bannerbanner
Yosun Kokusu
Yosun Kokusu

Полная версия

Yosun Kokusu

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
3 из 6

Babamın vasiyetine uymayınca azap çekeceğimi, hayatın beni kadınlarla sınav edeceğini nereden bilebilirdim? Ben büyüdükçe annemle babamın gözleri ışıklanıyordu. Bir gün Ağa’mın kendilerini af edeceğini ümitle beklemeye devam ediyorlardı. Sanırım bu af, sadece benim Kumru ile evlenmem sonucunda gerçekleşecekti. Ancak kader annemle babam için böyle bir fırsat vermeyecekti.

Radikal İslamcı bir genç 1982 yılının yaz ayında annemle babamı kurşunladı. Babam teröristin niyetini anlayarak kendisini annemin önüne atmıştı ama karın boşluğundan geçen ilk mermi annemin karaciğerini dağıtmıştı. Birkaç mermiden sonra tabancası tutukluk yapan terörist tabancasını orada atarak kaçmıştı. Ne yazık ki bu teröristin izini bulamadılar.

Bu olaydan iki gün önce annemle avluda çay içerken, aniden: “Benim neden kardeşim yok?” diye sormuştum. Annem utanarak hafifçe kızardı. Bana sitemle: “Utanmaz!” dedi. Gözlerinin yaşardığını görünce bu soruyu sorduğum için pişman olmuştum. Annem yerinden kalkıp eve gitti ve az sonra geri döndü. Parmakları ile saçlarımı tarar gibi yaptı. Sonra baş parmağım büyüklükte kadifeden dikilmiş bir torbayı boynuma astı. Sonra ipek gibi yumuşak elleri ile yüzümü tutarak kafamı biraz yukarıya kaldırdı. Avurtlarımı sıktığı için dudaklarım öne doğru çıkmıştı. Birkaç saniye gözümün içine bakarak:

–Bunu sakın kaybetme! Annenin nefesi var onun üstünde, seni koruyacaktır.

Gözlerinde biriken gözyaşı alnıma damladı.

–Niye ağlıyorsun anne?

–Sevincimden oğlum, sevincimden!

Ondan duyduğum son sözler bunlardı. Ertesi gün de bu facia oldu. Annem olay yerinde rahmetli oldu. Babam ise altı ay hastanede yattıktan sonra bastonla yürüyebildi.

Gün geçtikçe evdeki hava ağırlaşıyordu. Babam ağrılarını ve içinde bulunduğu durumu unutmak için kendisini içkiye vermişti. Bazen o kadar sarhoş olurdu ki ayakta durmakta zorlanırdı ama kimseye zarar vermezdi. Sarhoşken beni görmeye, ayıkken de Ağa’mı görmeye gelirdi. Sanki kurtuluş arıyordu. Babamın her iki hali de beni üzüyordu. Ağa’m da onun bu haline üzülüyordu ancak onu sakince dinlemekten başka bir tepki vermiyordu. Feleğin babamı da bana çok göreceğini nereden bilebilirdim. Bir yıl sonra da bütün malının bana verilmesini vasiyet ederek sesizce ortadan kayboldu.

Yalnız kalınca Ağa’mın evine yerleştim. Kendimi çok şanslı hissediyordum. Artık sürekli sevdiğimin yanında olacaktım. Ancak bu olay aklıma gelince şimdi bile utanıyorum. Ailemin ölümü bana başka bir mutluluk vermişti. Büyüdükçe gam ve kederim de büyüyordu. Neyse ki defter kalem ile aram iyiydi, kendimi onlarla meşgul ediyordum. Yoksa ben de mahallenin diğer gençleri gibi uyuşturucu bağımlısı olurdum. Belki de farklı bir olayın kurbanı olurdum. En iyimser ihtimalle muhacirlerle birlikte dağlara çıkmış olurdum. Gerçi muhacirlere sempati ile bakıyordum ama bunun bir çıkış yolu olduğunu düşünmüyordum.

Çocukluğumdan beri yeşili ve suyu çok seviyordum. Bu tutkum yeni oyunlar icat etmeme neden olmuştu. Medreseye gidinceye kadar bahçe kapımızın yanında meşe–meşe oyunu icat etmiştim. Ağaçların yapraklarını kopararak onları ikiüç karış uzunluğundaki toprağa diker ve sulardım. Tabiki yaprakların doğal suyu bitince solmaya başlarlardı. Ağa’mın kuraklıkla ilgili fikirlerini dinledikten sonra hidroloji mühendisi olmaya karar vermiştim. Çünkü bu kuraklıklar, zaman zaman Afganistan’da hükümetleri bile değiştirmişti. Hidrolog olmaya karar verince de, bu işin içine girmeye başlayınca da o meşe meşe oyunlarını sık sık hatırlardım.

Kendimi bildim bileli bu fikirleri kafamdan geçiriyordum. Afganistan’ın haline bakınca ya yağmur sularını toplamayı veya yer altından su çıkaracak teknolojileri düşünüyordum. Böylece ülkemizde çok sayıda göl olacak, etrafları ağaçlarla bezenecek, kayalıkların etrafında yeşillikler bitecekti. Aslında bu fikirleri Ağa’mdan almıştım.

Bir defasında çok güçlü bir sel Kabil’i bastı. Bu korkunç olayı evimizin avlusundan seyrediyorduk. Yerin altından gelen sular bizim evin karşısındaki yolun sol tarafını patlatarak havaya fışkırıyordu. İçimden bu suyun hiç kesilmemesi için dua ediyordum. Birkaç saat sonra o havaya fışkıran sular önce yavaşladı sonra tamamen kesildi. Yağmur sonra topraktan yayılan koku beni büyülüyordu.

Ağa’ma dönerek:

–Ağa, bu sel neden deniz olmadı, dedim.

Ağa’m ciddi bir şekilde yüzüme bakarak:

–Sular yeryüzünde nasıl akıyorsa, yerin altında da aynı şekilde akıyor. Hatta gökyüzünde de, dedi.

O anda bu sözleri pek anlayamamıştım. Zaman içerisinde bu fikirler zihnime yerleşmişti: Yer altında tektonik olayların meydana gelmesi, bulutların yer değiştirmesinin sebeplerini, suların farklı oranda birleşimleri ile ilgili bilgilerim arttıkça, doğa ilimlerine olan merakım da artıyordu. Suya olan ilgimi anlayan Ağa’m beni, “Naqlu”, “Qargha”, “Şah ve Arus”, “Bend–Emir”, “Dehle” barajlarına götürmüştü. Dehle barajına iki defa gittik. İkinci gidişimiz daha ilginç olmuştu: Barajın yakınlarındaki antik köyde Ağa’mın eski bir tanıdığının evinde üç gün kaldık. Gündüzleri balık tutmak ve sandalla gezmek için baraj gölüne gidiyorduk. Burada gördüğüm güzellik bana Sara’nın gözlerindeki güzelliği hatırlattı. Suların dibindeki yosunları görünce sanki benim mutlu olmam için Sara’nın gözlerinin rengini buraya aktarmışlar gibi geldi.

Böylece yıllar geçti. On altı yaşına geldiğimde Ağa’mla beraber Türkmenistan’ın sınırına altı günlük bir gezi yaptık. İki araba ile yola çıkmıştık. Bizim arabayı Ağa’m kullanıyordu. Ön koltukta ben, arkada ise Kumru ile Sara oturuyordu. Diğer arabada ise Dursun ile karısı ve Zühre Bibi’m vardı. Mürgab Çayı’nın küçük bir kolu ile beslenen gölün sahilinde mola verdik.

Ağa’mın bu geziyi benim suya olan ilgimi artırmak için düzenlediğine emindim. “Pınare Abı germ”13 adındaki bu küçük gölün her tarafından buharlar yükseliyordu. Ağa’m bu gölün özelliğinden ve faydalarından epeyce bilgi verdi. Bu nedenle araba durur durmaz ilk olarak ben indim ve gözlerim yüzen salı aradı. Sudan tuhaf bir koku geliyordu. Biraz uzaktan masmavi görünen bu göl, yakına gelince yemyeşil olmuştu. Tahminen bir hektarlık alanın dörtte üçü kayalıklarla kaplıydı. Gölün kaynağı iki ayrı yerden çıkıyordu. Kayaların olduğu taraftan çıkan su, buz gibi, diğer taraftan çıkan su ise kaynar denecek kadar sıcak ve kokuluydu. İlginç olan ise gölün suyu birbirine karışmıyordu.

Ağa’m yere iner inmez kokulu su ile elini yüzünü yıkadı. Kumru burnunu tutarak arabaya geri döndü. Sara ise aynı Ağa’m gibi yaparak bir avuç suyu yüzüne çarptı. Sonra kendisini izlediğimi görünce hafifçe gülümseyerek sanki “Senin için her şeye varım!” demek istiyordu. Tam o anda milli Afgan kıyafeti giymiş yaşlı birisinin bize doğru geldiğini gördüm. Başında pakol ve üstünde her Afganlının giydiği uzun, düğmeli ceketin her tarafı kir içindeydi. Özellikle ceketin ceplerini kapatan parçanın rengi, üstündeki kir nedeniyle değişmişti.

Biraz yaklaşınca:

–Köyümüze hoş geldiniz sahip, diyerek elini kalbinin üstüne koyup Ağa’mı selamladı.

Geleneklere göre selam verirken hafifçe eğilmişti. Ağa’m elini onun omzuna koyarak selamını aldı.

Sonra gölü işaret ederek:

–Hanımları ve çocukları sal ile gezdirmek için geldik.

Adamın gözleri ateşi sönen mum gibi kısıldı. Suçlu bir şekilde erkekçe cevap verdi:

–Salın ipi çürümüş. Bu tarafa çekemiyoruz. Altı aydır ümidimizi rüzgara bağlamıştık ki belki salı bu tarafa getirir diye. Eğer tarafa gelirse, ipini değiştireceğiz. Falcı kadının dediğine göre birileri onu kırmış ve küstürmüş. Bu nedenle sadaka istiyor. Ben de her Cuma günü yarım girvenke14 ekmek kırıntısını kayalıklardan göle doğru atıyorum.

Ağa’m ağızlığa takılı sigarasından derin bir nefes aldıktan sonra serçe parmağı ile sigaranın izmaritini yere attı. Tütün tabakasını çıkararak yeni bir sigara sarmaya başladı. Adama doğru bakmadan:

–Gelir! Sal, beni, çocuklarımın yanında mahçup etmez.

Biz yere açılan sofrada karnımızı doyururken salın bize doğru geldiğini fark etmemiştik bile. Ben ayağa kalkıp salın geldiğini söylediğimde, Zühre Bibi’m ve Kumru’dan başka herkes ayağa kalktı. Yere serilen küçük kilimin köşesine oturan Zühre, Kumru’nun başını dizine dayamış onun saçlarını okşuyordu. Kumru’nun saçlarının okşandığını görünce annemi çok özlediğimi hatırladım. Öldüğünden beri ilk defa anne hasretini bu kadar şiddetli hissetmiştim. O anda “Keşke yaşasaydı da, Bibi’m gibi hasta olsaydı!” diye düşündüm. Düşüncemden irkildim ve hemen bu düşünceyi kafamdan çıkarmaya çalıştım; Çünkü annemin Zühre gibi olmasını, onun kadar acı çekmesini asla istemezdim. Ben annemin bu şekilde acı çektiğini görseydim kalbim parcalanırdı.

İlk bakışta bir adayı andıran sal, kalın ağaçlardan yapılmış, üstüne bir karış kalınlığında toprak dökülmüştü. Gölün kenarlarında biten çiçekler sal kenarlarında da vardı. Yüz metre karelik salın üstünde birkaç tane iri taş da vardı.

Birazdan salın üstündeydik. Dursun, salın tam ortasında beline bağladığı uzun ipin diğer ucunu arabanın çeki demirine bağlamıştı. Sal, suyun soğuk bölümünde yavaş yavaş sallanıyordu. Ben sala yüzükoyun uzanmış balıkları seyrediyordum. Az sonra Sara’da yanıma gelerek benim gibi yüzükoyun uzandı. Aramızda irice, yüzeyi delikli, ilk bakışta çürümüş dişe benzeyen iri bir taş parçası vardı. Az sonra toplandık. Sanırım Kumru gibi o da kükürtün kokusundan tiksinmişti… Ancak bir deste yosun toplamıştı yine de.

Sara, elindeki yosunların suyu süzüle süzüle onlardan bir taç örmeye başladı. Belki bahçede olsaydık taçın kenarlarına lale, nergiz, papatya gibi çiçekler de koyacaktı. Şimdi sadece yosunlardan örülmüş tacı başına koydu. Yosunlardan süzülen sular, yüzünden aşağıya doğru akmaya başladı. Bu sular, bir kavunun toprak tarafında beyaz kalan yüzeyi gibi bir iz bırakmıştı. Dursun ona bakıp, eleştirmek için bir şeyler söyleyecekken Ağa’mın sert bakışları ile durdu. Sara kendi halindeydi. Yosunun rengi onun gözlerinin yeşilliğini biraz daha koyulaştırmıştı. Yüzünde dünyanın en mutlu insanının ifadesi vardı. Zarif dalgaların altında dans eden yosunların, yüzeye çıkmak için sallanan kolları, Sara’nın eşarbının altından gözlerine dökülen saçları gibi mutluluk tablosu oluşturuyordu.

Evet, ben Sara’nın gözlerini sevmiştim. Masmavi suyun dibinden görünen yemyeşil yosun gibi gözleri beni büyülemişti. Bu yeşil gözleri onun yüzüne bambaşka bir güzellik veriyordu. Büyüdükçe bu gözlere bakmaktan kendimi alamıyordum. Ancak onunla karşılaşınca bakışlarını benden kaçırıyordu. Böyle utangaç oluşu beni daha çok tetikliyordu. Onun bu utangaç ve iffetli davranışı, namahremlere bakmaması “Allah’a dua!” diye düşünüyordum. Gözlerindeki ışığın kaynağı, yeşil renginden miydi yoksa doğal hali böyle miydi bilemiyordum.

Yemekten sonra Ağa’mla gölün yukarısına doğru gittik. Biraz uzaklaşınca sarp kayalıkların üzerinde havuza benzeyen küçük bir gölcük gördük. Gölün suyu o kadar berraktı ki bakınca insanın gözlerini alıyordu.

Ben hemen Ağa’ma dönerek:

–Burada yüzebilir miyim, diye sordum.

Ağa’m önce “Olur!” diye cevap verdi ama gözlerini kısarak daha dikkatli bir şekilde göle bakınca:

–Bu gölde su yılanları var. Aniden yüzeye çıkarlar. Bu yılanlar zehirli değildir; Ama ısırabilirler. Eğer korkmayacaksan yüzebilirsin.

Yılan sözcüğünden biraz korkmuştum ama Sara’nın yanında sözümü geri alamazdım. Ağa’m tereddüt ettiğimi görünce benimle beraber suya girmeye karar verdi. Ağa’m çok terbiyeli birisiydi. Bu nedenle elbisesini çıkarmazdı. Çoluk çocuğun önünde elbiseli olarak suya girdi. Su, bayağı sıcaktı. O gün yorulana kadar suda yüzdüm. Sudan çıktıktan sonra Ağa’m yüzmenin faydaları hakkında bize bilgi verdi:

–Aslında sırt üstü yüzmek çok faydalıdır. Bu şekilde daha çok suyun üstünde kalabilir ve daha çok yüzebilirsin. Yüzmek bütün organların hareket etmesini sağlayarak kalbe temiz kan pompalar. Eklem yerleri hareket ettiği için buralarda ağrı ve kireçlenmeler ortaya çıkmaz. İnsandan başka hiçbir canlı suyu sağa sola çarparak yüzmez. Sadece hareket eden organlarını kıpırdatarak ileri doğru giderler.

Bu olaydan bir yıl sonra Ağa’m beni İran’a götürdü. Yola çıkana kadar Sara’nın da bizimle beraber geleceğini ümit ediyordum. Ancak yalnız yola çıkmıştık. İran’da ne zaman geri döneceğimizi düşünmeye başlamıştım. Canım çok sıkılıyordu. Birkaç şehri gezdikten sonra Urimiye’nin Tikentepe ilçesine gittik. Misafir kaldığımız evde yüzen adadan söz açılınca Ağa’mın bana baktığını hissettim. Benim olayla ilgilendiğimi anlayınca gülümsedi:

–Yarın o adaya gideriz, dedi.

Ertesi gün erkenden Çemli Göle gittik. Boz Dağların eteğinde yemşeşil ovanın ortasında bulunan bu göl, yaklaşık 80 kilometre karelik bir alanı kaplıyordu. Gölün güzelliği insanın ruhunu okşuyordu. Ağa’m ısrar etse de ben gölde yüzen adaya binmedim. Ağa’m: “Kızların da gelmesi mi gerekirdi?” diyerek olayı anladığını belli etmişti. Çemli Göl’ün görünümü büyüleciydi. Pınare Abgerm’den farklı olarak etraftaki kızıl renkli dağların rengi göle yanısıyordu. Ancak Sara yanımda olmadığı için bu güzellikten zevk alamıyordum. Bu göl çok derindi. Ağa’m burada da yüzmenin faydalarından ve tekniklerinden söz etti. Sanki benim gelecekte karşı karşıya kalacağım tehlikeden korunmam için yapacağım şeyleri anlatıyordu.

***

Hidroloji mühendisi olarak Afganistan’a dönmek içimde kutsal bir arzu vardı. M.V. Lomonosov adına Moskova Devlet Üniversitesinde okumaya tam da bu su aşkı götürmüştü beni. Ben de içimdeki aşkın yardımıyla Afganistan’ı yeşilliğe kavuşturmak niyetindeydim. İçimde bir duygu vardı; Arzularım gerçekleşecek ve Afganistan’da yaşayan insanların fikirleri değişecekti. Bana göre, her taraf yemyeşil olursa, insanlarımız Avrupalılar gibi birbirini dinleyeceklerdi.

Afgan insanının sert mizacı, dört tarafımızı saran boz Dağların genzimize yaptığı bir etkiydi. İsteklerimin gerçekleştiğini, rüyalarımda görüyordum. İçimdeki bir güç bana, mücadeleyi bırakmamayı öğütlüyordu.

1978 yılında Sovyetlere yakınlığı ile bilinen Afganistan Demokratik Halk Partisinin (ADHP) lideri Nur Muhammed, rakibi Hafızullah Emin tarafından öldürülünce ülkede çok şeyler değişti. Artık hiçbir şey güvende değildi. Hafızullah Emin önderliğinde ADHP’nin yönettiği ülkede her şeyin rengi gri olmuştu. Ülke “Halk” ve “Perçem” hareketleri arasında bölünmüştü. Yönetim, ülke insanları hakkında iyi niyet taşısa da, dış güçler vatandaşlık bağının güçlenmesine izin vermiyordu. Bütün bunlara rağmen, yönetimin eğitimle ilgili açıklamaları beni sevindiriyordu. Aralarında benim de bulunduğum çok sayıda genç, Sovyetlere ve Doğu Avrupa ülkelerine eğitim için gönderildik. ADHP lideri Necibullah’ın teklifi ile Moskova ile eğitimle ilgili bir antlaşma yapılmıştı. Ben de Ağa’mın isteğini göz önünde bulundurarak Moskova Devlet Üniversitesini seçmiştim.

Kabil’de son defa Ağa’mla avluda çay içerken bu konuda konuştuk. Artık çocukluk yıllarım geride kalmıştı. Ağa’mın bana dostça davranması özgüvenimi geliştirmişti. Kesin olarak bildiğim halde bir daha sormak ihtiyacı duydum:

–Ağa, Doğu Avrupa ülkeleri yerine neden Sovyetleri tercih ediyorsun?

Ağa’m ağızlığındaki sigarayı kül tablasına bastırarak söndürdü. Gözünü ufuğa doğru dikerek biraz düşündükten sonra:

–Aslında bu soruyu çoktandır sormanı bekliyordum. Durumumuz günden güne zorlaşıyor. Sovyetlerin kendisi de aynı durumda. Onlarda çalkantı içinde. Eğer Sovyetler burada tutunamazlarsa o zaman burada bize yer olmayacak. Çünkü bu ülkede Sosyalist olarak tanınıyorum. Aslında gerçek de öyledir. Ancak benim prensiplerim, isteklerim tamamen farklıdır: Beraberlik ve birlik…

Bana göre sosyalist düşünceli olduğun için Avrupa’da seni rahat bırakmazlar. Nereye gitsen kapılar kapalı olur sana. Sovyetlerin dilini, Rusçayı bildiğin için o, ülkenin her tarafında iş bulabilirsin. Eğer Afganistan’da güvenlik sağlanırsa su mühendisi olarak geri dönersin.

Sonra Ağa’m derin bir nefes alarak sustu. Sanki son dediğine kendisi de inanmamıştı.

1978 yılının Mayıs ayında Domodedova Havaalanında şiddetli bir yağmur yağıyordu. Halk bu soğuk havada kısa kollu gömlekle geziyordu. Beni ise havanın soğukluğundan ziyade insanların bu ince giysileri üşütüyordu. Burada yaz ayı vardı ama Kabil ile çok farklıydı. Bizde elbiseler ince olabilirdi ama açık saçık olamazdı.

Moskova beni sıcak karşıladı desem yalan olmazdı. Kızların kısa etekleri, göbekleri açık ve mutlu yüzleri beni büyülemişti. İnsanların rahat olması etrafa mutluluk saçıyordu. Kabil’in etrafını saran boz renkli dağların karanlığına biz de giyimimizle bir katkı yapıyorduk. Arzuladığım bir yerde olsam da Moskova bana yabancı gelmişti. Buranın havasını içime çekince sanki zihnimi değiştirdi ve içimdeki devrimci düşünceleri ortaya çıkardı. Benim devrimci düşüncem Afganistan’a özgürlük istiyordu sadece. Havaalanından ayrılmadan önce birilerine Afganistan’da olan olaylardan haberlerinin olup olmadığını sormak istiyordum. Afganistan’da, Mücahidlerin “Erteşi şurevi şeytan est”15 diyerek nefret ettikleri Sovyet askerlerinin cinayetleri hakkında ne bildiklerini merak ediyordum.

Lakin zihnimde kök salan olumsuzluklar tez bir zamanda kayboldu. Derslere başladıktan sonra, bu düşüncelerden uzaklaştım. Moskova’nın geniş ve ışıklı yolları, eğlenceli hayat tarzı ruhumu okşuyordu. Cinsel isteklerim bütün duygularımdan daha güçlüydü burada. Afganistan’da hayvanlarla seks yapan, hizmetçileri, çocukları taciz edenlerin gerçek sayısını kimse bilmiyordu. Buradaki ortam ise çok farklıydı. Afganistan’daki çok eşlilik ile buradaki çok eşliliği karşılaştırmaktan yorulmuyordum. Yakınlarımdan ne Ağa’m ne de babam çok eşli değildi. Ancak yakın komşularımızdan iki, üç, dört hatta yedi evli olanlar vardı. Hepsi de problem içinde kıvranıyorlardı. Bizden iki sokak aşağıda geçinemedikleri için ilk ve dördüncü karısını balta ile öldüren Nesip adındaki birisi 19 çocuğunu yetim bırakarak hapse girmişti.

Babamın kuzeni Kerim, dördüncü karısı ile gerdeğe girmeden, diğer üç karısının ortak girişimi ile zehirlenerek öldürülmüşlerdi. Yine annemin halası kendi evine gelecek kumasını babasının evinde öldürtmüştü. Bütün bunlar Afganistan’da normal karşılanan günlük olaylardı. Moskova’da ise ayyaşlık ve çok eşlilik kanunla yasaklanmıştı. Bunlar Komünist ideolojisine aykırı davranışlardı. Bu büyük ve soğuk Moskova şehri, gerçekten bir aşık ve maşuk şehriydi. Burada erkeklerin yaptıklarını kadınlar da çok rahatça yapıyorlardı. Bir şişe votka ile bir parça el büyüklüğünde bir sala16 her şeyi değiştirebilirdi. Afganistan’da ve Moskova’da gördüğüm bu tür ilişkilerin hangisinin kötü, hangisinin iyi olduğunu anlamakta zorluk çekiyordum. Ancak bunların ikisinin de normal bir hayat tarzı olmadığını biliyordum. Moskova’da evlenmeyen ve dost hayatı yaşayan kadınlar normal kabul ediliyordu. Ben de kısa bir zamanda bir Moskovalı gibi hayat sürmeye başlamıştım. Buradaki eğlenceli hayata rağmen derslerimi bırakmamıştım.

Okudukça okumak, öğrendikçe daha fazla öğrenmek istiyordum. Eğlenceli hayat sanki daha çok okuma hevesimi kamçılıyordu. Eğlenceler o kadar çok oluyordu ki, kitaplarla uğraşınca dinlenmiş gibi oluyordum. Görüştüğüm kızlarla en fazla bir iki defa yatağa girdiken sonra onlardan uzaklaşıyordum. Sanki ucu bucağı olmayan ürünü bol bir bahçeye girmiştim, tattığım meyvelerden bir diş aldıktan sonra fırlatıp atıyordum.

Moskova Devlet Üniversitesi 1755 yılında kurulmuş köklü bir üniversiteydı. Tüm dünyada da Rusça kısaltılmış adıyla yani MQU kodlarıyla tanınıyordu. Bütün yabancı öğrenciler, yurda, idari binaya ve üniversiteye giriş–çıkışlarda imza veriyordu. Üniversitenin yatakhanesinde kalıyordum. Ben, yatakhane sorumlusunu bir şekilde ayarlamıştım. Tabi ki bu bana ayda 100 dolara mal oluyordu ama işimi de görüyordum. Verdiğim bu rüşvet sayesinde yatakhaneye dönmesem de benim yerime birisi imza atıyordu.

Rusça bildiğim için diğerleri gibi hazırlık sınıfında değil, birinci sınıftan okula başlamıştım. Sınıfımızda sadece üç tane Rus öğrenci vardı. Diğerleri, Viyetnam, Küba, Laos ve Sovyet Rusya’nın etkili olduğu devletlerden gelen öğrencilerdi. Derslerim iyi gidiyordu. Bizim bölümde Afganistan’ın jeolojik haritasını Afganlılardan daha iyi biliyordum. Afganistan’daki nehirlerin büyük bir bölümü kumlu alanlara aktığı için tarımda kullanılamıyordu.

Ülkenin en büyük nehirleri kuzeydeki Koçka ve Kunduz nehirleriydi. Amuderya’ya döküldükten sonra Aral Gölü’ne akıyordu. Amuderya ise Türkmenlerin Ceyhun dediği 2500 kilometrelik Orta Asya’yı dolaşan bir nehirdi. Mürgap Çayı, Türkmenistan’dan geçerek orta alanların sulanmasında önem arz ediyordu. Herirud Çayı ise tarım alanlarının sulanmasında önemli bir etkisi olmakla beraber, Karakum çölünde suyunun önemli bir bölümünü kaybediyordu.

Coğrafya ve hidroloji bilimlerine olan ilgim nedeniyle bu konuda bilgi veren ek kurslara yazılmıştım. Bölümümüzün müdürü profesör V.M.Evtiqneev17 şahsen derslerimizi takip ediyordu. Bu dersleri ise üniversitede yarı zamanlı çalışan Andrey Andreyeviç bizlere öğretiyordu. Hoca ile bazen sohbetimiz olurdu. Günün birinde dersimizin konusu “Afganistan’daki dış güçlerin çatışması,” oldu. Birden bire hidrolojiyi bırakıp siyasete girmiştik. Afganistan’ın doğal zenginliklerinden bahseden Andrey, Afgan dağlarında dünyanın en zengin elmas ve altın yatakları olduğunu belirterek: “Dağlardan akan sel suları, binlerce büyük karatlı elması, altını ve kıymetli madeni kendisi ile beraber akıtıyor. Avrupalı şirketler tarafından toplanan bu değerli madenler kaçak yollarla yurt dışına kaçırılıyor!” dedi.

Sonra durdu ve dikkatli bir şekilde bana bakarak: “Kabil’in eteklerindeki taş ocaklarını görmüyor musunuz?” dedi. Sorusunu bitirmeden başımla onun sözlerini tastik ettim.

Derinden bir “ah” çekerek sözlerine devam etti:

–Afganlılar hiç düşünmüyorlar mı? Neden bu taş ocakları sel olduktan hemen sonra faaliyete başlayıp, birkaç gün çalıştıktan sonra faaliyetlerini durduruyorlar?

Hoca konuştukça vatanımın acıları, insanlarımızın cahilliği, dış güçlerin acımasızlığı, bir sinema filmi gibi gözümün önünde canlandı. Hocanın dedikleri yalan değildi. O taş ocaklarını kendi gözlerimle görmüştüm. Selden hemen sonra taş ocakları çalışmaya başlar, birkaç gün sonra tüm çalışmalar durdurulurdu. Ancak Afgan halkı sanki gaflet uykusundaydı. Ben de o derin uykuda olanlardan biri değil miydim?

Afgan dağları hakkındaki bu bilgi beni dehşete düşürmüştü. Manyetik kasalı imalat makinalarının bir hafta içinde kese kese altınları nasıl topladığını öğrendikçe Afganistan’da meydana gelen çatışmaların asıl sebebini öğreniyordum. İçimde bir sızı oluşuyordu.

Andrey Andreyeviç’le, Ağa’mın bulutlarla ilgili fikirlerini defalarca paylaşmak istiyordum. Onun Ağa’mın bu fikirleriyle ilgileneceğinden emindim. Nihayet günün birinde bu konuyu açınca Andrey Andreyeviç Ağa’mın hangi dilleri bildiğini sordu: “Arapça, Farsça, Rusça, Peştun ve Çin dillerini biliyor,” cevabıma şaşırmıştı.

Dudaklarını büzdü ve tuhaf bir şekilde başını sallayarak:

–Çok iyi bir öğretmeni bırakıp Moskova’ya neden geldin?

Şaşırmıştım. Tepkimi ölçmeye çalışarak devam etti:

–Bir zaman gelecek, insanlar bulutları yönetecekler. İhtiyaç duyulan bölgeye yeteri kadar bulut yönlendirilecek. Bunu insanın nefesi ile yapacaklar. Belki ben bunları göremeyeceğim ama sen mutlaka görürsün.

Öyle bir devir gelecek ki insanın nefesindeki karışım bütün bunları yapabileceği gibi insanı da bulutların üstüne çıkaracak. Sen bizim oksijen alıp, karbon dioksit vermemize bakma; İnsan nefesinde olan enerjinin temeli hava ve sudur. Nefesimizi ciğerlerimizden idare eden bir beden ölçüsünde rüzgardır.

Hocayı dikkatle dinleyerek anlamaya çalışıyordum. İlmin derinliklerini hissetmeye başlamıştım. Afganistan’ın kurtuluşunun sadece silahlarla olamayacağını şimdi daha iyi anlıyordum. İlimi bilen ve geliştiren gençler, ileride Afganistan’ın kurtuluşunda etkili olacaklardı.

Evet, ben Afganistan’ın uçsuz–bucaksız dağlarında, kum çöllerinde yeşillik yaratabilirdim. Bir an vatanımın her tarafını yemyeşil olarak hayal ettim: Her taraf yeşillikler içindeydi, sayısız göl ve şelaleler yapmıştım. Sara, hep yanımdaydı ve bütün bu güzellikler onun yeşil gözlerinden almıştı rengini. Onun yeşil gözleri benim de hayat yolumu ışıklandırıyordu. Hayalimde canlandırıp, ruhumu rahatlattığım bu ışık sadece benimdi.

***

Yatakhaneye giriş–çıkış işini hallettikten sonra eğlence meselesini de hallettim. Burada Afganistan’dan farklı olarak ne anaşa18 vardı ne de nargile. Restoranlarda ve barlarda genellikle votka, kanyak ve bira gibi içkiler satılırdı. Gorbaçov19 yönetimi, iş saatleri içerisinde alkollü içecekleri yasak etmişti ama istediğin içkiyi istediğin saatte bulmak mümkündü; Sadece ödenecek fiyat aralığı genişliyordu.

Uzun boyumun, düzgün yürümemin, arkaya taradığım parlak saçlarımın, beni her zaman çekici yaptığını biliyordum. Kıvırcık saçlarım, jölenin ışıltısı ile esmer yüzüme ayrı bir güzellik veriyordu. Günlük traş oluyordum. Sovyet fabrikalarında dikilen kalitesiz elbiseler yerine Amerikan malı pantolon ve her gün değiştirdiğim gömlekler beni farklı yapıyordu. Sokakta yürürken karnımı içeri çekerek, göğsümü ileri doğru veriyordum. Hatta bu alışkanlığım evde bile devam ediyordu. Bu halime Moskova kızlarını ayartmak zor değildi.

На страницу:
3 из 6