
Полная версия
Teselli
– Kalk, diye bağırdı Dülgere. Burası kahvehane değil!
Selahattin derhal kalkıp duvar kenarına çekildi.
– Nureddin efendi! dedi Malinin Tatarca, beyaz kıyafetli adama dönüp: Bu adam Rüstem’in babası. Tanıyor musunuz?
– Tanırım, dedi Nurettin efendi: Bademlikten…
Koltuk üzerinde, ayaklarını göğe doğru uzatarak Selahattin’e güzel kara gözlerini çevirdi, Malinin, – Rüstem nerede, diye sordu
– Bilmiyorum, dedi Selahattin.
– Alıp– götürüp, sakladın! Şimdi nereye sakladığını unuttun mu?
– Ben pazar yerindeydim. Döndüm geldim… Baktım Rüstem evde yok.
– Kimin malını alıp gidip sattın?
– Özümün. Testi, tırmık… Kimin olacak?
– Malinin yumuşak ve hilekâr bir sesle devam etti, Rüstem’i kendin alıp gittin, kaçırdın! Öyle mi? – .
– Ben kimseyi kaçırmadım. Fikret’le gittim.
– Nerede Fikret?
– Askerlikte.
Malinin Nurettin efendiye göz ucuyla baktı. Nurettin efendi ise gözlerini aşağı indirip, sesiz kaldı.
– Rüstem, hürmetli Ekrem Bey’in oğlu Şevket’i öldürdü. Haberin var mı?
– Selahattin’in yüreği sıkıştı, yüzü bembeyaz oldu.
– Yok… Benim oğlum… Şevketi mi?
– Rüstem’in yerini söylemezsen, sen kürek cezasına gideceksin! Düşün, bak! Aklını başına devşir.
Malinin böyle dedikten sonra, ayağa kalktı, ileri geri yürümeye başladı. Selahattin dikkat ve merak ile bakarken, Nureddin efendi de yerinden kalktı. İnce, uzun bıyığını serçe parmağı ile sıvazladı, sonra kapı üstündeki anahtarı bir kere çevirip kilitledi, duvarda asılı örme kamçıyı eline aldı.
– Malinin efendi, dedi ince sesiyle, Siz bu karabacaklı ile pek nezaketli konuşuyorsunuz. Oğlunun nereden geçip nereye gittiğini bilmeyen baba… Öylesini gördünüz mü? Haydi, yakına gel diye çemkirdi Dülger’e.
Selahattin yerinden kıpırdamadı. Başını aşağı eğdi, sustu. Sonra tekrar:
– Ben, Rüstem nereye kayboldu bilmiyorum, dedi
– Bilmiyorsun demek?! Hayretle sordu Nurettin efendi; kamçısını Selahattin’in yüzünde şaklattı. Dülger titredi, ayakları boşaldı… duvara dayanıp kaldı. Sen ancak böylesinden anlarsın. Kamçısının sapı ile çenesinden dürttü, Dülgerin. Şimdi? Rüstem nerede anlatacak mısın? Yoksa, elin ayağın zincirle bağlanıp Sibirya’ya gitmek ve orada çürümek mi istiyorsun?
İhtiyar zar– zor gözlerini açtı, karşısındaki beyaz gömlekli, ince bıyıklı kişiye fersiz gözlerle baktı. Burnundan ve yarılmış yanağından kan akmaktaydı.
– Bilmiyorum, dedi işitilir işitilmez bir sesle. Ben Rüstem’i görmedim.
Yüzbaşı Selahattin’e tekrar kamçı ile vurdu. Yüzüne, sırtına, ayaklarına… nereye rast gelirse, oraya vurdu. Dülgerin bedeninde yaralanmayan yer kalmamıştı, nihayet yere yığıldı, bir daha da ayağa kalkamadı.
Nurettin efendi örme kamçısını köşeye bıraktı.
– Alıp çıkınız ve hapse atınız, dedi Malinin’e. Peşinden oğlu gelmezse çıkarmayınız!
Malinin koridora çıktı. Beş dakika sonra iki asker ile dönüp geldi. Biri Selahattin’in kollarından, diğeri ayaklarından tutup, alıp gittiler.
Dülgeri iki gün– iki gece sorguya çektiler, vahşice köteklediler. Tenine yanan sigara bastılar. Lâkin, “bilmeyrim” sözünden başka bir şey işitemediler. Üçüncü gün Dülgeri çıkarıp serbest bıraktılar.
Akşam üstü Selahattin, Bademlik’e ezgin ve yaralı vücuduyla zar zor geldi. Arabanın kapısını açtı, avluya girerken iki adım atmıştı ki, başı döndü, meşe ağacı gibi, güm diye yere yıkıldı.
III
Sivastopol körfezinin doğu tarafındaki iskeleye yakın mahallede Han avlusunun etrafında tek katlı binalarda fırınlar, kahvehaneler, bozahane ve meyve ambarları var. Han avlusunun sahibi Kök Köz köyünden Seyit Celil, yani Seyyare’nin kayın biraderi.
Seyit Celil bu şehre altı yıl evvel gelmiş, lisede iki yıl okuduktan sonra parası yetmediğinden okuldan ayrılmış. Nereye gideceğini, ne yapacağını bilmeden gezelediği vakitte, Nahimov caddesindeki kahvehanede tesadüfen tüccar Karaim Mangubi ile tanışmış ve onun manifaturacı dükkânına ayakçı olarak işe girmiş. Bir yıl geçmeden, işverenin oğlu ile kavga edince işten kovulmuş. Seyit Celil tekrar işsiz kalmış. Bir süre sonra, küçük kardeşi Bilâl’in yardımıyla bir manav dükkanı açmış. Dükkânda satacağı meyveleri, Yakusidi’nin Hanındaki avludan gelip geçen köylülerden ucuz fiyata aldıklarından temin ediyormuş. Yakusidi çoluksuz – çocuksuz, soyu– sopu olmayan yalnız yaşayan ihtiyar bir Rum.
Bu Rum, günlerden bir gün Seyit Celil’i kendi evine misafirliğe davet etmiş. Yemek yenip, kahve içildikten sonra alışveriş konusunda sohbete başlamışlar. Yakusidi, delikanlıya:
– Evlenme fikrin var mı? diye sormuş.
– Bu hususu henüz düşünmedim diye cevap vermiş Seyit Celil, sonra ilâve etmiş, acele etmek istemiyorum.
– Kim ile yaşıyorsun?
– Tek başıma.
İhtiyar eski koltuk üzerinde hayli vakit düşünceli oturduktan sonra Seyit Celil’e dönüp “sen kendi dükkânını kapat, benimkinde çalış” demiş. “Ben senin ananı– babanı bilirim, iyi insanlardır. Sen de biliyorsun, benim ihtiyar karım kısa zaman önce vefat etti. Yalnızlık bana çok zor geliyor”.
Seyit Celil itiraz etmek istemiş:
– Ben sizin için uygun bir yardımcı olabilir miyim? Bende hiç sermaye yok!
Bu cevap üzerine ihtiyar, Seyit Celil’in omuzunu tıpışlayıp:
– Bana sermaye değil, iş yapacak adam gerek! Senden sermaye talep etmiyorum, diye eklemiş.
Bu görüşmeden sonraki bir hafta içinde Seyit Celil dükkânındaki meyveleri satıp bitirmiş, bina sahibi ile hesabı kesmiş, Yakusidi’nin yanına gelip ticari ortaklıkları hakkında mukavele imzalamışlar.
Seyit Celil ile dört ay çalıştıktan sonra yardımcısının becerikli ve dürüstlüğünden emin olan Yakusidi, zeytin getirmek için Suhum’a gitmiş. Geri dönüp gelmemiş. Celil, Suhum şehri yöneticisine, jandarma idaresine kaç defa mektuplar yazmış. Cevap olarak, “1849 senesi doğan, Yakusidi Harlampiy İvanoviç Suhum’da hiç bir vakit bulunmamış ve yaşamamıştır…” diye yazılar gelmiş. Ne ettiyse ihtiyar Rumun kaderi hakkında bilgi edinememiş, böylelikle Han Azbar’ının sahibi olmuş.
Bir gün sabaha yakın vakitte, Seyit Celil’in ambarına dağ yemişleri yüklü, branda çekilmiş bir araba gelip girdi. Arabadan mavi kalpaklı, pantolonu uçkurlu köylü bir delikanlı indi, kahvehane sahibinden Seyit Celil’in hangi evde yaşadığını öğrenip, kapısına gitti.
Seyit Celil uykusundan kalktı, kapıyı açtı. Yarı uykulu gözlerle bakarken, tanıdığı bir çehreyi görünce şaşıp kaldı.
– Hayırdır Rüstem? Niçin böyle zayıfladın, dedi misafire.
– Beni beklemiyordunuz, dedi genç. Ben biliyorum.
– Kimle geldin?
Seyit Celil ve Rüstem hanın iç avlusundan çıktılar, köylerden gelen meyve arabaları ve şehir müşterileri arasından yol bulup taş döşeli geniş yoldan deniz kenarına indiler, sonra çakıllı sokak boyu gittiler.
Celil yüksek demir kapı önünde durdu, Rüstem’e heyecanlı gözlerle baktı.
– Evvelâ İdare’ye girelim dedi. Sen yanımda duracak ve hiç lafa karışmayacaksın! Şimdi laflamaya değil, çalışmaya geldin. Sandler’e tek gereken geniş omuzlar, güçlü eller, onu da Allah sana bağışlamış.
– Ben gayret ederim, Seyit Celil ağa dedi Rüstem. İşimden dolayı yüzünüz kızarmaz.
Avluya girdiler. Kapıları açık binalar içinden çekiç vuruşları, tornavida ve eğelerin gıcırtıları işitilmekteydi. Pencereleri kapalı büyük atölye arkasındaki kalın bacadan sarı kurum ile karışık akçıl kıvılcımlar çıkmaktaydı. Avlunun sağ tarafı açık, deniz kenarına bakıyordu, kıyıda duran sandallar, kayıklar ve yatlar dalgalar üstünde ağırdan sallanıyorlardı. Burnu ezik eski gemi güvertesinde yağlanmış kıyafetleriyle işçiler paslı zincirlerle gemiyi yanaştırıyorlar. Alt güverteden hüzünlü bahriyeli türküleri işitiliyordu. Avlunun ortasında hamallar arabaya demir ızgaralar ve dökme demir saclar yüklüyorlardı. Etrafta, durmak bilmez işlerin sedası yankılanmaktaydı.
Seyit Celil ve Rüstem ofise girdiler.
Açık pencere yanında beyaz çehreli, küçük kafalı, uzun boylu bir adam durmaktaydı. Avludaki arabalara mal yükleyen hamallara bazı talimatlar veriyordu. O anda kapının açıldığını ve olan bitenleri işitmedi. Belki işitmiyor değil, ehemmiyet vermiyordu. Seyit Celil selâm verdikten sonra heyecanlanıp, aceleyle onlara döndü:
– İşte, benim size bahsettiğim kişi, Yakov Samsonoviç, dedi, Celil. Ben ona kefilim!
Yakov Samsonoviç Rüstem’i baştan– ayağa süzdü.
– Kaç yaşındasın, diye sordu ondan.
– Yirmi, onun yerine Celil cevap verdi.
– Mesele şöyle, dedi Sandler koltuğa oturup, delikanlıyı işe alırım, çünkü onu Mangubi tavsiye etti. Sizi de Seyit Celil, çoktandır bilirim. Eminim ki yüzümü kara çıkarmazsınız.
– Ben âlicenaplığınızı hiç bir vakit unutmam, dedi Celil, nezaketle eğildi.
– Atölyemizde insanlar mühim işlerle meşgul, diyerek sözüne devam etti Sandler: Benim her bir işçinin hareketlerini rapor etmem gerek…
– Yok, canım, siz, Seyit Celil bir şeyler açıklayacak oldu ama, Sandler pencereye döndü ve onu dinlemedi.
– Nahodkin’i çağırınız, diye seslendi.
O sırada sarı kıyafetli, yüzünü ince kırışıklıklar kaplamış, köse sakal biri aceleyle ofise girdi.
Sandler, Rüstem’i gösterip:
– Şu delikanlıyı Andrianov’a takdim ediniz, ona çilingirlik öğretsin. Siz de göz– kulak olunuz! Sakın boş durmasın, dedi.
– Pekala, Yakov Samsonoviç, dedi Nahodkin, Rüstem’e işaret edip, çıktı, Rüstem de onun peşinden gitti.
Seyit Celil Sandler’in elini sıkıp vedalaşırken:
– Teşekkürler, Yakov Samsonoviç! Önümüzdeki pazar günü bana uğrayınız! Acayip güzel vişneler olacak.
Sandler memnuniyetle gülümsedi. Rüstem o günden itibaren büyük şehrin işçileri arasına katıldı, yoğun bir işe gömüldü.
Gemi atölyesindeki iş onun için başlangıçta ağır, hatta tuhaf ve anlaşılmaz göründü. Bademlik’te sabahtan akşama Ekrem Bey’in tütün tarlasındaki belini büken işlerden sonra, akşam eve ayaklarını zar zor sürükleyerek dönüyordu. Ama orada, o küçük köyde doğmuş, kendine yakın kişiler yaşamaktaydı, onlarla lâkırdı edip, kalbindekileri paylaşabiliyordu. Burada, demir dövme sesleriyle birlikte tek tek atölyeleri dolanıp, kimin ne ile meşgul olduğunu gözleyip, çalışanları azarlayan, her şeyi Sandler’e yetiştiren Nahodkin’in kemçirmelerini işitiyordu. Böyle bir kaç ay geçtikten sonra, tesviyecilik Rüstem’in merak sardığı zanaat oldu. İlk vakitlerde atölyelerdeki Tatarlar ile sık– sık görüştü, bir süre sonra iyi bir ustabaşı olan Andrianov’a alıştı, onun bilgi ve tecrübesini benimsemeye başladı, o temiz kalpli bir adamdı, bildiklerini içtenlikle aktarmaya çalışıyordu. Rüstem yeni zanaati tez öğrendi. Onun gayreti Andrianov’un hoşuna gitmişti. Nahodkin’in bile heyecanla: – ”Bu kara Tatar işe pek sarıldı” dediği işitildi. İhtiyar ustabaşı, Rüstem’e bakarken, onun derin ve esrarlı işleri olduğunu seziyordu. Coşkulu ve canlı Rüstemi, nelerden dolayı hüzün kaplıyorsa, ansızın dalgın ve düşünceli bir adama dönüşüyordu. İşçilerin bazıları onun pazar günleri sokakta başı önde yürüdüğünü görüp: “Hayırdır, Niçin böyle mutsuzsun, diyorlardı… Rüstem gerçeği söylemek-den kaçınıyor, şakayla karşılık verip kurtuluyordu.
İkinci güz de sessizce geldi. Birgün sabahın ilk saatlerinde atölyede beklenmedik bir biçimde Sandler peyda oldu. Novorossiysk yakınlarında zarar gören bir geminin acele tamir edilmesi için sipariş alındığını söyledi.
– İki aylık mühlet veriyorum, dedi işçilere. Vaktinde bitirirseniz, maaşlarınızı arttırırım. Bitiremezseniz bana lâzım değilsiniz!
Başka bir şey söylemedi. Ellerini arkasına bağlayıp çıkıp gitti. İşçiler ve ustalar birbirlerine bakıştı, omuzlarını indirdiler, bir şey demediler.
Akşam İnkerman Kayaları üstünde bulutlar koyulaşmaya başladığı saatlerde Andrianov ve Rüstem işten çıkmaya hazırlanıyorlardı.
– Senin içini bir şey kemiriyor, dedi delikanlıya, ustabaşı. Ne, acaba?
– Sizinkini, Sergey Akimoviç, bir şey kemirmiyor mu? diye cevap verdi Rüstem.
– Kemirir… şüphesiz!
– Öyleyse, niçin ben ayrıcalıklı olmak zorundayım?
– Sen, konuşmuyorsun, insanlardan kaçıyorsun. Ben her konuda baban kadar yakınım sana. Seninle açık açık konuşalım. Benden bir şey gizlemen için sebep yok!
– Ben sizi sever ve size güvenirim, dedi Rüstem.
– Öyle ise, seni üzen ne?
– Beni?.. Bir dakika… Bunu nasıl anladınız?
– Gizleme! Ben hepsini seziyorum, dedi Andrianov. Köyde işlerin yolunda mı?
– Ekrem Bey’in oğluyla yumruklaştık.
– Ekrem? Yel değirmeninin sahibi, öyle mi? Değirmenin mekanizmasını biz yapmıştık… Hayrını görmesin!
– Jandarma idaresi bizim ihtiyarları sorguya çekiyormuş.
– Nerden öğrendin?
– Köyden gelip– gidiyorlar. Onlardan.
– Yazık… Ama bu konuda ben sana yardım edemem. Bademlik’te Ekrem gibiler çok mu?
– İki adam.
– Baban gibiler?
– Dört yüz yetmiş.
Andrianov düşünceli, başı öne eğik halde sözüne devam etti:
– Böyle hayattan memnun musun? Yüzlerce erkek ve kadın tan ağarırken işe başlayıp, akşam karanlığına kadar iki beyin tarlalarında çalıştıktan sonra, kazandıkları parayla ailelerini zor geçindiriyorlar. Sence bu olacak iş mi?
Ustabaşı ile çırak, sokak boyunca ağır ağır yürüdüler. Sol kıyıdan denizin dalgaları vurmaktaydı… Balık dükkânı yanında Rüstem durdu, sad ve alçak gönüllü ustasına dikkatle baktı.
– Bademlikteki hayat, diyorsunuz! Rüstem iç geçirip, öyle hayatlar tek Bademlik’te değil, dedi.
– Yok, tek orada değil. Sen Ekrem Bey’in oğlunu köteklemişsin. Böyle beyler Kök– Köz’de de, bizim Berdânsk’ta da, Rusya’nın her köşesinde varlar. Hem sizin Ekrem’den daha zenginler. Hepsi bizim emeğimizin geliriyle yaşıyorlar. Savaş meydanında kanlarını– canlarını verenler de bizim kardeşlerimiz!
– Komşumuz Settar, “bu zulüm tezden bitecek…” diyordu. Ne vakit bitecek, kendi de bilmiyor. İnsan dünyaya yaşamak için gelir. Biz yaşıyor muyuz?
– Daha iyi bir hayat elde etmek için, hep birlikte gayret gerek, dedi Andrianov. Bizim atölye…
Bu sırada dükkanların ardından, gece nöbetindeki jandarmanın düdüğünü işittiler. Sergey Akimoviç lafını yarı kesti:
– Başka görüşmemizde konuşmaya devam ederiz, dedi. Şehir terazisi yanında birbirlerine hayırlı geceler dileyip, ayrıldılar.
Bir hafta geçtikden sonra, dinlenme saatinde Sergey Akimoviç avludaki boş kutu üstünde yaşlıca biriyle yanyana oturmuş lâflamaktaydı. Konuştuğu kişinin sağ elinin iki parmağı kesik, kafası keldi… Rüstem demirden çitlere ayağını dayamış, çizmesinin üstündeki balçığı sıyırıp temizlemekle uğraşıyordu, adam ona gizliden göz ediverdi. Bu adamı ilk defa görüyordu, lâkin ikisinin konuştuğu konuyu sezinledi. “Sergey Akimoviç’e her şeyi açıktan– açığa anlatıp bitireyim… bu doğru olur mu acaba” diye düşündü Rüstem. “Seyit Celil ağa her vakit tembihliyor, ‘geçmişten konuşma’ diye. Ben ise hiç dilimi tutamıyorum… Yok asla Sergey Akimoviç beni satmaz. Öylelerinden değil”.
Rüstem diğer çizmesini de temizlemeyi bitirirken, kesik parmaklı adam hiddetle ayağa kalktı, var sesi ile haykırdı:
– Efendiler! Beni dinleyiniz, dedi. Petrograd’da Çar tahttan indirildi. İşittiniz mi, arkadaşlar! Beni işittiniz mi? Memlekette artık monarşi yok!
Andrianov adamın koluna girdi, atölyenin içine doğru çekti:
– Sus, Fedor! dedi ona sessizce. Niçin gürültü çıkarıyorsun! Ne olacağını biliyor musun?
Kesik parmaklı adam daha yüksek sesle bağırdı.
– Susmayacağım! Yeter! Gardaşlar! Devrim diyorum! Petrograd’da Devrim oldu! Çar tahttan indirildi. Niçin susuyorsunuz?
Kalabalık çalkalandı, gürüldedi… Çarşı ortasında toplanmaya başladılar. Yeni haber atölyelere hızla dağıldı. Çalışanların hepsi dışarı çıktılar.
– Allah aşkına, Fedor’u alıp gidiniz, diye yalvardı Andrianov. Burası miting yeri değil. Dağılınız! Başımıza belâ açacaksınız!
Meşin şapkalı, yaşlı biri yüksek sesle bağırdı:
– Devrim dersin! Lâkin nasıl devrim, düşünüp baktın mı?
Fedor tekrar bağırarak:
– Despotizme son! Devrim, Kardaşlar! Nihayet, bizim zamanımız geldi!
İşçilerin bu heyecanlı gürültüsü arasından, Nahodkin’in kulakları sağır eden sesi duyuldu:
– Susun, iblisler! Dağılın diyorum size!
– Yaklaşma, dedi ona Fedor. Sen, bu fener direğine asılacaksın!
Nahodkin öfkeyle bağırdı:
– Alın onu! Bağlayın ellerini!
Güçlü kuvvetli üç kişi, Fedor’u yakalamak istediler, lâkin işçiler alel– acele onun çevresini sardı, itekleyerek avlu kapısından yola çıktılar. Onun kaçmasına yardım ettikten sonra atölyelerine dönüp geldiler.
Rüstem ustasına:
– Bu ne demek oluyor, Sergey Akimoviç, diye sordu, tezgahın başına geçti. Bizde artık hükümet yok mu?
– Hükümet var, diye cevap verdi yutkunarak, lâkin Çar hükümeti değil.
– Nasıl bir hükümet? Biz şimdi kim için çalışacağız?
– Üzülerek söyleyim ki yine Sandler için çalışacağız.
Atölyelerde derin bir sessizlik oldu. İnsanlar henüz işittikleri haber konusunda ne düşüneceklerini bilemediler. Nahodkin’in çehresi apak, gözleri kıpkırmızı bir haldeydi, kalbi çarpmaktaydı. Günün sonunda, tesviye atölyesindeki genç usta Kazantsev “Hepsi bitti! Hükümdarlığın sonu geldi”
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
1
Kızıl Kazak Alayı : (Çervonnoye Kazaçestvo: Червонное казачество) Kızıl Kazaklar – İç Savaş sırasında Ukrayna’da, Güney ve Güney– Batı cephelerinde çalışan ve daha sonra Sovyet Sosyalist Ukrayna Cumhuriyeti’nde görev yapan Kızıl Ordu’nun en büyük süvari birliklerinden birinin ortak adıdır.
2
Çirçik– Özbekistan’da; adını yanıbaşında akan ırmaktan alan küçük bir şehirdir.
3
Chinabad (Чинабад /узб. Chinobod) – Özbekistan’ınn Andijan bölgesinin Balıkçı Bölgesinde bulunan küçük bir kasaba.
4
Bogdan Khmelnitsky: Zaporozhsky Ordusu Başkamutanı , askeri lider, siyasi ve devlet ileri geleni. Kazak isyanının lideri.
5
Fergana Vadisi’nden (özellikle Özbekistan’ın Siriderya bölgesinde) ayrıldıktan sonra Siriderya nehrinin sol kıyısında bir ova olan, Güney Açık Bozkırları.
6
Metropol pazar yeri. Burası Ukrayna’nın güneyine doğru kıvrımlı ve sarp yollardan gidilen, bir zamanlar Kızıl– Yar denilen ticaret merkeziydi.
7
Kaytarma: Kırım Tatar oyun ve müzik sanatının amblemi olan ve Kırım millî oyunları içinde geçmişten günümüze toylarda, nevruz, hıdırellez gibi kültürel miras olarak karşımıza çıkmaktadır.
8
Volost İdaresi: İlçe yönetim kurulu. Rusya İmparatorluğu’ndaki köylülerden vergi tahsil eden idari birim.
9
Kuzgun– Çokrağı: Kuzgun Kaynağı
10
Autka: Çehova– Yalta
11
Lakşa çorbası: Erişte ve kuru fasulye ile yapılan bir tür çorba