep, torunlar hepsi oradaydı, en çok sevinen de çocuklar…
“Baba, bana bir ‘kamyoncuk’ alacağız…”
Ortaokula giden kız: “Bana da sugeçirmez bir palto” lazım, dedi, sonra arkadaşımın birinde Yunanca ansiklopediler gördüm, onlardan da lazım bana…”
İki gelin de gayet şendiler: “Eee, dediler, bize bu sene bayramlık elbise yok mu?” Kayınvalideleri şakayı kavramamıştı, işi ciddiye aldı: Ne demek, kızım, dedi, bu tütünü siz işlediniz, elbette istediğinizi alacaksınız; olur mu öyle şey, çocuklar ve gelinleri güldüler. Semerci Recep, hepsi olur, dedi, yeter ki sağlık hoşluk olsun; ben de bir şey diyeceğim, hepiniz dinleyin; diyorum ki bu para iyi bir para zamanımıza göre; ben de biraz yardım ederim de iki kardeş bir araya gelip küçük bir traktör alın. İki kardeş, bu da nereden çıktı der, gibi şaşkınlık içindeydiler ve içlerinde birden büyük bir “bayram sevinci” oluştu, kendilerini güzel bir rüyanın içinde buldular… Büyük oğlu o kadar büyük bir sevinç içindeydi ki, babasına takılmadan edemedi: Baba, yoksa sen de Sali Aga gibi küp bir şey bulmayasın? Aklınıza yattıysa, bu iş olur, dedi babaları; yalnız benden başka bir şey beklemeyin, sorun, soruşturun, acele etmeyin, gidip yüreğinize yatan bir traktör ve diğer düzenlerini de alın… Sonra hepsini sevgi ve biraz da şefkatle süzdü; abe siz babanızı –karısını göstererek- hep bu “kaşık düşmanının” gözüyle mi görürsünüz, yok, beygirle gezmekten, bıyık burmaktan başka bir şey yapmamışım, evlatları –el âlem içinde- rezil zebil olacaklarmış… Karısı da keyifliydi bu akşam, “hadi hadi çok bilme” dedi, öyle değil mi, bizi Allahın o sıcaklarında tarlalarda yalnız bırakıp beygirle rakı içmeye gitmedin mi; ha, doğruyu söyle bakayım; çocuklar dâhil, hepsi güldüler…
Aradan birkaç ay geçmedi, bir gün, tam öğle vakti, Semerci Recep’in harmanlığına kırmızı renkli, pırıl pırıl Ze-tor marka bir traktör yanaştı. Acente sahibinin özel arabasında Recep’in iki oğlu, traktörün üzerinde de Yunanlı, teknisyen bir genç; teknisyen genç, ben yarın gelip size göstereceğim, dedi, anahtarları al, eve bırak, hiç kimse ben biliyorum, diye traktöre binmesin… Onlar ayrıldıktan sonra camiye gidenler oradan geçtiler, hayırlı olsun, dileklerinde bulundular, büyük gelin bir tablaya lokum doldurmuştu, gelenlere ikram etti. Küçük gelinle kızı da geldi, merakla traktöre baktılar, Semerci Recep de birazdan geldi, baktı, hepimize hayırlı olsun, dedi, inşallah yakın zamanda bu “mereti” kullanmasını öğrenirsiniz de öküzler de çileden kurtulur. Çocukları kendisine sevgiyle bakıp gülümsediler; küçük çocuğu, bir hafta sonra da pulluk, tırmık, zvarna, çapa, platforma (römork) da gelecek, dedi. Agam zaten biraz kullanmasını biliyor, sen hiç merak etme, baba, dedi.
O akşam evde hep traktörün muhabbeti oldu, iki kardeş birkaç defa başka bahanelerle harmanlığa çıkıp traktörün yanına gittiler, orasına-burasına gene gene baktılar. Ortaokula giden kızları, ilkokula giden çocukları da gitti yanlarına, onlar da içleri sevinç ve merak dolu traktöre kendi ailelerine katılmış, yeni bir dost, yararlı bir yardımcı gözüyle baktılar, kız çamurluğun bir yerindeki lekeyi gördü, içerden bir bez alıp onu güzelce sildi…
Tarla işlerinin olmadığı, yaşlıların yeni yeni yapraklanan ağaçların altında-ne olur ne olmaz-sırtlarında kalın paltoları, etraflarına bakındıkları, arada bir kendi aralarında daha çok eski yıllardan bahsettikleri günlerden biriydi. Birden, eski, hantal bir kireç kamyonu, bazı kadron ve köprülükler, talpalar güzelce bağlanmış bir şekilde gelip Koca Çınar’ın yanında durdu. Şoför, bankın üstünde oturan yaşlılara, “Öksüz Memet’in evi buralarda mı acaba, diye sordu; yaşlılardan biri bastonuyla yol gösterdi, kırk elli adım gidin, kuyunun tam solundaki mavi kapı, dedi, orada bir boşluk var, kamyon rahatça döner…
“Kimdi o Öksüz Memet’in evini soran, dedi, bankın kıyısında oturan yaşlı adam; onun da yanında oturan gözlüklü; o soran bizden, Kireççi Yani’nin şoförü; diğer yaşlı, Kireççi Yani iyi adam benim için, dedi; çoktan beri hep ondan alış-veriş yaparım. Neden iyi adam, dedim; bir gün çocukla birlikte hayvan pazarına gittik, bir düve alacağız, adamla anlaştık, parayı vereceğim; başladım, bin, iki bin, üç bin, demeye adam gülerek baktı yüzüme, dayı, bunlar, yüzlük, dedi; binlik değil… Tüüü; parayı yanlış saymışım evde; şimdi ne yapayım; düve de yüreğime yattı, güzel bir hayvan; aklıma çarşıda dükkân sahibi halamızın torunu var ya; o geldi. Git, dedim oğluma, babamın selamı var, mesele böyle böyle, yarın sabaha kadar bana üç bin drahmi versin, dedim. Çocuk gidip durumu anlatmış; veremem, daha sefte (siftah) yapmadım, demiş; öyleyse git, Kireççi Yani’ye selamımı söyle, meseleyi anlat, yarına kadar ödemek şartıyla bana üç bin drahmi göndersin, dedim… Çocuk gitti, on dakikada döndü, parayı elime verirken, baban o kadar acele etmesin para için, dedi, bir işi çıkar, kasabaya gelirse parayı o zaman getirir… Adam susmuştu, yanındaki; sonra “iş de bitiriyor” dedi; bak bu zamanda, millet çatıya yeni bir kiremit koyamazken Öksüz Memet, eski damı ev yapıyor; demek ki adamın eli her yere uzanıyor; doğru dedi biraz önce konuşan yaşlı; böyle ufak-tefek işleri hallediyor; millet de işi olsun, diye malzemeleri kendisinden alıyor…
Semerci Recep tam harmanlığa geçilen saçağa çıkmak üzereydi ki, kapının önünden geçen kireç kamyonunun gürültüsünü işitti, büyük oğlunu yanına çağırdı. Sanırım, Öksüz Memet’e kireç getirdiler; kardeşinle beraber gidip yardım edin fakire, bu zamanda ev yapmak, düğün yapmak; Allah herkese kolaylık versin. Bu adama acıyorum, fakirin kısmeti hiç ileri gitmedi, daha iki çocuğu da bekâr; ev yok, tütünü de işlemesini pek bilmiyorlar, odunculuk artık para yapmıyor; onun için fukaranın işi zor. O size bir şey demez ama kireci söndürmek için fıçılarla su taşırız, dersiniz. Ben de akşama bir uğrarım kendisine; belki paraya ihtiyacı vardır. Oğlu gülümsedi, baba, sen sahiden küp bir şey bulmayasın; baksana traktör aldık, platforma aldık, pulluk, şu-bu… Her şeyin kolayı bulunur, dedi Semerci Recep; adam çocuğunu baş-göz edecek, mademki elimizden geliyor; ne yani, insanlık öldü mü; hadi dediklerimi unutma… Oğlu ciddileşti, tamam baba, dedi ben bir şey demedim ki…
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
1
gönüllü milis kuvveti
2
gerilla, cumhuriyet ordusu askerleri
3
Ön ve arka tekerleklerin arası uzatılarak kenarlıkları sivri –ince kazıklı- sövenli ot, saman ve demet taşımak için hazırlanan öküz arabası
4
Adını ipekli bir kumaş adından alıp düğün ve bayramlarda başa bağlanan iğne oyalı çember…
5
tütün ekme ruhsatı
6
baban nerede