bannerbanner
Kızın Sırrı
Kızın Sırrı

Полная версия

Kızın Sırrı

Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
4 из 6

Sıradaki sınav fizik dersinden olacaktı. Önceden de Azim bayağı yardım etmişti. Özellikle zor olan fen bilimleri derslerinde bayağı yardımı oldu.

Ben kitabımın sayfalarını karıştırarak:

– İşte burası… Aa evet ya, şu Makswell’in teorisiydi bu da…

– Ben sırayla sayfaları açıyordum. Buraya kadardı. Son nükleer fizik! Ben durdum. Azim bana yaklaşarak oturdu. Ben yerimden hareket etmedim. Azim her zaman yaptığı gibi genel olarak konuların hepsine baktı. Sonra acele etmeden bana anlatmaya başladı.

Benim için onun öğretmenden hiçbir farkı yoktu. Acele etmiyordu. Kullandığı kelimeler basit, anlaşılır. Anladığımı veya anlamadığımı sanki o benim gözlerimden görüyor gibiydi. Ayrıca dudaklarımı ısırmaya başladığımda, kalkıp tahtada yazarak, çizerek en baştan anlatırdı.

Gerçek şu ki Azim’e şaşırıyorum. Müzik, edebiyat, teknik bilimler olsun, her şey hakkında bilgisi var. Geçen dağa gittiğimizde de Panama Barajı’nın nasıl yapıldığı, Verdi’nin “Aida” operasını nasıl yazdığı, onu bırakalım “Kanguru”nun neden kanguru olarak adlandırıldığı hakkında uzun uzun konuşmuştu.

Bilmem, belki sadece bana öyle görünüyor? O da herkes gibi bir insandı. Nasıl her şeyi düzgün ve parlak olsun! Onun da karakterinde benim fark edemediğim eksikleri vardı.

Her şeyini bilmek için hep onun yanında ve sürekli onunla beraber olmam lazımdı. Bir de bu aşk dediğimiz şey de sevdiğinin çirkinliklerini bir gölgelikte bırakıp sadece gülümseyen yüzünü görüyormuş gözler, ruhunu sahipleniyormuş.

Azim bana anlatıyordu. Önce zor görünen sayı ve hesapları şimdi daha iyi anlıyordum.

Ben ona hiçbir zaman teşekkür etmedim, ne işe girdiğimde ne de şu derslerimde yardım ettiğinde… Benim basit bir teşekkürüm onun her zaman bana zamanını ayırıp, sabırla elinden gelen yardımını edip, akıl vermesinin yanında çok az olurdu. “Camaş” dediğinden fazlası yoktu. Kim bilir, belki kardeşin bile bu kadar zahmet etmezdi. Karşılaştığımızda işimle ilgilenir, okulumu merak eder; o ne ki evdekiler bana nasıl davranıyorlar, kalbimi kırmıyorlar mı diye kaygılanırdı. Ben ondan hiçbir şeyi gizlemezdim. Merak ettiği her şeyden haberdar ederdim. Diyemediğim, kimsenin bilmediği, sadece kendime söyleyebildiğim, kalbimin derinliklerinde sakladığım sevgimdir. İlginç… Bazen o, benim içimdeki sezgiyi, ruhumu kurcalayan isteğimi açıklamaya cesaret etmesem bile, anlıyor gibime geliyordu. Üzülsem onun da kaşları çatılıyor; sevinsem her şeyini unutup tıpkı çocuk gibi alkışla, benimle beraber kahkahayla gülerdi.

Sanki onun yaşamında, işinde canını sıkan eksikler yok muydu? Hiç mi üzülmezdi? O kadar uzağa bakmayalım, sadece o olaya ne kadar üzmüştür? Ama belli etmiyordu. Bazen her zamanki gibi güler yüzlü, gönlü açıktı. İlk geldiği günden beri nöbet başkanı olarak çalışıyordu.

– Ben… Ne kadar hazırlansam da onun ismini söyleyemedim.

– Ben size çoktan rezil olmuştum.

Azim’in gözleri kocaman açıldı.

– Kendi işleriniz ile ilgileniyorsunuz, zorluklarına bakmadan.

Ben ona acıyarak baktım.

– Zorlanmaktansa… Boş ver Camaş, iştir. Öyle durumlar olur.

– Ben hiç anlayamıyorum. Sizi önceki görevinizden neden çıkardılar?

Azim üzüldü. Yüzünün solup moralinin bozulduğunu ilk defa gördüm. Hâlbuki bu halinde bile sabır ve metanet vardı.

– Neden mi? Şu madenin kalitesinin azaldığını söylediğim içindir. Tövbe… Haa bak… Kanay yazmış. Azim göğüs cebinden uzun katlanmış bir gazeteyi çıkardı.

Emgekçil (Emeklenenler) adlı ilçe gazetesiymiş. İkinci sayfasını açıp önüme doğru kaydırdı. “Umurunda olmayanların sonu bilmezliktir.” Bayağı kapsamlı bir makaleydi. Sonunda da “Bölümün jeologu K. Şarşegaliev” yazısı vardı. Aşağısında alt bilgi olarak yazı kurulu tarafından: “Makale birçok düzeltme ve kısaltmalardan sonra yayımlandı.” bilgisi verilmiş. “Kısalttıktan sonraki bu kadar ise Kanay bayağı zahmet etmiş” dedim içimden. Makalede çok sayıda gösteriler, tespitler belirlenerek: “Ön planın belirtilerine göre kazılan madenin kalitesinin değeri yüzde on yediye inmiştir. Bundan dolayı maden, tonluk ölçülerde değerli metalleri eksik üretiyordu. Malzemelerin tekliği geçen döneme göre, bayağı yükseldi. Pahalanmasının sebebi de o özlü olan kurallara uymamaktır. Örnek, sırf sertleştirmede kullanılacak altyapılar yirmi üç kup dağ madenini doğru getirmediğindendir, o boş harcamalara uğramıştır. Bu toplam belirtilen eksiklerin yoldaş Kurmanov’un umurunda olmaması, sadece işini bilmediğinden dolayı değil, bunu bilerek yaptığı da akla gelir.”

Kendi kendime üzüldüm: “İnsan bu kadar ileri gidebilir mi?”

“Kurmanov sadece maden üreticiliğine zarar vermekle kalmamış, madenin ve başka bölümlerin çalışanlarına da kanun üzerinden şikâyetlerini söylemiş.”

Ben ondan sonrasını okumadım bile. Boş baktım ve sustum.

Makalede: “Bu mesele bu neticeye geldiyse artık durmaması lazımdır. Yoldaş Kurmanov Sovyet mühendisi yüksek unvanına denk değil ve sorgulanması şarttır. Kısacası o üretimden ayrılmalı, en önemlisi de Sovyet partisinin açıkça cezasını almalıdır.” diye şikâyetle sonlandırılmış.

– Nasılmış, Camaş? Fena yazılmamış, değil mi?

– Öyle şeyleri uydururlarsa da öncelikle incelemeleri lazımdı.

– Bu incelendikten sonra baştan sona kadar tespit edildikten sonra yayımlanmış. İlginç değil mi? Ben de anlamıyorum, Camaş. Hiçbir şey anlayamadım. Yakın zamanda yüksek kurumdan da gelecekler varmış. Azim parmaklarıyla masanın üstünü (…) susarak kalakaldı.

– Şimdi nasılmış madenin gösteriş oranı?

– İyi, sözün kısası bu bir sır gibiydi. “Her şeyi yapan sen, senin sunumunun sonucu.” dediler. Şimdi de aynı denemelerde kazılıyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse öncekine göre daha çok üretiliyordu.

– İlginç, birileri ihanet etmiş olmasın? Kanay diye direk söylemeye çekindim. Eğer kötülüğü düşünürsek, sadece Kanay’dır. Ondan başka kim yapar?

– Ne ihaneti. Svetlana bütün numuneleri tekrar çevirdi. Her şey yerinde: jeolojik kesintiler, laboratuvar tahlili… Bırak, şüphelenecek bir şey yok. “Hainlik…” Azim şakayla “Hainlik yapıp belki son numuneyi bilerek yanlış almak lazım.” dedi.

Nedense, sanki o da bir şeyden şüphelenmiş gibi, kalbim güm güm ederek geçmiş günlerden bazı şeyler hatırlıyordum.

Yapacak bir şey yok, sanki Kanay benim hakkımda dayıma bir şeyler demişti. Henüz dayımın onun hakkında ne düşündüğünü bilmiyordum. Bazen:

– Kötü bir delikanlıya da benzemiyor. İyidir, iyi delikanlı, diyordu. Tek bir şey…

Cümlesinin sonunu getirmeden sessizliğe büründü. Aklında ve yüreğindeki o “tek bir şey…” onu kaygılandırıyordu. Hâlbuki yengeme az olsa da bir şeyleri anlatırdı.

Avlunun kapısından dayım girdi. Ben saçlarımı açıp, yeniden yıkamaya hazırlanıyordum.

Dayım katlanmış bir miktar parayı yengeme uzatarak “Al!” dedi. Sinirliydi. Öbürü parayı da elinde buruşturarak:

– Bu ne parası? dedi. Nerden aldın? Maaşa daha çok zaman var?

– Ee, verileni alıver.

– Alırım tabii… Hey, senin niye sirken su kaldıramıyor gibi, ha? Normalde ona başkaldırmayan yengem, bu sefer dayanamadı:

– Adama bak! Ben nerden bileyim, belki birini kemik oyununda yendin falan…

– Dur dedim! Benim ne zaman kumar oynadığım vardı? Ödül para buymuş. Ne zamandır bir geri zekâlı yüzünden tartışma içindeydik, iki tarafın hangisinin haklı olduğunu bilmeden…

Dayım eve girdi. Yengem bana bir göz atıp dayımın peşinden gitti. Ben saçımı ne topladım ne de yıkamaya kalktım, tarak yere düştü. Dayıma şaşırıyordum. Bu güne kadar böyle tersliğini ve kaba konuşmalarını ilk defa duydum. “İçkili mi?” Hayır, o içki içmiyor ki.

“Bir geri zekâlı yüzünden…” Nedense o, bu sözle bana laf soktu gibi geldi. “Geri zekâlı…” Kulağım çınlayıp, damağım kurumaya başladı. O arada evden dayımın sesi geldi:

– Ya sana bugün ne oluyor? Düşünür müsün az da olsa…

Dayım kendi düşüncesinden vazgeçecek değildi:

– O çocuktur, çocuk! Onunla konuşmamız ve ona anlatmamız lazım. Önemli olan sadece insanın yüz güzelliği ve okumuşluğu mu?

Öyleyse. Azim, Azim… Kanay ondan güney, kuzey kadar daha önde!

Ben kulaklarımı ellerimle kapatıp oturdum. Nefesimi tutup bakışlarımı yere diktim. Geçen Azim ile ikimiz görüştüğümüzde, onun “şaka” sözü aklımdan çıkmıyor, doğru cevap da bulamadan kendimi kabahatli buldum: Neden? Belki de…

Bu benim için bir bulmacayı çözebilmek gibiydi. Şimdi de dayım… Yok! Ben artık dayanamam! Dayandım, ezildim bittim! Her neyse…

Akşam olup, hava kararmaya başlamıştı. Yerimden hemen kalkıp, ileri tarafa doğru koştum. İlk önce nereye, kime gittiğimi de anlamıyordum. İki tarafıma bakmayı bile düşünmüyordum. O an hiçbir şey umurumda değildi. Sadece üstümdeki gökyüzünü, yerdeki toprağı fark ediyordum. O gökyüzü gibi temiz, toprak gibi güçlü bir dürüstlüğü arayıp bir bilsem diyorum.

Bu eğlence sahası, ondan sonra okul… Delirmiş gibi hangi tarafa gideceğimi şaşırıp, bir o yana, bir bu yana koşuyordum; sonra sokağın sol tarafındaki çatılı eve doğru döndüm.

Kapı çalmak o ara aklıma bile gelmedi, direk içeriye girdim. Svetlana, bir şeylere bakarak tek başına oturuyordu.

– Camal? Sen misin? Hayırdır! O şaşkınlıkla bana doğru acelece yürüdü.

– Evet…

– Ben iki elimi arkama saklayarak kapının eşiğine dayandım. Gülümsemeye çalıştım ama gülemedim. Svetlana şimdi bana yaklaşmıştı, gözlerime bakarak:

– Yok, Camal. Senin bir diyeceğin var, Gel şöyle geç? O, bana sandalye çekti.

Ben yavaşça sandalyeye oturdum. Svetlana bardağa soğuk suyu doldurup:

– Yorulmuşsun. İçiver? dedi.

Ben onu alırken, duvarda asılı küçük aynadan kendimi gördüğümde korktum; saçlarım dağınık, yarısı arkamda, yarısı omzumdan göğsüme kadar sarkmıştı. Bezmiş gibi dudağım dudağıma dokunmuyordu. Burnum iki tarafından sıkılıp kalmış, sanki gözlerim kan çanağına dönmüştü.

Biraz kendime geldikten sonra:

– Evet, şimdi konuş. Ne oldu? dedi Svetlana merakla bakarak. Ne, Kanay mı?

– Kanay? Haa… Evet, Kanay… dedim ben nefesim kısılarak. Bence o.

– Camal, daha açık konuşur musun? Bir şey mi dedi, yoksa…

– Yok, yok.

– Tamam?

– Bilmiyorum, Sveta. Henüz… Benim düşünceme göre sen de Azim de kabahatli değilsiniz. (Hâlbuki “siz” demekten vazgeçerek nasıl da “sen” demeye geçtiğimi fark etmedim) Boş yere yandınız.

– Nasıl yani? O artık geçmişte kalan iş Camal. O konuyu tekrar konuşmanın bir faydası yok.

– Öyle diyelim… Konu namus değil mi? Belki benim düşüncem yanlış çıkar. Ne zamandır bazı düşüncelerden kafam karıştı. Svetam, o kalite tespiti madenin kalitesinin delili. Numunenin de alakası var mı?

– Derken?

– Nasıl desem… O kitapta yazılan kurallara göre değil, farklı alınmışsa.

– Öyle bir şey olamaz. O zaman o kuralları, ölçüleri yaratmanın ne anlamı vardı?

Ben ondan sonrasını dinlemedim bile. Sveta’nın bu sorularına cevap olarak Kanay’ın geçenlerde bölümde söyledikleri kulağımda tekrarlanıyordu: “Ee, kitap diye. Kitap bilim insanların kendileri içindir. Üretimde onlar lazım mı? Orada öyle yazılmış, böyle yazılmış diye, fazla yükü kaldırmak kimin hoşuna gider?”

“Fazla yük…” Peki, sonra Azim görevinden alındıktan sonra, niye o fazla olmaya devam etmedi?

Ben her şeyi, hepsini gözümün önünden geçirdim: Oo?!

Sevincimden mi bilmem ama kendimi tutamadım. Ağlamayla karışık, ne gördüysem ve ne biliyorsam tamamen Svetlana’ya anlattım. O, ilk önce pek aldırmadı, dikkat etmeden oturuyordu. Sonra zaman zaman alnı kırışıp, bir de kaşları çatılıp, vakit geçince canlanmaya başladı. Ben son sözümü söylemeden…

– Camaş! dedi o, oturduğu yerden hızla kalkarak. Gözleri parlayıp yüzü gülümseyiverdi. Her şey anlaşıldı. Teşekkürler sana. Hadi, Camaş, Azim’e gidelim. Odasındadır. Bugün toplantı var. Üretim ofisinden ve bu ilçeden gelecekler demişlerdi. Orada tam bu işin konusunu konuşacaklardı…

Ertesi gün toplantının sonucu her tarafa şimşek çakmış gibi yayıldı. Azim’i sevemeyenler bile yok ama çoğunluk pek memnun kaldı. Kanay ve Kanay’ın tarafını tutanlar, kalpaklarını aşağıya doğru indirip, utancından sokağa sığamıyorlardı.

Dayım Azim’i suçladığı için pişman olmuştu.

Bana hiçbir şey demezdi. Yengem (anne mi desem?) önce nasılsa aynıydı; sevgi sözünü, verecek yemeğini şaşırıp, ağzını açıp öpmüş, gözünü açtığında ben sanki gördüğü ilk göz ağrısı olduğum gibi kendini aşıyordu. Ben de ondan beter ona hayrandım. Hiçbir şeyimi gizlemiyordum, gizleyemezdim.

Eve girer girmez boynuna sarılıp:

– Yenge size bir… Haber vereyim mi? dedim.

– Söyle, yavrum.

– Azim’i genel mühendislik görevine vereceklermiş.

– Ay, kurban olduğum… Hayırlı uğurlu olsun. Kimden duydun onu?

– Sveta’dan

– Hangi, o Rus kız mı?

– Evet.

– Ya, Cakin, o kızı bir ara eve getir. Olur mu?

– Tamam yenge. Neden olmasın.

– Sonra… Azim’le kendin görüşemedin mi?

Ben nedense utandım. Bildim bileli o Azim’in ismini ilk defa söyledi. Önceden hep “Mühendis delikanlı”, “O delikanlı” diyordu. Onu daha yakın gördüğü için “Azim” dedi gibime geldi, sanki ona olan sevgisi arttı.

– Evet. Görüştük. Yenge, bakar mısın? Ben tedirgin oldum.

– O, “Genel mühendislik görevini sonra da onaylattırırım. Sen işinden istifa et, şehre götüreceğim.” diyor.

– Götüreceğim derken… Nereye?

– Yengem sorgulu bakışlarını bana dikti. Onun bu bakışında hem sevinç hem de bir yandan üzüntü var gibiydi.

– Taa başkente, Frunze’nin (Bişkek) kendisine. Okumaya götüreceğim diyor.

– Haa okumaya mı?

– O, sadece bir şeylerden şüphe duyarak kafasını salladı.

Benim aklımda da… Yengemle ikimiz birbirimizi sanki sessizce de anlayabiliyorduk.

Aradan üç gün geçti. Ben derin uykudaydım.

– Camal… Cakin, dedi biri beni uyandırarak.

– Efendim?

– Kalk, kurban olduğum. Azim geldi. Araba bekliyormuş…

– Yengem, gözüm anında açıldı. Dışarısı daha yeni aydınlanmaya başlamıştı. Evin içerisi daha yarım karanlık içindeydi. Girişteki odada dayım ile Azim oturup konuşmuşlardı.

– Kurban olduğum, kusurum varsa gönlüne alma. Biz ney, biz sana…

– Dayımın bu sözleri, Azim’e değil bana iletilmiş gibi sezildi.

– Cakin, Cakin, kalktın mı, bereketim? dedi yengem mutfak tarafından. Gel…

Ben iç kapıyı yavaş açıp, dayımları fark etmemiş gibi dışarıya doğru yürüdüm.

İyi ki yeniden sabah aydınlanmaya başlamış. Venüs yıldızı ay tacının ucuna değer değmez pırıl pırıl parlıyordu. Serin, ta ileriden serin suyun şırıltısı duyuluyordu. “Nasıl, yani, ben bunların hepsini bırakıp tamamen gidiyor muyum? diyordum içimden. Gittiğim yer de neresi? Başka yer, başka insanlardı. Dayım ile yengem gibi bana destek olacak kimim var oralarda. Bir tek Azim…” Kısa bir süre kendimi tuttum. Hâlbuki tekrar içim gidiyordu…

O arada yengem evden çıkıp yanıma geldi:

– Eyvah, dünyana, dedi çenemi tutarak. Tamam, ağlama. Hangimiz yaşamamışız bunları…

Her neyse Allah’ım yolunu açık etsin, bahtını bağışlasın. Ondan başka daha neyi dilemeliyiz. Gel eve…

Sofraya dua edip kapıya doğru yöneldik. Dayım, sonra Azim… Yengem benim yanımda. Ben, uyku sersemliğiyle tepinirken nevresimleri üzerlerinden açılmış minik kardeşlerimi tek tek öptüm ve ayakta onlara bir müddet daha bakıp durdum. Kalbim ezilecek gibi… Kısacası zor ve hüzünlü bir vedaydı.

Şimdiye kadar dayımın çenesi titreyerek, yengemin kafasını benim göğsüme saklayıp, boğularak ağladığı hâlâ aklımda. Onlar bana: “Sağlam gidip sağlıkta ol. Her şeye dikkat et…” demişlerdi; iyi yolculuklar, mutluluklar dilemişlerdi.

Frunze’nin (Bişkek’in) akşamı ılık bir hava ile bizi karşıladı.

Benim çoktan beri hayal ettiğim, sanki istediğim gibi olmuştu. Azim yanımda, neşesi yerindeydi. Bana bundan başka ne lazım? “Seviyorum! Camaş, ben bir tek seni seviyorum” dedi mi? Yok. O fazlalık yapar. Daha ilk baştan bana olan davranışları, bana yaptığı yardımı onun sevgisinin temiz, gerçek sevgisinin ispatı değil mi? Vakit geçtikçe sabredemiyordum. Kalbim atıp kanım kaynıyordu: Ne zaman? Azim, canım, ne zaman sırını açıklayacaksın? Yük olmaktan biteceğim. Beni bu kadar eziyet içinde bırakma. Göğsüne sıkı sararak sev beni. Sevgi mi?

Evet, ne zamandır sessizce ruhumda sır olan dileğim de kabul oldu. O beni kucaklayarak alnımdan öptü. Henüz…

Ertesi gün ikimiz beraber Teknik Bilimler Üniversitesi’ne geldik. Evrakları teslim ettikten sonra dışarıya çıktık. Tam merdivenlerden inerken:

– Camaş, bir dakika… Biri gelecekti, bekleyebilir miyiz? dedi.

Ben gülerek ona doğru yaklaştım. O anda, bütün bünyem tuhaflaştı, bana bir şey oluyordu. Sarılıp onu sevmek istedim. Hayır sevemedim. Utangaçlık, kadına has olan utangaçlık beni engelledi. Keşke!

Etraf kalabalık. O arada önümüzden birisi:

– Oo, merhabalar. Eski bir tanıdık gibi samimiyetle, açık davranarak.

Biz selamlaştık.

O esmer, selvi boylu, güzel bir kızdı. Yuvarlak, kara gözleri sanki nur saçıyor gibiydi. Gizlediği neydi, açıkçası içim daraldı.

– Yanılmıyorsam… Bu, Camal değil mi? dedi o gülümseyerek.

Azim kolumdan yavaşça tutarak:

– Camal, dedi. Tanıştırayım sizi, Zıynaş, benim eşim olur.

“Zıynaş…” bu söz benim için, insan adı değil, sanki yaydan çıkan oktu. Ayaklarımın altından yer kaymış gibi oldu. “Zıynaş… Benim eşim olur. Azim’in bu dedikleri, sanki ta Ala Dağlar’dan gelen yankı gibi duyuluyordu.

“Hayda! Benim ne zamandır, alevlenip yanan tatlı hayallerime, nazik sezgilerime böylece, sanki buz gibi su serpilmiş değil miydi? Demek ki benim talihimde mutluluk denilen şey yazılmamış.”

Ben kendi adımı söyleyip elimi uzattım mı, uzatmadım mı bilmiyorum. Duruyordum, bedenim kaskatı kalmış gibi ağzımı açamadan şaşkınlıkla.

– Camal, dedi Azim, sonra beni yavaşça kendine doğru çekti. Bak, Camaş, vedalaşma zamanı geldi. Seninle ilk karşılaştığımızı hatırlarsın. O zaman seni görüp sözünü dinlediğimde, o sözünü kendime bir hedef koymuştum. Onların hepsi de sen ve senin geleceğin içindi. Ben elimden geleni yaptım. Düşüncelerim, muradım, maksadım ne kadar işe yaradı bilmiyorum. Sen daha gençsin, Camaş, çocuksun. Hayat, hayatın acısı da tatlısı da daha önünde. Her şeye dayan, alış. Mutluluklar dilerim, Camaş. Hoşça kal! dedi ve beni alnımdan öptü. Evet, bu onun beni ilk ve son öpmesiydi.

O kızla ikisi el ele tutuşarak uzaklaşıyorlardı. Ben hızla dönüp içeriye girdim. İki elimle kafamı sıkarak dar merdivenlerden yukarıya doğru gidiyordum. O da bitti.

Küçük pencereler, şehrin dört köşesi de gözümün önünde. Henüz doğruca uzanan sokaklar, yeşil bahçeler, o bahçelerin aralarından yükselen bembeyaz, güzel binalar, caddeleri fark etmemiş gibiydim. Fark edebildiğim tek şey yavaşça uzaklaşan iki insan görüntüsüydü. Ağlayıp sızlıyordum. Akan gözyaşlarım, yüzümü yıkayıp göğsümden aşağıya sızarak akıyordu.

Ondan sonra tam beş yıl geçti. Yükseköğretimi bitirip jeolog oldum. Hocalarımın dediklerine göre, Kırgız kızlarından ilk ben bu bölümü okuyup bitirmiştim. “Ben bunu kime borçluyum? diyorum kendi kendime. Sadece Azim’e! O olmasaydı, kim bilir bu zamana kadar nerede, ne durumdaydım?”

Şimdi yine o küçük pencerenin önünde duruyorum. Azim’in gittiği tarafa bakıyorum. Şimdi o yoldan geri gelirse ne! O zaman boynuna asılıp, öz ağabeyim gibi nefesimi içime derin çekerek, koklayarak öperdim. “Güvenini boşa çıkarmadım. Emeğin boşa gitmedi.” derdim.

Ben onu şimdi de seviyorum. Öncekine göre on kat, bin kat fazla seviyorum. Şimdiki sevgim sadece ilk sevdalık değil; insanı, doğru ve dürüst gerçekten, insanı sevmektir!

Azim her daim benimle beraberdir. Zorlandığımda destek, üzüldüğümde dayanak olmuştur. Ömrümdeki sönmez ışık, bitmeyecek umuttur. Şimdi nerelerde? Beni hatırlar mı, düşünür mü?

Acaba benim onu sevdiğimi biliyor muydu?

ANNE ŞEFKATİ

Hey, kardeş! Sana sesleniyorum. Yüz yüze oturup konuşmamamıza rağmen, senin bana baktığını hissediyorum ve hatta göz göze gelmiş gibiyiz. Kendime çok yakın hissediyorum seni

İçimdekilerin hepsini, hiçbir şey bırakmadan anlatmak istiyorum. Umarım anlayacaksın. Belki benden küçüksündür, belki de büyük…

Ne fark eder ki?

Kardeşiz. Hayatımız aynı.

Ben sana büyük konular ya da siyaset anlatacak değilim. Hayat, hayatta yaşananlardan söz edeceğim. Aklımdan ne geçerse onun hepsini dökeyim…

Anne babamı çok erken yaşlarda kaybettim. Ondan sonra bir sürü sene geçti. Sanki babam ile annemin hayali zaman geçtikçe siliniyor aklımdan. Keşke en azından bir resimleri olsaydı!

Evet, çok seneler geçti.

Albert ihtiyarın teorisini saymadığımızda tüm dünyada zamanın geçmesi aynı ki! Ya da ondan beri dünya bazen hızlı, bazen yavaş dönmeye başladı diyebilir misin? Öyle olsa da benim için günler bazen uzun, bazen çok kısa olarak geçmişti.

Tamamdır, hepsi geçmişte kaldı. Onları hatırlamakta ne fayda var? Acı verip, gözyaşı döktürmekten başka bir şey yapmaz. Başkalarını bilmiyorum ama ben bunlardan bıktım.

Anne, baba sözü eskimiyormuş. İnanıyor musun? Şu an bile anne, baba sözü kulağıma gelse kalbim acıyıp kendimi çocuk gibi hissediveriyorum. İçimden “Babacığım! Anneciğim!” diyorum. Keşke, o zaman birisi “efendim” dese…

Daha sözün başında kendisinden bahsediyor, kendisinin başından geçenleri anlatıyor diye düşünme. Söz; anlatacağım, hayatı benim hayatıma benzemeyen yine bizim bir kardeşimizle ilgili olacaktır.

İkimiz geçenlerde Moskova’da “Yunnost” otelinde buluştuk. Söylediğine göre o, okumak için gelmiş. Ben ise birçok genç ile “Uluslararası Öğrenci Merkezine” gidiyordum.

Benim hemşerim hem çok konuşan hem de güler yüzlü biriymiş.

Ayrılacağımız gün otelin yan tarafındaki açık verandada sohbet ederek oturduk. O bana ya çok güvendi ya da büyük diye saygı mı gösterdi bilmiyorum, kısacası kendisiyle ilgili birçok şeyi anlattı.

Maden ve madencilikteki birçok iş hakkında çok fazla bir şey anlatmadı. Galiba, “Kendisi madenciyse onları benden daha iyi biliyordur.” diye düşündü.

Özellikle annesiyle ilgili anlatırken onu kendi gözlerinle görmeni çok isterdim.

Anne demek, anne…

Onun anlattıklarını hiçbir zaman unutmayacağım, nasıl unuturum ki?

Hatta şu an bile o olay, kendi başımdan geçmiş gibi gözümün önünde canlanıyor.

Halktan saklayacak ne var, biz onu anlatalım. Hayat şahittir! Hepsi anlatsın. Anne ve çocuk da anlatsın.

***

Kışın soğuk günleriydi. Üstelik o sene kış çok soğuk ve uzun sürmüştü. O zamanlarda şu andaki gibi otobüsler yoktu. İkisi üstü açık arabayla gittiler.

Araştırma partisinin olduğu yer biraz sıcakmış. Öteki giriş yerinde bariyer inşa edilerek “pas sistemi” yerleştirilmiş. Silahlı askerler varmış. Bunları görünce Satımkul donakaldı. Bu görüntüler ona savaş meydanının bir bölümüymüş gibi geliverdi. Yutkunarak, sağ eliyle börkünü sıkıca basıp, uzaktaki kabine doğru yürüdü.

Kaliman ise biraz ev eşyası bulunan çıkının yanında kaldı.

Şoför, montunun yakasının üzerine sarılmış olan atkısını düzeltip, başını kabinden çıkararak:

– Mardca, nu! diye arabasını sürmeye başladı. Bu onun “Tamam o zaman, hoşçakalın.” demesiydi.

Araba düz yolda giderken oradaki dağa doğru yöneldi. Elindeki eşyasını kaybetmişe benzeyen yol üzerindeki kar, arabanın arkasından savrularak onun izini ararmışçasına tekrar yere düştü. Sonra Kaliman’ın ayakkabısına ve çorabına yapışarak ceketinin eteğini biraz uçuşturuverdi.

Satımkul kabinde çok uğraştı. Güvenliğe partinin yöneticisinin imzası olan kâğıdı gösterince güvenlik “Bu bir şeye yaramaz.” der gibi bir şey bile demeden, dudaklarını büzerek kâğıdı tekrar uzattı.

İşçi şubelerinin telefonu da hiç müsait olmadı. Satım-kul tereddüt etmeye başlamıştı.

Sonunda yöneticiyle konuşarak izin istedi. “Kabinden” fırlayarak çıkıp Kaliman’a yaklaştı. Aceleyle konuştu:

– Hadi gidiyoruz. Üşümüşsündür.

– Yürüyerek mi?

– Evet.

– Yükü kim kaldıracak?

– Hangi yükü diyorsun? diye Satımkul uzun uzun çizgileri olan, kırmızı dağarcığa sıkı şekilde bağlanmış eşyalara eğildi ve:

– Hadi omuzuma asıver, dedi ve bağlanan ipi tuttuğu halde diz çökerek oturuverdi.

Bariyerden sonra da çok uzakmış. Satımkul, yolun tam ortasında, sırtında ağır yükü taşımasına rağmen arada sırada sallanarak önde gidiyordu. Kaliman peşinden geliyordu, elinde valiz vardı. Belli etmese de kocasına acıyordu. Arada sırada:

– Satım, dinlensene biraz? diyordu. Satımkul cevap vermiyordu. Ağzından çıkan buhar sağ omzundan geçerek arkaya doğru uçuşuyor, kısa zamanda kaybolup gidiyordu. Börkünün sağ kulağını kapayan bağı ve yakası beyaz kırağı olmuştu.

Akşama doğru ulaştılar. Partinin ofisi tek katlı uzun yüzgecin altındaymış. İşçiler bölümünün yöneticisi avluda karşıladı onları. El sıkışarak selamlaştılar:

– Ha, Orazaliev siz mi? Merhabalar! Tanışalım. Ben Tarasov.

– Merhabalar. Evet, benim Orazaliev.

– İyi, bu eşiniz mi? diye Kaliman’a da elini uzattı:

– Merhabalar, çok yorulmuşsunuz. Hadi içeri giriniz.

На страницу:
4 из 6