Полная версия
Azatlık Türküsü
Körpe ile iyi sohbet ediyorlardı. Koğuşun bir köşesinde saatlerce konuşuyorlardı ancak kimse onların ne konuştuklarını bilmiyordu. Onları sanki kan bağları birbirine çekiyordu.
Ben yatakta uzanırken Körpe genellikle yatağın aşağısında oturur, dizlerini kucaklardı. Sağ bacağında diz kapağının üstünde üstü siyah kıllı, büyük beni vardı. Ferec Dayı ise o kadar utangaçtı ki, onu hiç kimse kısa kollu gömlekle veya çorapsız görmemişti. Giyinirken kimse görmesin diye koğuşta herkesten erken kalkar herkesten geç yatardı.
Körpe tahliye olduktan iki gün sonra Ferec Dayı hastalandı. Ateşi o kadar yükselmişti ki sürekli sayıklıyordu. Günde iki defa iğne yapılmasına rağmen ateşi düşmüyordu. Sonunda halk arasında yaygın olan tedavi usullerine baş vurduk. Ferec Dayı’nın yeri pencerenin önünde olduğu için onu daha ortada olan benim yatağıma taşıdık. Ben de Körpe’nin oturduğu yerde oturdum. Aniden onun bacağında aynı yerde, aynı büyüklükte aynı ölçüdeki beni gördüm. Şaşırmıştım. İçimden: ”Bu ne sırdır Allah’ım!” diye geçirdim.
Akşama doğru Ferec Dayı biraz daha iyi olmuştu. Bir kağıt kalem alıp herkesin adını ve doğum tarihini yazdı. Böylece önceden herkesin doğum gününü bilip hazırlık yapacaktık. Aralık ve ocak aylarında bu doğum günlerinin dördünü kutlayacaktık. Benim ismim de bu sıraya giriyordu ama ben Şule’den ayrı doğum günü kutlamak istemiyordum. Bu nedenle doğum günüm olarak 25 Ağustos gününü belirttim. Ancak hapishanede hiçbir sır gizli kalmazdı.
Doğum günümün tesadüfen öğrenileceğini düşündüğümden, Damet’ten bunun gizli kalmasını rica ettim. Hapishanenin yazılı olmayan kurallarına göre, doğum tarihimi neden gizlediğimi açıklamak zorunda değildim. Bu işi para hallederdi. Damet’e biraz harçlık verip diğer boş boğazları da susturmasını isteyince her şey yoluna girdi…
Doğum günümde hem Şule’den hem de yurttan bol miktarda yiyecek gelmişti. Öğrenci arkadaşlarımın gönderdikleri hediyeleri tek tek kontrol edip Ferec’e verdim. Herhangi bir tebrik mesajı yoktu ama gelen hediyelerin içindeki doğum günü pastası soframızın süsü oldu.
Hapishaneye girmeden önce Bayıl’ın nasıl bir yer olduğunu hayal etmek zordur. Burası hasret yuvasıdır. Bayıl dediğimde genellikle hapishane hayatı gözlerimin önüne gelir. Meydanda tutuklananlardan farklı olarak adi suçlardan yakalanmış olanlara tamamen farklı bir davranış vardı. Bazen bu mahkumları öylesine dövüyorlardı ki onlar, haftalarca acıdan kıvranıyordu. Koğuşun gözü önünde birçok dayağa şahit olduk. Bizi ise ne döven vardı ne de söven…
Bu yüzden kendimi diğer mahkumlarla karşılaştırmak istemiyordum ama yine de hapishanedeydim. Koğuşun yönetilmesinde kesin bir adalet sağlamıştım. Bize gelen para, hediye ve sigaralardan kapalı bölüme ve diğer hapishanelere belli bir pay gönderiyorduk. Onlar da bize el işi hediyeler gönderiyorlardı. Bir gün, 6. koğuştan bir tesbih aldım. Onu verirken Damet yavaşça fısıldadı:
–Kitabı iyi oku!
Bu gecelerde sabaha kadar uyuyamadım. “Ne kitabı, hangi kitap, bu adam ne demek istiyordu?” gibi sorular bana huzur vermiyordu. Gecenin bir yarısında zorla da olsa uyumak istedim. İpi kırılmasın diye elimdeki tesbihi yatağımın üst kısmında bir demir parçasına asmak için hafifce yan dönüp dikleştim. O sırada koğuşun zayıf ışığında tesbihin başındaki kitap figürünü gördüm. Tesbihi asmaktan vaz geçip elimde sağa sola çevirmeye başladım. Figürün tam ortasında bir çizgi vardı. Bu çizgi güzel görüntü vermek için yapılmış olabilirdi. Ancak içimden bir ses bu figürün kitap gibi iki parçaya açıldığını söylüyordu.
Bu figürü açmak için sağa sola itmeye başladım. Ancak bir türlü açılmıyordu. Kafam öyle dalgındı ki Körpe’nin kafamın üstünde durduğunu farketmedim. “Ne yapmaya çalışıyorsun?” diye sorunca aynı şekilde fısıltı ile: “Bir tane iğne bulabilir miyiz?” dedim. Yüzüme baktı hiçbir şey demeden geri dönüp yatağına doğru gitti. Ben gardiyanlardan para ile satın almayı düşünürken yanıma geri gelen Körpe’nin elinde bir iğne vardı. Gülümseyerek iğneyi bana uzattı. Şaşkınlıkla sordum:
–Bu nereden çıktı?
–Dün herkes yatarken telefon etmeye çıkmıştım.18 Üstten istedim, transit19 gönderdiler.
–İğneyi ne yapacaksın? Terziliğe mi başlıyorsun?
Körpe gülümsedi:
–Bu dünyanın işini bilmek olur mu? diyerek hapishanede olduğumuza işaret etti. İğneyi alıp kitap figürünün yanındaki çizgiye sürmeye başladım. Biraz ileri gidince, iğnenin ucu takıldı. Biraz daha itince figürün ikiye bölündüğünü gördüm. Önce onun kırıldığını düşünüp üzüldüm ama elime düşen mektup ile duygularım değişti.
Toplumun bizi nasıl kabul ettiğine bakmayarak toprak ve vatan duygusu hepimizindir. Demir kapı arkasında elimiz kolumuz bağlı olsa da sesimizi kesmedik. Miting günlerinde Bakü’de “Hırsızlığa dur!” dedik.
Ben Körpe’ye çok güveniyordum. Okumak için mektubu ona verdim. Sevinçten gözleri büyümüştü. Mektubu okur okumaz şüpheli bakışlarla kapıya baktı. Kimsenin kendisine bakmadığından emin olunca mektubu ağzına atıp çiğnedi ve yuttu. İkimiz de çok mutlu olmuştuk. Dört duvar arasında vatan toprağının bütünlüğü mücadelesinde bir başka dayanışma mesajı almıştık.
İki gün sonra Körpe bizimle birlikte yaşadığı hapishane hayatını bitirdi. Özgür olduktan sonra bizlere, haftada bir defa yirmi paket filitresiz “Astara” marka sigara gönderiyordu.
ÖZGÜRLÜĞE GRAM GRAM KAVUŞTUM
Hapishane hayatı çok zordu. Kimsenin buraya düşmesini asla istemezdim. Bazen, hapishanenin askerlik veya savaş gibi insanı sağlamlaştırdığını düşünüyordum. Yine de, hiçbiri diğerine benzemiyordu. Her birinin kendi felsefi ve maddi yapısı var. Şule’nin doğum gününü Salyan’daki (IEM) Yarı açık cezaevinde kutladım. Burası halk arasında “Xelec Hapishanesi” olarak bilinen bir cehennemdi. Burada en büyük sorun, susuzluk oldu. Mahpushaneye, yüksek kulelere yerleştirilen büyük tanklardan su veriliyordu. Aylarca kızgın güneş ışığına maruz kalmış olan bu su, tadını yitiren ve aslında bir hastalık kaynağıydı. Suyun bayat oluşu kokusundan belli oluyordu. Başka yerden tankerlerle getirilen su, yıllardır bekleyen suyun üstüne boşaltılıyordu. Bu nedenle bu suyun kaynatılmadan içilmesine hiçbir zaman izin verilmiyordu.
Damet Dayı’nın yaptığı “güzel” hediyesini de Bayıl’dan gelirken yanımda getirmiştim. Kimden geldiğini bilmediğim yalnız Şulelerin gönderdiğini tahmin ettiğim hediyeleşme ve haberleşme burada da İslam adındaki gardiyanla devam ediyordu. 20 Şubat’ta sayım işlemi bitirdikten sonra gardiyan İslam’ı yanıma çağırarak:
–Bunu ona verir misin?
Sözlerimde hem emir hem de soru vardı. “Kime?” diye bir soru sormadan hediyeyi cebine koyarak yanımdan uzaklaştı.
Helec Hapishanesi’nde bizi dört ay tutuklu olarak sakladılar. Bizi derken meydanda yakalanan altı mahkum burada kalmıştık. Bunlardan dördümüz öğrenciydik. Diğer bir kişi işçi, birisi ise Bakü ayakkabı fabrikasında çalışan genç bir mühendisti.
Hepimiz aynı fikir ve düşünceye mensuptuk ve aynı gölgenin adamlarıydık. 28 şubat ile 13 mart arasında, altımız da ayrı ayrı sorgulandık. Bizi sorgulayan hakim Moskova’dan geliyordu. Sessiz, ihtiyatlı ve haşmetli bu hakim, sorduğu sorularla soğukkanlı karekterini tamamlıyordu sanki.
Ne bağırıyordu ne de fiziksel şiddet kullanıyordu. Azerbaycan dilini bilmediği için tercüman kullanıyordu. Benimle doğrudan Rusça konuşuyordu ama yine de onun yanında bir tercüman vardı. Mitingin düzenleyicileri, anti-Sovyet sloganları, toplanan paranın akibeti ve silahlı milis gücünün oluşturulması konularıyla ilgileniyordu. Tatmin olmadığı cevaplara rağmen, bu mitinglerin doğal üyelerinden biri olduğumu, aynı zamanda bu mitinglerin en faal üyelerinden biri olduğumu da zaten anlamıştı. Sorgulama süreci, ekmeğin içinde gönderilen “ksiva”daki bilgilerle örtüşüyordu. Ben de mektupta söylendiği gibi açık vermiyordum.
13 Mart’ta ilk defa bir Azerbaycanlı hakim beni sorguladı. Azerbaycan dilini iyi bilmiyordu. İlk görüşmede, kendisinden bile şüphe duyan milis giyimli bu adam tehdit ve korku ile istediği cevapları almak istiyordu. Üç ayı geride bıraktığım hapis hayatı, benden bu tür korkuları uzaklaştırmıştı. Bu süre zarfında dövülmekten başka tüm baskıları görmüştüm. Zaten meydandayken dört defa kuvvetli darbelerle cop yemiştim. Sorgulamanın ikinci gününde, Azerbaycanlı hakim bana:
–Sorularıma benim istediğim gibi cevap verirsen, seni derhal özgür bırakacağım, dedi.
Benden önce Azerbaycanlı hakimler tarafından sorgulanan koğuş arkadaşlarımın dediklerinden yola çıkarak ne soracağını tahmin ediyordum. O nedenle acı bir tebessümle isteksizce sordum:
–Hangi konularda?
–Haydar Aliyev’in emirleri size nasıl ulaştırıldı? Çadırlara uyuşturucu maddelerini kim getiriyordu? Toplanan paraları kimler yerine ulaştırıyordu?
–Size bir soru sorabilir miyim? Samimi bir cevap verirseniz ve bizi ikna edebilirseniz söz veriyorum sorularınıza sizin istediğiniz cevapları yazıp imzalayacağım, diyerek gözlerinin içine baktım.
Hakim pek memnun olmasa da başı ile bana onay verdi.
Kinayeli bir sesle:
–Sayın Hakim Bey, bu sorulara sizi memnun eden cevaplar verirsem Ermeniler Karabağ’da hak iddia etmekten vazgeçecekler mi?
Hakimin yüzü kızardı, sinirle ayağa kalkıp:
–Kes sesini, nankör isyancı!
Sanki içinden bana tokat atmak da geçiyordu. O ayağa kalkınca ben de kalktım. Ellerimi aşağı uzatarak birbirinin üstüne koydum. Sorum onu asabileştirmişti. Fikirlerini açıkça ifade edemiyor, bağırıp çağırıyordu. Bağırarak söylediği karışık cümlelerden hiçbir şey anlaşılmıyordu. Ağızdan çıkan tükürükler suratıma sıçrasa da temkinli bir şekilde yerimden kıpırdamıyordum. Çok geçmeden, biraz sakinleşti. Yerine geçip oturdu. Bu defa daha sakin ama hızlı hızlı nefes alıp vererek:
–Koğuşta ağız birliği yapıp, kanunu korumakla görevli emekçilere karşı saygısızlık yapıyorsunuz. Bugün enstitüden kovulman için bir rapor göndereceğim. Resmî bir yazı ile hepinizi tek kişilik hücrelere koyduracağım.
Aslında onun bu tehditleri beni korkutmadı. Tabii ki, tek kişilik hücrelerde kalmanın sıkıcı, üzücü ve zor olduğunu burada duymuştum. Mantıken de böyleydi. Ancak hakimin söylediği gibi koğuşta hangi soruya hangi cevabı vereceğimizi tartışmıyorduk.
Gelen haberlere göre, ülkedeki durum gittikçe karmaşıklaşıyordu. Ermeniler iyice azmışlardı. Bu nedenle iktidarın bizi daha fazla burada tutamayacağını biliyorduk. Çünkü fabrikalarda, diğer devlet kurumlarında ve yüksek öğrenim kurumlarında kurulan grev komiteleri 5 Aralık’ta tutuklananların serbest bırakılmasını istiyordu.
1 Nisan’da beklenmedik bir şekilde beni özgür bıraktılar. Aleyhimde açılan cinayet davasını durdurmadan beni serbest bıraktılar. Ülkenin her tarafında mitingler vardı. Dört kişiyle beraber hapishaneden çıktık. Benden başka herkesin karşılayanı vardı. Şule’nin beni karşılamaya gelmemesine biraz üzülmüştüm. Aynı gün hapishaneye ziyarete gelen tutuklu arkadaşlarımdan birinin kardeşi ile beraber ben de Bakü’ye döndüm. “Juguli” marka arabanın içinde bohçaya sarılı erzaktan kahvaltımızı da yapmıştık. Beni Azneft Meydanı’na bıraktılar. Bir daha o arkadaşlardan hiçbirini göremedim. Orada bir taksiye bindim ve direkt yurda gittim.
Yol boyunca kendimi Sovyet sinemasındaki kahramanlar gibi sanıyordum. Hayalen kendimi “Seher” filminde devrimci Aslan’a benzetiyordum. Ve ben de Aslan gibi yüksek sesle şarkı söylemek istiyordum: Benim adım Şahve’dir, herkes bilsin bunu!.. Ancak Aslan’ın neden Bolşevik olduğuna üzülüyordum. Bu kadar cesur bir kahramanın millî iradesi olmalıydı. İçimden beni öldüreceklerini, böylece milyonlarca kişinin meydanlara geleceğini, insanların tabutumu omuzlarında sokak sokak gezdireceklerini düşünüyordum. Öldürüldüğüm için yeni bir meydan hareketi başlayacak, herkes benimle ilgili konuşacaktı. Ancak ben bütün bunları görebilecektim.
Yatakhanede çiçekle, gülle karşılanacağımı düşünüyordum. Beklediğimin tam tersi oldu. Öğrencilerin girdiği yurt kapısında taksiden inmeden önce biraz durup etrafta kimlerin olduğuna baktım. Karşıdan gelen iki üç kişiyi tanımıştım. Ellerinde kağıt erzak torbaları ile marketten geldikleri belliydi. Aşağıya indiğimde içlerinden bir tanesi beni tanıdı. Arkadaşlarına bir şeyler söyledi. Önce biraz duraksadılar. Benim için durduklarını düşünüp sevindim ama yanımdan geçip gittiklerinde bedenimden soğuk bir şey süzüldü.
Tutuklandığım zaman yurttaki odanın anahtarını atmıştım. Kendi kendimi ve arkadaşlarımı tehlikeye atmamak için bunu yapmıştım ama odanın kapısının önünde durduğumda yanlış yaptığımı anladım. Boş yere anahtarları atmıştım. Şimdi içeriye nasıl girecektim?
Odamızın kapısı kapalıydı. Kapıyı bir iki kez yavaşça çaldım ama kimse açmadı. Koridorun öbür başında mutfak vardı. Oraya gittim ve beklemeye başladım. Aksi gibi odadan kimse çıkmıyordu. Yarım saat içinde yarım kutu sigara içmiştim. Hâlâ bedava sigaraları içiyordum. Meydandan sonra hapishane hayatımda da böyle olmuştu. Ancak hapishaneden çıkarken bu bedava sigaralardan dört paket alıp geri kalanını kapalı cezaevine göndermiştim. Yeni bir sigara yakmak istediğimde odanın kapısı açıldı. Dışarı çıkan Hamit’ti. Demek ki öyle derin uyumuştu ki benim kapıyı çaldığımı duymamıştı. Yanımdan geçip tuvalete giderken hālā yarı uykulu bir hâlde beni fark etmedi. Geri döndüğünde beni yatağın üstünde görünce şaşkınlıktan bağırdı.
***…Cephe20 liderleri radikal ve liberal olarak iki kanada bölünmüştü. Öğrenciler de bu ayrışmanın kurbanı olmuşlardı. Siyasi cehalet son haddindeydi. Herkes, bir ağızdan duyduğu ancak tamamıyla anlamadığı kayıtsız düşüncelerle konuşmaya dahil olmuştu. Nedense hapishaneden sonra yurtta ve üniversitede özel bir nüfuza sahip olacağımı düşünüyordum. Şaka değil, soğuk duvarlar arasında dört ay ceza çekmiştim. Fakat söz sahibi, hapishanede tutuklu olan ben değildim. Tutuklu kaldığım sürede ayrı ayrı grupları temsil eden ve reklamlarını yapan kişilerin sözleri geçiyordu.
Koğuşta geçirdiğim uykusuz gecelerde, yurt odasına vardığımda, Fatma Hala’dan temiz çarşaflar alıp yumuşak yatağımda bir hafta boyunca uyumayı düşünüyordum. Tam tersi oldu. O gece uyuyamadım. Gece yarısına kadar oda arkadaşlarım ve öğrencilerle sohbet ettik. Soru yağmuruna tutulacağımı düşünüyordum. Ancak aksine herkes konuşuyordu. Bazen birbirlerinin sözünü keserek daha yüksek sesle kendilerinin haklı olduğunu dikte etmeye çalışıyorlardı.
Ertesi gün herkesten önce uyandım. Yurdu gezmeye başladım. Büfe açılır açmaz kaymak ve sucuk alıp sabah kahvaltımı yaptım. Odamdaki arkadaşlarımdan enstitüden atılmadığımı öğrendim. Geri döndüm üzerimi değiştim. Aşağı inmek istediğimde nöbetçi Rahile Hala’nın sesini duydum:
–Ay oğlum, 315’den Şahve’yi telefona çağırın, diyordu.
Telefon edenin Şule olduğundan emindim. Hızla alt kata indim. Nöbetçi masasındaki telefona sadece gelen telefonlar bağlanıyordu. Buradan başka bir numarayı aramak mümkün değildi. Rahile Hala ahizeyi masanın üzerine koymuş bekliyordu. Başımla Rahile Hanım’ı selamladım ve ahizeyi kulağıma dayadım. Heyecandan yüreğim küt küt atıyordu. Benim geldiğimi anlamış olacak ki Şule’nin zarif ve sevecen sesini duydum:
–Selam, Şahve! Her zaman özgür olarak görüşelim. Sen asıl kahramansın.
Daha “alo” dememiştim. Belki adım seslerinden belki nefes nefese kalışımdan ahizede benim olduğuma inanmış beni övüyordu. Bir süre konuştuktan sonra: “Beni duyuyor musun Şahve?” diye sorarak cevap bekledi. Ağladığını sanıyordum. Ben de duygulanmıştım. İkinci defa adımı söylediğinde dayanamadım:
–Elbette duyuyorum Şule! İyi misin?
–Ben iyiyim, iyiyim. Şahve, mutlaka enstitüye git. Orada her şey yolundadır. Senden bir ricam var, lütfen beni dinle. Enstitüye git ve işlerinle ilgilen. Sonra bize gel! Tahminen saat 6:00’da herkes evde olacak. Babam da erken gelecektir. Duyuyor musun?
“He!” diye soğuk bir cevap verdim. Cevabımın soğukluğundan kendim de ürktüm. Şule’nin sesi yeniden duyuldu:
–Bence bu cevabın güzel olmadı!..
Her zamanki gibi onun kalbini kırmıştım. Hatamı düzeltmek için çabalamaya başladım:
–Özür dilerim, seni kırmak istemedim. Belki sesim telefonda kötü geliyor. Saat 7:00 gibi gelirim.
Sevinçle: “Olsun, yedi olsun! Yeter ki gel!” dedi.
Beni bu kıza sevdiren şey, neydi acaba? Bu soru beni çok düşündürüyordu. Ancak cevabını bulamıyordum, bulamıyordum, bulamıyordum.... Rahile Hala’nın aniden duyulan sakin sesi beni düşüncelerden ayırdı:
–Benim de çocuklarım senin gibidir. Oğlum, yetim birisin, kendini ateşten koruman gerekir. Kendini öldürmek istediğini duyduğumda birkaç gün kendime gelemedim.
Sağ elimin baş parmağını göğsüme dayayarak sordum:
–Ben mi kendimi öldürmek istemişim? Ne diyorsun sen?
O anda sanki beni yılan sokmuş gibi oldum. Halimin iyi olmadığını hissettim. Bu halim dış görünüşümde de açıkca belli olmuştu ki, kadın bir anlığa kendisini kaybeder gibi oldu. Günahkar insanlar gibi kendisini temize çıkarmaya başladı:
–Ay oğul, ben bu tür söz-sohbetten korkan biriyim. Bir ara dediler ki, güya hapishanede kendini asmak istemişsin… Sonra da işittim ki, kendini kesmek isterken usturayı elinden zorlukla almışlar.
Ben dört ay boyunca, siyasi bir tutuklu olarak “içeride” kalmıştım. Politik tutsaklar Sovyet döneminde ancak KGB’nin gözetiminde idi. Rahile Hala’nın sözlerinden “içerdeyken” ciddi bir şekilde tehlikede olduğumu anladım. Yani bu tür dedikoduları yayarlar ki; onları hapishanede öldürürlerse, öğrenciler eylem falan yapmasın…
Rahile Hala çok nazik bir kadındı. Kırk yaşındayken, küçük oğlu trajik bir şekilde öldüğü için erken yıpranmış saçları beyazlamıştı. Benimle konuşurken elimde olmadan onun saçlarına bakmıştım. Bana söyledikleri için biraz üzüldüğünü hissedip onun gönlünü almaya çalıştım.
Telefonu bahane ederek onunla vedalaştım. Enstitüye yürüyerek geldim. İlk binanın ana girişinde, her zamanki gibi ilan panolarına doğru gittim. Panonun üst tarafında “Politik Tutsaklara Özgürlük!” sloganı yazılıydı. Aşağıda ise pek çok farklı fotoğraflar vardı. En sonunda da benimki vardı. Bu fotoğrafı nerede çektirdiğimi hatırlamadım. Panonun altında bir masa vardı. Masanın üstünde ise üniversitede derslerde kullandığımız 96 sayfalık defter vardı. Yaklaşıp elime aldım. Bütün sayfaları dolmak üzere olan bu defterde siyasi tutsakların serbest bırakılması için imza toplanmıştı. Yarı şaka, yarı ciddi ben de defteri imzaladım.
Bu arada yakından geçen bazı öğrenciler bana dikkatle baktılar. Sanırım beni tanımışlardı. Tereddüt etmeden dekana gittim. Kapı açıktı. Dekanın yardımcısı ve bir katip Karabağ meselesini konuşuyorlardı. Razim öğretmen ve dekan yardımcısı beni memnuniyetle karşıladı. Dekan yardımcısı sekretere çay getirmesini emretti. Sekreter de içeri girdiğinde beni çok saygıyla selamladı. Öğrencilik hayatımda dekanlığın bu kadar hareketli olduğunu hiç görmemiştim.
Sohbet sırasında Dağlık Karabağ’da ve sınır bölgelerinde durumun kötü olduğunu öğrendim. Bu nedenle öğrenciler sınav tarihini beklemeden sınavlarını verip Bakü’yü terk ediyorlardı. Sanırım ülke lideri emir verdiği için sınavlar çabuk yapılıyordu. Hatta teknik esntitülerde matematik ve fizik bölümleri kimseye sormadan öğrencilerine “iyi” notu veriyorlardı.
Enstitüden ayrılıp deniz kenarına indim. Her yerde gözüm Şule’yi arıyordu. Onun burada olamayacağını biliyorum ama bu elimde değildi. Deniz istasyonuna giderek açık balkonda oturdum. Reçelli bir çay söyledim. Nedense ağlamak istiyordum. Öyle bir yere oturmuştum ki martılardan başka bir canlı yüzümü göremezdi. Enstitüde gördüğüm manzara benim duygularımı şaha kaldırmıştı.
Acımasız düşman, asırlar önce hayata geçirdiği işgâl siyasetini şimdi daha gaddar bir şekilde devam ettiriyordu. Bu ülkede ekonominin parçalanmasından ziyade vahim olan eğitim sisteminin bozulmasıydı. Bu durum yüksek tahsil alan bir aydın olarak beni çok üzüyordu. Yüzümü denize dönerek ağlamaya başladım. Hayatımda iki defa ağlamıştım: Bir annem ölünce bir de şimdi… Bir türlü sakinleşemiyordum. Elimden ne gelirdi ki? Öğretim sürecinin tamamen bozulmasının ülkenin genel hayatına karşı düşünülmüş sinsi bir plan olduğunu bilmek için belirli bir siyasi bilgiye ihtiyaç yoktu.
Bulvar’dan Raşid Behbudov Tiyatrosu’na kadar yürüdüm. Ne bileyim, belki de kendimi kalabalığa göstermek istemiyordum. Bu kısa yol için bir taksiye binmeye karar verdim. Taksiden inince Şule yol kenarındaydı. Beni Nizami Tiyatrosu’nun arkasında karşıladı. Üzerinde güllü bir basmadan ev yapımı bir elbise vardı. Bu basit elbise onun güzelliğini azaltmamıştı aksine doğal güzelliğini daha da cazip hale getirmişti. Yüzünden mutluluk akıyordu.
Durduğu yerden kımıldamadı. Sanki beni biraz kenardan süzmek istiyordu. Araçtan iner inmez başımla selam verip ona doğru birkaç adım attım.
Şule:
–Selam. Sen birliğimizin mücadele tarihinde onurlu bir sayfa yazdın. Kahramansın!
Gülümseyerek onun bir adım uzağında durdum. “Fena zayıflamışsın,” diyerek bulut gibi doldu. “Senetoryumda değildim ki!” diyecektim son anda dilimin ucundan geri döndürdüm. Sessizce yola çıktık. Banyodan yeni çıktığı kokusundan belliydi. Ayrıca yanakları doğal olarak al aldı. Saçları sade bir şekilde taranmış, bir kısmını Uzakdoğu sporcuları gibi tepesinde toplamıştı. Saçlarını toplama şekline dikkatle baktığımı anlamıştı. Binanın girişine vardığımızda kapıdan ilk önce o içeri girdi. O zaman, onun çevik hareketleri bütün zevkimi okşadı. Gözlerimin yine saçlarına takılı kaldığını görünce:
–Bu saç modeli nasıl? Bu modelde kendimi daha güçlü hissediyorum.
–Japon karateci kızlarına benziyorsun?
Tek kelime “Doğru bildin! İstersen kamikaze de diyebilirsin!” diyerek sanki beni süze süze hafif adımlarla merdivenleri çıkmaya başladı. Kapıyı hafifçe tıkladığımızda annesi kapıyı açtı. Gülümseyerek: “Hoş geldiniz. Her zaman özgürlüğe!..” diyerek elini bana uzattı. Tam bu esnada elim boş geldiğimi hatırladım. Oysa bir kilo tatlı almalıydım. Sevdiğim kızın ailesi ile ilk defa tanışacaktım hem de eli boş… Onlar, benim hakkımda ne düşüneceklerdi? Bu saygısızlığımdan dolayı kendimi asla affetmeyecektim.
Şule’nin aile fetleri bana çok kibar davrandılar. Sanki çok iyi tanıdıkları bir yakınlarını görmüşlerdi. Herkes teker teker elimi sıktı. Heyecandan kiminle başlayacağımı bilmiyordum. İsimlerini de söylediler ama hiçbir şey duymadım. Şule şaka yapmaktan geri kalmadı:
–İşte hepinizin gıyaben tanıdığı Şahve Bey. Kimse rahatsız olmasın, onun bugün acelesi yok. Şansımıza bugün miting de yok. Sofra başında daha yakından tanışacaksınız.
Bu aileden hiçbir zaman aklımdan çıkmayacak doğallık ve ilgi gördüm. Beni çok değerli insanlar gibi karşıladılar. Bu ailenin yüksek mevkide çalışan reisleri bana gösterdikleri samimiyet ve sevgi ile sanki halk hareketine olan ilgilerini göstermek istiyorlardı. Şulelerin evi güzel bir mimari ile yapılmış bir binanın dördüncü katındaydı. Sonradan öğrendiğime göre 1913 yılında Şule’nin babası tarafından yaptırılan bu bina, uzun yıllar Bolşeviklerin hizmetinde olmuştu. Stalin’in baskılarından sonra Şule’nin annesi Moskova’ya defalarca müracaat ederek evini geri istemiş fakat yardım eden olmadığını görünce 1971 yılında Haydar Aliyev’in makamına çıkarak durumu anlatmış. Bir hafta sonra bu binanın dördüncü katını aileye geri vermişler. Ancak bir şartla: Evi satamayacaklar ve değiştirmeyeceklerdi. Bolşeviklerin gayri resmî arşivi olarak kullanılan bu kat harabelikmiş.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
1
Ünlü Azerbaycanlı Şair Abbas Sehhet (1874-1918), Azerbaycan halkına yapılan soykırımın acısına dayanamayarak 1918 yılının Mart ayında vefat etti.
2
Perestroyka: Yeniden yapılanma
3
Komünist Partisi.
4
Politbüro: Komünist Partisi Merkez Komitesinin Siyasi Bürosu.
5
“Uzak sahillərdə” Azərbaycan filminin əsas kahramanı Mehdi Hüseynzadə’nin ən yakın dostu.
6
Sirab ve Badamlı: Azerbaycan’ın Nahçıvan bölgesinde çıkan şifalı su.
7
Volga marka araba modeli.
8
Evelik ve eleyez: Dağlarda yetişen şifalı bitki. Azerbaycan’da ve Anadolu’da sıkça yiyeceklerde kullanılır.
9
Nasıl rahat ediyorsanız, öyle giyinin.
10
KGB: Devlet Güvenlik Komitesi, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin istihbarat ve gizli servisi. İlk olarak 1918 yılında Çeka adıyla kurulan teşkilat pek çok kez isim değişikliğine maruz kalmış ve son olarak 13 Mart 1954’te KGB adını almıştır.