bannerbanner
Kızın Sırrı
Kızın Sırrı

Полная версия

Kızın Sırrı

Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
3 из 6

– Bakacağız, dedi duyulur duyulmaz. Bakacağız…

Şubat ayı. Çarşamba. Dayım büyük çocuğunu alıp komşuya doğru gitmişti. Çok güzel bir hava vardı. Etraf bembeyaz, karın parıltıları ile güneşin nuru çarpışıp, göz alıyordu. Yengemle beraber, evden çıkıp güneş vuran köşeye oturduk. O, çocuklarına dikiş makinesi ile elbise dikiyordu, ben de ders çalışmaya giriştim. Yengemin zaman zaman bana bakıp durduğunu hissediyordum. İlk önce o kadar da alınmadım. Sonuçta insan insana bakar. O beni ilk defa görmüyordu sonuçta, vakit geçiyordu. İkimizin de ses ettiği yoktu. Hala o sırlı sınama bakışları… Ara sıra fark edilir edilmez ofluyordu. Nedense bu durum uzayınca canım sıkılmaya başladı. O halimi yengeme belli etmiyordum. Hiçbir şey fark etmemiş gibi, son kez kitabıma bakıyordum. Kalbim sanki olumsuz bir şey olacağından şüphelenir gibi ara sıra çarpıyordu. Yengemin bir bildiği var gibiydi. Nasıl? Düşüncelerimde boğulup meraklanmaya başlamıştım.

Son zamanlarda yengem de dayım da eskisi gibi değillerdi. Açık konuşmuyorlardı. Sanki benden bir şey gizliyor, içlerine atıyor gibilerdi. Kız çocuğu yetiştirmek biraz zor oluyor değil mi? Olacakları ben de tahmin ediyordum. Böyle durumlarda öksüzlüğün etkisiyle akıldan geçenlere bile alınıyordun. “Bu… Nasıl bir kader benimki?”

Belki de böyle durumlarda herkes kendi yaralarını düşünüyordu. Ondan dolayı mı kaygılanıyorum? Yoksa benim fazlalık olduğumu mu düşünmeye başladılar? Yok, o mümkün değil, inanmak istemiyordum. Nasıl olur da dayım beni kaderime mahkûm etsin! Ne olursa olsun o bana kötülük düşünmez. Öyle kötü durumlara bırakılacak bir yaramazlık yapmadım. Ah, kahrolası öksüzlük!

İçim doldu, boğazım düğümlenmeye başladı. Dudaklarımı ısırıp ne kadar tutmaya çalışsam da sonunda dayanamadan ağlayıverdim. Kitabım elimden düştü. Titreyen ellerimle yüzümü kapatıp dizime kapandım:

– Öksüz, öksüz… Demek ki öksüzlük öksüzlükmüş? Ne kadar içten davransam, öz olmaya uğraşsam da beni bir başkası gibi yabancı gibi görüyorlarmış.

O anda benim “Ba” diyen sesimi duyar duymaz canını veren annemi, yeni yeni adım atmaya başladığımda savaşa gidip, geri dönemeyen babamı hatırlayıp, hıçkırarak ağlayıverdim: Anne… Kurban olduğum babacığım! “Bir taneciğim, şımarığım” diye bana seslenirdin. Şimdi de şımarığın gördüğü güne bak. Bakın…

Ben aniden kendimi tutamayarak nefes nefese sesli ağlamaya başlamıştım.

Dikiş makinesinin sesi tık edip durdu.

– Camal, Camalcım, ay! Yengem oturduğu yerden sıçrayarak kalktı. Ney, ne oldu?

Daha çok ağladım ve bir şey diyemedim. Yengem sarılıp sevgiyle yalvarıyordu. Ben kendimi durduramıyordum. Gözyaşım bitmiyor, ağlamam da kesilmiyordu.

Cakin? Yengem başını başıma dokundurup, sessizce:

– Söyle, güneşim, ne oldu?

Onun sesi bir değişik duyuldu. Ben gözyaşları içinde:

– “Ne oldu…” Ne olduğunu ben nereden bileyim. Ne zamandır sürekli bana bakıyorsunuz. Bir şey de anlatmıyorsunuz, dedim.

– Ne zamandır dayım da…

– Şimdi dayın… Dayının yapısı öyledir. Konuşmayı pek sevmez.

Bayağı zaman geçtikten sonra can sıkıntım geçer gibi oldu, ağlamam durdu. Altımdaki minderin kenarını elleyerek, zaman zaman da oflayarak oturmaya devam ettim. Tuhaf… O arada bile aklımda Azim vardı. Belki o da az ağlamamıştır, diye düşündüm. Öksüzlüğü yüzünden çok çektiği olmuştur. Ona üzüntümden ciğerim parçalanacak gibi oldu.

Yengem sofrayı kurdu, çay getirdi. Çayından bir iki yudum alır almaz:

– Cakin’ciğimm, kurban olduğum… Senin hakkında kötü düşündüğümüzü sanıyorsun. Allah var, dedi sözüne başlarken. Sen artık küçük kız değilsin. On sekizine girdin. Senin yaşında ben anne olmuştum. Sana niye kötülük isteyelim ki. Bak şunlara, şu bizimle sofrayı çevirip oturan çocuklara… Onlara sırayla baktı..

– Bizim için bunlardan farkın yok. Bunlar bizim için nasılsa sen de aynısın.

Yengem sanki benden bir şey duymak ister gibiydi. Ben hiçbir şey demedim.

– Öyle, bereketim. Kötü bir şey düşündüğümüzü sanma, köyde senin hakkında laf söylenmesinden tedirgin oluyoruz. Genç kızların hakkında türlü dedikodular yaparlar. “Milletin ağzı torba değil ki büzesin.” Demişler.

Yengem nedense, durdu. Sadece, yazmasını düzeltir gibi oldu ve sessizce kaldı. İçinde diyemediği bir şey olduğu belliydi. Ama onu bana söylemek istemediğini de anlıyordum. Gizliyor mu? Kalbimi kırıp, hepten derde sokmayı istemiyor mu?

Ben çekinerek:

– Yenge, o ne demekmiş? dedim.

He, ne diyecek ki… Kaçamak cevapladı yengem.

– He, söyleseniz, anlatsanız? Eğer hakkımda bir şey demişlerse er ya da geç zaten duyulacak. Başka birinden duyacağıma… Anlatır mısınız?

O biraz çekinerek, sessizce oturdu; sonra duyduklarını, durmadan, eksiksiz anlatmaya başladı. Sonunda:

– Şimdi beni dinle, kurban olduğum, öteki… Nasıl bir delikanlı olduğunu bilmiyorum. Nasılsa daha gençsin, Cakincim. Ee, erkek erkektir. Geleceğini de düşünmen lazım. Kötü düşünmeyelim ama eğer olumsuz bir şey olursa, “Ne yaptım?” diye parmağını ısırırsın! Hayatının sonuna kadar gençlikte yaptığın hatalar yüzünden kedini pişmanlıkla sorgularsın. Ötekisi de o sana göre değil.

Kalbim çıkacak gibi oldu. Ne zamandır, değer verdiğim, gönlümdeki kıymetli hayallerim, bir anda toza toprağa karışarak gözümün önüne serilmiş, düşüncelerimi bulanıklık içinde savurmuş gibiydi. Oturduğum yerden anında sıçrayarak kalktım. Eve doğru yürüdüm. Yastığı kucaklayarak, sırt üstü yattığımda, uzun süre ağlamıştım. Bu sözleri, bu doğruları hiç kimseden duymamalıydım. Sadece kendi gönlümde, sakinleştirici gibi kalsa da olurdu. Keşke!

“Sana göre değil…”

Bu olaydan sonra, evde de dışarıda da her zamanki gibi değil, özgüvensiz davranmaya başladım. Bazen birileri bana baksa veya öylesine benimle sohbet etse bile üzerime alınıyor, kendimden şüphe ediyordum. İşe gidip gelene kadar gözlerimi yerden ayırmıyordum. Azıcık olsa da sükûnetimi sağlayan, şerefimin kirlenmemiş olması ve gönlümün temizliğinden dolayı hissettiğim suçsuzluğumdu.

Azim eskisi gibiydi. Olan bitenden haberi yoktu. Karşılaştığımızda okulum, işim hakkında sorular sorar, âdeta duymuş gibi akıl verirdi. Hepsi de yararlı ve yerinde sözlerdi. Ona sadece göz ucuyla bakıyordum. Kendisi bu kadar genç yaştayken, hayat… Yaşamın şartlarını bu kadar iyi anladığına şaşırıyordum. Bir şey daha var, bana bakışı… Ben o bakışları anlayamıyordum. Belki, o sadece, sıcakkanlı olduğu içindir, büyüğüm olarak bakıyordur? Yoksa onda da mı hasretli sezgi, kalbinin derininde saklanan içini kemiren aşk, sevgi var? Oho… Eğer öyle olsaydı…

Bunları düşünürken aniden irkildim. Doğrusu, ben ona göre değildim ki. Onun yanında benim neyim vardı? Güzelliğim veya sevimliliğim mi? Çoğunun gözünü alan yüzümün tatlığı mı veya gençliğimin taze, daha dökülmemiş çiçeği mi? Hayır, bu yetersizdi. Bunun hepsi onun ruhunun iyiliğinin karşısında yetersizdi. Ona tıpkı kendisi gibi (eğer tabii ki varsa öyle daha birisi) aşırı derecede nazik biri yakışırdı. Benim Azim’e karşı olan narin duygularım her gün yeni bir umuttan güç alıyordu. Umut hiç biter mi? Yavaşça yanıyordu. Beni engelleyen, ona karşı olan saygımdı. Saygılı olmak. Öyle işte…

Son günlerde nedense Kanay benimle pek fazla ilgilenmeye başladı. Bunu sadece ben değil, bölümdeki herkes fark etti. O, çekik mavi gözlerinin boş ve anlamsız bakışları, sanki ruhuna sığmayan bir sevincini anlatıyor gibi, arada gülümseyerek, bana bakıyordu.

Sabah saat dokuz civarında, her zamanki gibi blokta toplandık. Cetvel ile ölçmeyle uğraşırken, Kanay alıştığı “damgalama” işi ile meşguldü. Ben çekicim elimde hazır olarak karşı tarafta bekliyordum. Bloğun en sonundan kaya delici tabancanın sesi duyuluyor, o taraftan çok az aydınlık görünüyordu.

Ben işime bayağı alışmıştım. Eskisi gibi etrafa korkuyla bakınmıyordum. Saklamayayım, ilk başta çok korkuyordum. Sanki yukarıda koca taşlar beni bekliyordu ve üstüme düşecekler gibiydi. Şu bölgelere girerken “

Yere kocaman taşlar düşüp, çıkışımızı kapatsa ne yapacağız?” derdim. Oranın başka acil çıkışı da varmış. O ne ki numune alınacak damgalanmış yerleri kırarken, sanki taşın canı acıyacak gibi hafiften döverdim. Bazen nefesimi kısıp, donup kalıyordum. Şimdi onları hatırlayınca gülüyorum.

– Camal, bak… Damgalar bitti, dedi Kanay.

– Çuvalları götüreyim mi ağebey?

– Olur.

– Muşamba nerede? Yoksa sizde mi?

– Evet, buradaymış.

Ben oturduğum yerden kalkıp onun yanına vardım.

– Nereden başlamam lazım?

– Ya, niye acele ediyorsun? Gel, otur, dinlen.

– Ne dinlenmesi…

– Onu bırak da… Söyler misin Camal, ne zamana kadar “Ağabey” diyeceksin?

O sustu, lafını bitirmedi. Dalgınlıkla bana baktı. O an kendisi de gözleri de bana tuhaf göründü. Nedense kalbim çıkacak gibi olup gerilmeye başladım. Onun kalın dudakları kıpırdayarak bir şey diyecekti. Hayır, diyemedi. Cesaret bulamadı.

Ben kenardan numune almaya başladım. Yan tarafımda Kanay vardı. Yine kendini zor tutarak, muşambadaki kırılan taşları oraya buraya atıp, mineralleri seçiyordu. Arada elimdeki çekici alıverip benim işime devam ediyordu. Onu da sonuna kadar yapmıyordu.

– Yeter bu kadar, diye mırıldanarak ver torbayı, dedi.

Ben de torbaları uzattım. Birlikte numuneleri doldurduk. Doldururken de az önce yaptığı gibi, mineralsiz taşları seçip atıyordu.

Ben:

– Siz neden öyle yapıyorsunuz? Kurallar… O kitapta yazılanlara bu uymuyor ki, dediğimde Kanay:

– Ee, ne kitabı! Kitap ilim adamlarının kendileri içindir. Üreticilikte onun ne gereği varsa? Orada öyle yazılmış, böyle yazılmış diye fazla yükü kaldırmaktan kim hoşlanır, dedi ve konuyu değiştirdi.

Son zamanlar da neden öyle yaptığını anlamıyordum. Daha doğrusu, onu çok da kafama takmıyordum.

Yolda giderken:

– Uzun zamandır Kurmanov görünmüyor, dedi Kanay, beklemediğim bir şekilde. Sabahtan akşama kadar madenden hiç çıkmıyor diyorlar.

– …

– Bizim Svetlana da hep onun yanındaymış. Kısacası bu boşuna değil.

– Kanay, boşuna değili vurgulayarak söyledi.

– Ne ki meslektaşlar. Üstelik Svetlana, o tarafın kazı yerlerini iyi bilmiyor.

Yeni bölge, yeni sorumluluklardı. Kendi jeologdu. Geçen aydan itibaren o birinci bölgenin, geçici markşeyderi1 olarak atandı. Çünkü ondan başka uygun kimse yoktu. Üstelik “Svetlana birinci derecedeki markşeydermiş.” dedi.

Kanay savunarak “Yok, ben sadece düşüncelerimi söyledim.” dedi.

“Bayram olur, bayramın ertesi de olur.” deyimindeki gibi, çoktan beklenen Mayıs bayramı da geçti. 1 Mayıs öğleden sonra, sanki kutlamaların bitmesini beklemiş gibi, sağanak yağmur başladı. 2 Mayıs… Gökyüzünde tek parça bulut yok; tabiat yemyeşil renkte, ağın üzeri güzelleşmiş ve serin bir esinti vardı. İlkbaharın taze çiçeklerinin kokusu yayılmıştı. Irmağın akışının sesi vadiyi kaplamış gibiydi. Sağ taraftaki Oyon Serenin gölgesi, sanki güneyden başlayarak, tepeden aşağıya doğru yavaş yavaş kayıp geliyordu.

Biz Kırbanın tepesine öğleye doğru geldik. Sinek sesi bile yok. Geçen yıldan kalma uzun çimler ayaklarımıza dolanıyordu. Bu senenin taze otları, buralarda hala büyümemişlerdi. Arasıra rengârenk kanatlı minik kuşlar, ötüşerek yere doğru uzanmış ardıç dallarının arasında kaçışıyorlardı.

Biz erkekler ve kızlar olmak üzere on beş kişi civarındaydık. Aramızda “en yaşlımız” Svetlana idi. Boynundaki incecik şalını düşerken tutup göğsünü dolduran derin bir nefes aldı. Uzaklara bakarak:

– Ah, ne kadar güzel ne kadar muhteşem manzara!

Onun baktığı tarafa ben de bakıyordum.

Dağlar, dağlar… Uçları sivri, bir bakışta sanki acayip bir okyanus dalgalanarak gelip, dalgaları donarak kalmış gibiydi. Köpükleri de gökyüzüne sıçrayıp, evvelki asırlarla beraber habersiz kaybolup gitmiş devirlerin sesini duymak umuduyla beklentide kalmış gibiydi. Kırlar, bozkırlar, ırmaklar çırpınarak, akarak gökyüzü ile yerin bitişine kadar mütevazı devamlılığını sürdürmekteydi.

Ana Göl… Işıldayıp maviliğini sergilemişti.

Kırgız’ımın gururu! Kırgız yerinin incisi… Ben onu anlatamam, o güzelliğin karşısında çekinirim. Görmemişsen, gel görmeye. Eksik kalma. Geniş bir solukla havasından derin nefes çek. Göl kenarı, engel olan tat yok. Halk Göldür, Göl Halkıdır. Gölün rengi halkın düşünceleri: mavi, benekli, temiz. Gölün genişliği halkın cömertliğidir: Geniş ve derin.

Azim ilerleyerek, yakasınındaki düğmeyi çözdü, sağ kolunu yukarıya kaldırarak:

– Ege-e-ey!

– Ege-e-ey!

– Ege-e!

– Ee-e!

Yankı dağdan dağa çarparak belirsiz bir boşlukta içlenmiş gibi kayboldu.

Ben Azim’in kolunu sallamasına bakarken gözlerimi kapatıverdim. Kulağımdaki o peş peşe uzaklaşan, uzaklaşınca kısılan yankı sesini uzatıyordum.

Gözlerimi tekrar açtığımda:

– ?

Azim’in kaldırdığı kolunun şekli, bembeyaz kireç gibi gökyüzünde çizilip kalmış gibiydi. Ondan başka bulut bile görünmüyordu. Tek onun kolunu sallama huyu vardı. Azim aynı yerde, adım bile atmadan duruyordu. Benim orada gördüklerim içinde, ondan daha büyük, daha yüce hiçbir şey yoktu.

Hepimiz yemek yemeğe sofraya oturduk. Sanki düğün sofrasıydı. Getirdiklerimizin hepsi ortada: konserve, ekmek, içecekler… (arak – şarap) Bir sürü… Eğlence başladı. Öğle vakti akşama dönmüş, eve gitmek kimsenin umurunda bile değildi. Çoğunun neşesi yerindeydi. Sevinç, gürültü, kahkaha içinde, türkü şarkı söylüyorduk. Fark etmemiştik ama Kanay bayağı komikmiş. Kimsenin aklına gelmeyen oyunlar yaratıyordu, şaşırıyorduk.

Sadece Azim ile Svetlana açılmıyorlardı. Herkesle beraber gülüp neşeleniyorlarsa da çaktırmamaya çalıştıkları bir gizemleri olduğu belliydi. Özellikle bana. O ikisine dikkatle bakan, ayrıca Azim’i göz ucuyla takip eden, burada benden başka kimse yoktu. Ötekilerden ayrı, kendi kendilerince “ ayrılıp” durmaları beni karanlık düşüncelere sevk ediyordu: Bu nedir? Kanay’ın geçen dedikleri aklıma geliyordu:

“Bizim Svetlana da hep onunla beraberdi. Kısacası, bu boş işler değil…” Aynen, boş söylemler değildi sanki. Ama ne olursa olsun gerçekten onların hakkında hiç kötü düşünmüyordum. Şüphelerim anında dağılıyordu.

En son “Mendil saklama” oyununa geçtik.

Oyunun bayağı kızıştığı andı. Azim dolanıp koşarak gelip yazmayı benim arkama bıraktı ama esintiden dolayı o, Kanay’ın yanına düştü. Kanay anında yazmayı kaldırıp onun peşinden koştu. Azim pek de yetişmek için kaçmadı. Sadece:

– Üzgünüm, istediğim olmadı, değil mi? diye gülümseyerek hızlandı.

– Ne zaman istediğin olmuş ki?! Kanay bayağı ciddiyetle Azim’in sırtına birkaç sefer tokat attı.

Oyunda oturanlar bir şey anlamadan onlara bakarak kendi aralarında fısıldaşıyorlardı. Ben de hemen yerimden kalkıp Kanay’ı boğmak istiyordum. Svetlana da hissetti sanki bana göz ucuyla bakarak, hafif başını sallayıp işaret verdi…

Azim Kanay’a hiçbir şey demedi. Ne kızdığını ne de sinirini belli etmeden geri yerine gelip oturdu.

Çok geçmeden oyunu da bitirdik. Bu olaydan sonra devam etmemizin bir anlamı kalmamıştı. Azim’in bölümünde çalışan iki delikanlı Kanay’ı sıkıştırmaya başlamışlardı. Azim onların yanına gelip:

– Delikanlılar, yapmayın. Ne gereği var. Eğer bir sıkıntısı varsa biz kendi aramızda konuşuruz, dedi.

İlçeye gelene kadar Azim ile Svetlana işle alakalı bir meseleyi konuşup durdular. Bazen tartışıyorlardı. Anladığım kadarıyla Azim’in bölümünde bir takım sıkıntılar vardı.

Azim bizimle vedalaşırken “Doğrusu, bu mesele üretim toplantısında konuşulacak gibi.” dedi.

O gün ne olduğunu anlayamadım. Tam o gün, bizim son dersimiz vardı. Gece okuyanlar çok değildik. Toplam 20 kişiydik.

Zil çaldı, “Büyük sınıfa” müdür, öğrenci işleri müdürü ve daha birçok öğretmen girdi. Sessizlik oldu.

Müdür oturduğu yerden kalkıp:

– Vay vay, şunların sessizliğine bak. Şu okumayı tekrarlatsak mı, acaba? dedi şakalaşarak.

Bu bizim için son dersten ziyade daha çok muhabbete benzedi.

Herkes düşüncelerini söyledi. Öğretmenlerimize sınavlarla ilgili merak ettiklerimizi sorduk. Nasıl olacak, Eğitim Kurum Başkanlığı’ndan katılacaklar mı? Müdür bey:

– Ondan niye korkuyorsunuz? dedi. Önemli olan hazırlık derslerinizde başarılıysanız, Eğitim Kurum Başkanlığı değil, ta merkezinden gelsin, yine de kolay şaşırmazsınız! Evet, önemli olan hazırlık, hazırlık…

Sınıfın içi konuşma ve uğultuyla doldu. Ben kenarda oturuyordum. Pencereye baktım. Dışarısı kararmaya başlamıştı. Sanki biri bakıyordu. Kim olduğu pek görünmüyordu. “Azim mi?” diye düşündüm. Hayır, o bahsedilen toplantıdadır.

Tam o an öğrenci işleri müdürü sınıfa:

– Çocuklar, aranızda tek bir tane kız var. Mm… Ben ona şöyle bir soru sormak istiyorum, dedi. Kanimetova, okulu bitirdiniz. Diploma elinizde…

Birisi sözünü kesti:

– Öğretmenim, okulu bitirdik de ama diplomayı elimize aldığımız… Kim bilir…

Oturanlar güldüler.

– Kim bilir ki… Müdür beyin de dediği gibi bu iyi hazırlanmanıza bağlı. Şimdi, kızım sen nereye gitmeyi düşünüyorsun? Hangi üniversiteye?

Ben hemen cevap veremedim. Doğrusu, aklımda bir şey yoktu. Matematik… Başka derslerde yardım ederken Azim bazen soruyordu. Ben de susarak omuzlarımı kaldırıyordum. O: “Hayır, Camaş, şimdiden düşünmen lazım. Eğer istediğin bir okula gitmezsen, sonra pişman olursun.” diyordu.

Oturduğum yerden kalkıp:

– Bilmiyorum, öğretmenim, dedim.

– Nasıl bilmiyorsun?

– Üniversiteye gitmek için çalışmak lazım.

– Çalışıyorsun ya.

– Öyleyse de stajım yetersiz.

– Şimdi… Stajı olmayanlar da kazanıyorlar. Sen kötü okumadın. Bir senedir yerin altında çalıştın. Bu az bir şey değil.

– Doğru diyorsunuz, dedi müdür bey ona dönüp.

Bayağı oturduk.

Sonunda öğretmenlerimiz bize şans dilediler.

Bizim oturduğumuz sokağa döndüğümde karşıma Kanay çıktı. Galiba pencereden bakan o idi:

– Bitirdiniz mi? dedi.

– Evet.

Yanımda yürüyordu. Bana yaklaşınca ben yolun kenarına çekiliyordum. Aklında ne vardı bilmiyordum.

Postane göründü. Onun önündeki elektrik direğininin lambasının aydınlığı etrafa yayılmıştı.

– Ağabey, siz bu tarafa gitmiyor muydunuz? dedim, taşla döşenmiş ince yolu göstererek.

– Camal, sevgiyle söyler gibi. Müsaade edersen, evine kadar yolcu edeyim?

– Teşekkür ederim, ağabey. Bir senedir kendim gidebiliyorum.

– Diyeceğim vardı.

– Diyeceğiniz mi? Söyleyin.

Kanay sanki leylekler gibi konuşmadan, gözlerini yere dikmişti.

– Dinliyorum, ne diyecektiniz? diye ona baktım.

– Camal… Camal… Ben… Ben, seni seviyorum.

– Seviyorum? Ha ha!

– Neden gülüyorsun?

– Neden gülmeyeceğim?

– Ben seni önceden, Azim’den de önce seviyordum. Ama…

– Kanay, ben onu ilk defa adıyla çağırdım. İlk defa “sen” dedim. Birincisi, Azim şimdiye kadar o konuyla ilgili hiçbir şey demedi. Sadece sana söylediyse onu bilmem. Eğer seviyorsan, bu zamana kadar neden demedin, bildirmedin? Yoksa biri engel olup yolunu mu kapattı?

– Evet. Azim. Bana, benim işime, sevgime tuzak kuran odur. Bundan dolayı ondan nefret ediyorum, ondan dolayı… Sonunda olacağı varmış, istediğimi kazandım. Şu andan itibaren kimse ikimize karışamaz. “Camal?” O bana doğru adım attı. Ben de geriledim. O andaki yüzünün ifadesi değişikti.

“…İstediğimi kazandım.” Nedense bedenim yorulmuş gibi oldu. Kanay’ın karşısında durmak istemiyordum artık. Hemen dönüp yoluma devam ettim. O da peşimden gelmedi. Dalgınlıkla olduğu yerde kaldı.

Bulanıklık içinde geçmişi hatırlamaya çalışıyordum. “Hayır, hayır! O hiçbir zaman sevmedi. Onun zihni sevmeye kalkmaz. Aklında başka bir şey var. Tüü!”

Dayımla yengem beni bekliyorlarmış. Çocuklar uyumuş.

– Ne oldu, kurban olduğum? Geç kalmazdın…

– Bugün son dersimizdi, yenge. Sonra öğretmenlerimiz toplantı yaptı, dedikten sonra çantamı pencerenin kenarına koydum.

– Aa… Dayın da şimdi geldi. Yüzünün rengi solmuş? Bir yerin mi ağrıyor?

– Hayır, hayır. Öylesine…

Yengem kendi kendiyle konuşarak ileriye gidip, yeleğini getirip bana örttü:

– Bu akşamki esinti iliğine kadar işler.

– Deme ya! Şu kızın gerçekten üşüttü gibime geliyor? dedi dayım, ayaklarının üstüne oturarak. “Sıcak çay içir.” dedi. Ben yeleği sıkıca sarıp sofraya yaklaştım. Çay içtikten sonra yengem:

– Ee, babası sen konuş, dedi.

– Sizin toplantı da bayağı uzadı?

– Tabii ki… Birinin hakkında sonuca varmak kolay değil. Dahası toplantı konusu bayağı ciddiydi.

– Mesele neydi, dayı? Ben ona döndüm. Aklımda…

– Madenin kalitesi hakkındaydı.

– Genel olarak mı? Yoksa…

– Tabii. Ama birinci bölüm, özellikle onun başındakilere kötü oldu.

Başka soru sormadım. Nedense bana her şey anlaşılır geliyordu, her şey daha önceden belli olduğu gibiydi. Azim ile Svetlana daha geçenlerde, gece gündüz demeden bu işle alakalı koşuşturuyorlardı sanki.

“Boş yerden değil…”

Ben odama gelip başköşeye geçtim. Dayımlar hâlâ konuşuyordu.

– Kalitesine ne olmuş? diyor yengem.

– Ne olacak… Ondan bir şey anlıyor musun sen?

– Anlamasam da… Yaa! Erkek etrafından gördüğünü, duyduğunu anlatır diyorduk.

– Of, kısacası, o delikanlı bölümün başkanı olduğu zamanlardan, oradan üretilmiş madenlerin kalitesi, içeriği diyorlar ona da yüzdesi de düşüktür.

– Aşk olsun! Ne zaman okumuş bilmiş oldun, basit dille anlatsan.

– Öyle yaparsın, ha. Kısacası, dediğim gibi çok kötü ettiler o delikanlıyı.

– Kimi?

– Öteki delikanlıyı.

– Öteki delikanlı kim ya?

– O “Mühendis delikanlı”

– Ay, yavrum… Azim’i mi?

– İkisi fısıldadılar.

– He, sonra ne oldu?

– Ne diyecekler, galiba görevden alacaklar. Markşeyderi kızı da. İkisi de sebebini anlatamadılar. Yetenekli, becerikli delikanlıya benzetmiştik, gençlik hatasıdır umarım veya tecrübesi yeterli değildir. Yoksa Nujdov başkan iken her şey yolundaydı. Bir şey daha, o Kanay dediğimiz delikanlı…

Onlar gene fısıldadılar.

– Aferin. Etkili konuştu. Sanki taşa duvara vurmuş gibi. Çaktırmadan herkesi o mu geçecek?

Artık ben onun hakkında hiçbir şey duymak istemiyordum. Yatağıma yattım. Onun akşamki duruşu, şekli, tuhaf, tiksindirici bakışları, gözlerimin önünden gitmiyordu, söyledikleri hâlâ kulağımda tekrarlanıp duruyordu: “Ondan dolayı ondan nefret ediyorum, ondan dolay… Sonunda… İstediğimi kazandım.” “İstediğimi kazandım.” Nasıl acaba? Düşünmeye çalışıyordum. Henüz kendi soruma kendim cevap bulamıyordum. Ama nasıl?

Sınavlara hazırlanmak için bize izin verildi.

Ertesi gün sonuçları öğrenmek için, Maden Başkanı’na gittim. Az bekleyiniz, dedi müdürün sekreteri, bir acele ile hepsine bir imza atsın.

“Hepsine nasıl olurmuş?”

Engel olmamak için, dışarıya çıktım, ileride gölgedeki banka oturdum. Kendi bölümümüze girmedim. Çünkü orada Kanay da vardı.

Çok geçmeden o sekreter kız:

– Kanimetova, Kanimetova! Gelebilirsiniz, dedi. Tamam, bitti.

Anında koşarak girdim içeri. Seçim sonucunun fotokopisini elime verdi. Alır almaz ona baktım. Ama sonuna kadar okumadım… “Demek ki dayımın dedikleri doğruymuş da? Demek ki…”

O açık pencereye doğru baktım:

– !

Azim, başında kasketi yok. Saçları hafif yel esintisinde havalanıyor, yeleğinin önü açık. Birini bekliyor gibi yavaşça adım atarak başını yere eğdi, önüne doğru bakıp hızlandı.

Azim perişan görünüyordu. İçim acıdı. Görüşmeyeceğim, görüşmem dedim. Kapıdan çıkıp, tam merdivenden inerken, karşıma çıktı. Uçarak mı geldi? Gözleri yorgun, yüzü soluktu. Canı sıkılmış görünüyordu. Bir anda yüzü güldü:

– Oo, Camaş? Nasılsın? dedi.

– Maalesef zamanım yoktu. Sınavlara az zaman kaldı. Başladın mı hazırlanmaya?

– Evet, hafifçe kafamı salladım. O tamamen işinden ayrılacaksa bundan sonra hiçbir zaman göremeyeceğimi, karşılaşmayacağımı sanıyordum.

– İznini ne zaman başlatacaklarmış?

– İznimi mi? Ben elimde tuttuğum katlanan kâğıdımı ne yapacağımı bilmiyordum.

– Eee… Bu neymiş? Buyruk gibi? Bakayım? O elini uzattı. Ben vermek istemiyordum. Ama kırılır… Uzattığı elini havada nasıl bırakırım. Yüzümü çevirip kâğıdı uzattım.

Azim sesli okumaya başladı:

– “Buyruk No 29…” Sonunda okuyup bitirdi, kısa süre ses çıkarmadan durdu, sonra:

– Evet. “Elin ile yaptığını boynunla çekeceksin.” mi diyorlardı?

– Suçunuz olmasa da mı?

– Suçumuz var mı yok mu, o ayrı bir konu. Demek ki ortada büyük bir inatlaşma var. Hiçbir şey diyemezsin.

– Azim buyruk kâğıdını bana geri uzattı:

– Bana karşı yaptıkları tamam da, dedi üzülerek.

– Ne karar vermişseler de Svetlana’nın hakkında verilen karar yanlış oldu. Onun suçu ne? Hayır, bu böyle kalmayacak. Er ya da geç doğruluk galip gelecek Camaş, doğruluk…

Azim geç kalmadı. Dediği vakitte geldi. Bizim sınıfın en son sırasına oturduk. Pencerenin önü de aydınlıktı.

– Ee, başlayalım mı? dedi Azim şakayla. Bakalım, yanlış olanlar hangileriymiş?

Ben ona göz ucuyla bakıyordum. Evet, sanki yıpranmış gibiydi. Yıprandığından mı bilinmez; kaşları, gür saçları, beyaz tenli yüzünden daha siyah görünüyordu.

На страницу:
3 из 6