Полная версия
Bu Toprağın İnsanları
Çayevinin içinde ses seda kesilmişti, oyunlar, durmuş, fısıltıyla konuşulur olmuştu, biri, yeni muhacir işte şimdi “etti” cami duvarına, dedi. Yanındaki, bunun da ne olduğu belli değilmiş, diye fısıldadı, orada “MAY başı” mıymış ne; bir çuval andart kafasını götürüp askeriyeye teslim etmiş.
Aziz, sanki hiçbir şey olmamış gibi gayet sakin içeri girdi, sağına soluna bakındı, ne oldu, dedi, gülerek, sanki cenaze merasimi varmış gibi… Millet biraz salınır gibi oldu, Aziz ocağa doğru seslendi… Bir çay, dedi… Öyle demli – memli istemem… İçerdekiler sadece gülümsediler, birazdan her şey normal seyrine döndü, eve gitmeye hazırlanıp parayı ödemeye gidince ocakçı, yok abi, dedi, bu da bizden olsun, sen sağ ol…
Olay, kısa zamanda o mahallelerde duyuldu, evine giderken düne kadar kendisinden haberi olmayan bazı esnafların hafifçe ayağa kalkarak kendisini selamladıklarını sezdi, kendisi hiç bir şey sezdirmedi, her zamanki gibi davrandı… Hiç lafı edilmemişken kendisini mağazada işçi başı yaptılar, Pakize’ye daha hafif bir iş verdiler… Olayı Pakize de duydu, içinden kıs kıs güldü, “deli bozuk”, işte, dedi; durup dururken gene başımızı belaya sokacak… Bir akşam, yemeği yedikten, çocuklar da uyuduktan sonra Aziz’e, sen ne yapmışsın, gene, dedi, başımıza getirdiğin bunca bela yetmemiş gibi yine mi bela arıyorsun; “kabadayıya” bak, diyerek kocasının ensesine bir şaplak attı. Abe sen bir deve karıncasını eline alamazdın ötedeyken; unuttun mu, dedi, Aziz güldü, hiçbir şey yok aslında, dedi, millet öyle sanıyor, ko, öyle sansınlar…
Aziz’in, bir gün evlerinin küçük bahçesinde tahta bir masada çayını içerken, Pakize, arkadaşlardan birinin, memlekette galiba iç savaş sona ermiş, dediğini duydum; bir gün inşallah geri, memleketimize döneriz, demesi üzerine, Pakize yeniden dünyaya gelmiş gibi oldu. O gece kendisini ovada, babasının evinde gördü. İçinde öyle bir sevinç, öyle bir sevinç; hatta kırlangıçlar gelmiş de akıntı kıyılarından çamur taşıyarak kendilerine yuva yapıyorlar… Onların o geniş saçağına… Kedinin biri de kendine doğru bağrışarak yaklaşan kırlangıcın birini nerdeyse pençesiyle yakalayacak… Korkarak uyandı, sağına, soluna bakındı, Aziz derin derin soluk alarak uyuyor, çocuklar karşıdaki divanda birbirlerine sarılmış vaziyette yatıyorlardı… Üstleri açılmıştı, sessizce kalkarak yerdeki gül desenli yorganı alıp üstlerini örttü, yeniden yattı… Evlerine yakın camide sesi oldukça güzel bir müezzin sabah ezanını uzun uzun ve güzel bir makamla okuyordu.
Pakize memleketle ilgili güzel bir haberin kendisini bu kadar sevindirmesine, artık hayata ve olaylara daha olumlu bir şekilde bakmasına önceleri kendi de şaştı kaldı. Komşu kadınlardan biri Pakize Hanım, müsait bir zamanda bir gün Konak’a inelim de sana Kemer altı’nı göstereyim, dedi; görsen ne çarşı… Siz, evi döşeyip donatmak için çarşıya girişteki bazı dükkânlardan alış-veriş yapmışsınız, anlattığına göre… Çarşının içine gir; dolaş; şaşıp kalacaksın: iki üç bin dönüm bir yer var, öyle diyorlar; aradan çok geçmeden evlerinin biraz ötesindeki “durak”ta eski bir “dolmuş”a bindiler; dolmuş muydu, taksi miydi, ancak arabanın büyüklüğünden ayırabiliyordu. Pakize Hanım, hiçbir şeyi öyle net, kendine aitmiş gibi göremedi; buna pek aldırış da etmedi.
Dolmuştan indikten sonra komşu Şükran Hanım, buradan, girelim, dedi, kendilerini büyük bir kalabalığın içinde buldular… Kalabalığın içinde birbirlerini kaybetmemek için el ele tutunmuşlar, başka bir komşuları da onların ardı sıra gidiyordu. Uzun bir yay şeklinde kıvrılarak devam eden caddenin iki yanı, her çeşit eşya, malzeme, yiyecek satan dükkânlarla doluydu, kavşaklarda çayevleri vardı, aşçılar vardı, dükkânların önleri, müşterilerin dikkatlerini çeksin, diye, çeşitli renk ve desenlerde asılı gömlekler, çoraplar, manto ve paltolar, perdelikler, eşarplarla doluydu. Bazı dükkânların önlerinde duruyor, çorap, fanila ve eşarplara bakılıyor, kavşaklara gelip ara caddelere dönüleceği vakit komşusu, bak Pakize Hanım, burası, Şadırvanaltı Camisi; bir başka kavşağa geldiklerinde de bu da Kestane Pazarı Camii, derdi. Pakize Hanım, komşusunun hatırı için gösterilen camilere bakardı. Memleketteki camilerden daha büyük, daha süslü, sütunları oymalı, ikinci katlarındaki küçük pencereler tahta panjurlu ve kafesliydi. Bütün bunlar Pakize Hanım’a “yabancıymışlar,” kendisine pek de candan yakınlıkları yokmuş, gibi geliyordu –ve hayret bir şey- onlara bakarken Pakize Hanım, Gümülcine’deki “Yeni Cami”yi, Sobacılar Arası’nı, oradan inilerek cami avlusundan geçişlerini, köşedeki Ermeni yorgancının dükkânını görüyor, saat başı, cami avlusundaki o yüksek “Saat Kulesi”inden gelen tunç sesli saatin kulakları çınlatan sesini işitiyordu. Bir hayli dolaşmışlar, bazı alışverişler yapmışlar, bir taksi alarak Eşrefpaşa Camisi’nin oraya gelmişlerdi. Çocuklarına aldığı iki uzun saplı, tekerlekli, yürütünce üstünde kanatlarını açıp kapayan renkli bir kelebek olan tahtadan yapılma arabacıkları titizlikle kolluyordu. Orada, geniş bir alanda kurulmuş upuzun tahta tezgâhın üstüne karpuzlar itina ile dizilmişti. Komşuları, birer karpuz da alalım, mahalleye öyle çıkalım, dediler…
Tezgâhın üstündeki karpuzlar, kendisini eski günlere götürdü, kendini birden köyünde buldu. 12- 13 yaşlarında bir kız çocuğu, onlarca dönüm karpuz tarlaları, tarlaların orta yerlerinde kanatlarına başka ek tahtalar eklenmiş öküz arabaları… Babası ve hizmetkârlar, önce karpuzların olgun olup olmadıklarını parmaklarıyla vurarak kontrol ediyor, sap kısmındaki “kulağın” yemyeşil olmamasına dikkat ediliyor, saplarından koparılıp önce bir araya yığılıyor, arabalara doldurulup depolara taşınıyordu.
Ne günlerdi o günler, köy, hemen her şeyiyle bolluk ve bereket içindeydi, insanlar, Türk’ü, Rum’u mutluydu; daha önce yaşanmış olan bazı tatsız olaylar unutulup gitmişti nerdeyse… Sürülerle mandaları vardı, koyun sürüleri, çobanlar, onların torbalarına öğlenlik hazırlayan Arap (zenci) bir hizmetçi kadın, kadının o bembeyaz gülüşleri, kafaları sapsarı, birer tepsi büyüklüğünde gündöndü tarlaları… Evlerinin önündeki geniş harmanlıklar gündöndü yığınlarıyla dolardı, gündendiler kurutulur, sopalarla dövülür, taneler büyük kepe ve çadırlar üstünde iyice kurutulduktan sonra kalburlardan geçirilerek çuvallara doldurulurdu. Dedesi, o büyük saçaklardan birinin köşesinde yapılmış “özel oturma odasında” ailenin işlerini gözetirdi. Köy korucusundan tut, karakol çavuşuna, belediye kâtiplerine, banka müdürüne, hatta bazı subaylara kadar birçok kişi kendisini ziyaret ederdi… Paskalya Yortularında bu kişilere verilecek olan kuzular, sepet dolusu yumurtalar hazırlanır, bir hizmetkâr aracılığıyla kendilerine gönderilirdi, köydeki bazı Rum-Türk, fakir fukara çocuklarına ikiz kuzulardan birerleri hediye olarak verilirdi, Ramazanda “iftar sofraları” da hiç eksik olmazdı. Köyün imamı da bu “iftar yemeklerinde” bulunur, yapılan sofra duasından sonra “Bekir Ağa, Allah bu haneye, cümlemize selamet, hoşluk versin, ayrıca bu haneye her zaman bolluk-bereket ihsan eylesin” diye hayır-dualarda bulunurdu…
Köyde varlıklı hanelerin evleri taş duvar, çatıları da kiremitliydi; evlerin çoğu da böyleydi zaten, haremlerden öndeki harman yeri ya da bahçelere açılan geniş kapılar vardı, yılgı taşları, şeker kamışı makineleri, ekin ayıklama makineleri vardı, eskiden kalma dövenler saçak duvarlarına asılmıştı, uçları sivri sövenli öreçe3 kenarlıkları kolçaklarda asılı duruyordu. Ördek sürüleri evlere yakın göl ve su dolu hendeklerde yüzüyor, kaz sürüleri yanlarından geçen çocukların “kıh” seslerine boyunlarını ve başlarını öne doğru uzatıp adımlarını hızlandırarak onları koşturarak cevap veriyorlardı, onları o halde gören bazı yaşlılar, ha şimdi ne yapacaksınız bakalım, diye kendilerine takılıyorlardı.
Ah o bayramlar, ah, o çocukluk yılları; nasıl her şeyler güzel görünürdü bize; ağustos sıcaklarında artık sapları, kapçıkları iyice kuruyan mısır tarlaları insanlarla dolar, öküz arabaları tarla kenarlarına yanaştırılır, başaklar bağ bozanlara doldurularak arabalara taşınırdı. Evlerin önlerindeki harman yerleri başak yığınlarıyla dolar, gündüzleri sıcak olduğu için geceleri ay ışığı altında ya da iki direk arasına gerilen urganlara asılı fener şavklarının altında başak soyma mecileri (imece) yapılırdı. O başak kapçığı yığınları –daha çok- erkek çocukları için bir oyun alanı olur, kapçıklar üzerinde boğuşmaya başlarlardı. Biz kız çocukları güya annelerimize yardım etmek için onların dizlerine oturur, evde kahve dolaplarında patlatmak için kendimize “kıtır başakları” ayırırdık.
Sonra o kuruyan başaklar, sıvıtılmış taze sığır dışkısıyla sıvanıp kuruyan harmanlara yayılır, besili öküzlerin çektiği yılgı taşıyla ezilir, taneler yere düşer, toplanan “göbelek” kırıntılarıyla karışık bu taneler kalburlardan geçirilirdi.
Sonra o bayramlar, bayram gelmezden haftalar öncesi kıyafetleri, ayakkabıları, çorapları-çocukluğunda bayramlar hep kış mevsimine rastladığı için kışlık paltoları hazır olurdu. Elbiseleri o günün en iyi kumaşlarından dikilirdi; (çervol, basma, pazen) cami evlerine çok yakın olduğu için büyük amcasının elindeki mavzerle bayram namazı çıkışlarında üst üste havaya ateş etmelerini çok iyi hatırlıyordu. Dedesi çift at koşulu özel faytonuna biner bir hafta öncesinden bayram alış-verişleri hazır olurdu, misafirlerin ağırlandığı büyük oda, kaba leblebiler, kuru üzümler, hurma, fındık-fıstıkla dolardı, bayramda el öpmeye gelen çocuklara ayrı bir dolapta saklanan “horozlu şeker”lerden de verilirdi. Çocukluktan çıkıp biraz “serpilmiş” kızlara da çeyizlik çember ve krepler4 hediye edilirdi. Ramazan bayramlarında gerekse kurban bayramlarında olsun, o yarı kazan büyüklüğündeki et tenceresi bütün gün kaynar, odanın içine iştah açıcı yağlı bir et kokusu yayılır, gelip de biraz oyalanan misafirlere kaşla-göz arasında sofralar kurulurdu… Ah Pakize ah…
Pakize’nin o” memleket özlemi” dışında Çimentepe’deki “Yeni Muhacir Ailesi”nin önemli bir sorunları yoktu; çocuklar okullarından, arkadaşlarından ve öğretmenlerinden memnundu, buradaki “zengin görünümlü hayat” hoşlarına gidiyordu, yazlık sinemalar vardı, kapının önünden her gün satıcılar geçiyordu, komşular gelip gidiyordu. Pakize’nin babası iki de bir haber gönderiyordu, mektuplar yazıyordu. Kendinize iyi bir ev bulun, para göndereyim, alın, diyordu; çocuklar için hiçbir masraftan çekinmeyin, onları en iyi okullarda okutun, diye yazıyordu. Aziz, her gittiği yerde, sayılıp sevildiğini seziyordu; bu durum da kendisine acayip bir şekilde zevk veriyordu. Semerci Recep’ten gelen mektup da kendisini iyice sevindirmişti. Kendinize bakın, diyordu; isterseniz geri dönebilirsiniz, kayınpederinle konuştum, fırka kumandanı eğer Türk tebaasına geçmemişlerse, tekrar kaçak olarak gelsinler, Aziz, hiç korkmasın, diyormuş… Bütün bunları karısına anlatırken, ha, bir de o Çukurçayırdaki on dönüm yeri kavak ekmiş, biz dönünceye kadar büyüyüp onları satalım, diye; benim bu aretliğimin kıymeti bilinecek gibi değil; dedi; kadının aklı belli ki başka yerdeydi, hangi yeri kavak ekmiş; onu anlamadım, dedi. Canım hani içi her zaman suluk bir çayırımız vardı ya, leylekler bütün yaz suyun içinde çıpıl çıpıl gezip durmadan su yılanı, kurbağa avlarlardı, işte o çayırı kavak ekmiş…
Kadının içine bir sevinç dolardı; yani memleketimize istediğimiz aman gidebiliriz, evlerimizi, komşularımızı, anamı-babamı, kardeşlerimi gidip görebilirim; öyle mi; oh, içim şimdiden rahatladı, derdi.
Çok şükür, kendilerinin ve çocukların sağlıkları da yerindeydi; fırsat buldukça Konak’a, oradan “Kordonboyu”na gidiyorlardı. Aziz faytona Gümülcine’den alışık, fayton sefalarını severdi, buranın faytonları daha süslü, daha da parlaktı, ailece binerler, kordon boyunca fayton sefası yaparlardı. Küçüğünü, sünnet düğününde sokak sokak, faytonla gezdirmişlerdi, çocuklarda o ne keyif, ne şenlikler; “Yeni Muhacir”in oğlunun sünnet düğünü varmış, diye bütün Çimentepe oradaydı. Bazen evlerinden çıkıp Konak Meydanı’na kadar yaya yürümek istiyordu canları, o taştan merdivenlere aşağı konuşa konuşa, etraflarına bakına bakına iniyorlardı, “Mezarlık Başı”na, oradan İki Çeşmelik; daha sonra da Konak Meydanı… Merdivenlerden inerken düz bir alanda kuru zeytin ağacı gövdeleri vardı, bazı gençler orada ustaca top koşturuyorlardı, büyük oğlu, baba, biz de bazen buraya gelip top oynuyoruz, derdi.
İki Çeşmelik semtine gelince ya da o semtin adını duyunca Pakize’nin içine koyu bir karanlık çökerdi, içine yerleşen hüzün, yaşadığı bütün mutlu günlerinin üstüne sanki bir sünger çekerdi; öyle tiksinmişti hayattan, hayatı, artık içinden çıkılması mümkün olmayan bir “çile” olarak görmeye başlamıştı. Kendinin ruhu ve bedeniyle birlikte bir “hiçliğin” içine sürüklenmekte olduğu sanısına kapılır, “ürküntülü haller” geçirirdi. Belki de bu yüzden, ne vakit buradan geçmek mecburiyetinde kalsalar, Aziz’e başka taraftan gitsek olmaz mı, diye sorardı; Aziz kendisine şefkatle bakar, sen söyle, nereden istersen oradan gideriz gideceğimiz yere, derdi.
Çocuklar çok mutluydu; denizin kıyısında gezinirlerken, iki kardeş koşup şakalaşıyor, birkaç metre içeride teknelerden denize olta atan balıkçıları seyrediyor, tutulup da su dolu kovalara konulan balıkların başında dakikalarca duruyorlardı. Aziz, gezip tozmayı kendisi de seviyordu, aniden, daha önce hiç sözü geçmemişken hadi, sizi Karşıyaka’ya götüreyim, derdi, gider Saat Kulesinin biraz ilerisindeki gişeden bilet alır, çok geçmeden kıyıya yanaşan büyük bir yolcu gemisine binerlerdi. Önce denizin o masmavi sularından, küçük kayıkları hoplatan dalgalardan biraz korkarlar, daha sonra geminin ardında burularak köpüren suların ardında kendilerini adeta kuyrukları üstüne dikip yeniden denizin mavi sularına atan balıklara hayranlık ve büyük bir merakla bakarlardı. Orada, yine sahil boyunda gezinirlerken, birden aklına gelmiş gibi, aaa, az daha unutuyordum; buraya gelmişken Atatürk’ün anasının mezarını da görelim… Ortada mezarlık falan yok, bir türbe, üstünde de koskoca bir taş, çocukların pek dikkatini çekmezdi görünüm, ileride korda “süt başak” pişiren birinin başına koşarlardı; herkese birer “taze mısır”; Pakize Hanım, daha ilk ısırışta, ah, derdi, nerede kaldı köyümün o tatlı mısırları, bunlarda öyle bir tat yok ki…
Gerek Aziz’in mert görünüşü, gerek Pakize Hanım’ın içten misafirperverliği, çocukların da arkadaş canlısı olmaları bir de oyuncaklarını onlarla paylaşmaları “Yeni Muhacir”in evine misafir akınlarını sıklaştırmıştı. Aziz, aklından geçen, ancak hiç kimseye açmadığı ve açmayacağı bir düşüncesini gerçekleştirmek için bambaşka ve hiç kimsenin aklına getiremeyeceği bir yol buldu. Artık rahatlıkla başta Semerci Recep olmak üzere kendi köydeki hısım akrabaları ve arkadaşlarıyla mektuplaşıyor, gelip gidenlerden haberlerini alıyor, bütün bunlarla biraz olsun memleket özlemini gideriyordu. Pakize’nin de başta dedesi, ninesi, anne ve babası, kardeşleri olmak üzere herkesle arası gayet iyiydi, o büyük aile içinde kendisini sevmeyen yoktu, bu da kendisini ayrıca mutlu ediyor, kendini daha geniş ve yoğun bir sevgi dünyası içindeymiş gibi hissediyordu. Bir gün mağazadan geldikten sonra biraz dinlenmişler, Pakize mutfağa geçip çay demlemiş, Aziz yeni aldıkları koltuklardan birinin içine gömülmüştü. Birazdan Aziz’in her zaman elini yakan o ince belli çay bardakları masaya dizilmiş, çocuklara açık, kendilerine demli çay koymuşlardı. Küçük çocukları, anne elim yandı, diye bağırdı bardağı avucuna alırken, Aziz güldü, her yerde, her şeyde dikkatli olacaksın, diye oğlunu uyardı, bak abine, o nasıl dikkatli; büyük çocuğun da eli canı yanmıştı ama babasının bu sözü üzerine ses çıkarmadı. Birinci bardakları tam içmişlerdi ki Aziz, Pakize, dedi, baksana, durup dururken aklıma ne geldi, söylesem katiyen inanmazsın… Kadın, dur bakayım, diye geçirdi içinden bakalım gene ne şeytanlık, düşünüyor; eee, dedi, neymiş o? Hani dedenin paytonda çekilmiş bir resmi vardı; bir mektup yazsak da bize o resmi göndersinler; ben de onu burada resimci de büyüttürüp ardımızdaki bu duvara assak? Kadın biraz şaşırmış bir halde, bu işin altında bir şeyler olduğunu sezmişti ama bunun ne olabileceği hakkında hiçbir öngörüsü olmadığını da anladı; sadece sordu: bu da nerden çıktı; hiç dedi Aziz, o resmi çok severdim, hem de o kıyafeti, körüklü çizmeleri bana biraz da aretliğimi (Semerci Recep) andırıyordu. Bu fikir kadının da hoşuna gitmişti ama Aziz’e tamam, ben o işi hallederim, kolay; ama benim de senden bir isteğim var; sen de onu yapacaksın; o yaptığın şeyi beğenmiyorum; üstelik senin gibi bir adama yakışmıyor da; artık çocuklar da utanıyorlar. Aziz, karısının ne demek istediğini o anda anladı; karşıki bakkalda her mağaza dönüşünde iki şişe “Tekel” birası içiyordu ya, muhakkak o meseleydi; zaten ötedeyken de ara sıra aretliğiyle (Semerci Recep) de kasabada birer “ellilik” içiyorlardı, burada da o sıkıntılı günlerde kendini bu “bira illeti”ne alıştırmıştı. Bu alışkanlığını kendisi de beğenmiyordu ama bu mereti bırakmak da pek o kadar kolay bir iş değildi. Karısına sevgiyle ve gülümseyerek baktı; tamam, anladım, dedi, söz; artık o iş bitti, erkek sözü –bıyıklarını burdu- karısı, hadi hadi dedi, “onlar kedide de var;” insanı durup dururken güldürme… Yahu, söz, diyorum; çocukların ikisi de gidip üstüne atladılar, “yaşa baba” diye bağırdılar, Aziz’in yanaklarından öptüler; Aziz’in gözleri doldu, ilk kez böyle hissetti kendini, çocuklarını kucakladı, kadın uzun süreden beri kendini böyle, bu şekilde mutlu hissetmemişti.
Aradan iki ay geçmemişti ki, bir akşamüstü, Konak Meydanı’nın üstünden öte uzanan denizin ufukla birleştiği yerde o “kızıllık” oluşurken “Yeni Muhacir”in evinin önünde Şev role marka bir taksi durdu. Şoför arabadan indi, yeni boyanmış dar, alçak bir kapıyı oldukça yorgun görünen yanındaki adama gösterdi; işte bu kapı, dedi. Adam ağır bavulu bagajdan çıkarıp hele bir bakayım, o zaman gidersin, dedi. Gitti, kapıyı çaldı, içerden bir kadın, kim o diye seslendi; misafir bekliyor musunuz dedi, adam, Yunanistan’dan, geliyorum… Pakize sokağa bakan küçük pencereden geleni görmüş, tanımıştı, aaa, bu bizim köyden, komşumuz, dedi, olduğu gibi çıktı, kapıyı açtı. Aziz de hemen kapıda göründü, ooo, hoş gelmişsin, dedi, buyur, geç, dur parayı ödeyeyim, dedi misafir, Aziz, hop hop, dedi o gür sesiyle, senin paran bu memlekette geçmez. Gitti, şoförün parasını ödedi, adam paranın üstünü vermeye hazırlanıyordu ki, istemez, kalsın, dedi Aziz, bir çay içersin ya da rastlaştığımızda bir dost selamı verirsin, adam memnun bir şekilde gülümsedi, size iyi akşamlar efem, dedi…
Köylerinden gelen misafir, sanki memleketi, memleketin havasını, zamanın içinde çalışan, dinlenen, gülen, üzülen insanlarını da beraberinde getirmişti; öyle mutlu, hasretini gideren bir hava içinde buldu kendini, kimi gülümsedi, kimi hüzünlendi; arada ah, ne iyi ettin de geldin, diyordu kahvelerini içerken; Aziz memnun, gülümsüyor, anlatılanları sessizce, muhabbete karışmadan dinliyordu. Köy, Pakize’ye üzgün, sevgi dolu bir gözle bakıyordu; böyle bir duygu içinde hissediyordu Pakize kendini, dedesi, ninesi, ana ve babası, kardeşleri, çocuklar, komşular, akşamüstü kapı önlerinde sessizce dertleşen kadınlar, düğünler, bayramlar, başak soymalar, harmanlar, araba dolusu karpuzlar…
Sanki köyündeydi Pakize; her şeyi o ayarlıyordu, bir o vardı, bir de zaman ve mekânları seçme hürriyetine sahip gönlü, o geniş hayali: Köyün hemen dışındaki kabalığa manda sığırı çıkmıştı, sığırtmaç “ho-hooo” diye bağırdı, manda sürüsünü önüne kattı, sulak çayırlıklara doğru götürdü. O ne; tüm tarlalar sürülmüş, mısır ekilmiş, yeni ekilen tarlaların içlerinde kapkara karga sürüleri; dolma tüfekler ara sıra patlıyor, karga sürüleri “pırrr” diye havalanıp daha uzaktaki sürülü tarlaların içlerine konuyorlardı. Dedesi faytonla harmanlığa geliyor, elinde bastonu, hizmetkârın açtığı harem kapısından içeri giriyordu, ilkyaz mıydı; bir leylek caminin biraz ötesindeki kuru bir karaağacın tepesinde tek ayaküstünde duruyordu. Anası büyük bir gülüş, koyu bir özlem olmuş, karşısında üzüntülü bir haldeydi, babası yüreğini rahatlatan bir güç; köyün en yakışıklı, en cesur adamıydı.
Daha o akşam misafirle birlikte akşam yemeğini yedikten sonra biraz dinlenmişler, kahve içmişler, misafir bavulunu ortaya koyup hediyeleri ortaya koymuş, Bekir Ağa ailesi tarafından gönderilen hediyeleri de ayrı bir yere koymuştu, hepsinin ayrı ayrı selamları var, dedi. İpek gibi yumuşak naylon masa örtüleri, çocuklara defter, kalem ve kitaplar, madeni otomobiller, kaba leblebi, çorap ve ayakkabılar ve daha bir sürü eşya… Aziz’e bir gömlek, Pakize’ye entarilik kumaşlar vardı. Çocuklar kalem, defter ve oyuncaklara dalıp gitmişlerdi, misafir ceketinin iç cebinden sarı bir zarf çıkarıp kadına verdi; dedenizin faytonla çekilmiş resmi; kırılmasın diye buraya koydum. Kadın zarfı dikkatle açtı, hepsi toplanmış, resme merak ve hayranlıkla bakıyorlardı. Bekir Ağa’nın Gümülcine’deki bir handa çekilmiş bir resmiydi; orada görevli biri, Kapalı Köprü’nün yanındaki Resimci Niko’ya gönderilmiş, adam, üçayaklı, körüklü resim makinesiyle gelip dakikalarca uğraşarak bu resmi çekmişti: kırk- elli yaşlarında, başında kalıplı bir fes, yakası kürklü bir palto, külot pantolon, körüklü çizmeler, köstekli bir saat ve hilal bıyıklar… Küçüğü, bu bizim koca dedemiz mi, dedi, kadının gözleri yaşarmıştı, gururla; evet yavrum, dedi, koca deden… Adam, maşallah, hala kendini tutuyor, dedi, tabii, artık kasabaya falan gidemiyor. Aziz, ne adamdı, dedi, işini bilen, sözünün eri ciddi bir adam…
Hiç geciktirmeden daha sonraki gün, resmi alıp merkeze indi, orada tanıdığı, “mahir” bir resimciye götürdü, bizim için çok önemli bir hatıra-resim, dedi, resmi büyütüp güzel bir çerçeveye koyacaksın; parayı düşünme, ne ederse; resimci, merak etme efem, dedi, bir hafta sonra geçip resmi al.
Bu arada, misafir orada fazla durmadı, Azizlerde kaldığı iki gün içinde Aziz kendisine İzmir’in görülebilecek yerlerini gezdirdi, Konak’a indiler birkaç kez, Saat Kulesi’nin altında resim çektirdiler. Kıraathaneye gittiler, kapının yanında oturan boyacı onları görünce ayağa kalkarak selamladı; Aziz, boyacıya bakıp gülümsedi, eline bir beşlik sıkıştırdı, içeride oturanlar kendilerini başlarını eğerek selamladılar. Bir ara sinemaya girdiler, Hayvanat Bahçesi’ne gittiler, misafir o koskoca file bayıldı, bir cam dolabın içindeki boğa yılanından tiksindi. Yahu bu “meret” rüyama girecek benim, dudaklarım muhakkak uçuk içinde kalır; dedi, Aziz güldü. Aradan tam bir hafta geçtikten sonra resimciye gidip çerçevelenmiş resmi aldı, bir taksi tuttu, ver elini Çimentepe…
Bekir Ağa’nın o faytonlu resmi uzun uğraşlardan, acaba buraya mı assak yoksa şuraya daha uygun olmaz mı benzeri tartışmalardan sonra en nihayet salonun arka duvarının tam ortasına, Pakize’nin göz hizasına gelecek bir şekilde asıldı. Büyük oğlan karşıya geçip, baba bu sanki bir “paşa resmi” gibi dedi, Aziz içinden, bizimki sanki benim maksadımı anlamış, dedi, “kerata” babasına çekmeyecek de kime çekecek; diye geçirdi, gülümsedi.
O günden sonra her gelen giden önce o resme uzun uzun bakıp ondan sonra koltuklara oturdular, sohbet ettiler, resimle ilgili bilgi edindiler, misafirler Pakize Hanıım’a daha bir saygılı davranır oldular. Pakize de kendilerine o naylon masa örtülerini, çocuklara gönderilen kırtasiye düzenini, gösterdi, Yunanistan’dan gelen başka misafirler tarafından getirilen naylon masa örtülerinden onlara da verdi, misafirlerin sayısı gittikçe arttı.
Aziz’in bir tutkusu, belki bazı kişilerde olmayan vazgeçilmez bir merakı daha vardı: Kurtuluş günlerinde yapılan o askeri geçit törenleri… Öyle bir “hamaset” meselesi değildi bu; o askerlerin yürüyüşü, bando takımının çaldığı yürüyüş marşları, parlayan miğferler, askerlerin “kaz adımları”, süvari birliklerinin tatlı bir ritim müziği eşliğinde yaptıkları geçit töreni gösterisi; bütün bunlar hoşuna gidiyordu, bir de bu güzellikleri paylaşmak… Hemen her 30 Ağustos Zafer Bayramı ve 9 Eylül İzmir’in Kurtuluş Günü’nde yapılan kutlama ve törenleri kaçırmaz, bu törenlere ailece katılır, çocukların ellerindeki bayraklara büyük bir sevgiyle bakar, Pakize’nin bandonun tam önlerinden geçtiği sırada gözlerini kurulaması kendisin de gözlerini yaşartır, törenlerden sonra hep birlikte en yakın bir pastaneye giderlerdi.
Orada, memlekete yapılan törenler gelirdi gözlerinin önüne, 28 Ekim Ohi yortusu, evlerin önlerine asılan bayraklar; evdeki bayrak çok eskimişti de gidip zücaciyeci karşısındaki bir Ermeni’den almıştı bir bayrak; evlere bu bayraklar asılıyor, demişti. Yav, ne günlerdi be, diye düşündü; kendini yine o eski, geçmiş yıllar içinde buldu. Bir komşuları vardı: Ahmet; İtalyan harbine katılmış, dediler, bir mektubunda Arnavutluk’a girdiklerinden söz ediyormuş; bir gün, öyle, asker postallarının ipleri çözülmüş, saç-sakal karışmış bir halde cami yolundan çıkıp mahallenin içine doğru geldi. Kendileri de okulun ardındaki yolda “kopçe” oynuyorlar; yanlarına gelince; “Latif Oğlu Amet; paron(buradayım)’” diye bağırdı, herkes bir birine şaşkınlıkla, ne oluyor, diye baktı; o devam eti: Germani geldi, omzumu sevdi, Moamet, dedi, hadi familya; diye bağırdı; geldim işte… Onu alıp evine götürdüler, anası fırını kızdırıyormuş o saatte, onu o halde görünce düşüp bayılmış, sonra köyde duyup da herkesin üzüldüğü kötü bir haber yayıldı: “Ahmet, aklını bozmuş…”