
Полная версия
Teselli
– Fikret! dedi yavaştan, Selahattin ağa, oğlunun omuzlarına dokundu.
Oğul gözlerini araladı, babasına baktı baktı, sonra duvara döndü.
– Kalk oğlum, kalk, dedi ihtiyar, omuzlarından sarstı.
Fikret gözlerini açtı.
– Kalk, ormana gitme vakti!
Fikret ayağa fırlayıp kalktı, hızla giyindi, merdivenlerden aşağı sofaya indi. Kilerdeki süt kovasına maşrapayı daldırıp süt aldı, ekmeği ısırırken çarığını ayağına geçirdi ve avluya çıktı. Atının yularından tutu, dağa doğru taşlı– tozlu dik yol boyu yürümeye başladı. Selahattin ağa baltasını ve bohçasını alıp oğlunun ardında gitti.
Güneş Kuş – Kaya ardında yükseldiğinde, baba oğul Kara Fırtına deresine varmışlardı. Biraz soluklanıp kıvrılarak yükselen yokuşu çıkmaya devam ettiler. Kuzgun– Çokrağı9 yolu yeterince dikti. Selahattin ağa su kaynağında atını suvardı, ön ayaklarını kementleyip orman içine bıraktı. “Git, karnını doyur” – dedi. Sonra çıkınını açtı. İri kepekli buğday unundan pişirilen ekmekten bir dilim kesip Fikret’e uzattı, diğer dilimi kendi aldı. Baba ve oğul at arabasının göldesinde oturup ekmeklerini sarmısakla katık edip yediler. Sonra Selahattin kalkıp, at arabasındaki artık ılımış olan su kabından su içti. Baltasını alıp, kalın yüksek sık ağaçlar arasına girdi.
Baba oğul ağaçları kesip, dallarını sıyırdılar, kalın uçlarını çatıp, kütükleri arabaya doldurup eve döndüler.
Bademlik üzerine karanlık çökmeye başladığında avlu kapısı açılmış ve ağaç yüklü araba içeri girmişti.
Akşam yemeğinden sonra, Selahattin ağa kahırlı gözlerini karısına doğrulttu. Karısı onun ciddi birşeyler diyeceğini sezdi.
– Fikret’in köyden gitmesi gerek, dedi.
– Niçin? -diye şaşırdı Tenzile yenge. Bir şey mi oldu?
– Onu askere alacaklar, kaçıp, gitmesi gerek ki kimse yerini bilmesin. Keski Mustafa’nın oğlu Settar da gizlenmek istiyor.
İkisi de sustu, düşüceliydiler.
– Settar, Çar hakimiyetine hizmet etmek istemiyor. Selahattin ağa sözüne devam etti.
– Fikret de onunla beraber olsun… Padişah hazretlerinin bizlere karşı merhametini gördük, ondan bize hayır gelir diye beklemeye hacet yok. Ekrem bey, Kazım bey, elbette bekleyebilirler. Fikret ya Settarla kaçar, yahut benimle birlikte Kızıl Yar’a gelir. Başka çare yok.
– Kızıl Yar’a gitse kurtulacak mı?
– Bilmem, belki … Onbaşının gözlerinden uzak olsun yeter. Biz ana yoldan gitmeyiz, tali yollardan gidersek kimse bizi yakalamaz.
– Ya Çongar’da? Köprüden geçebilecek misin?
– Bir şeyler yaparız… Selahattin ağa lafını kısa kesti, çünkü köprüde yakalanabileceğini düşünmek istemedi.
Tenzile yenge suskun, kocası düşünceliydi. İçeri Rüstem girdi, sessizce eşiğin önündeki kilim üstüne çöktü.
– Bu saate kadar niye uyumadın sen, diye sordu Selahattin ağa. Fikret nerede?
– Kapı önündeler. Settar ağayla duruyorlar.
– Çağır, hemen gelsin!
Rüstem yıldırım hızıyla gitti ve beş dakika sonra içeri Fikret girdi. Babasının gözlerindeki endişeyi, annesinin düşkün halini farketti, evde durumun iyi olmadığını anladı.
– Fikret! – dedi baba yavaştan, ama ona değil Rüstem’e baktı, gidip dışarıyı yoklaması için başıyla işaret etti. Fikret, oğlum!
– Ne diyeceksiniz baba, sizi bir şey mi rahatsız etti?
– Zaman fena oldu. Sen, benim büyük oğlumsun, benim aklım fikrim senin geleceğinde. Ekrem beyin oğlu gibi yaşamanı istemiyorum. Bu cengin nasıl biteceği belli değil, lâkin bittikten sonra da adamlar, “Fikret Çarın tahtı için hizmet etti” derler ise pek kederleneceğim.
– Anlamıyorum sizi, baba!
– “Çar çoktan mağlup oldu” deniliyor. Selahattin istemeden heyecanla söylemişti.
– Nasıl yani?
– Bilmiyorum, lâkin öyle diyorlar. Senin niyetin ne? Nasıl yaşamak istersin? Bunu bilmeliyim.
– İnsanları savaşa gönderiyorlar. Ben nasıl edip kenarda kalırım?
– Nasıl etmeli? Settar oğlunun gözlerine endişeyle baktı. Her şeyin bir çaresi var. Bu savaş sadece fukaraların, bizim gibilerin kanını döker. Öyle diyor Settar. Bu cenkler zenginler için.
– Settar saçmalıyor, dedi Fikret, sesi yükseldi. Dünya yaratıldığından buyana büyüksüz– küçüksüz, aşağısız– yukarısız bir hayat olmadı. Tabiatın kanunu böyle. Birileri çalışır, birileri çalıştırır.
Dülger bir anlam veremeden şaşkın oğluna döndü:
– Ya herkes çalışsa, kimse kimsenin alın terini sömürmese … öyle mümkün değil mi?
– Öylesi, hiç bir zaman olmadı.
– Bizim evimizdeki bu züğürtlük… Zaruret mi?
– Yok. Benim için, zannedersem sizin için de, bir değil birkaç atımız olabilseydi iyi olurdu; çeyrek dönüm değil daha büyük arazilerimiz olsaydı… İşte o vakit hayatın bir anlamı olurdu…
– Kim verecek bize bunları? – Selahattin ağa kollarını iki yana açtı. Ekrem bey mi?
– Bilmiyorum baba, – diye cevap verdi Fikret. Ama onlara sahip olmak güzel.
– Sen genç bir adamsın, Fikret!.. Ama çocuk da değilsin! İyi düşünmelisin? Söyle bana, Settar’la aynı fikirde değil misin?
– Settar kim ki, onun fikrinde olacağım! Keski Mustafa’nın oğlu işte…
– Peki ne konuşuyordun onunla bu kadar uzun?
– O ormana kaçmayı teklif etti.
– Sen ne dedin?
– Kaçmak da neymiş? Bu küçük köyden kaçan beş altı adam ne yapacak dağlarda?
Selahattin ağa, kokulu tütün çubuğundan birkaç nefes çekti, sonra boğuk bir sesle:
– Sen bu hayatta az şey öğrendin. Fikirlerin göklerdeki bulutlar içinde… Diyorum ki, senin saklanman gerek.
– Kimden?
– Onbaşıdan… Nahiye Kurulu’nun denetiminden. Anladın mı? Saklanmazsan seni savaşa gönderecekler. Bana öyle bakma! Sana hakikatleri anlatıyorum. Üç gün sonra seni askere alacaklar. Ben cahil bir adamım ve ihtiyarım… Kazım bey ve Ekrem bey köyün gençlerini askere göndermeye pek kararlılar. Demek ki olara böylesi lazım. Yarın tan ağarmadan köyden gitmen gerek.
– Nereye?
– Ben göstereceğim!
Ertesi gün Fikret evinde değildi. Ortalıktan kayboldu. Babası bir yerlere göndermişti, ama nereye? Bunu kimseler bilmiyordu. Birkaç gün sonra Selahattin ağanın kapısı çalındı, onbaşı avluya girdi ve Fikret’i sordu.
– O Kök Köz Hastanesi’nde yatıyor, dedi Selahattin.
Onbaşı inanmayarak başını sağa sola sallasa da, başkaca soru sormadı ve ihtiyarın üstüne gitmedi. Kök Köz Hastanesi’ne varmak için dağlar taşlar aşmak gerekirdi. Dağlar ise kaçak kaynıyordu.
Bir ay içinde Bademlik’ten kırktan fazla adam cepheye alındı. Köy, kadınların figanıyla doldu.
Babasından sade ve sert bir eğitim almış olan Dülger Selahattin, kendi oğullarını da korku bilmez yiğitler olarak büyütmüştü. Yaz günlerinde hemen her hafta, ceviz ağacı dibinde Fikret ve Rüstemi güreştirip, izlerdi. Böylece onlara güreş kurallarını öğretiyordu. Eğer onlardan biri kural dışı davranırsa güreşi durdurur, akşam geç saate dek doğrusunu öğretirdi.
Güz gelip de ceviz toplandığı vakitte, Selahattin ağa en üstteki dala çıkıyor, bir şeye yaslanmadan, iki eliyle uzun sırığı cevizlere vuruyor, oğullarına da öyle yapmalarını öğütlüyordu… Selahattin ağa iyi bir avcıydı. Oğullarını sırasıyla avlanmaya götürür, tavşanı kendisi vurmaz, oğlunu teşvik ederdi. Eğer oğlu ilkini kaçırırsa, başka bir tavşanı avlamadan eve dönmezlerdi. Kuru ve sert topraklarda tavşan izi sürmesini; dağlarda gündüzleri çeşitli kuş seslerini ve geceleri vahşi hayvanların dövüşlerini ayırt etmesini onlara öğretmişti.
Rüstem’in tek merakı avcılık değildi. Onun en sevdiği meşguliyeti ata binmekti. At yarışlarının en ilginci düğün günlerinde olurdu. Köyde mert arkadaşı Mehmet’in düğününe epey hazırlık yapıldıysa da türlü sebeplerden ertelenmişti. Sonra babası demirci Kurtbeddin askere alındı. Sol kolunu kaybeymiş olarak döndüğünde karısına:
– Ayşe, dedi, benim kaç yıl daha yaşayacağım belli değil… Oğlum henüz çok genç olsa da, onu evlendirip, bahtını görmek istiyorum. Onun mürüvvetini, evlendiğini görmek istiyorum.
Bundan sonra Mehmet’in düğün günü belirlendi.
Düğünde çok davetli vardı, komşu Gavr köyünden en namlı üç delikanlı geldi. Lâkin Rüstem sakindi, üç gün üç gece Ak– Taban’ı besledi, atı uzun mesafelere koşturup nefes alışını izledi.
Yarış olacağı gün Rüstem atını avluya çıkardı, kaşağı ve fırçayla temizledi, kuyruğunu ve yelelerini sabunla yudu, kuruladı, kuyruğunu ördü ve ucunu düğümleyip bağladı. Öğleden sonra Cuma Camii’nin arkasından geçen dar sokakta gençler toplanmaya başladı. Rüstem ayaklarına Fikret’in çizmesini giydi, başına da kendi astragan kalpağını taktı ve Ak Taban’ın sırtına atlayıp, davetlilerin toplandığı sokağa gitti. Genci yaşlısı nefeslerini tutmuş, kuyrukları bağlı yarışa hazır atları ve genç yiğitleri seyrediyorlardı. Yarışlara alışık olan Ak Taban düğün ziyafeti verilen evin kapısından geçerken heyecanlandı; kibar başını kaldırıp, öne atıldı sonra geriye çekilip şaha kalktı.
Rüstem, atının dizginlerini çekiyor gideceği yöne çevirmeye çalışıyordu. Bu sırada düğün evinden iki genç kız çıktı. Birinin ipek saçları beline dek sarkmış, diğerininki ise bürümceği altında gizlenmişti. Kızların başlarında altın işlemeli fesleri vardı. Boyunlaından altın ve gümüş takıları şıngırdamaktaydı. İpek saçlı kız, Rüstem’e ve atına baktı, arkadaşına dönüp kasıtlı olarak yüksek sesle:
– Atını pek süslemiş. Anlaşılan en arkadan nal toplayıp gelecek, dedi.
Kızlar kıkırdaşıp gülerek çeşmeye doğru yürüdüler. Yüzleri ipek bir peçeyle kapalıysa da, Rüstem onları hemen tanıdı. Sarı saçlı olan, Gülara’ydı. Yukarı mahalledeki Gaffar ağanın kızı; yanındaki ise Kayışçı Nafi’nin kızı Zemine idi.
Bu şaka Rüstem’e dokundu, arkalarından bağırdı:
– Hangimiz nal toplayacak göreceğiz, ben mi yoksa ağan Veysi mi?
Kız durdu, yüzünü azıcık açtı:
– Ağam köye geldiğinde, siz Tarakçı Ali’nin evi yanında olacaksınız!
– Yanılıyosunuz, dedi yiğit, sonra alçak bir sesle sordu: Ya siz Gülara, düğünden niye ayrılıyorsunuz? Ne aceleniz var?
– Niçin soruyorsunuz?
– Yani, dedi Rüstem, kekelemeye başladı Ben bişey diyecektim de…
Gülara şakacıktan:
– Bana mı? Pek acelecisiniz. Haliniz belirsiz. Koşudan nasıl geleceğiniz belli değil!
– Şüpheniz mi var?
– Şüphem yok, öyle olacağından eminim!
Gülara yüzünü peçeyle yeniden örttü. Zemine’nin koluna girdi ve uzaklaştılar.
Önce çalgıcılar, ardından misafirler sokağa çıkıp, çeşmeye doğru yürüdüler. Meydanda halk toplanmıştı, yirmi genç atlarına binmişlerdi, davul ve zurna eşliğinde üçerli sıra oluşturdular, posta yoluna doğru yöneldiler. Genç kızlar kendi aralarında şu ya da bu oğlanı gösterip birbirlerini dirsekleriyle dürterek gülüşüyorlardı. Her biri kendi sevgilisinin yarışta birinci olacağını iddia ediyordu.
Atlılar Asma– Kuyu sokağında sıraya girdiler.
Çeşme önündeki meydanda oyun başladı. Davulcular tokmaklarını aynı ritimle vurmaya başladı. Yüz yaşındaki ihtiyarlardan en küçük çocuklara kadar herkes oynadı. Seyirciler oynamakta olan genç kızların fesleri ve oğlanların kalpakları altına kâğıt paralar kıstırdılar.
Düğünde şarap içip keyiflenen gençler, bellerinden silahlarını çıkarıp havaya ateş ettiler.
Ekrem Bey’in arabacısı Veli ile sünnetçi Osman’ın oğlu İbrahim halkaya girip, ellerini yukarı kaldırarak, Ah Benim Turnam oyunu oynadılar. “Aşağı in!” deyince çömeliyorlar, “yukarı kalk!” deyince kalkıyorlardı.
Bu oyun esnasında iki neşeli köylü, düğün evinden çeşme meydanına iki fıçıyı yuvarlayıp getirdiler, erkeklere şarap ikram ettiler.
Bu şenlik en üst seviyedeyken sesler birden kesildi, herkesin bakışı onbaşı Abdurrahman’a çevrildi.
– Kamçısını havada sallayıp
– Bu nasıl şamata, -diye kemçirdi. Bu nasıl aymazlık? Cephelerde adamlar padişah uğruna canlarını feda etmekteler… Ya siz… burada keyif çatıyorsunuz! Tez çalgıyı toplatın!
Çeşme meydanına bir ölüm sessizliği çöktü ve bu durum epeyce sürdü. Nihayet cemaâtin ortasındaki halkayı aralayıp Selahattin ağa çıktı:
– Abduraman dedi, ardından boğuk bir sesle konuşmaya devam etti, hepimizin oğulları silah altına yollandı. Senin için böylesi azgeldi de bir hafta evvel cephede tek kolunu kaybeden Kurtbedin’in oğlunun düğününü mü yasak edersin?
– Sen sus Selahattin, diye haykırdı onbaşı. Ben senin kim olduğunu bilirim. Sen iktidarın düşmanısın! Zaten seni Sibirya’ya sürmek lâzım!
– Evet bunu yapabilirsiniz, dedi Dülger, bu sizin için kolay bir şey.
– Yeter, karabacak, diye bağırdı onbaşı.
– Yosunlu yeşil bir taşın üstünde oturmakta olan aksakallı Vacip, – Oğlum, yüreklerimiz keder dolu. Cemaât, bedbaht halde. Kurtbeddin şu haliyle oğlunun düğününü yapıyor. Bu düğün kanuna karşı dersin! Allah senin cezanı vermez mi?
– İmparatorluk azap içinde, siz ise davul zurna eşliğinde oynarsınız, dedi, ihtiyar Vacip’e bakıp onbaşı. Kurtbeddin cepheden bir kolunu kaybederek geldi bu doğru, ama köye hastalık getirdiği de doğru. Her gün köyün erkekleri dağlara kaçmaktalar.
– Kurtbeddin değerli biridir, dedi Vacip, onu suçlaman doğru değil!
– O değerli adamın dili pek uzun.
– Allah yazısı. Er kişiye bir ölçü dil bağışlamış. Senin dilin kısa … Lakin bizim başımıza ne kadar belâlar getirdi bilir misin?
– Vacip Ağa, diye öfkeli bir halle dişini gıcırdattı, öyle ki onbaşının boyun damarları şişip kalktı. Ben hükümet temsilcisiyim! Beyaz sakallarına hürmetim olduğuna bakmadan, sizi…
– Sibirya’ya sürerim mi, demek istiyorsun? Beni Sibirya’yla korkutamazsın. Ben orda oldum… iki defa. Aşımı yedim – yaşımı yaşadım. Ben, Abdurrahman, senin deden Nezir’in gençliğini bilirim.
Onbaşı elindeki kırbacı çizmesinin konçlarına yavaşça vurdu, çevresindekileri ititip kakarak Asma Kuyu’ya doğru yürüdü.
– Ağzını tut, dedi Selahattin’e dönüp: Bir daha boş lakırdılar işitmeyeyim.
Onbaşı çıkar çıkmaz zurna çalmaya, insanlar oynamaya başladılar.
İkindi ezanı okunduğunda, Murat köyün aşağısından yani posta yolundan yukarı doğru yorgun– argın çıkageldi:
– Koşudakiler geliyor! Geliyorlar!
Müzik hemen kesildi. Herkes yarışın sona ereceği Asma Kuyu ardındaki kır bayırına toplandı.
Gerçekten de, atlılar Tarakçı Ali’nin tütün ambarının yanından geçip, köye yaklaşmaktaydılar. Bu bayırdan bakarken, yarışçılardan kim önde, kim ikinci, kim en arkada rahatça görülmekteydi. Sokaklar, koşudan etkilenen seyircilerin sedası ile doldu.
– Yularını çek, Veyis! Yularını!
– İşte, işte! Recep!
– Rüstem? Rüstem nerde?
– Heyyy! Allah belâsını..!
– Recep… Yok yok, o değilmiş.
– Kim miş?
– Eğilme sersem! At yorulur, kafan çalışmıyor mu? Heyy, hey, Veyis’e kötek gerek! Öyle durursa at üstünde, arkada kalacak…
Atlılar Ekrem Bey’in evi yanındaki tepeyi aştılar, mezarlığın yanındaki posta yolundan çıkıp doğruca köyün en aşağı mahallesine girdiler. Ağaçların arasında kaybolmuşlardı ki kır bayırındaki seyirciler bir ağızdan bağırdılar.
– Maşallah Rüstem’e! Aferin Rüstem’e!
– Elbette Rüstem! Başka kim kazanacaktı?!
– Selahattin ağa, nereye kayboldun!.. Senin oğlana bak! Oğlun…
Tekrar çeşme başına toplanan cemaât, kenara çekilip atlara yol açtılar. İlk olarak, köpükler içinde kalmış Ak Taban’ın üstünde Rüstem geçip gitti. Ardından Gaspar Halil’in oğlu Veli geldi, Onun ardından Veyis ve Ekrem Bey’in oğlu Şevket göründü. Biraz geçince iki at geldi ama üstlerinde binicileri yoktu. Diğer yedi atlı ise halen ortalıkta görünmüyorlar, yarı yolda kalmışlardı.
İnsanlar kıpırdandılar, birbirlerine karıştılar. Rüstem, Veyis, Veli ve Şevket Cuma Camii tarafından yürüyüp geldiler. Atları heyecanlı, vücutlarından duman çıkıyordu, kâh sağa, kâh sola dizleri kırılarak ilerliyorlardı. Genç ve güzel bir kız, yarışı kazanan gence küçük kadife yastık takdim etti. Bu yastık, koşuda galip gelen yarışçı için hazırlanmıştı. Rüstem adet olduğu üzere; küçük kadife yastığı dişlerinin arasına kıstırdı, at üstünde dostları ile birlikte sokak sokak dolaştı. Genç kızlar, yiğitlere deste deste çiçekler verdiler, atların üstüne güller serptiler.
Bu kalabalık içinde gözler birden Gaffar ağanın kızına döndü, Gülara, elinde karanfil buketi, kalabalık arasından gözleri yere bakar halde yavaş yavaş Rüstem’in yanına geldi.
– Bu çiçekleri size en samimi duygularımla, yürekten takdim ediyorum Rüstem. -dedi gülümseyerek, gizlice ilave etti: Sizin birinci olacağınızdan hiç şüphem yoktu. Bana incinmeyiniz, Rüstem!
Rüstem sağ kaşının üzerine düşen kalpağını düzeltti. Bir tutam kıvırcık saçı rüzgarda dalgalandı. At üstünden aşağı eğilip Gülara’nın elinden çiçekleri alırken cilveli gözlerine aşkla baktı.
– Teşekkür ederim, Gülara, dedi yavaştan. Doğrusu, sabah atım hakkındaki sözlerinizden biraz kederlenmiştim. Bu karanfilleriniz kalbimi sevinçle doldurdu. Gülara, dedi ve daha da eğilerek: Ben bu akşam Teselli’de sizinle görüşmek isterim.
– Siz? Benimle mi?
– Gelir misiniz?
Kız cevap vermedi. Peçesini çekip yüzünü örttü, arka arka geri çekildi. Bu ne demekti… Rüstem anlam veremedi, tekrar düşünceli bir hal almıştı, sonra kamçısını alıp atının sağ yanına indirdi, Cuma Camii yönüne sürdü.
Çalgıcılar tekrar düğün yerine döndüler. Bazıları onların ardından gitti, içmek isteyenler şarap fıçılarının başında kaldılar.
Rüstem kendi evlerine gelince attan indi, kapı önünde duran Selahattin Ağa Ak Taban’ın üstündekileri indirdi, yularından tutup üzerindeki teri soğuyuncaya dek bir o yana bir bu yana dolaştırdı, ardından ağıla götürüp istediği gibi rahatlasın diye onu kendi başına bıraktı. Rüstem’in yanına geldi biraz övgü dolu sözler ettikten sonra hataları için uyardı.
– Sana kaç kere anlattım, eyer üstünde doğru ve dik otur dedim. At koşarken öne eğiliyorsun. Niçin? Bunun ne faydası var? Dizlerinle atın böğürlerini sık ki, at güçlü bir jokeyi olduğunu sezsin. Çuval gibi sallanmak olmaz. Ondan sonra ne diye dizginleri boş bırakırsın? Onları kısa tutacaksın. O vakit at yavaşlamaz. Eğer eyerde bu günkü gibi oturmaya devam edersen bir daha at yarışlarına katılmana izin vermem.
– Ben hepsini biliyorum baba, heyecanlanınca insanın aklından her şey çıkıyor…
Gelecek koşularda Ak Taban’ın üstünde otururken kurallara tam uyacağına söz verip, yukarı kata çıktı Rüstem. “Düğüne gitsem mi, diye düşündü, pencerenin önünde durup…
Karanlığa gömülmekte olan dağlara baktı. Orada, dağlarda, Gülara’nın güzel gözleri göründü. Kulaklarında onun çekingen sesi çınladı: Siz? Benimle mi? derken dudaklarında hoş bir tebessüm oluşmuştu. “Gülara sen nasıl da güzelsin!” diye fısıldadı kendi kendine.
Düğüne gitmedi, sedir üzerine sessizce uzanıp yattı. Teselli’de olabilecek görüşmeyi hayal etti. Gelir mi acaba, diye kendi kendine sordu ve hemen cevap Verdi, belki gelir! Gelse… Pekiyi ama evvelden beri mukaddes olan kuralları bozmaya nasıl cesaret eder? Hayır, çok düşünmeye gerek yok. Gülara cahil bir ailede yetişmedi. Babası öğretmen okulunu bitirdi. Petersburg’da okudu ve çalıştı. Oraya karısını ve çocuklarını çok defalar götürdü, orada yaşadılar. Gelir!.. Gelir!
Teselli köy kenarında, dağ içinde, kaynak bir pınar. Görüşmek için gayet uygun bir yer, Gülara şimdi güğümünü eline alır, pınardan su almaya gelir. “Neredeydin, diye sorar ona anası, “Su almağa vardım” diye cevap verir, vesselam!
Gözyaşı gibi arı, çini gibi parlak, buz gibi soğuk su içmek isteyen insanlar bir mil uzaktaki Teselli’ye varmaya erinmezler. Vay, o su! Yerin derinliklerinden ufak çağıltılarla kaynayan, gizli sesler çıkaran o acayip su! Böylesi yalnız Bademlik’te var. Ve ona, o pınara ikindi vaktiyle akşam namazı arasında gidilir.
Köyün üstündeki yüksek dağlar Buyka ve Gotfrid’in tepesine alacakaranlık iyice çökmeye başladığı zaman, Rüstem Teselli’ye yollandı. “Henüz erken, lâkin sabrım kalmadı” dedi kendi kendine, dar sokakta yürürken.
Lâkin boşuna öyle düşündü. Sivri kaya yanındaki dar aralıktan geçerken Gülara’yı gördü. Genç kız bakır güğümü kumla ovmakla meşguldü. Rüstem’in ayak seslerini işitince arkasını döndü ve onu çoktandır beklediğini sezdirmemek için güğümü çarçabuk pınarın altına soktu.
– Geldiniz, öyle mi Gülara, dedi Rüstem. İçindeki heyecanını gizlemeye çalıştı. Ben korktum, gelmezsiniz sandım. Çeşme meydanında ricama cevap vermediniz!
Kızın kaşları çatıldı. Gözlerinde korku sezildi.
– Lakin red de etmedim… dedi.
– Elbet reddetmediniz. Onun için teşekkür ederim, Gülara!
– Ben uygunsuz davrandım. Erkek ile görüşmek için Teselli’ye geldim. Bu töreye uygun değil.
– Töreler, evet! Lakin Gülara, ben sizi çok görmek istedim! Rüstem şaşırdığından sağ potininin ökçesiyle yeri oydu, sonra yeniden üzerini kapattı. Kuralları sen değil, ben bozdum!
– Bugün siz herkesi geçtiniz, dedi Gülara: yastıkçığı kazandığınız. Siz kahramansınız!
– Ben bahtlıyım. Yastıkçığı kazanmamış olsam, ellerinizden o çiçekleri alamayacak ve o hoş sözlerinizi işitmeyecektim. Kısacası, sizi bulamazdım.
– Siz beni kayıp mı etmiştiniz?
Bu sual Rüstem’i çaresiz bir vaziyete soktu. Ne diyeceğini bilemedi. Kız bu köyün içinde doğdu ve onsekiz yıllık ömrünü burada geçirdi. Rüstem bu vakte kadar Gülara ile karşılamayı arzulamış mıydı? Hayır. Ne onu düşünmüş ne de bir başkasını hayal etmişti. Evlilik onun hiç aklından geçmemişti. Selahattin ağanın sert kanatları altında büyümüş olan Rüstem aşkı hiç düşünmemişti. “Dağa git! Odun getir! Atları çayıra sür!” Birbiri ardına hergün olup duran bu işlerden aşkı düşünmeye hiç vakti kalmamıştı. Nereden bilecekti bu zarif duyguları? Duyguları sessizce uyuyordu. Fakat her şeyin bir vakti var. Genç kız ona kırmızı karanfilleri verince önce onda tatlı bir heyecan uyandı. Kalbinde susup duran sevgi gözlerini açınca da Gülara’yı gördü.
Kız pınarın altından güğümü çekti ve üzerine yapışan ıslak kumu yıkamaya başladı.
– Yok. Ben sizi yeni fark ettim, diyebildi Rüstem.
Bu sözleri işitmek Gülara’nın çok hoşuna gitmişti, ama biraz da kayıtsızca gelmişti, utandı. Utandığı için başka lafa geçti.
– Erkek kardeşim size çok kızıyor, diye ortaya laf attı Gülara, Ne yaptınız ona ?
– Bir şey de… şaka yaptım. Atı geride kalmasın diye onun atına iki kez kamçı vurdum. Bunun için darılmak olur mu?
– Atı tökezlemiş, yığılıp kalıyormuş
– Bunu fark etmedim, dedi Rüstem.
Genç kız sustu, kardeşiyle ilgili laf açtığına pişman oldu.
– Gülara, dedi Rüstem, ne konaşacağını kendisi de unuttu. Siz ormana kızılcık toplamaya gidiyor musunuz?
– Niçin soruyorsunuz?
– Ben yarın dağa gideceğim. Belki siz de katılırsınız. Veyis, siz ben üçümüz.
– Fena olmazdı. Lâkin annemi ikna etmek güç
– Neden?
– Dağda kaçaklar çok diyorlar.
– Korkuyor musunuz? Hepsi köyümüzün gençleri. Eğer onlarla karşılaşacak olursak sadece yiyecek isterler.
– Siz onları hiç gördünüz mü, Rüstem?
– Gördüm. Babamla dağa giderken evden ekmek götürüyoruz. Eğer onları görmezsek, Selim dayının kulübesinin yanındaki kayın ağacının dibine bırakıyoruz, sonra kendileri gelip alıyorlar.
– Her gün cepheye adam gönderiyorlar, dedi kız düşünceli, düşünceli. – Yalnızca gençleri değil… Belki yarın birgün babamı da alırlar diye korkuyorum. Diyorlar ki, Ekrem Bey, köyümüzden kırk adam göndermeye söz vermiş. Rus çarının gözüne girmek ister. Allah, bu dangalağın belâsını versin!
– Cepheye kırk adam daha gitse, onun tarlalarında tütünü kim toplayacak? Kim kurutacak? Sabahları onun çayırlarını biçmek için köyün yarısından fazlası yollara düşüyor. Mevsimlik işler için yüzlerce Ukraynalı geliyor. Cenge kimleri yollayacak?
– Ondan memnun olmayanları…
– O bir tek Kâzım Bey’den memnun. O da tütün toplamaz
Bu arada kaya ardından bir atın ayak sesleri ve birilerinin konuşması işitildi. Gülara aceleyle ayağa kalktı ve güğümü alıp uçuruma asılı sokaktan aceleyle eve döndü.
II
Savaş devam etmekteydi. Köyün gençleri cepheye gittiler, ahali için yaşamak ölümden beter oldu. İhtiyaçlar, Dülger Selahattin’in evinde de hissedilmeye başlandı ve Rüstem’i, Celal’in tütün tarlasında çalışmaya mecbur etti. Bademlik’de sık sık vergi ve icra memurları görülmeye başlandı. Volost idaresi köylülerin atlarını ve sığırlarını alıp götürdüler. Rüstem de Ak Taban’dan mahrum kaldı. Bütün aile gece demeyip, gündüz demeyip çalıştılar ve yiyeceklerinden kısıp nihayet çelimsiz bir at aldılar. At öyle zayıftı ki bütün kaburgalarını saymak mümkündü, ince boynu kemikli başını zor tutuyordu. Selahattin ağa bu atı yaz boyu besledi. Sonbahar geldi, ardından kış… Gündelik ihtiyaçlar, Bademlik köylülerinin boğazını sıktıkça sıkmaya devam etti.
Bahar geldiğinde yeniden ortalık yeşermeye başladı, Dağlarda ormanlar çiçeklendi, ahali de yeniden ümitlendi.
Sabahtan akşama kadar işlerle boğuşan Rüstem, kız ile seyrek görüşüyordu. Ama sürekli onu göresi geliyordu. O sebepten tarla dönüşlerinde, yarlar başında onu hatırlayarak yürüyordu. Haziran akşamlarından birinde Gülara’ya rastgeldi.
Kayaların arkasından ansızın peydâ olan genci görünce şaşıp kaldı Gülara..