bannerbanner
Teselli
Teselli

Полная версия

Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
3 из 4

– Bu saatte burda ne yapıyorsunuz, dedi Rüstem’e titrek bir sesle. – Vayy, öyle korktum ki… kaçaklardan biri belledim.

– Ben çoktan burdayım. Sizi bekliyorum.

– Bişey mi oldu?

– Sizsizlik bana pek güç… Gülara!

– Ah, Rüstem! Bana güç değil mi?

Rüstem kıza durumunu anlattı:

…Fikret ise günlerdir ortalıkta yok. Kimi zaman geceleri geliyor, tan ağarırken çıkıp gidiyor ve haftalarca görünmüyor. Kimseye bir şey söylemiyor, benim ağam tuhaf. Onu dağlarda gizlenip durur bellerdim. İki gün önce bize Settar ağa geldi, o da Fiket’i uzun zaman görmemiş.

– Öyleyse, Fikret nerede pekiyi?

– Bilmiyorum. Korkarım, gene Şevket’e takıldı.

– Ekrem Bey’in oğluyla mı? Gülara hayrete düştü. Onunla ne işi olabilir?

– Geçen sene Fikret, Şevket’in kardeşi Zeynep’le evlenmek istemişti, babam razı olmadı.

– Zeynep güzel kız ve akıllı, dedi Gülara. Onun huyları ağabeyine benzemez.

– Şimdi evlenme vakti değil!

– Siz çok değiştiniz Rüstem. Sizden korkmaya başladım.

– Neden Gülara? Ben korkunç biri mi oldum?

– Hayır, ama son zamanlarda yönetim aleyhine lâflar etmeye başladınız.

Aşağıdaki çayır tepeciğinden ansızın Fikret’in başı göründü. Gülara korkuyla bir çığlık attı, derhal güğümü eline alıp kaçacak oldu. Fakat Rüstem onu kolundan tuttu. O anda Gülara güğümün içindeki suyu boşaltıp tekrar pınarın altına koydu.

– Geç vakitte burda ne yaparsın, dedi Fikret kardeşine, çitten atlayıp inmişti. Gülara’yı görünce kurnazca gülümsedi. – A– a… sevgi, özlem! Selâm aleykûm Gülara!

– Aleykûm selâm Fikret ağa!

– Sesiniz çıkmıyor. Teselli susulacak yer değil. İnsanların birbirlerine hassas işleri açıkladıkları yer.

– Ben, Gülara’nın güğümü dolsun diye bekliyorum.

– Güğümü doldu, dedi ironiyle.

Rüstem, Fikret ağabeyinin sesini duymamış gibi ona cevap vermedi.

– Nereden geliyorsun? Anam senin için endişeleniyor?

Gülara bileğini güğümün sapına geçirip yola çıktı, ikisiyle de vedalaşıp eve gitti. Fikret güya kızın dediklerini işitmemiş gibiydi, cevap vermedi.

– Anam ne oldu da, benim için meraklandı?

– Kendileri git dediler, ben de gittim. Daha ne yapmam lazım, desinler onu da yapayım.

– Anam huzursuz, bunu anlaman lazım.

– Öyleyse niçin beni oraya– buraya göndermek istiyorlar?

– Savaşlarda ölmeni istemiyoruz.

– Niçin beni mutlaka ölecek diye belliyorsunuz?

– Yok… Niçin mi? Çar uğruna kan dökülmesine karşıyım, sadece ben değil.

– Çar için değilse, ya kim için ölmek lazım.

– Bizi fakir olmaktan kurtaracak gaye için…

– Öyle gâye var mı?

– Settar ağanın fikrince var!

– Settar hayal görüyor: Fakirler hakimiyeti, zenginler hakimiyeti… bunları nerden bulup çıkarır bilemiyorum. Babamın kafasına saçma şeyler sokuyor.

– Sen ne diyorsun Fikret, senin aklın başında mı?

– Kendime yetecek kadar başımda. Settar nereden “fukaralar hakimiyeti” çıkardı. Köyde yalınayak ve çıplak insanların çokluğunu bildiğinden, onlar arasında bir yer edinmek ister.

– Sen nesin, fukara değil mi?

– Fukarayım, lâkin öyle olmaktan bezdim, yaşamak istiyorum.

– Nasıl? Köylülerden bağ bahçelerini alıp, sahibi olarak mı?

– Niçin köylülerden? Kendim de elde edebilirim.

Pınar başındaki bu sohbette Rüstem öz kardeşinin dünyaya ve hayata bakışını anladı. Pek üzüldü Fikret daha büyüktü. Rüstem onun yanında çocuk sayılırdı. Ama fikirleri bir değildi.

– Zenginlik iyi şey, dedi Rüstem. Fakat başkasının emeği ile kazanıldığında değil. Sen Şevket ile çok yıllar dost– arkadaş oldun. Zeynep’in peşinden koştun. Sırça köşkteki hayatla tanış oldun, demek etkilendin.

– “Sırça köşkteki hayat.” Fikret kardeşinin sözlerini öfkeyle tekrarladı. Ukalalık yapıyorsun ama burnun boklu, halen mülâhaza edersin.

– Benim burnumla alıp– vereceğim yok, dedi Rüstem, Ama senin kafanda ne var ne yok anlamak için çok şey bilmeye gerek yok. Daha iki yıl evvel Şevket’le sen İstanbul’a gidip üniversitede okumaya hazırlanıyordun. Niçin gitmedin?

– Gitmedim, o benim bileceğim iş -dedi Fikret, acıyla. Ama Zeynep’i bu işe karıştırma. Gülara, onun bir tırnağı bile olamaz, geceleyin dağlarda gezip dolaşıyor, töreden korkmuyor.

Rüstem’in içinde engelleyemediği birşeyler kıpırdandı, söylenenler yüreğine inecekti, yumruklarını sıktı, az kalsın ağabeyinin üzerine atılacaktı.

– Ben Gülara’yı seviyorum, dedi ve bunu kimseden gizlemiyorum, vakti geldiğinde kızın babasının ve anasının huzuruna çıkıp onu isterim. Ama senin gibi Ekrem Bey’in sarayında itilip kakılmam.

– Sen bana ahlâk dersi verme! Ona ihtiyacım yok, omuzlarım üzerinde kendi kafam var.

– Var… lâkin boş görünüyor!

Fikret diklendi… Bir süre ters ters bakıp sonra ellerini ceplerine sokarak dere boyundaki kıvrılıp giden sokak boyunca yürüdü. Gölgesi kaybolunca Rüstem taşın üstüne oturup düşünceye daldı. Fikret ile böyle tartıştığı için pişman oldu. Her halükârda ağabeyi idi…

Bir süre sonra arkasında bir hışırtı işitip, döndü… Fındık ağaçları arasında Gülara’yı gördü.

– Siz gitmediniz mi diye sordu Rüstem hayretle. Demek ağam ile lakırdımızı işittiniz!

– Yok! dedi kız. Ben evdeydim, sofadan sokağı gözledim, eve gittiğinizi görmek istedim. Lâkin aşağı sokak boyu tek Fikret ağa geçti. Duramadım size geldim.

– Fikret nereye gitti gördünüz mü?

– Gördüm eve gitti!

– Oturunuz Gülara! – Rüstem taş üzerinde kenara çekilip ona yer verdi. Azıcık da olsa yanımda olunuz ben çok sıkıntılıyım.

Gülara onun yanına oturdu.

– Size anlatacak şeylerim çok, Rüstem. Ama bizim hep acelemiz var, konuşmaya vakit bulamıyoruz. Tez zamanda savaş bitecek derler. Eğer biterse, Petersburg’a gitmek istiyoruz. Lâkin babam… benim garip babamdan haber yok, askere alındı. Ne yapmalıyız bilemiyorum.

– Savaş bitecek diye kim söyledi?

– Settar amca, evvelsi gün cepheden geldi. Savaş biterse bizimle Petersburg’a gelir misiniz Rüstem?

– Ben orada ne yaparım Gülara?

– Benim üvey ağabeyim Enver ne yaparsa siz de onu…

– Enver okumuş adam, ben ise…Savaş başladığından beri okul kapalı.

– Babama yardım edersiniz. Kendisi antikacı dükkanını tekrar açacak.

– Babam razı olmaz dedi Rüstem. Kaçıp gitsem annem üzüntüsünden ölür.

– Bu köycükte, bu kayalar arasında ebediyyen kalacak mısınız?

– Savaş bitince hayat başka olacak diyorlar, Gülara! Lâkin kim için? Babam savaşlardan sonra iktidarlar değişir, diyor. Bunu babam söylüyor. Ama gerçekte ne olacak kim bilir!

Rüstem sustu, gecenin hoş seslerini dinledi.

– İşitiyor musun Gülara? Bu gözyaşı kadar berrak suyun gizli nağmelerini, kaynayan suyun etkileyici nefes alışını? Bu yamaçlara ve kayalara bakınız! Giderseniz bunları göremeyeceksiniz. Böyle güzellik başka yerde yok. Biz bu güzel yerde doğduk.

Derenin aşağı tarafından tanıdık bir ses işitildi:

– Gülara! Kız Gülara!

Genç kız aceleyle taşın üzerinden kalktı.

– Bu anam, dedi. Sağlıkla kalınız Rüstem! Siz aşağı yoldan gidiniz. Bizi kimse görmesin!

Gülara aceleyle gitti. Rüstem biraz daha oturdu, sonra o da eve doğru yürüdü, ama ağabeyi ile karşılaşmadı.

Fikret avlu kapısına geldiğinde babasına rast geldi. Selahattin ağa komşu avluda onbaşı Abdurrahman’ın geldiğinden haberdar olmuştu, oğluna ortalıkta görünmemesini söyledi.

– Tavşan Dere’deki çayıra git, dedi ona Dülger. Oradaki barakada bekle. Gece olunca ben geleceğim. Sessiz gecede at arabasının tıkırtısını işitince, Tarakçı Ali’nin tütün ambarları yanındaki köprü altına in, birlikte pazara gideriz.

Fikret eve girmedi. Keski Mustafa’nın bahçesinden çayıra doğru giderken, yüksek meşe ağacının dibindeki kaynak su başında Settar’a rastgeldi.

– Sen misin Settar, diye fısıltıyla sordu, karanlıkta karşısındakini zor seçiyordu. Geç saatte burada ne yapıyorsun?

– Yavaş ol! dedi Settar sinirlenip, adımı demesen olmuyor mu? Kimi arıyorsun?

– Kimseyi… Çayıra gidiyorum.

– Niçin Çayıra? Evde bir şey mi oldu?

Onbaşı, Zeytullah ağanın avlusunda dolanıyor, dedi Fikret yakınlaşıp, sen kimi arıyorsun?

– Ondan mı kaçıyorsun?

– Babam Kızıl Yar’a gidelim der.

– Pazar yerine mi? Bu mümkün değil, Süyren boğazında kontrol var. Seni yakalarlar.

– Babam yan yoldan gitmek istiyor.

– Yan yol Süyren’den sonra başlıyor, dedi Settar, oraya kadar tek bir yol var.

– Bilmiyorum babamın emri öyle, dedi Fikret.

– Baban emretse de… Sen çocuk değilsin. Kendin düşünmelisin!

– Neyi düşünmeliyim? Savaşı nasıl bitirebileceğimizi mi? Onu yapacak adamlar başka, o güç yok bende.

– Dağdan niye kaçtın, diye sordu Settar. Orada kimler gizleniyor Ekrem Bey’e yetiştirmek için mi?

– Ben acımdan ölüyordum, size niye ihanet edeyim. Bunun bana bir yararı yok.

– Ne yapmak istiyorsun, diye sordu Settar.

Fikret omuzlarını kaldırdı. Belirgin bir fikri yoktu.

– Kendim de bilmiyorum. Kızıl Yar’a gidip bakayım… Belki savaş bana dokunmadan geçer. Ama dağa gitmek istemiyorum, yok ben öyle yaşayamam!

– Dağdakiler, sence ne? Haydutlar mı?

– Haydut değiller. Açlar, yolda rast geldiklerini soyuyorlar.

– Kimi soyuyorlar ahmak! Haberin var mı? Piştovunu Fikret’in burnuna doğrultup sağlı sollu salladı. Dağda çeşitli adamlar var. Hepsinin düşüncesi bir değil. Herkesi birden kötülemeye hakkın yok.

– Ben akıl yürütmeyeyim. O bende de yok, sende de!

– Fikir yok, doğru! Onu kazanmak gerek, dedi Settar. Ama sana uğramaz.

– Fikret çekilip yoluna giderken

– Ben buraya seninle görüşmeye gelmedim, tesadüfen karşılaştık, dedi.

– Tamam git! Belki bir yere ulaşırsın! – Settar piştovunu kuşağına tıktı. – Benim kendi yolum var. Savaş gördüm…. Sonra askerden kaçtım. Kendi kardeşlerime karşı savaşmak istemedim. Babamın evine değil, dağa geldim. Biz orda üç beş adam değiliz. Gizleyeceğimiz şey yok, kapılarımızı örtmeden duracağımız vakitlerimiz çok olacak, ama ne uğruna güreş tutuyoruz bilmeliyiz. Biz Bademlik’in garip ve fakir halini görmekten yorulduk. Onu eziyetten kurtarmak isteriz.

– Kurtarılabilir mi?

– Kurtarılır. Şimdi Karpat eteklerindeki savaş meydanında öyle adamlar var ki, eziyetten kurtulmanın mümkün olduğuna eminler. Onun için gayret gerek. Bademlik’te cesur adamlar yok değil.

Settar torbasını arkasına vurdu, sokak boyu babasının evine doğru gitti. Fikret köyün batı tarafındaki bayırı tırmanmaya başladı.

Rüstem Teselli’den eve geldikten sonra, ambarın saçağı altında duran yüklü arabayı gördü, içinde testi, tırmık, bir kaç çuval kızılcık, üvez, ahlat vardı, arabanın yanı başında yerde atın koşun takımı duruyordu.

Yukarı sofaya çıktı, soyunup Mithat’ın yanına yattı. Gözlerini kapayıp uykuya geçerken, bahçeden bir ses işitildi. Sessizce doğrulup bahçeye baktı. Ceviz ağacına bağlı at, saman yiyordu.

Babası atı bugün eve getirmişti, bir aydan beri meradaydı. Demek uzak yola çıkacaktı. Selahattin ağa önceleri Fikret’i yanına alırdı. Şimdi Fikret yoktu. Lâkin Rüstem’e “sen benimle gideceksin” demeye hiç hevesi yok. Neden acaba?

Gecenin bir vakti, avluda bir tıkırtı duyuldu, nedir diye merak edip Rüstem kafasını kaldırıp pencereden baktı, annesi avlu kapısını kapatmıştı. Saçak altındaki araba şimdi yoktu.

– Ana! dedi Rüstem cılız bir sesle, babam nerde?

– Pazara gitti.

Tenzile yenge kilerin kapısına yöneldi.

– Tek mi gitti?

– Tek gitse ne? Korkacak mı?

Biraz sonra Tenzile merdiven aralığında Rüstem’in dibinde peyda oldu: Fikret’le gitti, dedi gizliden. Fikret Tarakçı Ali’nin tütün ambarları yanında bekleyecek. Kadın tekrar basamaklardan aşağı inerken: Sen uyu! Kimseye sezdirme, dedi.

Sabah Mithat Rüstem’i böğründen dürttü.

– Araba yok! At yok! Babam nereye gitti?

– Pazara!

Mithat’ın dudakları titredi, hırslanıp ağladı:

– Ne getireyim diye bana sormadı bile, babam!

– Sen artık çocuk değilsin. Getirmezse bir yerin şişmez, dedi Rüstem. Aşağı sofaya indi, çarığını giyip Ekrem Bey’in çayırına çalışmaya gitti.

Tütün tarlasındaki işçibaşı adet olduğu üzere hep tarla sahibinin akrabası olurdu. O işçileri karşılardı. Bugün kapı önünde Ekrem Bey’in kardeşi Abdullah duruyordu.

– Ooo nereye geldin, Pazara mı? diye bağırdı Rüstem’e. İşe tan ağarırken gelinir. Geciktiğin için ücretinden keseceğim. Çabuk ol!

– Ben vaktinde geldim, diye cevap verdi Rüstem

Yürüyüşünü değiştirmeden Abdullah’ın yanından geçti. Omuzlarında çapaları, tütün tarlasına girerken kadınlara ve erkeklere dönüp baktı. Hepsi de çalışmaya isteksiz göründüler, Rüstem’e. Herhalde, Abdullah onlara da çemkirmişti.

Ukraynalı genç kadın Nastasya Tukalenko kuru otlar üzerine oturmuş ağlıyordu.

– Rüstem onun yanına gelip ne oldu, seni kim incitti, diye sordu.

– Vatanıma dönmek istiyorum, dedi kadın, kazandığım paramı vermiyorlar. Mektup aldım, ablam ölüm döşeğindeymiş. Onunla görüşmek, vedalaşmak gerek. Yola çıkacak param yok. İşveren güz gelince gidersin diyor.

– Ama güzün ablanız dünyadan göçmüş olur belki!

Arkadan Abdullah’ın sesi duyuldu.

– Kazık gibi ne dikilip duruyorsun? Senin yerine kim çalışacak?

Rüstem bu sözlerin kendine söylendiğini anladı. Türk’e göz edip kadına sordu:

– Bunun kuyruğuna kim bastı?

– Nastasya şaşırarak bilmiyorum diye cevap verdi. Bugün o, adeta canavar gibi!

Abdullah Rüstem’in sözlerini işitmedi, lâkin dudaklarının hareketinden ve kötü bakışından kendisinden söz edildiğini sezdi, parmağını salladı.

– Ben seninle sonra konuşurum!

Genç adam ona cevap vermeye kalkışınca yanındaki ihtiyar işçi onu dürttü:

– Bırak, Rüstem, dedi. Onlarda para var, kuvvet ve kanun var. Bizde birşey yok.

Rüstem Sefer ağanın sözünü tuttu, belini hiç doğrultmadan tütün diplerini çapaladı. Başkaları da öyle, birbirleriyle konuşmaya korktular. Abdullah tarla boyu kurt gibi dolanıp durdu, öğle yemeği için eve gidince insanlar rahat bir nefes aldı. Soluklanmak ve bişeyler yemek için yere oturdular.

Öğleden sonra Abdullah’ın yerine Şevket geldi. Bu tıknaz genç başına püsküllü bir fes geçirmiş; tütün işlerinden anlayan biri değil, yorulan biri belini biraz doğrultsa hemen çemkiriyor. Artık ikindi namazı yaklaştığında kendisi de yorulup durdu ve köylülerin evlerine gitmelerine izin verdi. Bitkin haldeki ırgatlar, çapalarını tarlanın bir köşesine bırakıp evlerine dağıldılar.

Rüstem dere başında durup elindeki fışkınla parlak çizmelerini temizlemekte olan Şevket’in yanında durdu:

– Beyefendi lütfediniz, bu kadına yardım ediniz, dedi, ardından gelen Nastasya’yı işaret edip. Ablası hasta… Ölüm döşeğindeyken varıp görmek istiyor, yol parası yokmuş.

– Onun için sen niye dertleniyorsun? Kadının kendi dili var.

– Abdullah ağanın kendisine yalvardım, dedi Nastasya Tatarca! Ama o razı olmadı!

– Demek ki öyle gerekiyor. Abdullah amca ne yapmak gerektiğini bilir. Parmağı ile Rüstem’in başını göstererek kafası seninki gibi boş değil, dedi.

Rüstem’in yüreği sıkıştı, gövdesi titredi. Şakaklarındaki damarları zonkladı.

– Sizce sadece beyler akıllı, bizlerin yani kölelerinizin kafaları boş, öyle mi?

– Siz karabacaklarda akıl nerden olsun? – Şevket elindeki fışkını Rüstem’in burnuna doğru sallayıp kahkaha ile güldü, kıyafetine bak, maskaralık akıyor, ama sen Gülara’nın peşinden koşup duruyorsun..

Şevket böyle söyleyip sonra posta yoluna çıkmaya niyetlendi, arkasını döndü. Rüstem yerinden kımıldamadı. Üzüntü ve keder dolu yüreği öfke dolmuştu. Şevket’in geniş omuzlarına baktı, baktı. Bey oğlu, Rüstem’in bakışını kendi üzerinde hissettii, ona tekrar dönüp:

– Ne beklersin? Lâf bitti!

– Yok, bitmedi, dedi Rüstem.

– Ne? Gülara’nın peşinden yürüdüğünü inkâr mı etmek istersin?

– Sana ne ondan?

– Şu ki, o kızla asla evlenemeyeceksin!

– Ben mi? Rüstem biraz öne atılıp, Şevket’in boğazına yapıştı. Niçin evlenemeyeceğim? Söyle!

– Çek şu pis ellerini! diye sinirlendi Şevket. Pişman olursun!

– Sen buraya daha dün geldin. Benim küçük garip dünyama karışıyorsun. Elimde bir tek Gülaram var, onu da tutup almak mı istersin!

Rüstem, onun sağ elmacık kemiğine güçlü bir yumruk indirdi. Şevket bir kaç adım geriye savruldu, sonra yere yığıldı. Düştüğü yerden derhal bileğine dayanıp, sağ dizi üstünde yukarı kalkarken ayağı kaydı, uçurumdan aşağı kayıp, dere içine yuvarlanıp gitti.

Rüstem, ne olup bittiğini anlayamadan hayli vakit derenin içini gözetip durdu, karanlıkta bir şey göremedi, sadece köyün üstündeki sarkık Buyka kayaları gizliden inildemekte ve yanındaki dere suyu inceden seslenmekte idi. Oraya gitmeli miydi, belki de kaçmalıydı. Nereye? Nasıl? Çıkışa doğru bir kaç adım attı, yumuşak bir şeyin üstüne bastı. Eğildi, yerde, toz içinde Şevket’in püsküllü fesi durmaktaydı. Ayağını arkaya doğru gerdi, hızla fese vurdu. Fes sahibinin peşinden dere içine yuvarlandı. Rüstem yola çıktı. Köprüden geçtikten sonra durdu, uzun uzun düşündü geri döndü. Eve değil, köyün batısında uzayıp giden yüksek kırlığa doğru yürüdü.

Ertesi gün Mithat köydeki bütün evleri dolaşıp Rüstem’i soruşturdu. Hiç bir yerde bulamadı. Kök– Köz’e Seyyare’nin evine de vardı. Rüstem orada da yoktu. Bağatır’daki Uman ablanın evine varıp sordu. Rustem’i orada da kimse görmemişti. Tenzile yenge üzüldü, kederlendi, gözyaşları döktü.

Bu ağır günlerin birinde eve Özenbaş’tan, Kekre Mevlüd geldi. Bu adam, iki yanına zembiller bağlı atın üstünde köy köy gezip ucuz fiyatla yumurta satın alır, Yalta’ya götürüp satar, geçimini böyle sağlardı.

– Mevlüd ağa, bizim Rüstem kayıp, dedi ona Tenzile yenge ve gözlerinden gene yaşlar boşandı. Babası pazara gitmişti, bundan haberi yok. Gelince üzüntüsünden ölür. Yalta’ya gideceksin değil mi? Yalvarırım size, bize bir iyilik yapınız! Mithat’ı yanınıza alınız, belki ağasını orada bulur.

Kekre Mevlüd pek üzüldü:

– Büyük şehir içinde Rüstem bulunur mu? Kimden soralım? Kim ne bilsin? Belki gemiye binip Batum’a gitmiştir. Savaş zamanı!

Bedbaht kadın dizleri üstüne çöktü ellerini göğe açtı:

– Rüstem bulunmazsa, ben deli olurum, dedi Tenzile. Yalvarırım size, Mevlüd ağa!

– Pekâla!.. Mithat benimle gelsin, dedi Mevlüd. Lâkin ben Autka10 vadisinden geçerim. Oğlunuz daha çok genç. O, dik ve sarp yollardan geçebilir mi?

– Geçerim diye bağırdı Mithat, sofanın önünden; hemen çarıklarını ayaklarına geçirdi Tenzile yenge Mevlüd’e lakşa çorbası11 ve sütlü çay ikram etti. Kekre çorbayı içerken, köylerdeki tavukların azalmasından şikâyetlendi.

Öğleden sonra Mevlüd yola çıktı. O, atının dizginini tutarak önde, çocuk ise ardında gittiler.

Altı gün, altı gece geçmişti ki, Mithat dönüp geldi, ağasını bulamamıştı. Rüstem’in kaybolmasından bu yana on altı gün geçmişti, Dülger Selahattin arabasıyla çıkıp geldi.

Baba yorgun atını suvardı, buğday çuvallarını, kuyruk yağı keselerini ve diğer erzakları taşıdı, işleriin bitirmeye yakın Rüstem’in hiç görünmediğini farketti, hayretle:

– Rüstem nerede, diye sordu Mithat’a.

Kederinden çöp gibi incelip kalan Tenzile yenge höykürerek ağlamaya başladı.

– Rüstemimiz yok, kayıp!

– Kayıp! Bu ne demek şimdi?

Arabayı boşaltıp, atı ağıla aldıktan sonra, Mithat babasına, ne oldu, ne bitti hepsini anlattı.

– Senin pazara gittiğin gün, Rüstem işten dönmedi. İki haftadan beri onu Nahiye İdaresi arıyor.

– Nahiye İdaresi mi? Niçin?

– Rüstem Şevket’i dövmüş. Önceleri öldürmüş diyorlardı, halbuki, Kök Köz Hastahanesi’ne alıp götürüldüğünü görenler var. Rüstem’i bulsalar hapishaneye kapatacaklar.

Sofa önündeki sedirin üstünde oturan Selahattin bu haberi işitince kahroldu, önünde tütüp duran kahvesini içmeyi unuttu. Ağzındaki çubuğunu bir kaç defa fokurdatıp çekti, sonra gidip, ağıldaki atını çözdü, dizginini tutup, avlu kapısına doğruldu. Yola çıktıktan sonra, durdu:

– Fikret’i askere aldılar, dedi, gözlerinde biriken yaşları gizleyerek, başını önüne eğdi. – Fikretimiz yok, Rüstem de…

Dülger, bunları mırıldanarak duvarın ardında gözden kaybolurken karısı birden sendeleyip taş basamaklar üstüne yıkılıp kaldı. Selahattin bu sahneyi görmedi.

Mithat anasını zar– zor çekerek içeri alabildi, sedirin üzerine yatırdı. Evin içini derin bir hüzün kapladı.

Dülger gece yarısı dönüp geldi. Yüzü tekrar açılmış, gözlerinde bir ışıltı hasıl olmuş gibiydi. Sessiz halde yatan karısını gördükten sonra yeniden kederlendi, eli ayağı tutmaz oldu.

– Fikretim! Rüstemim, diye inledi anaları, Oğullarım… nerelerdesiniz?

– Rüstem sağ– selâmet, dedi ona Selahattin usulca.

Tenzile yenge derin uykudan uyanır gibi gözlerini açtı, heyecanlandı, gövdesini kocasına çevirdi.

– Sağ– selâmet? Rüstemim sağ– selâmet mi? diye ağlamaya başladı, nerden öğrendiniz?

– Kök– Köz’e varıp geldim. Orda, Sivastopol’de oğlan. Damadın ağabeyi Sait– Celil öğrenmiş, “Rüstem burada, dert etmesinler ama köyde kimsenin haberi olmasın” demiş.

Tenzile hem kederinden hem sevincinden ağlayıp inledi. Rüstem’in esenliğine sevinmişti, Fikret’in ise askere gitmiş olmasına kahr oldu.

– Onu nasıl aldılar?

– Bizi Süyren’de durdurdular. Askerler yolumuzu kesti, kimliklerimizi istediler. Fikret’e işaret ettim. Arabadan atlayıp, bağa– bahçeye kaçtı, lâkin yanlış sokaktan gitti, onu bulup, Bahçesaray’a getirdiler. Orada Fikret gibi çok kişi vardı. – “Siz, gidiniz, baba!” dedi Fikret. – “Bundan kurtulmak mümkün olmaz!” Ben oradan ayrılıp pazara yalnız gittim.

– Bahtsız evlatlarım! Tenzile yenge gene ah çekti. İkisinden de mahrum kaldık. Rüstem’e bir varıp gelsek, onunla görüşsek fena olmaz. O daha çok genç, ateşli! Başımıza bir belâ daha açmasın!

– Ben, belki bu günlerde giderim, dedi Selahattin ve ilâve etti: Ringolot eriği olgunlaştı. Pazara götürüp satsam, bir kaç gümüş kazanmak, yol masrafını çıkarmak mümkün, lâkin at… bu çelimsiz atın Sivastopol’e varmaya gücü yeter mi?

Sabah horozlar ötmeye başladığında, pencerenin camlarına gümüş renkli ay ışıkları düşmüştü. Selahattin kilimin üstünde, başının altına bir yastık koyup yattı. Yorgunluk üzüntüsünü bastırdı ve hemen uyuyup kaldı.

Yarın onu ne bekliyordu, belli değildi. Her şey sürekli değişip durmaktaydı. Lâkin Allah’ın idaredesiyle mi oluyordu bütün bunlar? Selahattin Allah’ı inkâr etmiyordu, ama beş vakit namazını da kılmıyordu. Camiye sadece cuma günleri gidiyordu, o da Keski Mustafa’dan utandığından… Dülger evlatlarını okula vermişti ama harp başlayınca okullar kapandı. Bu duruma içi yanmaktaydı. Erkekler, çeşme başında toplanıp, kendi aralarında konuşurlarken Keski Mustafa’nın oğlu Settar hakkında konuşulmaya başlandı, Selahattin’in onu daima savunuyor olmasına diğer köylüler şaşırıyordu.

Settar yenilikçi hareketlerde yalnız değildi, köyde başkaları da vardı.

Settar bazı geceler dağdan köye indiği vakitlerde, gizliden Selahattin’in evine girip çıkıyordu ve laf arasında, bu savaş beyler aleyhine bitecek diyordu. Dülger bu savaşın bitmesini sabırsızlıkla bekliyordu.

Bugün Selahattin tan ağarırken uyandı. Kahvesini içtikten sonra, atını suvarmaya götürdü, dönüp gelirken evinin önünde onbaşı Abduraman’ı gördü.

– Senin Nahiye İdaresine varman gerek, dedi Selahattin’e ve bıyığının ucunu burdu.

Nahiye İdaresi Bademlik’ten on iki mil uzakta, Özenbaş ve Kök– Köz ırmaklarının birbirleriyle buluştuğu yerdeydi.

– Orada ne yapacağım?

– Bilmiyorum! Lâkin hatırlatmak için bir daha gelmem, bilesin, dedi onbaşı, sonra çekip gitti.

Selahattin sakalını sıvazladı, düşüncelere daldı.

– Rüstem için olmalı, dedi Tenzile.

Dülger cebinden kesesini çıkardı, çubuğunu tütünle doldurdı ve sigarasını tüttürerek avlu duvarını geçip gitti.

Nahiye İdaresine yaklaştığında öğle saati çoktan geçmişti. Taşköprü yanında, atlardan koşumları çıkarılmış arabaların yanında sakalları uzamış askerler yatıyorlardı.

Selahattin köprü üstünden geçti, iki katlı taş binaya doğru yürüdü, her iki tarafında yüksek beyaz kapılar olan koridor boyunca bir sürü insan bekliyordu. Kimi ziyaretçiler uzun kaftanlarını başlarının altına koymuş, yere uzanmışlardı, kimileri ayakta sırtlarını duvara yaslamışlar, yavaşça bir şeyler konuşuyorlardı. Hiç kimse bu yaşlı adama bakmadı. Dülger iki kere koridor boyunca ağır ağır ileri geri yürüdü; nihayet kapısı biraz aralık olan odalardan birinin önünde durup içeri baktı, masada oturan jandarma komiseri Malinin’in kel kafasını gördü. Selahattin ağa kapıyı açtı çekingen bir şekilde sordu:

– Beni çağırdınız mı, Malinin efendi?

Masa başında koltuğuna yaslanmış oturan Malinin, beyaz kostümlü, karakul kalpaklı genç ile lâflamaktayken, birden yüzü ciddileşti, elindeki kalemini ters çevirip masa üstüne vurdu, kaşlarını çattı, kibar ve kararlı bir ifadeyle:

– Çağırdım. Gir!

Dülger içeri girdi. Uzak yoldan yürüyüp geldiği için ayakları ve bedeni sızlamaktaydı, yanıbaşındaki boş sandalyeyi görünce, sevindi, oturmaya niyetlendi, Malinin hiddetlenip, yumruğunu masaya vurdu:

На страницу:
3 из 4