Полная версия
Yosun Kokusu
Size Moskova’da ilk olarak tanıştığım ve bana güzel anlar yaşatan Oksana’dan söz edeyim: Adının anlamı bizde “efsane” idi. Onun için onu “Efsane” diye çağırmaya başladım. O ise tanıştığımız ilk günden beri bana kendi adımla değil, “Afgan” demeye başladı. Bu adla beni çağırmak onun için sadece kolay değildi, hem de onun sesiyle çok ahenkli oluyordu. Ben de bundan rahatsız olmadım. Bazen ismimim önüne “moy”20 ekleyerek beni çağırıyordu. Tatlı bir sesle “Moy Afgan!” diyince sanki adımı değil, bir şiiri seslendiriyordu. Bundan çok hoşlanıyordum. Bu kelime ile beni kendisine ait gösteriyordu: Afganım…
Onu ilk olarak bir barda gördüm. Barmen, kıza baktığımı görünce baş parmağını havaya kaldırarak “çok iyi” işareti yaptı. Bu barda iyi para harcıyordum. Bu nedenle barmen benimle özel olarak ilgileniyordu. Barmenin bana olan ilgisini Oksana da fark etmiş beni gizlice dikizliyordu. Bir ara bakışlarımız çakıştı. Gülümseyerek başımla yanımdaki koltuğu işaret ettim. Hiç çekinmeden yerinden kalkıp yanıma geldi. Yürüyüşünde bir zerafet vardı. Çantasını yüksek bar taburesinin yanına asarak “Ben Oksana!” dedi.
Tanışma faslı bitince sohbete başladık ama bar kalabalık olduğu için birbirimizi duymak için kulağına eğilmek zorunda kalıyordum. Eğilirken yüzüme değen saçları, yanaklarından tenime akan sıcaklık ve hoş kokusu beni büyülemişti. Dudakları o kadar biçimliydi ki utanmasam orada öpebilirdim.
Efsane, orada bile melul bakışları ile bana teslim olduğunu belli etmişti. Konuşurken gülüyor, gülerken kafasını omuzlarıma bırakıyordu. İçim tuhaf olmuştu. Bu kız çok güzel ve bir o kadar da samimiydi. Birden aklıma babamın sözleri ve Sara geldi. Kızı etkilemek için ekstra bir şey yapmamıştım, kıza ümit vermemiştim. Beni beğenmişti. Ancak beni de çok etkilemişti.
Hafif bir kız değildi, eğlenmeyi çok sevdiği her halinden belli oluyordu. Gerçi bu bara gelen herkes eğlenmeye geliyordu. Özellikle yabancı öğrencilerin en gözde mekanı burasıydı. Burası deyim yerindeyse süt gölü gibi bir şeydi. Ortalık kız kaynıyordu. Oksana ile tanışıncaya kadar birkaç kızla arkadaşlık yapmıştım. Beraber gecelemiştik. Bu yaptıklarımı Afganistan’da yapsaydım su yerine kan akardı. Çünkü bu tür arkadaşlıklar Afganistan’da asla affedilmeyecek namus meselesi sayılırdı.
Efsane ile Sara’nın benzer taraflarını fark edince çok şaşırmıştım. Aralarında 7–8 yaş farkı vardı ama ikisine de aşıktım. Sadece Sara kapalıydı, onu istediğim zaman rahatça göremezdim. Her zaman Sara’ya hasret kalmıştım ama Efsane hep yanımdaydı. Onun da yeşil gözleri Sara gibiydi. Boynu kuğu gibi, dudakları etli, göğüsleri iri, her zaman kırmızı görünen yanakları onu çok çekici yapıyordu. Geniş yüzüne karşın ince burnu, dudakları ile çok uyumluydu. Saçları kısa kesildiği için boynu daha uzun görünüyordu. Gülünce ortaya çıkan dişleri sedef gibi beyazdı. Bana güneş ışığına dayanmayıp eriyen kar taneciklerini hatırlatıyordu. Bütün hareketlerinde bir zerafet vardı: Sanki yürürken ayaklarını yere basmıyordu.
İlk günlerde Efsane’ye para, bana da ihtiraslarımı soğutacak biri lazım diye düşünüyordum. Sanki birbirimiz için yaratılmıştık. Kendisine bir şeyler alması için sürekli olarak ona para veriyordum. Önceleri her görüştüğümde 50 dolar, sonra 20 dolar en sonunda da 10 dolar vermeye başladım. İki ay sonra artık para vermedim. Ben durumun değişmeye başladığını düşünürken yanıldığımı anladım.
Moskova’daki ilk doğum günümü beraber kutladık. Kutlama fikri Efsane’den gelmişti. Moskova’nın en pahalı restoranlarından “Praqa” restoranında organizasyon yapmıştı. Bütün bunları kendisi halletmiş parayı da kendisi ödemişti. Ayrıca bana Japon malı yanlarında dört düğmesi olan bir elektronik saat hediye etmişti. Bütün bunlar benim ona şimdiye kadar verdiğim paranın iki katından fazlaydı. Bu anlayışı ile beni gerçekten çok şaşırtmış, düşüncelerimden utandırmıştı.
Doğum günümden sonra kendimi bir Afgan vahşisi gibi göstermeye başladım. Amacım onu kendimden uzaklaştırmaktı. Ona kaba davranmaya, hatta hafif de olsa fiziksel şiddete baş vurdum. Bir Afgan erkeği Moskovalı bir kıza kötü davranıp, kaba güç gösterisinde bulunuyordu. Meğerse onun aradığı da sert bir erkekmiş. Bu davranışlarım onu daha çok etkilemişti. Bana aşık olduğunu anladıkça babamın vasiyeti aklıma geliyordu. Bir de halen aşık olduğum Hazara kızı Sara vardı. Öbür tarafta ise annemin ve babamın beni evlendirmek istediği Kumru… Bu üç kızın arasından nasıl kurtulacaktım.
Evet, ben şu anda Efsane’yi daha çok seviyordum. Bu aşk bilinçsizce bir şey değildi ama aklımın ve mantığımın kalbime hükmetmesiydi. Onu bir gün görmeyince kendimi kötü hissediyordum.
Efsane, edebiyatı çok seviyordu. Benimle tanıştıktan sonra da günlük olarak benim kalbimden geçenleri okuyup değerlendiriyordu. Beni kızdıracak bir davranış içinde asla bulunmuyordu. Genellikle benim hoşlandığım konulardan sohbet açardı. Benim bıktığımı anladığı anda da konuşmayı bitirirdi.
Tanıştıktan iki ay sonra beni evlerine davet etti. Bu daveti çok istemekle beraber biraz tereddütlüydüm. Efsane, bunu hemen anladı. Bakışları ile korktuğumu anlatmaya çalışarak:
–Afganistan’ı düşünme, burada evlerde silah yoktur, dedi.
İkimiz de gülmeye başladık. Benim rahatladığımı görünce şakasına devam etti:
–Bizimkiler olsa olsa bıçak taşırlar. Kullanınca da erkeklerin cinsel organını tam kökünden kesiyorlar, diyerek kahkahalarla gülmeye başladı.
Onun sözlerinde hem sitem hem şaka hem de gerçek vardı; Çünkü iki gün önce bir arkadaşımızın elini sarılmış olarak görüp, ne olduğunu sorduğumuzda, bir Rus’un eşi ile görüştüğünü ve bu nedenle Rus’un arkadaşımızı bıçakladığını öğrenmiştik. Efsane konuşurken bu konuda duyduğum bazı olaylar gözlerimde canlanıyordu. Çünkü Afganistan’da böyle bir olay olsa, o kişinin sadece kendisi değil, tüm ailesini kurşuna dizerlerdi.
İlk defa Moskova’da bir eve giriyordum. Birbirinden küçük odalar çok düzenliydi. Ben şaşkınlıkla odaları incelerken birden bir piyano sesi duyuldu. Efsane, sanki beni müzik dinlemeye çağırmış gibi siyah piyanonun başına geçmiş duygulu bir parça çalmaya başlamıştı. İncecik parmakları piyanonun siyah beyaz tuşlarına dokundukça sanki ruhumu okşuyordu. Burada duyduğum müzik, barlarda, kahvelerde duyduğum gürültülü müzik formatından çok çok farklıydı. Bu yaşıma kadar böyle duygulu bir müzik dinlememiştim. Şaşkındımi, çünkü Efsane’nın müzik yeteneğinden haberim yoktu.
Müzik bitince Efsane, birkaç saniye durup piyanoyu seyretti. Odanın köşesindeki kanapeye oturmuş onu seyrediyordum. İlk defa onu ihtirasımı gidermek için değil, ruhumdaki boşluğu doldurmak için istiyordum. Bu müzik resitali beni büyülemişti; Sanki benim orada olduğumu unutmuş başka bir dünyada yaşıyor gibi olmasından ayrıca etkilenmiştim. Afganistan’da sık sık duyduğum “küfre düşmek” sözü gibi algılanmasa, onun Allah ile yüz–yüze, göz–göze tek kaldığını söyleyebilirdim.
Bu duygularımdan onun zarif dudaklarından dökülen “Büyük Rus piyanisti Mixail Pletnyov ile ilgili bir şey duydun mu?” sözleri ile kendime geldim. Yerimden kalkıp ona doğru gitmek istediğimde o bana doğru geldi. Doğrusunu söylemek gerekirse şimdiye kadar bu müzisyenle ilgili bir herhangi bir şey ne okumuştum ne de duymuştum. Benim müzik anlayışım Kabil’in çadır düğünlerinde duyduğum gürültülü müziklerle şekillenmişti. Kendimi aptal durumuna düşürmek istemedim. Sanırım Efsane’de beni utandırmak istemiyordu. Yüzüme doğru iyice yaklaştı. Nefesi yüzümü okşuyordu. Gözlerimin içine bakarak:
–Mixail Pletnyov medeni dünyayı “Şimdi insanlar sanki bir yere yetişecekmiş gibi acele ediyorlar! Onların hayat tarzını ritmik ve modern müzikler oluşturuyor” diye yorumlamıştı. Yani bizim barlarda duyduğumuz müziklere ilgi artıyor. Toplum müziğin derinliğine inerek onu anlamaya çalışmıyor. Benim çaldığım müziği değerlendirmeni istiyorum. Nasıl buldun?
Duygulanmıştım. Gözlerimi kapatıp ağlamak üzereydim. Efsane’nin müziğine vereceğim değer de bundan ibaretti. Ancak neden ve neye ağlamak istediğimi o zaman anlamadığım gibi şimdi de bir anlam veremiyorum. Bana çalınan bu eseri anlamamıştım ama çok etkilendiğim açıktı. Kimbilir müziği anlamak belki de onun etkisi ile kederlenmektir. Belki de bu kadar duygusal olmaya değmezdi.
Efsanelerin evi Sovyet vatandaşlarına göre daha büyük ve gösterişliydi. 15–20 metrekarelik üç oda ile küçük bir mutfak, banyo ve tuvaletten ibaretti. Biz en geniş odadaydık. Pencere tarafına konulan piyano ile aynı köşede küçük bir masa vardı. O köşe ile birleşen duvara dayanmış iki veya üç kişilik sofalar tam köşede masanın karşısında birleşiyordu. Masanın üstünde ise bir okuma lambası duruyordu.
Efsane ile yüzyüze durunca lambanın ışığı yüzümüze vuruyordu. Lambanın ışığı onun beyaz yüzüne vurunca sapsarı bir renge dönmüştü. O anda Efsane’nin nefesini daha yakından hissettim. Elimde olmadan bir gün önce bu halde dursaydık ona sarılarak sevişmeye zorlardım, diye düşündüm. Şimdi ise müzik beni büyülemişti. Bütün varlığı ile kendisini bene teslim eden bu kadını sanki yeniden keşfetmiş ve büyülenmiştim. Bir kadın için büyülenmek, sevginin zirve noktasıymış. Yine de düşüncelerimi Efsane’nin zarif sesine teslim ettim.
Az önce piyanonun tuşlarının üstünde gezen parmakları ile dudaklarımı okşadı. Sonra işaret parmağını dişlerime doğru değdirerek tırnakları ile yavaşça sanki piyanonun tuşları gibi onların üstünde qlissando21 çekti. Qlissandonun ne demek olduğunu da ondan ilk defa duydum ve anladım. Önce yavaş yavaş yağtığı bu dokunuşlar gittikçe hızlanmaya başladı. Ömrümde ilk defa yapılan bu okşamayı bütün vucudumda hissediyordum.
Daha sonraları kendim parmaklarımı dişlerimin üstünde gezdirdim ama asla Efsane’nin yaptığı gibi olmamıştı. Birkaç defa Efsane’den dişlerime dokunmasını istemeyi düşündüm ama önce aldığım güzel duyguları yeniden alabileceğime inanmadığım için bundan vaz geçmiştim.
Efsane, dişlerimin üstünde gezindikten sonra:
–Musiki Allah’ın dilidir, diye bir söz duydun mu? Eğer böyleyse benim için beş tane dahi insan var.
Sesinin titremesini gizlemek için yavaşca öksürerek boğazını temizledi. Sonra sağ elinin parmaklarını katlayarak saymaya başladı:
–Johann Sebastian Bach, Ludwig van Beethoven, Wolfgang Amadeus Mozart, Sergey Rahmaninov, Frederic Chopin. Bu ünlü kişiler Allah’a çok yakın insanlardır. Onlar farklı zamanlarda yaşasalar da buna inan. Hatta bunlar Allah’a yakınlıklarını korumak için aralarında gizli bir çatışma bile olmuştur. Her birisi diğerlerinden öne çıkmak için müzik dünyasının ayrılmaz bir parçası olmuşlardır.
Ben artık ağlamak istemiyordum. Efsane’nin yeteneğine hayran kaldığım gibi onun düşüncelerine de hayran olmuştum. O sağ elini havada tutuyordu. Günlerdir okşadığım bu elin güzelliğini yeni fark ediyordum. Elimi uzatarak bu eli yeniden tutmak istedim. Ancak bu, önceki günlerin ihtirası değildi. Aynı Kabil’de sobadan sıçrayan mısırları tutmak için elini uzatan Sara’nın yuvarlak eline ilk defa dokunduğumda hissettiğim hevesle şimdi de Efsane’nin elini okşuyordum. Elimde olmadan tavana baktım. Lambadan süzülen ışık, onun elinin gölgesini tavana nakşetmişti sanki. Tavandaki gölgeler sanki piyanonun tuşları gibiydi. Bana müziği sevdiren bu zarif parmaklar şimdi de gözlerimi okşuyordu. Efsane’ye olan aşkımı, ondan nasıl etkilendiğimi söyleyemem ama o, ruhumun gıda kaynağı olmuştu.
***Moskova’da gıda maddesi almak için girilen kuyruklardan nefret ediyordum. Özellikle bu sırada beklerken yapılan konuşmaları, basit siyasi tartışmaları duymaktan hiç hoşlanmıyordum. Bütün Sovyet vatandaşları gibi yabancı uyruklu öğrencilere de aylık olarak belli bir miktarda et, şeker ve yağ veriyorlardı. Yabancı öğrencilerin gıda paketi halkın aldığı kadar olsa da fazla fazla yetiyordu. Çünkü, pahalı olsa da restoranlarda ve büfelerde yemek yiyorduk.
Biz gıda paketlerimizi gastronom adındaki ticaret merkezlerinden alabiliyorduk. Bize yakın iki tane gastronom vardı: Birisi yurda üç kilometre uzaklıkta, diğeri ise daha yakın mesafedeydi. Ben daha yakın olan dükkanı tercih ediyordum. Bir defasında dükkanın önünde sırada beklerken yaşlı ve sakat bir kadın bir sakat arabasını elleriyle iterek dükkana girdi. Arabada iki ayağı dizinden kesilmiş ve bir kolu olmayan, orta yaşlı bir adam oturuyordu. Ceketinin yakası madalyalarla doluydu. Kadın arabayı dükkanın bir köşesine koyarak tezgahtarın yanına gelerek, elindeki erzak kuponlarını uzattı. Tam o anda arabadaki adam hafifçe dengesini bozunca düşmesin diye hızla yanına giderek arabasını düzelttim. Kadın öfkeyle yanıma gelerek bana baktı. “Ne yapıyorsun?” der gibiydi. Tam cevap verecekken başladı Brejnev’e22 ve Yazov’a23 küfürler etmeye. Küfürlerin dozu gittikçe arttı ve sonunda:
–Bunağın kendisi geberdi, bak beni ne hale soktu. Benim oğlumun Afganistan’da ne işi vardı? Şerefsiz Sokolov’a24 defalarca oğlumu geri getirin diye, telgraf çektim. Yazov’da onun gibi birisi… Bana bakan birisi gerekirken, bu yarım canımla oğluma ben baıyorum. Aldığım emekli maaşı yemeğimize zor yetiyor. Geroy25 her gün votka istiyor. Karısı da bunu terk etti. Oğlum olabilir ama ayaklarını ve kolunu benim için yitirmedi. Ben neden bu acıyı çekiyorum ki?
Kadın söylendikçe sinirleniyordu. Yavaşça sıradaki yerime dönmek için harekete geçince, kadın omzumdan tutarak beni kendisine doğru çekti. “Sen Afgan’mısın?” dedi. Bu sözleri suratıma inen bir tokat gibi olmuştu. Yüzüm alev alev yanıyordu. Şimdi Brejnev’i bırakmış bana küfrediyordu.
Ne diyeceğimi bilemiyordum. Aniden arabada oturan sakat genç emridici bir sesle:
–Ma26 onun ne günahı var? O bir Komünist olmasaydı buraya okumak için gelmezdi, dedi.
Tam o anda Cahit’in sakin ve insanı etkileyen bakışları gözlerimin önüne geldi. Bedenlerinin yarısını savaş meydanlarında kaybeden bu insanların sessiz bakışlarını görünce karışık duygular sarıyordu beynimi. Bu iki kişiyi karşılaştırınca geroy daha şanslıydı: Bir arabası vardı. Cahit’in bir arabası
da yoktu bastonla sürünerek yürüyordu. İkisinin de kötü talihleri ortak olduğu gibi onları yaşama bağlayan şeyler de ortaktı: Cahit, esrarla, Geroy da votka ile ayakta duruyordu. İkisinin de son ümitleri uyuşturucu ürünleriydi.
Kadın ise hala küfürlere devam ediyordu. Şimdi sıra partiye27 gelmişti. Sanki konuşmaktan, heyacandan yorulmuştu. Dudakları kıpırdıyor ama sesi gittikce azalıyordu. Tezgahtarlar da onu tanıdığı için, her zaman alış–veriş yaptığım genç kadın elini dudağına götürerek bana sus işareti yaptı. Onlardan daha birisi de bana susmam için işaret yaptı. Sanki beni tanıyanlar halime acıyorlardı. Susmayıp da ne yapacaktım ki?
Kadın sinirle önümde durmuş bir şeyler diyordu. Ben ancak gülümseyebildim. Bu onu daha da sinirlendirdi:
–Dişi kedi gibi dişlerini gösterip, neden gülüyorsun?
Yüzümü kapıya doğru dönmekten başka çare bulamadım. Efsane benim gülümsememden çok hoşlanıyordu. Bana “U tebya zameçatelnaya ulubka28,” derdi. Demek ki parlak dişler herkeste aynı duyguyu uyandırmıyordu. Dükkanda duyduklarım, gördüklerim ve yaşadıklarım beni Cehennemin kapısına kadar kovaladı.
O tarihten sonra o kadını görmemek için, daha uzaktaki dükkandan alış veriş yapmaya başladım. Son defa Moskova’yı terk edince oradaki dükkana gitmiştim. Gördüğüm, karşılaştığım manzara kalbimi paramparça etmişti…
***İlk defa SSCB’nin diğer bölgelerinden olan Kırım’ı ziyaret ettik. Bundan bir hafta sonra Doğu Avrupa ülkelerine gezi ve inceleme için götürdüler. Aralık 1989’da on kişilik bir grupla bir haftalığına Romanya’ya gittik. Gezinin amacı Romanya’daki siyasi yapılanmayı öğrenmek ve oradaki iki ayrı üniversite ile ilişki kurmaktı. Üniversitelerde jeoloji laboratuvarlarındaki çalışma koşullarını araştıracaktık. Uzmanlık alanımızla birlikte sosyal bilimlerde bir tür uygulamalı ders olacaktı. Geriye dönünce gezi izlenimlerimizi yazılı olarak tarih ve felsefe bölümlerine de gönderecektik.
Gezinin ikinci günü ortalık karıştı. Her yerde gösteri vardı. İlk günlerde yerel basından ne olup bittiğini öğrenemesek de, diğer Avrupa ülkelerinin TV ve radyo haberlerinden neler olduğunu öğreniyorduk. Moskova’ya döndükten sonra da bu konuyla ilgili çok sayıda haber vardı. Veremya TV haberlerini izlerken gördüğüm dört kişiyi daha önce Bükreş’te kaldığımız otelde kahvaltıda görmüştüm. Onlar kahvaltıdayken tesadüfen ellerindeki pasaportları dikkatimi çekti. Pasaportun rengi ve üstündeki şekiller Romanya’ya ait değildi. Demek ki mitinglerde ön planda olan bu dört kişi Romanya’ya başka bir yerden, bana göre özel bir görev için gelmişlerdi.
Romanya’da yıllardır devam eden rahatsızlıklar, Aralık 1989’da zirve yapmıştı. Rahatsızlık Romanya’nın Transilvanya bölgesinde daha güçlüydü. Halkın büyük bir bölümünün kendisini destekleyeceğini düşünen Çavuşesku, 17 Aralık 1989 günü Timişoara’da göstericilerin üzerine ateş açılması emrini verdi. O anda biz de oradaydık ve bir tesadüf eseri kurtulduk. Çünkü her taraftan mermi yağıyordu. Ortalık mahvolmuştu. Biz başkente gelirken gördüğümüz Romanya’dan eser yoktu. Halk sokaklara dökülmüştü. Otele gelinceye kadar akla karayı seçtik.
İşin ilginç yanı Afganistan’da hergün duyduğumuz olağan yaşamın bir parçası olan kurşun sesleri beni burada çok etkilemişti. Hemen ertesi gün bizi özel bir uçakla Moskova’ya götürdüler. Burada öğrendiğimize göre göstericilerin kurşunlanmasından sonra halk sokaklara dökülmüş ve isyanı durdurmak mümkün olmamıştı. Azadlık radyosunun siyasi yorumcularına göre Çavuşesku ve eşi Romanya Senatosunun çatısından kaçmışlar ama Tırgovişte şehrinde yakalanarak hapsedilmişlerdi.
SSCB’nin çökertilmesi ile ilgili olarak ABD’nin AB’nin taktikleri başarılı olmuş, Doğu Avrupa’daki ilk değişiklik Romanya’dan başlamıştı. Ancak ben bu gösterilerin Romen halkının kararı ile meydana geldiğine inanmıyordum. Devlet ve halk ne kadar güçlü olsa da bazen büyük güçlerin planlarını bozmaya güçleri yetişmiyor.
***Gobaçov’un başlattığı yeniden yapılandırma Sovyetlerde sessizce uygulanıyordu. Sovyetlerdeki bu değişiklikleri izledikçe beni bir şey düşündürüyordu: Bu değişiklikler Afganistan’a nasıl yanısıyacaktı. Sovyetlerin on yıl Afganistan’da bulunması, ülkeyi siyasi olarak öylesine bölmüştü ki bunun ortadan kalkması sadece bir mucize olabilirdi: Çünkü ülke siyasi ve manevi olarak kutuplaşmıştı. Kardeş kardeşe, akraba akrabaya, aileler birbirine düşman olmuştu ve herkes silahlıydı. Konuya ne kadar iyimser bakmaya çalışsam da yine aynı noktaya dönüyordum: Afganistan’da su yerine kan akacaktı.
Siyasi tarih dersinde Gorbaçov’un bu girişimlerinin meyvesini yakında alacağımız yönünde bizi inandırmaya çalışıyorlardı. Onlara göre Sovyet hakları özgür ve adaletli seçimlerin tadını alınca her şey daha güzel olacaktı. Ben bunlara pek inanmıyordum. Bir gün bir fırsatını bulup Andrey Andreyeviç’i okulun yemekhanesinde yakaladım. Yemeğimizi bitirdikten sonra konuyu Gorbaçov’a getirdim.
Andreyeviç kızgınlıkla: “Gorbaçov bir casustur. Bu gidişle ona Nobel ödülü bile verirler!” dedi. Şaşırmıştım. Bütün Nobel ödülü alanlar casus muydu? Bu düşünceyi duymak benim için önemli bir yenilikti. Başladım hocaya sorular sormaya. Önce kaçamak cevaplar veren Andreyeviç sorularımdan bıkınca geniş bir şekilde bilgi vermek zorunda kaldı:
–Rus İmparatorluğu tarihin her devrinde karşılaştığı zorlukları askeri güç yoluyla halletti. Lenin bile, Bolşevik Devriminden sonra ekonomik ve siyasi durumdan rahatsız olan halka “Ben hiçbir şeyi değiştirmedim: Sadece beyazı kırmızı ile boyadım!” demişti. Gorbaçov’un casus olduğundan hiç şüphem yoktur. Bunu Rus Devleti’nin arka plandaki yöneticileri de biliyorlar. Şimdi derin devleti yöneten Generallerin, Mareşallerin önünde devletin sınırlarının korunması var. Şimdi Sovetlerin ayrı–ayrı bölgelerinde milli ve dini çatışmalar yaratacaklar ki, halkların kafası bu savaşlarla karışsın. Zaten Sovyetler Birliği’ni de bu yolla kurdular. İmparatorluk nasıl kurulursa aynı şekilde de dağılır. Şimdi derin devleti yönetenler zaman kazanmaya çalışıyorlar ki, neyi nasıl edeceklerine karar versinler. SSCB nükleer gücü olan bir devlettir. Eğer ABD ve diğer AB ülkeleri Sovyetler dağıldıktan sonra nükleer başlıkların kontrol edilebileceğinden emin olsalar, Sovyetleri parça parça edeceklerdir.
Romanya’da yaşadığımız olayın şokundan tam kurtulmadan beni Rektör Yardımcısı yanına çağırttı. Ne olduğunu merak ederek hemen Rektör Yardımcısının olduğu binaya gittim. Büyük bir bölümünü ilk defa gördüğüm elliye yakın Afganlı öğrenci koridorda toplanmıştı. Sonra hepimizi küçük bir toplantı salonuna aldılar. Bu salon öğrencilik hayatımda gördüğüm en ışıklı ve zevkle döşenmiş bir salon olsa da içimi bir sıkıntı basmıştı. Sanki kötü bir haber vereceklerdi. Bize, eğitimimizi Moskova, Belerus ve Ukrayna’da devam edemeyeceğimizi söylediler. Herhangi bir sebep söylemeseler de bunun güvenlik nedeniyle alınmış bir karar olduğu açıkça belliydi.
Tiyatro salonunu andıran sahnede Rektör Yardımcısının yanında oturan birisinin siması bana hiç yabancı değildi. Ancak hafızamı zorlasam da bu adamın kim olduğunu hatırlayamadım. Hem de onların oturduğu yerden bir haylı aralıydım. Moskova’ya ilk geldiğim günlerde bütün yabancı öğrenciler gibi ben de her selam verene KGB29 ajanı gözüyle bakıyordum. Şimdi bizimle görüşecek adamın da aynı olduğunu düşünerek, zihnimde adamın kimliğini sorgulamaktan kendimi alamadım. Sonra tek tek öğrenciler adamın yanına gitmeye başladılar. Yanına gelen öğrenciye bazı sorular soruyor, sonra önündeki deftere bazı notlar alıyordu. Sıra bana geldiğinde aynı şahıs gözüne siyah bir gözlük taktı. Bana da şimdi ne olduğunu hatırlamadığım bir iki soru sordu ama dikkatim adamın sesini değiştirdiğine yönelmişti. Kendisini zorlayarak burnundan konuşuyordu. Sonra yüzüme bakmadan “Gidebilirsin!” dedi.
Teşekkür için elimi kalbimin üstüne koyup başımla selam verirken sağ bileğindeki yara izini görünce irkildim. Ayaklarım beni orada hissettiğim tehlikeden uzaklaştırdı. Onu tanıdığımı hissetmemesi gerekiyordu. Ayaklarım birbirine dolaşarak sahneden aşağıya indim. Arkamdan bana bakıp bakmadığını anlamaya çalıştım ama korkudan geriye dönüp bakamıyordum. Eski yerimden biraz daha uzaktaki bir koltuğa oturdum. Bu adam İranlı Molla Haşim’di. Uzun yıllar bana Farsça öğreten beyaz saçlı ve sakallı Molla Haşim…
Molla Haşim şimdi çok farklı giyinmişti. Saçları da kiremit renginde ve yana taralıydı. Demek ki Kabil’de özellikle saçını ve sakalını beyaza boyamıştı. Anlaşılan, şimdi saçları kendi rengindeydi, çünkü Sovyetlerde erkekler saçlarını boyamazlardı. KGB ajanlarının değişik kılıklara girdiğini biliyordum. Bu olaydan sonra her şeyden şüphe etmeye başladım. Aklıma Esfane geldi: Benimle tanışması, beraberliğimiz, yaşadıklarımız gözümün önünden tek tek geçti. Şimdi o da benim gözümde şüpheliydi…
Gerçekten de Moskova ve diğer Slav ülkeleri artık bizim için çok tehlikeliydi. Bunu ilk günden beri hissediyordum. Hele gastronomdaki kadının yüzüme söylediği sözler yüzünden biliyordum ki her an nahoş bir olay yaşanabilir.
Ayaklarını, ellerini, gözlerini veya bedeninin bir bölümünü Afganistan’ın dağlarında bırakan çok sayıda insan vardı. Bunların ailesi veya komşularından Afganlılara sempati ile bakmalarını beklemek saflık olurdu. Çünkü kimin Necibullah, kimin Nur Muhammed Terakki, kimin Hafizulla Emin taraftarı olduğunu kimse bilemezdi, üstelik bu Moskova’daki vücudunun parçalarını kaybetmiş insanları ilgilendirmezdi. Onlar için sadece bir Afganlıydık. Bana eğitimimi tamamlamam için üç şehir teklif ettiler: Bakü, Semerkant, Duşenbe…
Ağa’m Sovyetlere karşı çarpışıp esir düşen mücahid askerlerden birkaçını rüşvetle kurtarmıştı. Onlardan birisi Azerbaycanlıydı. Bana göre herkes Ağa’mın bu yaptığını biliyor ve ona minnet duyuyordu. Bu nedenle beni hürmetle karşılayacaklarını düşünüyordum. Azerbaycan’daki herkesin kendi derdi olduğunu bilmiyordum.
Romanya’da meydana gelen olayları gördükten sonra Moskova’daki hayatım bana çok güvenli geliyordu. Buradaki eğlenceli ve rahat hayattan ayrılmak istemiyordum. Ancak KGB’den öyle korkmuştum ki bir an önce Efsane’den bile uzaklaşmak istiyordum. Belki bugün erkendi ama yarın çok geç olabilirdi. Sara’nın sineme çektiğin dağın zirvesine çıkmış, orada çaresiz kalmıştım. O zirveden geleceğime bakarken başım dumanlanıyordu. Güzel hiç bir şey görünmüyordu. Ne oradan aşağıya inebiliyordum ne de oradaki sıcağa, soğuğa dayanabiliyordum. Bütün bunlar yetmezmiş gibi bir de asıl adını bilmediğim Molla Haşim’i gördükten sonra Esfane’nin de hayatıma sokulmuş bir casus olduğunu düşünüyordum. Bu nedenle ondan uzak durmak istiyordum!
Andrey Andreyiç’le vedalaşıp sessizce Moskova’yı terk edecektim. Telefonla onu aradığımda sanki bunu bekliyordu. Beni evine yemeğe davet etti. Elimde iki aylık erzak kuponum kalmıştı. Onları alarak gastronoma doğru yürüdüm. Oradan alacağım erzağı hocanın evine götürecektim. Gastronoma vardığımda karanlık düşmek üzereydi. Yüz metrekarelik dükkanda benden başka 6–7 müşteri vardı. Raflar genellikle boştu. Herkesin ümidi elindeki kupondaydı. Soğutucuların çoğunun içinin boş olması nedeniyle kapıları açık bırakılmış, çalıştırılmıyordu. Satıcı kız beni tanıyordu. Ona rüşvet vereceğimi biliyordu. Hemen tezgahın başına giderek kuponlarımı tezgahtara uzattım. Kuponla alacağım eti ve yağı sardı. Sonra rafların altından iki şişe votka çıkardı. Aldıklarımın fiyatını ikiye katlayıp faturayı bana uzattı. Tabiki itiraz etmeden parasını verdim.