Полная версия
Bu Toprağın İnsanları
“Deme yav..”
“Öyle işte; nasıl üzüldük ailece…”
“Nasıl sakin, nasıl akıllı bir çocuktu…”
“Ha gel de bu işe kısmet, de; bu harpte kısılmasaydı, böyle şey olmayacaktı ya…”
Daha sonra o hocaya muska yazdır, bu hocaya git; derken Ahmet daha da kötüleşti, Dondurmacı Çerkez Ahmet; Latif’in Ahmet’in “adaş”ıydı; gidip babasını buldu Ahmet’in, Latif Aga, bu kadar cahil olmayın, dedi. Abe “o hocalar” ne anlar insanın “sinir sisteminden, bu hastalıktan ne anlar onlar; abe el âlem bunun okullarını açmış, doktorlar yetiştirmiş yani onlar aptal da biz mi akıllıyız? Gel beni dinle, kasabada tanıdığım birinin bu hastalıkla ilgili Selanik’te çalışan Ermeni bir doktor arkadaşı var. Ahmet’i oraya götürelim, adaşım, kısa zamanda bu “korku”yu atlatsın… Bilmiyor musun, onlar uykudayken uçaklar makineli tüfeklerle taramışlar birliklerini; göreceksin, Ahmet, kısa zamanda eski haline gelecek… Adam, inşallah be oğlum, demişti, inşallah…
Nitekim Ahmet iki aylık bir tedaviden sonra Selanik’ten, döndü, sanki o eski Ahmet; arkadaşlarının arasına karıştı, işine baktı, kahvelere çıktı, sadece alçaktan geçen bir uçak sesi duyunca tedirgin oldu; ah herkes nasıl sevinmişti.
Pakize, hadi dedi, biz pastaları bitirdik, seninki olduğu gibi duruyor; kim bilir aklından yine neler geçiriyorsundur; hadi, bak tören bitti, herkes evlerine gidiyor.
Aziz, uzak yılların içinden biraz da hüzünle ve yarı sarhoşluk içinden sıyrılarak kendini temiz bir ortamda, ailesinin yanında, önünde kendisini bekleyen üstü beyaz kremalı pastasıyla buldu. Çatalını eline alarak pastasını hiç acele etmeden yemeye başladı; çocuklar, kremanın babalarının bıyığına bulaştığını görünce annelerini dürterek gülüştüler, Pakize çantasından bir mendil çıkarıp kocasına verdi, bıyıklarını sil güzelce, dedi; niye acele ediyorsun ki…
Evleri yakın olanlar çoluk çocuk ana yoldan mahalle içlerine giden dar sokaklara girip kayboluyorlardı; çocukların ellerinde kırmızı küçük bayraklar, bazılarının ellerinde balonlar… Karşıda müşteri bekleyen dolmuşlar vardı, uzak semtlere gidecek olanlar dolmuşlara biniyor, bazıları biraz ötedeki taksilerin başında bekleşiyorlardı.
Aziz, önündeki pastayı yedikten, “tuvalet hane”de elini yüzünü güzelce yıkadıktan sonra kasada parayı ödedi, çocukların yanına gitti, eğer canınız isterse size Kordonboyu”nda bir de “payton sefası” yaptırırım, dedi. Çocuklar sevindiler, aslan babamız, bizim dediler; Pakize de memnundu durumdan; gene de o “aslan” sözüne “bunun neresi aslan” der gibi dudak kıvırdı; meseleyi o anda sezen Aziz de kimselere çaktırmadan, sadece Pakize’nin göreceği bir şekilde bıyıklarını burdu, gülümsedi…
Çoğu kez ailece çarşıya indiklerinde böyle yapardı, gider, çocukların da rahatça oturabilecekleri üstü yarı kapalı, tekerleklerin poyra ve dingilleri altın rengi, parmaklıkları renk renk boyalı, atları bakımlı, pırıl pırıl bir faytona binerler, Kordonboyu”nu boydan boya gezerlerdi. Çay evlerinin denize bakan oturma bahçeleri insan doluydu, kıyıda aileler, sevgili ya da nişanlı oldukları belli gençler ağır adımlarla volta yapar, denizi, denizde dalgalarla birlikte hoplayan kayıkları, daha ötelerde yolcu vapurlarının ardında suya dalıp çıkan yunusları seyrederlerdi.
Şansları varmış, Aziz o her zaman “fayton sefası” yaptıkları faytoncuyla konuştu, bir tur atacaklarını söyledi, faytona yerleştiler, faytoncu, “deh” der demez atlar o alışık yürüyüşleriyle cadde boyunca ilerlediler, çocuklar gülüştüler, bakındılar, sevindiler, anne-baba da çocuklarının mutlu hallerine gördükçe mutlu oldular, daha sonra bir taksiyle evlerinin önüne vardılar. Eski püskü bir evin merdivenlerinde uyuklayan yanında bastonu, oldukça çökmüş bir ihtiyar, belini tutup “vay vay”larla içeri girdi, karısına, “bu yeni muhacir”e şaşıp kalıyorum, dedi, sanki tütün mağazası onun; bu Yunan onu buraya casus bir şey göndermesin? Karısı güldü, hadi hadi, dedi, iyice sapıtma; âlem senin yaşta Kemeraltı’na gidip alış-veriş yapıyor… Evine giden konu komşular, kadının dedesinin resmini anlata anlata bitiremiyorlar, bey miymiş, ağa mıymış; yani parasının hesabını bilmeyen biri…
Aziz’in İzmir’in içinde en çok ziyaret ettiği bir yer de “Eskici Hüsko”; zaten bu ad, daha ilk gözüne çarptığında dikkatini çekmişti; bu “aretlik” olsa olsa bizdendir; diye içinden geçirdi. Aziz’in ayakkabılarının arkaları basık ya; yürürken ister istemez ayakkabıları daha çok sürtünüyor yere; doğal olarak da daha çabuk aşınıyor; o kösele ökçeler ne kadar sağlam olsalar da eskiyor, kopuşup gidiyorlar… Bir gün çarşının ortasında ayakkabının ökçesi bir Arnavut kaldırımı taşına takılıp kopmaz mı, ha şimdi, etrafına bakındı, tam karşıda eski püskü bir tabela gözüne çarptı: “Eskici Hüsko”; içinde tanıdık birinin evine ya da dükkanına gidermiş gibi bir duyguyla daracık kapıdan baktı, kolay gelsin usta, dedi, yolda kaldım, buna bir ökçe?.. Adam, çok işim var beyim, diyecek oldu, Aziz, iki ökçeyi kaça koyarsın, dedi, adam, gülümsedi, bir kösele parçasını göstererek, bundan olursa iki buçuk liraya olur. Aziz, al şu beş lirayı da hemen işe başla bakayım, çok acele bir işim var, adam kendisine şaşkınlıkla baktı, hadi hadi, dedi, beni fazla bekletme. Adam çaresiz, buyur otur beyim, dedi, ayakkabıları çıkarıp verdi, kendi de adamın karşısındaki küçük, alçacık bir sandalyeye oturdu.
Daha sonra adamın sadece müşterisi değil, dostu da oldu, eskici de o kalabalık arasında nasıl tanırdı kendisini, elinde çekiç, fal çata, bir kösele parçası, küçük çiviler; bir gözü de hep dışarıda; bakalım bir tanıdık var mı? Bir bakarsın, “Aziz, Aziiiz; gel sana bir çay ısmarlayayım; Aziz gülümserdi; bir işin düştüğünde o çayın parası senden çıkıyor ya; hiç olmazsa muhabbet bedavaya geliyor…
Bir gün uzun uzun anlattı hikâyesini: Hemetli’ye yukarı hudut köylerinden birindendi. Ne olur oralarda, Balkan patatesi meşhur, hayvancılık, keçi, Bulgaristan’dan kaçak tütün geçirme… Hayat zor, zor olmasına da hayatı asıl zorlaştıran o andartlık harbiydi… Abe, diyordu, sizin köylere hadi geceleri iki günde bir inerdi, andartlar, pılı-pırtı alırlardı, ekmek; o kadar… Bizim oranın, o dağların padişahıydı onlar, orada hükümet onlardı; her şey onlardan sorulurdu, onlardan izin alıp inebilirdik kasabaya ya da Şapçı’ya… Mekteplerimize onlar kumanda ederdi, müfettiş de bizden biri; Bulgaristan’dan defter, kalem getirir, kızanlara verirlerdi… Bizden de çok asker vardı onların tarafında; gönüllüler çok azdı da zorla silâhaltına alınanlar çoktu… Sabahları köyün düz yaylalarında durmadan talim yaparlardı, bir de mahkemeleri vardı, ne insanlar can verdi o “Maymundere’de, içi karanlık bir dere, idam edilenler oraya atılırdı, ta uzaktan bakardık o kartallara, gidip oradaki cesetleri paramparça ederlermiş, çobanlar anlatırdı… Bir gün nasıl oldu, anlamadık, önce tayyareler bombaladı bazı tepeleri, silah ve “olmo” sesleri duyuldu, “katır topu” derlerdi bazıları, andartlar huduttan öte kaçtılar, askeriye geldi. Başlarında iri yarı, “gulama” (büyük) bir zabit; köyün muhtarını çağırdı, bütün köye haber sal, dedi, köyü akşama kadar boşaltacaksınız, her şeylerinizi, eşyalarınızı, yiyeceklerinizi, hayvanlarınızı alıp başka köylere, ova köylerine gideceksiniz; bu köy, evler, damlar her şeyi yakacağız ki, bir daha bu andartlar buraya gelip yerleşmesinler, barınmasınlar… Haberi duyan herkes şaşırdı, kadınlar, çocuklar ağlaşmaya başladılar, fakat çaresi yok, katırlar, eşekler yüklendi, davarlar, sığırlar çıkarıldı, büyük bir gürültü, hayvan bağırışları, insan ağlamaları, çocukların korku dolu çığlıkları arasında yollar, patikalar, dereler tepeler insan ve hayvanlarla doldu… Aman Allahım, nereye gideceğini bilememek ne kadar kötü, çok daha aşağılardaki köylerin başında duruldu, bazıları gelip hısım-akrabalarına sahip çıktılar, biraz daha aşağılara, ova köylerine inildi; akşam oluyordu, oralarda da bazı sahiplenmeler oldu, en nihayet herkes kendine, hayvanlarına barınacak birer yer buldu…
Bizim Şapçı’ya yakın bir köyde akrabamız vardı, olayı duymuşlar, bizi yarı yolda karşıladılar, doğruca köye götürdüler bizi, hayvanları büyük bir dama koydular, önlerine demet demet otlar verildi, davarlarımız da komşulardan birinin ağılına kapandı, birkaç ay sonra hayvanlarda bir hastalık; deme gitsin, millet perişan oldu, köylerde hizmetkârlık, çobanlık, kosağıcılık yaptı. Birçoğu da mademki yuvalarımız bozuldu, hiç olmazsa “asıl vatanımıza” kaçalım da bir daha bu zulümleri görmeyelim, dedi, hudut boyları insan doldu, birçok kişiyi huduttan geri gönderdiler, biz de o geri gönderilenler arasındaydık. Gittik, Şapçı’ya yerleştik, bir akrabanın evinin yanında boş bir ev varmış; sahibi Türkiye’ye daha önce kaçanlardan biri, oraya yerleştik. Bir ayakkabıcıya çırak olarak girdim, kafamda hep Türkiyecilik var ya; bu “sanatı” kısa zamanda kavradım, bir yıl sonra da işte bu gördüğün yerdeyim.
Şimdi halime şükür, kızanlar mektebe gidiyor, karı bir mektepte süpürgecilik yapıyor, geçinip gidiyoruz işte; çocuklar da hallerinden memnun… Parklar var, yazlık sinemalar var –arada gülüyor- eee, sıcak “gevrek” var…
(Papagos bu iç savaşı bitirmeğe niyetli… Bak, uçaklar “Alantepe’ye bomba yağdırıyor…)
SEMERCİ RECEP
Zaman, doğa olaylarının, çeşitli eylemlerin, olur olmaz düşüncelerin tarafsız tanıklığını sürdürüyordu. Dağlar, ovalar, hep böyle yeşil değildi, hep böyle güzel kekik de kokmuyordu. Siz mi dikkat etmiyordunuz yoksa zaman mı öyle su gibi akıp gidiyordu; hiç anlamıyordunuz, birden ağaçlar yapraklarını döküyordu. Sadece, çam ağaçları, bazı kuytulara gizlenmiş yaşlı zeytinler o soğuk, karlı, rüzgârlı kış günlerine çalım satarcasına öyle yemyeşil yapraklarıyla ayakta duruyorlardı. Lodos, günlerce yoğun bulutlar taşıyordu gökyüzünde; bulutlar sanki ağaçlara sürtünerek gidiyordu dağların tepelerine, evler, duvarlar, pencere camları nem içinde kalıyordu… Sonra, aralıksız yağan o yağmurlar… Kiremitleri yıllarca aktarılmamış bazı evlerin çatılarından odaların içine sular damlıyor, su damlayan yerlere evdeki boş kap kacaklar yerleştiriliyor, anne ve babaların isyan eden öfkeli seslerine karşın, çocukların yağmur damlalarının temposuna ayak uydurarak, oynadıkları ve neşelendikleri görülüyordu. Dağlar yitip gidiyordu sis ve kara bulutlar içinde, köyün dar ve kumlu sokaklarında bulanık sular dağlardan, tepelerden kumları sürüklüyor, yağmur dinince çocuklar yerlerdeki paslı çivi ve tel parçalarını topluyorlardı. Bazen gökyüzü kül rengine dönüşüyor, kuşlar çok yükseklerden uçarak katar katar uzak yerlere göç ediyorlardı… Keten bir çuvaldan yaptığı kukuletayı başına koyarak kapının önüne çıkan yaşlı bir adam kucağındaki çocuğa gökyüzündeki kuşları göstermeye çalışıyordu…
Böyle günlerin ardından birden, güneşli, güzel bir hava, ortalığı, evleri, sokakları, saçak önlerini, harem duvarlarının güneye bakan yerlerini ısıtmaya başlıyordu. Bu “güzel” havalara aldanan bazı sinek ve bal arıları, şaşkın, uyuşuk bir şekilde uçuşuyorlardı. Havayı güzel gören bazı yaşlılar torunlarını ellerinden tutarak ya da çok küçükseler omuzlarına alarak “Çaybaşı”na götürürler, orada büyük bir gürültüyle akan çayın sularına bakarlar, bazen de çok uzaklarda bir ayna gibi parlayan Boru Gölü’nü hayranlıkla izlerlerdi…
Semerci Recep de böyle havaları kaçırmaz, değerlendirir, saçağın güneş gören bir köşesine koyduğu alçak hasır sandalyesine oturur, kendisine getirilen eski bir semeri onarmaya başlardı. Oyun oynamaktan yorulan çocuklar soluklanmak için onun yanına gider, yaptığı işi merakla izler, onlara bazen kısa masallar anlatır, bazen takılır, kendilerini eğlendirir, güldürürdü…
Yamaç başı, sabahın erken saatlerinde, dağın uzak tepe ve vadilerinde odun kesmeye gidecek olan oduncularla dolardı… Gençler hatta kimi yaşlı erkekler ellerinde baltalar, önlerinde semerli eşekleriyle, dolambaçlı patikalarda ilerleyerek gözden kaybolurlardı… Kadınlar, ellerindeki hayıt süpürgeleriyle yıkık dökük kapılarının önlerini süpürürler, işleri bitince elleri bellerinde-ayaküstü- muhabbete dalarlardı.
Semerci Recep daha akşamdan gökyüzüne bakmış, “çocuklar, yarın hava güzel olacak, biraz erken kalkıp bazı şeyler yapmanın zamanıdır” dedi… Haşlama ekimi yaklaşıyor… Haşlama yeri hazırlansın, gübre aktarılsın, haşlama yerine suyun gelip gelmediği kontrol edilsin; tamam mı? Büyük oğlu, tamam, baba, dedi… Akşam, kardeşimle biz de öyle kararlaştırmıştık…
Sabah en erken kalkan Semerci Recep oldu… Karısına: Git, oda kapılarının önünde birer defa öksür, dedi… Duymazlarsa gider, kaldırırsın… Tamam, dedi kadın, birazdan tarhanayı hazırladı, Semerci Recep giyinip kuşandıktan sonra saçağa gitti. Kediler mart ayının gelmesiyle birlikte duvarların üstünde, ev ve damların çatılarında boğuşmaya başlamışlardı… Her evin bahçesinden gümbür gümbür yayık sesleri geliyor, etraf ayran ve taze tereyağı kokuyordu. Hayvanları sığırtmaca götürüp sığıra katan kadınlar ellerinde değneklerle evlerine dönüyor, çocuklar sırtlarında bezden yapılma “cüz çantalarıyla” okula gidiyorlardı. Geç kalan birkaç oduncu da yamaç başındaki patikalara yukarı tırmanmaya başlamışlardı. Harem kapılarından çıkan bazı erkek ve kadınlar omuzlarında dirgen ve küreklerle haşlama gübresi hazırlamaya gidiyorlardı… Tavuklar biraz ileride eşeleniyor, ibiği kıpkırmızı, bacakları poturlu iri bir horoz yüksekçe bir kayanın üstüne çıkmış ötüyordu. Tam bu sırada çocukları bir at arabasıyla karşı kapıdan çıktılar, kamçının şaklamasıyla birlikte at hızlandı, arabanın takırtısından çınarda tüneyen iki kumru ürkerek uçtular, başka bir ağacın dalına kondular.
Semerci Recep şimdi içi rahatlamış bir halde kütüğün üstündeki eski semeri alıp hasır sandalyenin yanına koydu… Elinde çuvaldız, yağlı kınnapla semerin yırtık yerlerini onarmaya başladı… Biraz çalıştıktan sonra bir sigara sardı, yaktı, bir nefes çekti, saçağın içine nefis bir tütün kokusu yayıldı…
Köyün eski, varlıklı ailelerindendi. Yetmiş yaşlarında, güçlü kuvvetli, iri yarı bir adamdı… Köyde, Çerkez kalpağı kullanan tek kişi olmasından dolayı, kendisini civar köylerden tanıyanlar da çoktu. Ta gençlik yıllarından beri külot pantolon, körüklü çizmeler giyer, atla gezip tozmayı sever, şehre sık sık giderdi. Şimdi de başında Çerkez kalpağı vardı. Kır burma bıyıkları kendisini oldukça heybetli gösteriyordu, yıpranmamış bir asker yağmurluğunu omuzlarına atmıştı. Bir ara daldı, eski yıllar, günler içinde buldu kendini, “ah o çocukluk ve gençlik yılları” diye geçirdi içinden: Yedi-sekiz yaşlarında olmalıydı… Köyde mektep yerine cami odasında yaşlı bir hoca ders verirdi. Rahmetli babası ona, yakın akrabaların yanında bir oda tutmuş, Gümülcine’de İptidai Mektebine göndermişti… O lacivert takım elbisesini, biraz da gururla giydiği kalıplı güvez fesini hiç unutmuyordu. Orada neler kalmıştı aklında, güzel sesli bir hoca kendilerine mevlit okutuyordu, bir hesap dersleri muallimleri vardı, arada Fransızca bir şeyler konuşuyordu, kaldığı eve yakın yaşlı komşu kadınlardan biri bazı kadın ve çocukların sırtlarına “çırrak” diye bir şeyler vuruyor, sonra bir boynuzla kan alıyordu… Bunlar… Bu Çerkez kıyafeti ve at merakı da nereden gelmişti? Bunu hatırlayınca gülümsedi kendi kendine, gençlik işte, dedi… Ama öyleydi de. Yirmi Üçten sonra Türkiye’den kaçıp buraya gelen Çerkezler, şehir ve köylerdeki en güzel kız ve dul kadınları kandırıp kendileriyle evlenmeyi başarmışlardı. Bir gün daracık bir meyhanede arkadaşıyla rakı içerlerken aralarında bu konuyu konuşuyorlardı… Karşı masada oturan yaşlı bir adam kendilerine bakıp gülümsemiş, delikanlılar, muhabbetinize katılabilir miyim, diye sormuştu… Adam filozof gibiydi. Muhabbetinizi duydum, dedi. “Kadın kısmı, temiz, bakımlı ve hovarda erkeklere bayılır; bu kadar”… Nasıl gülmüşlerdi. Zaman nasıl geçiyordu. O günden sonra köyün en şık giyinen delikanlısı, adamı olmuştu.
Aziz’le beraber nasıl oynarlardı düğünlerde. İkisinde de kostümler, burma bıyıklar, feraceli- soğuk kış günlerinde- başları bürgülü, süslü kadınlar… Çift davul, çift zurna; o ne oyun havaları; bütün gözler kendilerinde, soluğu kesilen zurnacının iki de bir kendilerine “yeter artık, biraz dinlenelim; biz de insanız” dercesine bakmaları… Deli Yusuf’un karısı Makbule’nin o baygın bakışlarıyla kendini süzmesi, iki de bir yaşmağının bağının çözülmesi…
Makbule de nasıl bir kadındı ya… Ama kısmetsiz; git de böyle bir kadın Deli Yusuf gibi birine düş… Sarhoşun, berduşun biri; güzelim kadını mahvetti, bitirdi kahrından, gamından; şimdi bunlar hatırlanacak şeyler mi, bu “şeytanı” ne yaparsın… Bir gün Deli Yusuf’la o daracık meyhanede buluşmuşlar, gece geç vakitlere kadar içmişlerdi, ilk defa içiyordu kendisiyle, adam içki içmesini bilmiyor ki, sanki kel ahladı turşusu içiyor. Hiç anlamadım, birden masanın altına kaykıldı kaldı, köye zor götürdüm, her yer karanlık, yarı yolda bırakacak değilim ya, kucaklayarak zar zor harem kapısının önüne kadar götürdüm, kapıyı çaldım, karısı geldi, “Aaa” diye bağırdı şaşkınlıkla, sonra ağlamaya başladı, beraber eve taşıdık Yusuf’u, yerdeki bir döşeğin üzerine yatırdık… Ses seda yok, kadın bana baktı, korkarak, ölmesin sakın, dedi, yok, dedim… Birazdan ayılır, işte hep böyle bizim adam, dedi, biraz durdu, sana bir kahve yapayım, dedi, ateşi kurcaladı, cezveyi ocağa sürdü, fincanı uzatırken elime dokundu, tuttum ellerini, başını göğsüme koydu, çok kısmetsizim, dedi, yüzümü gerdanına gömdüm, ah, yapma, gören olur, diye inledi… Yani bazı akranları kendisini camiye giderken gördüklerinde “Ne o Semerci Recep, sıra, günahları ödemeye mi geldi” diye takılırlarken biraz haklıydılar ama o kadar da değil, görüldüğü gibi her şey bir rastlantıdan ibaretti…
Gözleri bir ara, kolçağın tam altında asılı duran gençlik yıllarının yoldaşı doru atının hala pırıl pırıl parlayan bakımlı eğerine takıldı, içi sızladı; ne günlerdi onlar… Evin işleri tıkırındaydı, tarlalarda verim, bağlarda bolluk-bereket, davarlar, beş- on baş sığır sürüsü; evde huzur, özellikle Salı günleri erken kalkar, hazırlanır, atını eğerler, Gümülcine yoluna düşerdi… Başında Çerkez kalpağı, ayağında külot pantolon, körüklü çizmeler, gümüş köstekli bir saat, sırtında yağmurluğu; yolda odun yüklü öküz arabaları, eşekler, yaya gidenler… Doğru Tabakhane’deki Nalbant Dimitri’nin Hanına gider, atını çullar, Bokluca Çay üstündeki tahta köprüden geçerek Sultan Tepe’ye yönelirdi… Çayın içinde, öküz arabaları, teneke barakalardan gelen kebap kokuları, feraceli kadınlar, potur-kuşaklı, fesli, bereli, külahlı adamlar, kostümlü efendiler, tombul, bakımlı Rum kadınları arasından ilerlerdi. Orada koca bir çınarın altında her zaman boyacılar vardı, boya sandıkları pırıl pırıl parlardı, karşıdaki kahvenin önünde güzel havalarda müşteriler oturup kahve içerlerdi… Yine o ses geldi kulağına, baktı o oldukça esmer, gür bıyıklı boyacı, bey aga gel boyaaayım; fırçayı da sandığa vuruyordu… Canına yandığımın Çingene’si, bu kalabalıkta nasıl gördün beni; ayağını sandığa uzatır, boyacı durmadan bir şeyler söylerdi, parayı verirken aga, derdi, bu çizmeler eskiyince sakın atma, bir de bu fakir giysin böyle çizme; bakar gülerdi boyacıya, oradan ayrılırken ne diyeceğini bilemezdi; yav, bu Çingene benimle dalga mı geçiyor yoksa…
Kalabalık, pamuk pazarı, tavuk pazarı, Açık Köprü, lokumlar, leblebiler, tat agacığım, bu tavuklar her gün yumurtlar beyim, bir tuhafiyecinin kapısı önünden geçerken başını döndüren gül kokusu, daha yolda kollarını sıvamaya başlayan cami müdavimleri, birazdan okunan öğle ezanı… Ne güzel bir ses, hoş geldin Recep Efendi, aaa, bu bizim Abacı Niko, ah vre Recep, ne dersin sen, bizim bir aba dokuma fabrikası vardı İzmir’de, şimdi de hazır alıp satıyoruz burada, derin bir ah çekerdi geçmişe özlem dolu… Oradan Kapalı Köprü’ye geçerdi… Karşılıklı, içleri pazen kokan küçük küçük dükkânlar, hanımlar buyurun bakalım, ne istediniz, esnafın bu sözlerine annelerinin feracelerinin ucundan çekeleyen küçük çocuklar şaşkınlıkla bakarlardı, anne hadi, canım sıkıldı, dur bekle biraz; baban daha odunları satmamıştır… Oradan çıkar, tam “kanara önünde” bulurdu kendini, karşıda o daracık meyhane, gider, bir ellilik içerdi dört köfteyle, köfteler acı olurdu hep, biraz piyaz, doru atını daha fazla bekletmek istemez, köye dönerdi…
O küçük zil uzun uzun çaldı, ardından bir düdük sesi; okuldan top gibi bir gürültü dağıldı ortalığa, kuşlar uçuştu, gübreliklerdeki tavuklar kaçıştı, beş on çocuk köprüden geçerek sokağa girdiler… Tam Semerci Recep’in yanından geçerlerken içlerinden biri çantasını yolun ortasına fırlattı, ikisi semerin başına gelip bir süre baktılar… “Hasan”… Ne oldu Recep Dayı, yine babama selam mı söyleyeceksin, evet, öyle de; söyle ona bir yolunu bulup seni okutsun, çocuk gülerek kaçtı yanından, uzaklaştıktan sonra, tamam, söylerim, dedi.
Az sonra, haremdeki fırından yanan pırnar çıtırtıları geldi, dumanlar havada döndü, dolaştı, ekmek kokusu, derken saçağın önünde birden Kalaycı İbram’ın eşek talikası durdu. İki kadın, üç çocuk indi talikadan, kalaysız tencere tava ve kazanlar indirildi, yarım saat içinde teşkilat kurulup içerdeki körük derin soluklar alıp vererek ateşi körükledi. Birazdan, kadınlardan genç olanı büyük bir bakırın içine kum dökerek, biraz da su, bir bez parçası, sonra yalınayak içine girip odanın alçak kolçağına iki eliyle tutundu, bir sağa bir sola kalçasını döndürmeğe başladı, bakırın dibini temizleme işini sürdürdü… Semerci Recep kadının bir sağa bir sola kıvrılan dolgun kalçalarını biraz da zevkle izlemeğe başlamıştı… Haremden çıkıp gelen karısı, elinde üzerine tereyağı sürülmüş bir dilim taze ekmekle sessizce yanına geldi. O da hala kalçalarını bir sağa bir sola döndürmekte olan kadına bir süre baktıktan sonra: Nasıl da bulursun böyle yerleri, dedi, kısmet, baykuşun ayağına gidermiş, diye boşuna söylememişler… Recep karısına kızar gibi yaptı, sen de insanı hep böyle günaha sokarsın, dedi.
***Türkiye’ye kaçışından tam altı ay sonra Aziz’den mektup geldi… Gittikten sonra kendilerinden doğru-dürüst bir haber alınamadı, olmadık söylentiler; yok önce Diyarbakır’a sürmüşler onları, kendilerine ev, tarla vermişler, karısı, ben buralarda duramam, demiş, çocuklar günlerce ağlamışlar… Bu söylentiler ve “acaba ne oldular, ne yaptılar” düşüncesi Semerci Recep’i içten içe kemirip üzüyor, arada, acaba ne yaptılar, ne oldular, diye soran karısını, ne bileyim ben, diyerek sertçe azarlıyordu…
Tam kuşluk vakti, şapkası, postacı kıyafeti ve oldukça büyük meşin çantasıyla bisikletini elinde yürüten postacı hayıt ocağının ardından çıktı… Şişmanlıktan güçlükle yürüyordu; durdu, çantasından çıkardığı postacı borazanını uzun uzun öttürdü… Derenin içinde bir kemik parçasıyla telaşlanan iri bir köpek, korkudan havladı, kuyruğu apış arasında oradan uzaklaştı… Köyün üstünde ağır ağır uçan iki leylek birden yön değiştirerek güneye, ovaya doğru gittiler… Karşıda, Kahveci Nedim de temizlik yapıyor, masa ve sandalyeleri dışarı çıkarıp siliyordu. Postacıya doğru baktı, kimselerin duyamayacağı bir sesle, öttürme şu meret boruyu, dedi, Bulgar duyacak da gene gelecek buralara, bu arada postacı doğruca çınarın altına gitti, orada oturan yaşlıların başında durdu. Kadınlar, “Posta Günü” olduğu için yine Pekmezcinin damın altına toplanmışlardı, gidip postacının başına üşüştüler. Postacı biraz soluklandıktan sonra saçağın önündeki kütüğün üzerinde oturan Semerci Recep’e seslendi: Söyle familyada, hazırlasın bir tas ayran, çok susadım, dedi… Sana Smirni’den (İzmir) mektup getirdim… Semerci Recep’in altı aydan beri arkadaşı yüzünden içinde gittikçe büyüyen o “sıkıntı yumağı” şimdi bir “merak yumağı” haline gelmişti. Dizlerine dayanan torununa, hadi koş, git al o mektubu, dedi, sonra iç kapıya dönerek büyük gelinine seslendi: Kızım, anana söyle bir tas ayran hazırlasın, postacıya götürüver, dedi gülümseyerek; bu adamlar rüşvet vermezsen bir iş görmezler insana…
Zarf açıldı, içinden bir resimle birlikte küçük kareli, saman rengi bir kâğıda yazılı kargacık-burgacık bir mektup çıktı… Resim bir saat kulesinin önünde çekilmişti… Resmin ardında bir yazı: “Konaktaki Saat Kulesi” önünde çekilmiştir, sizlere bir hatıra… Semerci Recep, karısı, iki gelini ve torunları resme merakla bakmaya başladılar… İki çocukları ortada, onların sağında ve solunda Aziz’le karısı… Aziz’le çocukların kılık kıyafetlerinde pek bir değişiklik yoktu… Sadece Pakize’nin kılığında büyük bir değişiklik… Sırtında bir manto, başında da çiçekli bir eşarp, bir bukle saç alnının üstüne düşmüştü… Hepsinin gözleri yaşarmıştı, Semerci Recep’in karısı, bu şimdi bizim Pakize mi, dedi, adam, yok, dedi, Aziz oraya gider gitmez karıyı değiştirmiş; o işte, görmüyor musun, sen de durmadan maytap oynarsın benimle, dedi kadın; gelinler; anacığım, dediler, orada ferace giyecek değil ya… Pakize Teyze işte… Ne çileli kadınmış dedi, kadın, ovadan yakaya geldi, tütüncü karısı oldu; tam on dört sene çocuğu olmadı, şimdi de o uzak yerlerde “atalan” dur… Hüngür hüngür ağlamaya başladı… Semerci Recep karısına ters ters baktı, mektubu ellerinden aldı.