bannerbanner
Ulus Olmak İstersek
Ulus Olmak İstersek

Полная версия

Ulus Olmak İstersek

Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
6 из 8
I

İlk sırada kazak toprağına gelen ekolojik afetin hızla geliştiği korkunç yüzü geliyor. Ebedi kutsal varlığımız olan toprağımız perişan olmuş, keyfi hareket ve vıcdansızlığın kurbanı olalı yarım asır oldu. Bu dönemi topraklarımızın gövdesinde yerleşen ölüm ocağı Semey üssünde 40’lı yılların başlarında başlayan nükleer denemelerinden başlıyoruz. Sovyet hükümeti, tüm zülmleri haince gizli yapmaya alışık olduğu için nükleer deneyimlerinin ülkenin hangi köşesinde kaç kere yapıldığına dair bilgiler, sayılı özel uzmanlar dışında topluma açık değildir. Halkımızın başına bela olan Semey üssü bir kaç yıl önce kapatıldı. Toprağımızda bulunan bir canavarın azaldığını bundan biliyoruz. Kalan canavarlar hala topluma meçhuldur.

Genellikle bu tür korkunç olayları araştırdığımızda dünkü sovyet yönetim sisteminin üstünlüğü sırasında meydana gelen yolsuzluklardan söz eder, yerel halkın çıkarlarını hiçe sayan kızıl emperyanın politikasını ayıplıyoruz. Yeryüzünde binlerce yüzyıl dalgalanan Aral denizinin 25 sene içerisinde yok olmasının sorumlusu kimdir. “Bu tür suçları işleyen zorbakiler kim?” sorusuna kesin cevap bulamayız. Koskoca denizin yok olmasına yol verenlerin hiç biri belirlenemedi. Sırderya çekilmedi. Aral’a asırlarca dökülen iki ulu derya Amuderya ve Sırderya’nın suyunu yukarıdan bağlayan ve çöllere akıtan insanların da kim olduğunu bulamadık. Ürgenç ve Karakalpak yakınlarından dolu dolu akan Amuderya suyunu Türkmen’in çölüne çevirip, Aral’a bir damla su bırakmayan zalimler de cezasız kaldı. Bir zamanlar Sırderya o kadar dolu akardı ki, o taşıdığında bölgede bir kaç derya fayda olurdu. Sırderya’nın baharda suyu kabarınca köprüler ve feribot kayıkları harab olurdu, sonbaharda Sırderyanın suyu azaldıktan sonra köprü ve feribotların tamir edildiğini 50’li yıllarda kendi gözümüzle görüyorduk. Özbekistan, “Sovyet Birliğinde pamuk üretimini hızlandırma” pilanını kullanarak Sırderya’nın suyunu pamuk üretimi için her taraftan kullanmaya başladı ve Kazakistan’a derya suyunun artılanı geliyordu. Pamuk üretimini 100 kat arttırmanın nedeni, sovyet ülkelerinin emperyalistlere karşı güçlü olduğunu kanıtlamaktı. İnsanı ürperten gerçek bu ki, Moskova idarecileri pamuk ve pirinç üretimini arttırma talimatını verirken halkın sağlığı ve geleceği hiç hesaba katılmadı. Pamuk alanlarına uykarıdan uçaklarla zehirli ilaçlar saçıldığında onun kokusu tüm eyalete dağılırdı. Sıcak güneş altında, zehirli koku arasında özbek, kazak, karakalpak, tacik kadınları pamuk topluyordu. 60’lı yıllarda Kazak Hükümeti Kazak Sovyet Ansiklopedisi’ni yayınlama kararı aldığında, basın yönetimi tarafından yapılan araştırmalarda ülkemizde büyük, küçük kırk bin göl ve seksen bin nehrin kaydedildiğini hala hatırlıyorum. Onlardan en büyükleri hakkında Ansiklopedi’nin 12 cildinde bilgi verildi. Şu anda o binlerce göl ve nehirlerin hangileri var hangileri kuruyup gitti anlamak çok zordur. Aral, Sırderya bir yana, Kazak toprağının tam ortasında bulunan Balkaş gölünün de yok olma tehlikesinin eşiğinden döndüğünü biliyoruz. Halk tam vaktinde hareket etti ve gölü kurtarabildi. Adı efsanelerle anılan, bütün Kazak şairleri aşık olan Kökşe’nin seksen gölünden geriye kaç tanesinin kaldığını hesaplamak için matamatik olmaya gerek yoktur. Bizim bildiğimiz ülke Karatau dağının güneyi ve batısındaki o güzelim derelerin bir çoğu izsiz kayboldu. Bunları kurutan yaratığın adını sorarsan, dağ altından uran, gaz ve sayri madenleri arayan, yüzlerce metre derinliklere su barajları inşa ederek, kaynak sularını yerin yedi katındaki barajlara akıtan jeologlardır. Aral denizindeki “Barsa Kelmes” adasında insanlığı yok eden bakteriolojik silah deneyiminin yapıldığı son zamanlarda belli oldu. Kazak topraklarındaki deneme üslerininin çoğu gizli kaldı. Bu nükler denemeleri yapılan, askeri hazırlıklar alanı sıfatında yıpranan millyonlarca hektar yeri radyason ve başka zararlardan arındaırmak için yüzlerce yıl lazım. İşte Sovyetler Birliğinden beklenilen denklik, uygarlık hayallerimizin sonucu bu oldu. Daha düne kadar uzaya uçan gemiler Jezkazgan ve Torgay eyaletlerine geri döndüğünde halkımız davullu çanaklı törenle karşılıyordu. Uzay gemileri, askeri teknik konusunda Rusya’nın önemli malumatlar almasını sağlamış olabilir, ama Kazak toprakları bunun uğruna bir o kadar zarar gördü. Bu gizli siyasetin ve her kötülüğü halka iyilik gibi göstermenin neticesidir.

Bağımsızlığa kavuştuktan sonra halk, totaliter sistem sürecinde yer alan zülümler ve yolsuzluklar durdurulur, yıpranmış onca şeyi tamir etme planları yapılır, toprağımız radyason yetkisinden temizlenir, askeri deneme üsleri kapatılır, milyonlarca hektar yer tekrar halkın niymetine dönüşür diye düşünmüştük. Cumhurbaşkanı Semey üssünü kapattığında toplum böyle faaliyetlerin gerçekleşmeye başladığına inanmıştı. Maalesef, bu sevincimiz uzak olmadı, toprağı alt üst eden askeri oyunlar, füze ateşlemeleri hala devam etmekte. Kazakistan Hükümeti Rusya’nın emirlerine uyarak çeşitli sözleşmeler imzalamış görünüyor. Bu meselenin korkunç tarafı şudur ki, o sözleşmeler Rusya için ne kadar faydalı ise Kazakistan için o kadar zararlı olduğunu çok iyi bilen başkanlarımızın “halka, ülkemize barış lazım, nükler denemelerine karşıyız.” diyemedi. Rusya’nın “karşılığını vereceğiz” sözü için ulus geleceğine tehlike saçan hareketlere yol verildi. Bunun neticelerini son zamanlarda basında yer alan çeşitli haberlerden görüyoruz.

Sovyet döneminde Kazakistan’ın uğradığı haksızlıklar ve gördüğü zararları yazarsak cilt cilt kitap olur. Bunlardan bazıları tüm ülkeyi etkileyecek derecede önem taşıyor. Kazakistan Halk (ekoloji) Akademisi Başkanı, İhtisat Bilimleri doktoru, Devlet Üstün Hizmet Madalya sahibi Smentay Tileubergenov “Egemen Kazakistan” gazetesinin 1995 29 Kasım ayı sayısında yayımlanan makalesinde Kazakistan’ın bugünü ve geleceğini tehdit eden tehlike sebeplerini açıkça bildiriyor. “Kazakistan’da 165 milyon hektarlık arazi önceden de bakım isteyen susuz yerlerdi. Arazinin durumu 40 seneleik nükleer denemelerinden sonra berbat hale geldi. Dünyada hiç bir ülke, hiç bir halk, insanoğlunu yok eden çeşitli silahların denemelerinden bizim halkımız kadar zarar görmemiştir. Kazakistan’ın güzelim bozkırları, sadece deneme üssü değil, nükleer teknolojinin zararlı atıklarının, nükleer bombaların mezarına döndü. Bu bombalar bir ülkenin biosferi ve noosferini tamamen yok edebilecek kadar zararlıdır ve zararı ülke dışına kadar yayılabilecek kapasitededir.” diye yazıyor alim. Böyle ilmî delillere bakıldığında çevre ekolojisinin aciz durumunun ciddiyetini anlayabiliriz. S. Tileubergenov şöyle devam ediyor: “Kazakistan uranyum üretiminde dünyada ikinci geliyor. Ülkemizde 116 uranyum madeni mevcuttur. 1946 yılından başlayarak biolojik ve kimyasal bomba icadı için gizli askeri kurumları birleşmeye başladı. Onların deneme noktası, aral denizinde “Vozrajdeniye” adası oldu. Tam burda ülser, tulasremi, burtsellez, veba ve çiçek hastalığı yol açan bakteriler denemesi yapıldı. 1950’li yıllardan 1990’lı yıllara kadar sadece Aral bölgesi ahalisine değil, başka bölgelere kadar yayılan tehlikeli deneme üssü faaliyetine rahatça devam etti. “Ekoloji tarafından zararsız” olarak kabul edilen zararlı maddelerin 200 kilosü yarım milyon insanı yok edebilir kapasiteye sahiptir. Stepnagorski’de “Progres” fabrikasında bunun gibi ölümcül maddelerin stratejik muhafazası için özel kapalı depo çalıştı.”

Bu Kazak topraklarında yapılan kötülüklerin ne kadar hacimli olduğunu gösteriyor. Sovtyet idarecilerinden hiçbirinin, “Bu bölge ahalisi, onların geleceği nasıl olur.” diye düşünmemesi çok korkunç bir şey. İnsanoğlunu yok edecek böyle silahlar denemelerinin yapıldığını bildiği halde Kazakistan’ın D. Konaev baş olan eski resmi makamlarından hiçbirinin “nasıl olur” demeye bile gücü etmemesi, onların yukarıdakilerin emirlerini yerine getirmekten başka bir yetkisi olmadığının delilidir.

Yukarıda adı geçen makalede S. Tileubergenov, “Bakir ve nadas arazileri geliştirme projesinin Kazak toprağını büyük felakete duçar etti.” diye yazıyor. “Cumhuriyetimiz’in sosyal ekonomik durumunu inceleyen ilmi araştırmaların ortaya çıkarttığı gibi, radyasyon yüzünden şu anda toprağın üçte biri kullanılmaz bir durumdadır. Yirmi beş bin hektar bakir ve nadas arazi verimliliğini yitirmiş, 63,3 milyon hektar alan çırıl çıplak olmuştur.” Bunlara şahid olan herkes Kazak yerinin geleceğini düşünmeden edemez. Bu felaketi hissetmemek mangurt olmak demektir, bilmezlikten gelmek, susmak ise ihanet ve sabotaj demektir.

S. Tileubergenov’un “Ekologiya Çeloveka” (1993) ve başka da monografilerinde uzun süren araştırmalar neticesinde varılan çok önemli sonuçlar vardır. Bu eserden Kazakistan’da her yıl yarım milyon yer kumlu bir alana dönüştüğünü öğrendik. Yıl mı çok yer mi çok, böyle giderse 50 sene içerisinde 25 milyon hektar alan çöl olacak. Gereken önlemler alınmazsa devletin ekolojik siyaseti doğru temellere oturtulmazsa, gelecek asırda Kazakistan yaşam için elverişsiz çöl ve kumlu bir yere dönüşebilir. Bunları düşünürsekbiz ekolojik durumumuzu halka anlatmanın zamanı gelip geçtiğini görüyoruz. Ekolojik felaketin eşiğinde olduğumuzu, buna karşı tedbirleri planlamak, onu halka bildirmek, sıra beklemeyen acik bir durumdur. Bu malumatları her köy, kasaba, şehir

Bu konunun ciddiyetini, söylenmesi gereken yolsuzluklar yüzünden Kazak yerine düşen belanın çokluğu yalın dille aktarmak mümkün değil. Bu yüzden de basında yer alan ilmi makaleler temelinde konuşmak istiyoruz. Kazakistan’ın batı bölgelerinde nükleer silahları, yeni teknolojiler denemesinin durmadan yapılageldiğinden son zamanlara kadar halkın haberi olmadı. Bu “sırları” açığa çıkaran malumatları “Tolkındı Kaspiy” bağımsız sosyal-siyasi gazete sayfalarından bulabiliriz. Onların içinden “Narın” toplumsal hareket başkanı Kaken Köbeysinov’un “Atayurt ve onun kederi” adlı makalesinde Kazak yurduna durmadan yapılan hücümleri bulabiliriz. “Atayurdumuz çok felaketlere maruz kaldı. Yeri füze ve nükleer silahı deneme üssüne dönüştü. Halk göç etti, kalanları ekolojik afet kurbanı oldu. Hala devam etmekte. Askeri kurumlar yerli ahalinin rızası olmadan Orda ve Jana-kala ilçelerinin bir milyon 555 bin 692 hektar arazisini zorla ellerinden almıştır. Böylece Orda ve Janakala yerinde iki deneme üssü inşa edildi. Birincisi Kapustin Yar üssü, burada 46 sene füze denemeleri yapılmakta. Son yıllarda burada yapılan füzeleri lağvetme işleri de yürütülmekte. Bu deneme üssünde havada iki defa nükleer patlaması gerçekleştirildi. İkincisi ise Azğırdaki nükleer deneme üssü. Bu deneme üssünde 17 defa nükleer silahı denemesi yapılmıştır. İlk patlama, Azğır köyünden bir kilometre uzaklıkta, 165 metre derinlikte gerçekleştirildi. Patlama sırasında yüz bin CI radioaktiv parçalar yer yüzüne yayıldı. Azğırdaki nükleer patlamaların hepsi şimdiki “Balkudık” köyünün sınırlarında, ekimlik ve hayvan otlakları arasında, Kazakların sık yaşadığı yerlerde gerçekleşti. Bazı patlamalar sırasında nükleer radyasyonu on bir ay boyunca havaya yayılmıştır.”

Rusya emperyasının gücüne güç katmak için, başkalara baskısını altına almak için yaptığı hareketlerin sonucunun ne olduğunu görmek ister misiniz? Öyleyse bu alıntıyı dikkatlice okuyunuz “nükleer ve füze denemeleri yüzünde Narın bölgesi doğal güzelliğini yitirdi. Yer yüzü delik deşik oldu, hava durumu değişti, yer yer suni göller meydana geldi, toprak düşen füze ve uçak atıklarına, bozuk tanklere dolu. Toprak verimi azaldı, iklim değişti, arazi verimliliğini yitirdi. En kötüsü de tabiat denkliği bozuldu. İnsan ölümü arttı. Uzmanların ispatladığı gibi Azgır ahalisinin sağlık durumu Çernobil ahalisinin durumundan da kötü.”

Kazakistan’ın batısında ölüm saçan denemeler tarihi ve onun korkunç yüzünü anlatan hüzünlü hikayeyi belli bir derecede özetleyen, gerçek delillere dayalı sonuçları, Kazakistan milletvekili Engels Gabbasov’un “Egemendi Kazakistan” gazetesinde (16.01.1997) gazetesinde yayımlanan “Nükleer ejderinin zehiri”, “Kazahstanskaya Pravda” (11.12.1996) gazetesinde yayımlanan “Askeri Üsler, Kazakistan’ın kanayan yarası. Kapatmanın zamanı geldi.” Makalelerinden okuyabiliriz. Bu makelelerde Engels, askeri üsleri tamamen kapatma meselesi ele alınmıştır. Bu fikre başka milletvekilleri de destek çıktı ve Cumhurbaşkanı N. Nazarbayev’a resmi mektup yollayarak, Kazakistan yerinde nükleer denemelerine izin vermemesini talep ettiler.

Kazak halkı ve yurduna yapılan zülmü ne kadar anlatırsan anlat bitmez. Semey ve Aral bölgesinin felaketi hakkında yazılan kitaplar ve makalelerine göz atamadık. Onlar hakkında ne kadar anlatırsak az olur. Geçmişten sovyet devrinden kalma derdimiz olan, halkın kaderini “yukarıdakilerin” kendi çıkarlarına göre yazdığına dur diyecek zamanın geleceğine inanıyoruz.

Tehlike sadece askeri üslerden gelmiyor. Uzmanların anlattıklarına göre Kazakistan’ı tehdit eden başka da korkunç tehlikeler vardır. Bundan biraz yıl önce askeri üslerin nükleer atıklarını Sarıözek’e gömdüğünü biliyoruz. Bunu da resmi yetkililer halka hiz zararı olmayan masum hareket gibi anlattı. Dünyanın parasını verse de, yerimize ölüm saçan atıkları gömdirmeyecek metin harekter lazım bize. Bunu unutmak isterdik ama, Kazakistan yerine nükleer atıklarını getirip gömme olasılığı hala da yüksek olduğunu söyleyen vatensever canların, yetkilileri tövbeye, yerli halkın haklarıyla oynamalarına son vermeye çağıran sesini çok duyuyoruz. Mesela, “Novoye pokolenya” gazetesinin 1995 yılının aralık sayısında yayımlanan “Kazakistan’a karşı sinsi nükleer savaş” adlı makalesinde R. İbrayev bazı yetkililerin Kazakistan’ı nükleer atıkları mezarlığına dönüşmesine dünden razı olduğunu ve böyle zalimce plan gerçekleşirse Kazak yurdu ve ulusunun geleceği karanlık olduğunu açıkça yazdı ve bunu destekleyen delliller sundu.

Baykonur uzay alanının Rusya’ya uzun süreli kiraya vermenin, iklime, tabiata, insan sağlığına olan zararını yazmayan basın kalmadı. Füzeleri uzaya uçuran Rusya kazanırken, Kazak yurdunun neler kaybedeceğini bugünlerde büyüklerin yanı sıra çocuklar da biliyor. Yurdumuzu bize zarardan başka bir şey kazandırmayan askeri üsleri de, Bay-konur uzay alanını tamamen kapatma, onların sonuçlarında arınma sadece Kazakların değil, bu ğlkede yaşayan tüm halkın dileği olduğu bir gerçektir. Bu tehlikeden kurtulmadan, halın geleceğinden bahsetmek suçtur. Halkın güvenini kazanan Cumhurbaşkanımız ekolojik felaket kaynağını kapatarak halkın rızasını alır diye ümit ediyoruz.

II

Bir yıl önce bir sosyal kuruluş toplantısında Kazakistan Adalet Bakanlığında çalışan bir güzel hanım söz söyledi. Onun sosyal faaliyetler konusunda biraz tecrübesi varmış. Rus okulunda eğitim aldığı, Kazakça sadece konuşma dilini bildiği konuşmalarından anlaşılıyordu. O, Kazakistan’da inanç özgürlüğü meselesinin tamamen çözüm bulduğunu, buna misal olarak da Adalet Bakanlığı’nda dünya çapında geçerli olan dinî akımları içeren 37 konfesyonun resmi olarak kayıtlı olduğunu söyledi. Bu konuda başka ülkeleri arkada bıraktığımızı ve devletimizin önder ülke olduğunu coşkuyla anlattı. Hatta bazı ünlü Kazakların çocuklarının din değiştirdiğini, sanki bir güzel haber veriyormuş gibi gülümseyerek anlattı. Bu arada ben dayanamadım “Bu çok az değil mi, Kazakistan’ı dinler gezegenine dönüştürmek için 370 konfesyon kayıt etseydiniz.” dedim. Bakanlık görevlisi, bana şaşırarak baktı. Ben, “ne olursa olsun başladığım sözü bitireyim.” diye düşündüm ve şöyle devam ettim: “Kazakistan dünyada bulunan her dinî akıma kapısını böyle açarsa ülkemiz kozmopolit ülke olur, milli gelenek, milli görev, vicdan, örf adet gibi kavramlar yok olur, silahsız, füzesiz halkımız yok olur, bir ananın doğurduğu çocuklar türlü inanca sahip olursa dinler arasındaki farklılıklar yüzünden bir birlerine düşman olur, bu manevi çöküntüye giden en kısa yol, siz ve bakanınız da inanılmaz bir işe imza atmışsınız, Kazakistan’ı çökertmek, milli hüvviyetini param parça etmek için bundan güzel ne olabilir ki.” dedim. Bunu söyledşğşm için pişman da olmadım. Çünkü Kazakistan’da gerçekleşen din genişlemesi hakkında gördüklerim ve hissettiklerim o anda bunları söylememi gerektirdi.

Kazakistan’da sovyet sisteminin çöküşü ve dış ülkelere sınırların açılması ülkemizin başka ülkelerle ilişkisini arttırmıştır. Yabancı ülkelerden gelip Kazakistan’da çalışanlar kendine uygun yaşam şartları kurmaya çalıştı. Büyük şehirlerimiz ve kasabalarımızda çeşitli dinî akımlar yerleşmeye başladı. Almatı’nın merkezinde bulunan müzeler, kültür merkezlerinde salonlar kiralayarak, her pazar günü kendi dinî merasimlerini gerçekleştirdiklerini herkes biliyor. Mesela, devlet müzesinin büyük salonunda baptist mezhebinin kendi planlarına uygun misyonerlik faaliyetlerini rahatça sürdürdüklerini, propaganda yaptıklarını, yerli gençleri kendilrerine katılmaları için teşvik ettiklerini kendim gidip, kendi gözlerimle gördüm. Almatı’da Hıristiyan dinî mezhepleri ve Krişnaitlerden ayak koyacak yer bulamazsın. Bazen sokaklarda küçücük çocuklar Krişna toplantılarına davetler dağıtıyor. Çeşitli konfesyon takipçileri sadece ayinlerini yapmakla kalmıyor, onlar kendi takipçilerini arttırmak ve Kazak gençlerini kendi aralarına çekmek gibi gizli amaçlar güdüyorlar. Onlar propaganda için hiçbir masraftan kaçınmıyorlar. Toplanan cemaati coşkuyla karşılamak, hediyeler dağıtmak, rahatlatıcı müzik dinletmek, bedava inglizce öğretmek gibi faaliyetleri meyvesini vereceğinden emin vaptizciler, hızla çoğalıyor. Bu faaliyetlerini gizlemiyorlar da, açık açık kaç tane Kazak gencine kendilerini kabul ettirdiklerini, kendi dinlerinin “üstünlüğünü” metheden yazılar yayımlıyorlar. “Veçernıy Almatı” gazetesi bir sayısında tıp bilimler doktoru bir Kazak kadının krişnaçı olduğunu müjdelemiş, hatta resmini bile basmış. Bilim adamı olacak o kadının yeni ismi Surattama Dasi Devi olmuş. Kapımıza gelip, Hıristiyan dini ile ilgili kaynakları dağıtan bakımlı, Kazakçayı çok iyi konuşan Kazakları her gördüğümde kendimi tutamadan “dininizi satmışsınız, şimdi de başkalarını da mı kendinize benzetmek istiyorsunuz.” diyerek kovduğum günler de oldu. “Türkistan” gazetesinde yayımlanan bir makaleden başka dini kabul eden Kazaklar sayısının binin yüzerinde olduğu acı gerçekleri öğrendim. Bunun sonu nasıl bir felakete yol açacağını Allah’tan başka kimse bilemez. “Veçernıy Almatı” gazetesinin 1996 yılındaki 24 nisan sayısında krişnaçıların başkanı Sergey Han’n gazete muhabirine verdiği repörtaj yayımlanmış. Missiyoner bu dinin beş bin yıllık tarihi var kutsal bir din olduğunu söyledi. Hepimizin merak ettiğimiz “Krişnaçıların arasında en çok hangi halk var?” sorusunun cevabı “Kazak gençleri.” oldu. Dün ata babaları İslam dinini kabul eden, bugünkü ateistlerin çocukları, kendi yurdunda çaresiz serçe gibi çeşitli mezheplerin ağına düşüyorlar.

Yabancı ülkelerden gelen misyonerler yurdumuzda gece gündüz sokak sokak gezerek, her evin kapısına kadar giderek, gençler arasında kendi dinlerini aktif bir şekilde propaganda ederken, müftilerimiz ve imamlarımız bizim geleneksel dinimiz olan İslam dininin gelişmesi için parmaklarını bile kıpırdatmamaları beni hayretlere düşürüyor. Bunlar ölüme gidip cenaze çıkarma ve camide sadaka toplama işinden başka iş yokmuş dibi davranıyorlar. Uzun zaman göz ardı edilen, yasaklanan İslam dinimizin kalkınması için bu hareket az eder. İslam dini propagandasının çok zayıf olduğunu gören misyonerler, “bundan iyi şans mı olur” diye işlerine eki elleriyle sarılmış durumda. Gerçi son zamanlarda camiler inşa ediliyor, medreseler açılıyor, dinî geleneklerimiz canlanıyor, ama İslam hizmetçilerinin çalışma hızı, eğitim düzeyi çok düşük olduğu ortadadır. Üstelik Kazakça bilen imamların sayısı da çok azdır.

Tabi ki demokratik toplum kurmayı amaçlayan ülkede herkesin inanç özgürlüğü olması dünyada kabul edilen bir kaidedir. Ama her güçlü devlet için asırlarca devam eden geleneksel dinini muhafaza etme ve geliştirme kutsal bir görevdir. Kendi dininin üstünlüğünü vurgulama affedilir bir davranıştır, ama ikinci bir dini küçümsemek, hatta açıkça kötülemek yanlış bir harekettir. Yabancı ülkelerde güzel kağıtlara basılan hristiyan v.s. dinleri propaganda amaçlı kılavuzlarda İslam dinine yönelik olumsuz fikirleri görüyoruz. Bu zoraki bir davranıştır ve tüm müslüman halkına olan hakarettir.

Kazakistan’da yaşayan halklar ve etnik grupların yüzde altmışı müslümandır. Buna rağmen bir müslüman ülkemizi “İslam Cumhuriyeti” olarak adlandıralım talebinde bulunmadı. İslam, barış dini olduğu için başkalarına zorla veya hileyle İslamı kabul ettirme gibi hareketlere karşı, inanç özgürlüğüne saygı duyan bir dindir. Ama “insan hakları” adı altında müslümanları karalamaya çalışanlara “kimse engel olamaz” diye düşünmek hata olur. Başka dinler gibi İslam dininin de geleneksel değerlerini korumaya ve geliştirmeye, genişletmeye hakkı vardır. Bu konuda düşünülmesi gereken çok mesele vardır.

Rusya Duma’sı Ortodoks Klisesinin gelişmesi için büyük adımlar attığı bellidir. Daha düne kadar dünyadaki en büyük güç olan ve bir kaç ülkeyi yok edebilecek çeşitli silahlar sahibi, nüfusu da çok olan Rusya’nın bile kendi dinini korumaya çalışması bizim için bir örnek davranış olmalı. Sovyetler döneminde yasaklanan, yok olma eşiğinden dönen İslam dininin tekrar kalkınması için devlet desteği lazım.

Kazakistan’da dinî akımlar ve mezheplerin çoğalması yasamızdaki açıklık yüzünden oluyor. Geçen sene kabul edilen Ana Yasamız’da bir çok beşeri değerlerin öngörüldüğü konuşulmakta. Ama bu Yasa’nın zamanla .. mesela 22. Maddede “Herkesin inanç özgürlük hakkı var” denilmekte. Ama bu madde azmış gibi Ana Yasa’nın bir yerlerinde “yabancı Dinî Topluluklarının cumhuriyet sınırındaki hizmeti, Cumhuriyet sınırlarında faaliyet gösteren dinî toplulukların başkanlarını tayin etme Cumhuriyetin ilgili makamlarının anlaşması üzerine gerçekleşir” gibi açıklamayı da eklemiş. Bunun gibi açıklamalar Ana Yasa temelinde yazılan ek rehberliklerde yer alabilirdi.

Bir zamanlar Kazakistan’ı yüz dilli gezegen olarak göstermek adet olmuştu, ama etnik gruplar sadece Rusça konuşmak zorundaydı. Hatta devlet dili olan Kazakçanın da kullanım alanı o kadar daralmıştı ki, artık Kazaklar bile unutmuştu. Şimdi de Kazakistan yüz din gezegeni oluyormuş. Bu hareketin asıl amacı, dinler özgürlüğü adını kullanarak İslamı uzaklaştırmak, Kazakların Rusça okuyan gençlerini hristiyanlığa ve başka dinlere teşvik ederek Kazaklar birliğini paramparça etmektir.

Şimdi dünyanın her tarfında yer alan tartışmalar ve savaşların en önemli sebebi ülke ve ülkeler arasındaki dinî farklılıklarla ilgili olması gizli saklı bir haber değildir. Daha dün hristiyan Sırpların müslüman Boşnakları katletmesine dünya şahit oldu. Amerika Birleşik Devletleri araya girmeseydi, şovenizm siyasetiyle gözleri dönen Sırbıstan yöneticileri eskiden komşu olan bir halkı yer yüzünden silecekti. Dinî tutuculuğun böyle vahşi bir zülme sebep olduğunu eski tarih sayfalarından da görebiliriz. Bu dehşet sadece Yugoslavya yerinde değil, dünyanın her tarafında yer almaktadır. Dini hristiyan olduğu için Rusya Ermenistan’a destek çıktı ve onu Azerbaycana karşı kışkırttı. Bunun neticesinde Ermenistan, komşusu olan Azerbaycan’a ait toprağın beşte birini işgal etti, milyondan fazla insan mülteci oldu. Bu da azmış gibi Rusya ve Ermenistan Askeri Birlik Sözleşmesi imzaladı. Böylece I Petr zamanında başlatılan müslüman ülkelerini işgal planı, yeni zamanda da sürdürüldü. Eğer Azerbaycan Ermenistan topraklarını işgal etseydi, hristiyan Avrupa ülkeleri bir gün bile dayanamaz, “işgal durdurulsun” diye yaygara koparırdı. Bu iki memleketin arasındaki meseleyi başka türlü yorumlamak isteyenler, konuyu tersine çevirmek isteyenlerdir. Müslüman devletlere karşı ayni dine mensup başka bir halkı kullanmak Rusya emperyasının eski siyasetidir, şimdiki idareciler de bunu takip ediyorlar. Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) kurumu, Ermenistan’ın agresif hareketine karşı gelmedi, bir devletin başkasına baskı uygulamasına izin verdi. Adaleti ayak altına alan, bir birine destek olamayan dostluğun ne önemi var.

Küçücük İsrail, kaç milyon halkı var Arap devletlerine aklına gelen kötülükleri yapmasının sebebi bunların arasındaki dinî fark değil de nedir? Arapların birine destek vererek, ikincisini köstek olup, bir olmaya fırsat vermeyen, eziyet eden İsrail’i dini bir Batı Avrupa devletleri kollamasalardı, Flistinlilerin eziyeti bu kadar uzun sürer miydi? Müslümanların Kudus’taki kutsal camisinin dibinden Yahudiler için konut inşa etme kararı zülümlerin en büğüdür. Yahudiler ve hristiyanların bir birlerine yakın olması, onların müslüman devletlerin çökertme siyasetinde bir olduklarını gösterir.

Yerdeki cennet olan Livan’ın da trajedisi yerli halkın hristiyan ve müslüman olarak bölünmesinden kaynaklanmaktadır. Hepsi ayni dili konuşan Arapların dinî farklılığını dış güçler faydalanarak bir halkı ikiye ayırdı. Sonunda gül bahçesi gibi olan bir memleket harabeye dönüştü. Dünya meselelerinde son kararı veren güçlü devletler, bu dehşeti durdurma gücüne sahip olduklarına rağmen, onları barıştıramadı.

Son zamanlarda tartışmalar ve savaşların dinî sıfatta gelişmesi dünya için ders olmalıdır. Farklı dinlere sahip halkları bir birlerine karşı kışkırtmak, hiçbir zaman barışmayacak bir hale sokmak yayılmaktadır. Rusya’nın Güney Kıbrıs Cumhuriyeti’ndeki dini bir Yunan halkına silah satma kararını alması da Türkiye’ye gözdağı vermek için yapılan harekettir.

На страницу:
6 из 8