bannerbanner
Kızın Sırrı
Kızın Sırrı

Полная версия

Kızın Sırrı

Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
2 из 6

– He, benim mi? Benim adım Camal.

İkimiz uzun zaman konuştuk. Hakkımda hiçbir şeyi gizlemeden anlattım. O benim gibi çok konuşmadı. Sadece çok kısa söylediği:

– …Ne olursa olsun sizin çalışmanız gerek. Evin işi evdedir. Çoğunluğa karışarak, yaşamın acısına tatlısına şimdiden alışabilmeniz lazım, dedi sonunda.

Benim ne kadar mutlu olduğum tahmin edilemezdi. Daha ne isterim! O benim uzun zamandır huzurumu bozan, büyük arzumu söyledi.

– Ben de bir işe girsem diye…

Eğer mümkünse ben de sizin çalıştığınız yere gelsem?

– ?..

Azim dediğimi tekrarlayıp bana başka soru sormadı. Sadece:

– Belli olmaz, dedi. Konuşuruz, bakalım…

Dayımla yengem kıvranıp dolandılar, sonunda kabul ettiler. Sabaha kadar dönüp dolandım, hiç uyuyamadım. Gözümün önünden Azim gitmedi, kalp atışlarım yükseldi. Atardamarımın hızı yükselip, bedenim ateş gibi yanıyordu. Yatağımda dönüp durup bir türlü sakinleşemedim. Rahat edemiyor, kalkıp pencereden bulanık göğe bakıyor, karanlıktan sadece siyah dağların siluetine ve onların uçlu tepelerine bakıp oyalanmakla meşgul oluyordum. Azim’in sanki pencerenin dışında olduğunu hissediyordum. Çabucak sabah olsaydı. Azim’in yüzünü görür, sesini duyarım. Yanında olacağım, diyorum. Tuhaf… Acaba, aşk bu mu? Başka kızlar da böyle mi seviyor? Bu derinden gelen duyguyu sezip, duygularının anlamını düşünerek, bu anlık yürekleri alevlendiren sevince değişir mi ki? Onlar da bir can.

Bu gizlice alevlenmeye başlayan sevgiyi onlar da hissederler. Onların da kalbi birinin hasretiyle attığında, uykuları kaçar, huzur bulamazlar. Öyle de olsa onların içinde benim kadar seven yoktur. Çünkü kızların aklına, hayaline sahip olan, gönlünün derinliğini dolduran dünyada tek bir adam var. O, Azim. Azimm…

Pencereden yatağıma dönüp gene bir türlü sabit yatamadım. Oflamalarımın farkında olmuyorum galiba, bitkin şekilde sabahı bekleyerek yatıyordum.

O zaman ben tam on yedi yaşındaydım…

Ertesi gün maden müdürlüğüne geldim. Azim, dün söylediği gibi beni binanın önünde bekliyormuş. Elini uzatarak benimle selamlaştı ve içeriye davet etti. Böyle bir yere ilk defa geliyorum, bana değişik geldi. Raflarında parlak taş parçaları dizilmiş dolaplar, duvarlarda değişik ve çeşitli resimler, posterler asılmış. İlerideki pencerenin yanında uzun masa vardı. Onun iki tarafında iki bayan vardı. Birisi daktiloda bir şeyleri yazmakla meşguldü. Onu hemen tanıdım. Geçen sinemanın önünde gördüğüm kızdı. İkincisi de kâğıtları düzeltiyor, işine bakmıyordu. Yan tarafta geniş bir koltukta ileri yaşlarda iki üç kişi oturuyordu. Azim yanlarına gidip müdürü sordu.

– Yerinde, dedi sekreter kız. Biraz bekleyin.

Biz o üç kişiden sonra girdik. Müdür, Azim ile selamlaştıktan sonra, işaret ederek oturmayı teklif etti. Sigara içiyormuş, bir nefes çektikten sonra:

– Ee, yoldaş Kurmanov, işler nasıl gidiyor? dedi.

– Teşekkür ederim, Anatoliy Mihayloviç…

– Üretim ve geri kalan işlere alıştığını sanıyorum.

– Yeterince zaman geçti, alıştım Anatoliy Mihayloviç. Burası Bordu değil ki, her bölgesinde yüzlerce insan çalışmıyor. Bizim maden küçük.

– Değil mi… Hayırdır? Sen, yoldaş Kurmanov sadece bizim üretimle değil, kızlarımızla da tanışmaya başlamışsın galiba? diye titreyerek güldü. Belki de eş bulursun?

– Ben yere diktim gözlerimi. Azim de ondan böyle bir espri beklemiyordu, hemen kendini toparlayarak:

– Anatoliy Mihayloviç, biz size bir ricada bulunmak için gelmiştik, dedi.

– Bu kız bazı sebeplerden dolayı bu sene okula gitmemiş. Bizim bölümdeki madenci Sadıgaliev’in yeğeni. Tanıyor musunuz?

– Tanımaz mıyım?

– Küçük çocukları var eşi de rahatsız. Kısacası, işe girmesi gerekiyor.

Müdür Azim’e bakarak:

– Hm… Yoldaş Kurmanov, affedersin adın neydi? dedi, sanki gergin gibiydi.

– Azim.

– Azim… Azim, şöyle… Bizim bu insanlara yardım etmemiz kesinlikle şarttır. O dudaklarını toplayıp omuzlarını kaldırdı:

– İş ise… İş yok ki. Bu fabrika değil.

– Öbür bölümlerde de yok mu?

Diğeri de düşünerek:

– Yanılmıyorsam, sanki boş bir yer vardı, dedi. Ama… Bir anlığına sustu ve sonra:

– Yoldaş Yakovlev nerede? dedi sekreterine seslenerek.

Fazla zaman geçmeden uzun boylu, zayıf birisi içeri girdi.

– Merhabalar.

– Merhaba, Vasiliy Petroviç. Geliniz, oturunuz.

– Anatoliy Mihayloviç, geçen sizin dediğiniz mesele ile ilgili on ikinci bölümün devamını inceledik. Oradaki…

– Vasiliy Petroviç, affedersiniz. Onun hakkında başka zaman konuşuruz. Şöyle bir mesele var, birinci bölümün kolektörü ne zaman hesabını verdi gitti?

– Bir dakika… Oo, bir aya yaklaştı.

– Neden o yer onca zaman boş kaldı?

– Uygun biri bulunmuyor da…

– Haa… Vasiliy Petroviç, o zaman sizden şöyle bir isteğim olacak, bu kız çalışmak istiyormuş. Oraya alsak uygun olur mu?

Yakovlev bana bakışlarını dikerek:

– Anatoliy Mihayloviç, dedi ona geri dönüp. Siz de farkındasınız, kız çocuğuna göre ağır bir iş diye düşünüyorum.

– Ben de onu düşündüm…

Azim huzuru kaçarak:

– Tamam, zor iştir, dedi. Ama savaşta bile kadınlar cephelerde bulunmuşlar. Belki bu kız da zamanla alışabilir?

– Evet, evet, dedi müdür. Kısacası bir düşününüz, Vasiliy Petroviç…

Biz müdürle vedalaşarak, Yakovlev’in peşinden geldik.

Yakovlev genel jeologmuş. Azim ile ben onun odasında bayağı oturduk. Rusça’yı pek anlamasam da onların konuşmalarını çap pat anlayabiliyordum. Azim konuşma sırasında sert davrandı gibi geldi. “Benim için amirlerine karşı gelmesi, onların arasında bir kapışma, soğukluk olması gibi endişeler beni korkutuyordu.” Bu şekilde işine zarar gelebilirdi.

Sonunda Yakovlev ikna oldu.

25 Mart’ta benim işe alındığıma dair onay verildi.

Ertesi gün Yakovlev beni bölümde çalışanların tümü ile tanıştırdı. Toplam dokuz kişi çalışıyormuş. İki bayan, kalanı erkekti.

Ben Yakovlev’in yanındaydım.

– Kanay, dedi. Gelebilir misin?

Kıvırcık saçlı, dağınık kafalı, ileride çizgi çizmeyle uğraşan bir delikanlı yavaşça yaklaştı. Nedense kaşını kaldırıp heyecanlandığını hissettim.

– Kanay, bu kız seninle çalışacak. İlk önce üretim ile ilgili genel bilgi vereceksin. Teknik Güvenlik hakkında tanıtımı öğrendikten sonra, hesaplaşma defterine imzasını atsın. Kısacası ne yapacağını biliyorsun.

Yakovlev önündeki kocaman kitabı karıştırdı. Anlaşılan konuşma bitti. O andan itibaren işe başladım. Kanay bir şey demeden, suskun suskun geri yerine yürüdü.

Oturanların hepsi, önlerine bakarak bir şeyleri yazıp çiziyorlardı. Sanki onların bana gıcık olduklarını düşündüm. Kanay mavi, alçak bir sandalyeyi bana doğru itti ve tekrar çizdiği resimlerine daldı. Ben oturmadım. Masanın üstüne bakıyordum. Çapraz, büyük ve geniş bir kâğıt vardı. Üzerine çizilmiş renkli resim dünya haritasını andırıyordu. Kanay da üzeri sıkı, ayrılık çizgileri ile dolu aletiyle, ortadaki bölüğünü sağa sola kaydırıp bir şeylerle meşgul oluyordu. Ben aleti görünce şaşırdım: Bu da neymiş! Oysaki sürgülü cetvelmiş. Kanay’ın ilerisinde oturan sarı saçlı kız ara sıra bana bakıyordu. Onun bakışları, görüntüsü bana sevimli geldi. Gerçekten de güzel kızdı. Buradakilerden sadece o kızdan hoşlandım. Öğle yemeği zamanı geldiğinde hepimiz dışarıya çıktık. O kız bana yaklaşarak:

– Demek bizim aramıza katıldınız. Adınız ney? dedi

– Camal.

– Benim adım, Svetlana. Merak etme, alışırsın.

Yemekhaneye kadar sohbet ederek geldik. Svetlana, Almatı’dan mezun olmuş. Alanı da jeoloji mühendisliğiymiş.

– Bu işlerden tedirgin olmayın. Pek zorluğu yoktur. Ara sıra zor bir şeyler çıkıyor. Nasılsa elle yapılan iş, dedi. Ama ilerisi için iyi bir şey bu. Biz de bayağı deneme süreci atlattık, epeyce taşlarla uğraştık. Belki, daha sonra jeolog olursunuz. Sorması ayıp, kaçıncı sınıfa kadar okudunuz?

– Dokuzuncu sınıfı bitirdim.

– “Dokuzuncu…” Oo, o zaman devam etmeniz şart? Devam etmeniz lazım…

Bir anlık sessiz kaldık. Sonra ilgili bir tavırla:

– Siz ne iş yapıyorsunuz? dedim.

– Bölümün jeologuyum.

– Anladım… diye kafamı salladım. Öteki, kimdi, mm… Kanay?

– O da jeolog. Birinci bölümün jeologuymuş.

Aradan aylar geçti. Ne yalan söyleyeyim, ilk başta bayağı zorlandım.

Dayım:

– Kurban olduğum, lanet olsun parasına, bırak bu işini. Hırpalandın, diyordu.

Ben dinlemiyordum.

Dağ madeninde çalışıyorsam da Azim’i pek göremiyordum. Bölümde de, madende de, sanki sözlüsü gibi sürekli Kanay’ın yanında bulunuyordum. Kanay, ilk zamanlar benim yaptıklarımdan memnun değildi, bir taraftan da bana gıcık oluyordu. O, bana hiçbir şey demese de ayan beyan belliydi. Yüzüme bir şey demese de Yakovlev’e şikâyet ediyormuş.

Son zamanlarda nedense Kanay değişti. Belki de artık ben alıştım veya önceden sırf nasıl biri olduğumu sınamak için hırsını göstermişti. Kısacası önceki “huyundan suyundan” bir şey kalmadı.

İşe girdiğimden bu yana yaklaşık on beş gün geçmişti. Yeni açılan bölümün ilerisinden tahlil denemesi için numune alıyorduk. Kanay oradaki numune alınacak yerleri işaretleyip biraz uzakta sigara içiyordu.

Ben de yere serdiğim tentenin üstünde, çekiçle kırdığım taşları topluyordum. Bir ara mağaranın girişinden fener ışığı göründü, yaklaşıyordu. Kanay sanki bir şey yokmuş gibi yerinden kıpırdamadı bile.

Azim’miş, çalışmaya başladığımdan beri ilk karşılaşmamızdı. Nasıl çekindiğimi anlatamazdım. Öndeki saçlarımın hepsi çıkmış, kollarım yorgunluktan uyuşmuştu. Alnımdan terimi silip, utandığımdan “Tak! Tuk!” ederek taşa vurmaya devam ettim. Terim daha fazla akmaya, yanaklarım alevlenmeye başladı.

– Selam, dedi Azim ötekine.

– Selam…

Kanay sigara izmaritini omzunun üstünden attı ve kendi kendine ıslık çalıverdi.

– Camal, çekicini bana uzat.

Azim bana doğru geldi. Ben çekicimi ona uzatıp bakışlarımı yere diktim. Azim sanki sinirlenmiş gibiydi, işaretlenen yerleri saldırırcasına çıkarıyordu, tentenin üzeri tepeleşti. Bir anda bitirdi. Ben ona bakamadan tentenin etrafına kaçmış taş parçalarını toplamaya başladım.

– Oo… ho, bitirmişsiniz? dedi Kanay, Azim ile dalga geçerek.

– Gördüğün gibi. Azim sakin bir şekilde cevapladı. Ka-nay ayağa kalkıp ağır ağır adımlarla bize doğru yürüdü. Onun bedeni arka tarafta kalan fenerin aydınlığını kapatıyordu, biz de onun gölgesinde kaldık.

– Aha haha! Kibarlığa bak hele bak! Kıza saygı göstermek istiyorsan başka yerde yap onu. Burası üretim yeri, anlıyor musun?

– Hey, Kanay. Neresi olursa olsun saygı her yerde olmalı. Yaş… Üstüne kız çocuğu… Zor. Biz büyüğüz; derdine derman olmamız, akıl verip el uzatmamız daha iyi.

– Hey, sen kafayı yedirtme bana. Benim işim ile senin hiç alakan yok. Aynı şekilde benim idaremdeki işçilerimle de yok. Duydun mu? O kadar akıllıysan, git kendi kazıcılarına, taşıcılarına emir ver. Öyle, hürmetlim… Şey, hey, kalk! Kalkıp öbür numuneleri parçalamaya başla, dedi bana sert bir tavırla bakarak.

Aklım karıştı. “Bunlara ne oluyor? Yoksa birbirlerine karşı kötü düşünceleri mi var? Veya…” Nedense kalbim atmaya başladı, geriye çekildim.

– Hey, sen neden sızlanıyorsun? Ne diyorum ben sana? Yürü git, başla! diye Kanay beni itmeye çalışınca Azim onun koluna hafifçe vurdu:

– Kanay, sen! Ayıptır.

– Ney!

O, hiç beklemeden, Azim’in çenesine tokat attı. Azim böyle bir şey beklemiyordu galiba, kalakaldı. Anlık bir sessizlik oldu ve sonra bir şey daha diyecek oldu. Kanay, dinlemeden bir tane daha vurdu. Ben korkudan gözlerimi kapattım. Dövüşün seslerine dayanamayıp, gözlerimi açtım. Acayip bir şekilde bedenler kendi aralarında çarpışıp, uğraşıyorlardı. Konuşan, ses çıkaran kimse yoktu. Sadece kavganın tuhaf sesi vardı. Birbirleriyle boğuşurken fenere çarptılar. Etraf karanlığa gömüldü. Ben de ne yapacağımı şaşırdım. İmkânım olsa, Azim’e yardım ederdim. Ama nasıl? Ne yapabilirim? Beden yapısına göre Kanay Azim’i yiyebilecek gibiydi. Ama o Azim’den yaş olarak biraz büyük ve güçlü de. “Heee, şimdi…” Cebimde kibrit aradım. Onlar hâlâ dövüşüyorlardı. Kibriti bulduğum an yaktım. İncecik dalı kırılıverdi, onun yanabilecek başı, sanki göklerden uçan yıldız gibi yerde kayboldu. İkisi durur gibi oldu. Bir dal kibrit daha yaktım. Kanay da, Azim de bana bakıyorlardı. Elimde yanan kibrit sönene kadar, yerden feneri kaldırıp yaktım.

Etraf aydınlandı. Şimdi onların yüzü gözü göründü. Üstlerindeki elbiseleri toz içinde, kafalarında kasketleri yok, ikisinin kasketi de iki tarafta kalmış. Yüzleri gözleri kir içinde, saçları dağılmıştı. Maden kazılacak yerin içinde, kazma işlemi başlamadan toz toprak havaya kalkmıştı.

Kanay da Azim de nefes nefese kalmışlardı. Kanay yere tükürerek, uzaklaşıp oturdu. Yeni fark ettim Kanay’ın sol gözünün şişkinliğini. Gördüğüm an, Azim’e döndüm. Ama ona pek bir şey olmamıştı. Sadece yanakları yanmış gibi kıpkırmızıydı. Üstündeki montu omuzdan aşağıya sarkıyordu, yırtılmıştı. Kızgın bakışlarını hâlâ daha Kanay’dan almıyordu. Kanay ise uzun bacaklarını salmış, gözlerini yere dikerek oturuyordu. Bir yandan acıyordum. Azim’i ne kadar sevsem de, beyaza beyaz, siyaha siyah demeliyiz. Kanay’ın huyu ve karakteri ağır olsa da pek de kötü birisi değildi. Bölümdeki meslektaşları da aynısını derlerdi: “Nezaketsizliği ve kıskançlığı da olmasa, güler yüzlü, yetenekli, iyi birisi” derler.

– Kim dört dörtlük ki…

– Olan oldu işte, yapacak bir şey yok.

Azim bana gülümsemişti. Sonra ileride yerde duran kasketini alıp, saçlarını düzeltip taktı ve mağaranın çıkışına doğru gitti.

Daha önce anlatmıştım: “Kanay son zamanlarda nedense değişti.” diye. Onun sebebi benmişim, o zaman bilmiyordum. Her zamanki gibi bölümümüzün mağaralarına denetleme parçalarını almaya gidiyorduk, bazen de maden kuyusuna gidiyorduk. Çalışma şartlarından dolayı bana yapacak işleri buyurup, kendisi başka işlerle ilgilense de olurdu. Ama o öyle yapmazdı. Her zaman benimle beraberdi. Denetleme parçalarını çıkarmamda yardım eder, sadece o kadar da değil, taş parçaları ile dolu çuvalları kendisi kaldırıp, merdivenden indirip, vagonlara yüklerdi. Bana karşı davranışı öncekinden bayağı iyiydi ve her sözünün biri “Cakin…”

Bu konuda Svetlana ile konuştuğumda, o sadece omzunu kaldırıp:

– Kim bilir -düşünceli bakışlarından üzüntüsü belli oluyordu- ne olur ne olmaz dikkatli ol, derdi.

– Öyle mi?

Zaman fark etmeden geçiyor, ağustos ayı da sona eriyordu. Güneşli yerlerin otları çoktan kurumuş, sararıp samana dönmüştü. Burası dağlık yer olduğu için; gündüzleri sıcak, akşamları serindi.

İşten döndüğümde, yengeme ev işlerinde yardımcı oluyordum. İşlerim bittikten sonra da evin en uzağındaki odaya girip, bir tane camı olan pencerenin önüne gelir, yalnız otururdum.

İleride ilçe vardı. Ben şimdi orayı kıyısına köşesine kadar biliyordum, orayı severdim. Ondan sonra üzeri dalgalı göl görünüyordu. O, her zaman güzeldi. Göğe rakip gibi ona bakıp dalgalanırdı. Gökyüzü temiz ise sanki gölün de durumu hoşmuş gibi masmavi parıltısını gizleyemezdi. Göğü bulutlar doldururmuş, bulanıklık varsa göl de sanki düşüncelere dalmış gibiydi. Ama gerçekten öyleydi, eğer bulutlarla dolu göğün dönüşü kuzeye doğru yollanmışsa, gölün de huzuru kaçıp, dalgaları dağı yıkacak gibi şakırdayarak peş peşe kenarına vururdu.

Gölden sonraki mavimsi, beyaz bulutlar içinde, kar tepeli dağ, göğün direği gibi güneye yaslanmıştı. “Öyle muhteşem ve güzel duruyordu ki!”

– Ben doğanın bu müthiş görüntüsüne, susuz kalanın suya doyamadığı gibi, baka baka gözlerimi alamadım. Epey zaman geçtikten sonra o müthiş doğanın kucağından, her duygumu dolduran bir portre görünür, yavaş yavaş yaklaşır, sonunda gelip tam gözlerimin önünde duraklar, sanki o bir görüntü değil, canlı bir varlık gibi gülümserdi. Çok tanıdık olan gamzeleri, sevimli bakışları beni deliye döndürecek gibi oluyordu. O bir taneydi… Bu anlarda benim için her şey masmavi güzel göle, açık göğe, ta uzaktaki kuvvetli dağlara dönüşüp, sonra da bulanıklıklara çevrilerek sönerdi.

“Azim” dedim sessizce. “Azim, sen nasıl bir cansın? Söyle… Benim için sen, bakışların, gülümsemen bir bulmaca. Sen sırsın, sihirlisin. Sen her şeysin, Azim, her şey. Harikasın. Canım…”

Kaç gündür yalnız hissediyorum kendimi. Asıl okulu bitirip Karakol şehrindeki öğretmenler enstitüsüne imtihana gitti. Öğretmen olmak istiyordu. Kendisi de yetenekliydi. (Oynamayı bana bir haftada öğretti).

Neden olduğunu hatırlamıyorum, akşamüstü bir eğlence mekânına uğramıştım. İleride dans pisti tarafında kulağa güzel gelen bir ezgi duyuluyordu. O, şu anda hala kulağımda. Johann Strauss “Viyana Orman Masalları”ymış. Ona yorum yapmak bana düşmez.

Böyle bir eseri kim bilmez, kim hoşlanmaz ve onu ortaya çıkaranın yeteneğine hayran olup, ona tapmazdı ki!

Müzik beni gizli azametli gücü ile kendine çekiyordu. Ben ona baş eğip, kendimi bıraktım. Çünkü müziğin sesinin geldiği yerde, benim umudum, ömrümün gülünün kökü, Azim var dedim. Azim her zaman benim hayallerimin sahibiydi. Hayatım yanlış yöne sapmasın diye, yol gösterip aydınlık veren, parlayan yıldızımdı. Kutup Yıldızım benim!

Yakşaltıkça yükselen müziğin sesi heyecanımı da yükseltiyordu. Omuzum tutulacak gibi, bedenimi titreme sarıyordu. “Nasıl bir müzik bu?”

Ben her zamanki gibi kalabalıktan çekinerek, gece ışıkların gölgelerinde gizlenmedim. Bu sefer aydınlık, ağaçlı yoldan gidiyordum. Yalnızdım. Hayranlıkla bakanların gözlerin bana yöneldiğini görüyordum. Bazılarının alçak sesle yorumlarını duyuyordum. Ama ben onlara yüz vermiyordum. Bakışlarına aldırmadan gitmeye devam ediyordum.

Azim köşede iki üç tane kız ile sohbet ediyordu. Beni görür görmez onlara hiçbir şey demeden bana doğru yürüdü:

– Camal?

Ben hiçbir şey diyemedim. Kendisini kaybetmiş biri gibi daldım, kaldım.

Azim elini uzatıp, dansa çağırdı. Ben de yok diyemeden, elimi omzuna atıp, ona sarıldım. Gözlerimi nedense kapatıverdim. Çünkü ilk defa bir erkeğin kollarında dans ediyordum. Benim için unutulmaz bir andı. Uzun zamandır bunu arzu etmiştim. Hiç olmazsa Azim’le bir defa dans etsem diye hayaller kurardım. O hayalim gerçekleşti. Ben onunla beraberdim. Vücudunun sıcaklığını vücudumda hissediyordum, hiç duymadığım bir kokuyu alıyordum. Kalbimin atışı hızlanıyor, nefesim kesiliyor gibiydi. Bakışlarımı ona kaldırdığımda, o da bana bakıyordu. Benim sevdiğim o ela gözleri, o sihirli can yakan bakışları, o anı tamamlayan dolunay, sayısız yıldızlarla dolu gökyüzü ve evren; özellikle bana yakın yanan çift yıldız…

Karanlık ağaçlığın kuzey tarafındaki düzlüğe çıkıp oturduk. Etraf sessizliğe gömülmüş, sanki uyumaktaydı. Ormanlık taraftan ara sıra guguk kuşunun sesi geliyordu. Göl güzel ve sakindi. Dolunay hareketsiz, bulutların arasına saklanmıştı. Sadece dağların şekli hafiften görünüyordu.

Azim hayranlıkla:

– Her yerin güzelliği farklı oluyormuş, dedi. Şimdi Çüy bölgesi nasıldır! Etrafı çeviren Kırgız Ala Dağı, onun ile boy ölçüşmeye çalışan ucu bucağı görünmeyen bozkırlar… Onların inanılmaz güçlü güzelliğine sadece insan değil, gökteki ay, yıldızlar bile hayrandı sanki. Ay kendisini beğenmek istediğine yavaşça dönüp ışığını kurban etmiş gibi; yıldızların parlayışı ise sanki gözlerini kırpıp bu hayranlığına dayanamıyor ve kayıp düşüyor gibi…

– Öyle işte… Ben başka hiçbir şey demedim. Sadece Azim durmadan konuşsun istedim.

– Camal, dünyada her şey güzel. Onun güzelliğini sadece insanoğlu hisseder ve bilir. Ne olurdu o kadar bilgisine razı olup yaşamına devam etse? Oo-hoo-o o zaman… İnsanın kendi yaşama yolunu, hayatını güzelleştirmesi lazım. Hayatı güzelleştirmek şu: Ona düzen vermek, onu iyileştirmek. Ama bu kolay değil. Onun için çalışmak, savaşmak gerekir. Anlayabiliyor musun Camal? “Yaşamak demek, savaşmak demektir!”

Azim’in bunları bana neden anlattığını algılayamıyordum. O anda felsefi düşünceler, benim umurumda değildi. Ayı, göğü, yıldızları bin kere tekrar konuşsa bile sevimli olurdu.

– Camal, ne düşünüyorsun, bu sene okula devam etmeyi düşünüyor musun? dedi Azim.

– Ben mi? dedim, salak gibi şaşkınlıkla.

– Bu sene mi?

– Evet, sen. Bu sene… Azim her zamanki gibi gülümsedi.

– Bilmiyorum ki. Onu daha düşünmedim.

– Şimdi düşünmezsen, peki ne zaman düşüneceksin? Yeni okul döneminin başlamasına az vakit kaldı.

Orası gerçekten öyleydi.

Cidden de az kaldı, dedim. Henüz okurum veya okumam diye bir şey söyleyemedim.

Okumak… O zaman Azim’den uzaklaşırım? İşte böyle olmasını istemem. Eğer okumayacağım dersem… Ezilirim.

– Kısacası…

– Okumaya devam edersem iyi olur. Ama iş… Farkındasınız, dayım çoluk çocuklu. Küçük de değilim. Çalışmam daha doğru değil mi? dedim. Sonra da gerçekten okumadan, öyle kalacak mıyım diye de içim gidiyordu. Azim de çenesini ovarak üzülür gibi oldu:

– Bu düşüncen de doğrudur Camal. Durum öyle ise de… Ha şu var! -Sevinerek, aniden gözleri şimşek gibi yanarak, beni elimden tutup- Camaş (o ilk defa adımı sevgi ile çağırdı), dedi. Bu sene çalışan gençler için gece okulu açılacakmış. Oraya gider misin? Camaş?!

Gökte ararken yerde bulmuş gibi oldum:

– Tabii ki, dedim. Kesinlikle, gideceğim!

O benim elimi sıkarak:

– Lise… Orayı bitirirsin, okumayı öğrenirsin ondan sonra da devam etmen gerekir. Ne zamana kadar… Kırgız kızları da eğitim alsın.

Yukarıya baktığımızda nefesimiz kesilerek bakakaldık. Evvelki fakirin çadırının yırtığından girmiş güneşin nur parçacığı gibi ışığı, ala bulutların arasından ayın beyaz parıltısı, akın akın dökülüyordu. Sanki pastoral bir tablo gibiydi. Gölün bu taraftaki sahili gümüşle kaplanmış gibi parlıyordu. Öbür tarafı da belli belirsiz olarak, dağın eteğinde, sonsuzlukta kaybolmuştu. Güney tarafdaki dağların bulanık görüntüsü karanlık gökyüzünden zor fark ediliyor, dağlar üzgün duruyordu.

Benim okula gece gitmem Kanay’ın hoşuna gitmedi:

– Camal, bu senin bildiğin işte kızlar boşuna zaman harcar. Evlenince her şey bırakılıp kalır. Bir şey daha; işle okul aynı zamanda olacak, yetişebilir misin o da var. İşte “Gece okuyor.” diye bir uygulama yok.

Ama o ne derse desin amirimdi. Daha sonra benim gönlümü kırmamak için, destek olur gibi:

– Liseyi okuyabilirsen sonuna kadar oku. Ondan sonra geleceğine bakarsın.

Onun dediklerine pek kulak asmıyordum. Onların hepsi bir kulağımdan girip öteki kulağımdan çıkıyordu. Bu düzgün bir şey konuşmaz zaten diyordum. Öyle doğruluk dolu, akıl verici sözler ilgili insanlardan duyulur. Tabii, Kanay’ın da çok iyi taraftarı var. Sırf kötülemeyle olmaz. Ne olursa olsun Kanay, Azim’e denk olamaz.

İşin doğrusu, ikisini birbirleriyle kıyaslamıyordum. Bazen bana Kanay’ın tek özelliği sadece boyunun uzunluğu ve salladığı saçları gibi geliyordu. Açık konuşmasa da o kalbinin derinliklerinde Azim’den nefret ediyordu. Ne kadar belli etmemeye çalışsa da fark ediliyordu. Azim’in çalışmalarındaki başarılarından dolayı çoğunluk onun hakkında iyi düşüncelerini söylerken Kanay duymazdan gelirdi. “Yanılmayan çene, kaymayan ayak olmaz.” derlerdi. Ne münasebetse, bazen Azim ceza alıp, ödemeye giderse, Allah yanıltmasın, o zaman çırağı onun dedikodusunu yapıyordu.

Sanki Azim bunları bilmiyor mu? Biliyor, ama hiçbir şey demiyordu. Dese de… Hepsi Kanay’ın sözüne inanıp onun tarafında mı olacaklardı?

Hâlâ aklımda, Azim’in bölge başkanı olduğunun ertesi günü, Yakovlev bize bu duyuruyu bildirdi.

Hepsi:

– Doğru, doğru yapmışlar diye kolladılar. Önceden genç, tecrübesi az diyen Yakovlev’in kendisi bile:

– Evet, doğru seçmişler. Gerçekten becerikliymiş, dedi. Becerikli ve bu işi yapabilir. Bilmiyorum, kim nasıl düşünür, ama ben güveniyorum.

Ben içten içe mutlu oluyordum.

Svetlana çaktırmadan bana bakıyordu. Kanay, yüz şekli bozulmuş, sessizce kenara geçmiş oturuyordu.

– Bak Kanay, şu andan itibaren senin birlikte çalışacağın kişi Nujdov değil, bu Kurmanov’dur, dedi ona dönüp Yakovlev.

– Ne zamandandır onu iyi tanıyorsun.

– He he, tanımaz mıyım? Ne olsa da Vasiliy Petroviç, bence protokolü pek doğru yapmadılar. Açıkçası, Kurmanov bu işe göre değildi. O, o… Kanay bir an kendini kaybedecek gibi oldu.

– O arkadan mütevazı, cömert görünüyor, aslında öyle değil. Yoksa burada kendini tek mühendis sanıyor da kalanını basit işçi yerine mi koyuyor, kısacası, her zaman kendini beğenen…

Svetlana onun sözünü kesti:

– Kendini beğenmek derken?! O sana; “Ben mühendisim, sen sadece basit bir teknik elemansın.” mı dedi? Bu yanlış bir şey, Kanay.

Anlık bir sessizlik oldu.

Svetlana konuşmaya devam etti:

– Sadece sana böyle demiş ve üstten bakmış olabilir. Ancak hiçbirimiz Azim’in öyle tavırlarını bu zamana kadar görmedik. Şu da var: “…bu işi yapamaz.” diyorsun, o zaman madenciler neden övgü ve saygı ile karşılıyorlar bu durumu! Her zaman Azim’le çalışanlar mı daha iyi tanıyacak Azim’i yoksa sen mi daha iyi tanıyacaksın?

Kanay oturanların arasında tek kaldığından mı, yoksa Azim’in hakkında olumlu bir şey daha duymak istemediğinden mi bilmem gözlerini yere dikerek, dışarıya doğru giderken:

На страницу:
2 из 6