Полная версия
Azatlık Türküsü
Üç gündür öğrenci yurduna gidemiyordum. Geceyi meydandaki çadırlarda geçiriyordum. Üstümü başımı değiştirmeliydim. Banyo yapmaya ihtiyacım vardı. Saat 22.00’de, kızın birkaç defa saate baktığını hissettim. Kadınlar da meydanda kaldığı için onun burada olması olağanüstü bir şey değildi ama sürekli saati izlemesi bana bir fırsat verdi. Böylece hem onu yolcu ederdim hem de yurda giderek biraz dinlenirdim.
Miting alanındaki nöbet işlerini organize eden Turab Bey’e yaklaşıp yatakhaneye gitmek istediğimi söyledim. Başını sallayarak “Yarın öğlen burada olursun!” diyerek beni başından etti. Stanttan aşağı indiğimde yine kalabalık vardı. Kızın bileğinden tutarak öne geçtim ki kalabalığı yararak ona yol açayım… O zamanlar, “Domsovet” olarak bilinen hükümet binasının yanına on dakikada ancak gelebildik. Bu yolun sonsuzluğa kadar uzamasını istiyordum. İnsan sellerinden kurtulmak istemiyordum. Onun ne düşündüğünü bilmiyordum ve ona bu konu hakkında hiçbir şey de sormadım. Çünkü “Meydan Hareketi” ömrümüzün sonuna kadar bize sonsuz konular verecekti. Hükümet binasının yanına vardığımda onun bileğini bırakmak zorunda kaldım. Daha doğrusu kolunu hafifçe çekerek bunu yapmam gerektiğini kibarca hatırlattı bana. Beş on adım sonra aniden durdu ve devam etti:
–Şahve, ayrılmak vakti geldi. Beni karşılamaya gelmişler. Neyse iyi geceler…
Yakınımızda bir ıhlamur ağacı vardı. Ağacın gövdesi kendi özsuyu ile şekerlenmişti. Bu ağaç, miting öncesinde de dikkatimi çekiyordu. Sıcak havalarda karınca ve diğer böcekler bu yapışkan sıvı nedeniyle ağacın üzerinden gitmezlerdi. Bu yapışkan özsu nedeniyle bu ağaçtan nefret ediyordum. Aksine Bulvar’dan geri döndüğüm zamanlarda bu yoldan giderdim. Yapabilseydim onu kökünden keserdim. Hatta kessem ne tarafa düşüreceğimi bile düşünmüştüm. Ve şimdi bir günü tamamlanmamış aşkımı, bu yapışkan sulu ağacın altında duran bir şişman adam elimden alıp götürüyordu.
Bu şişman adam da ağaç gibi bir bakışta nefretimi kazanmıştı. Kız ağacın diğer tarafına geçerek siyah renkli Qaz-24’ün7 arkasına oturdu ve şişeyi açtı. Ağacın arkasında durup ona bakmaya devam ediyordum. Volga’nın motorunun çalışması ile süratle hareket etmesi bir oldu. Küçük arabalara karşı ilgim yoktu.
Bunun esas sebebi ise araba alacak imkânımın olmamasıydı. Volga benden biraz aralanınca plakasının hükümete ait olduğunu anladım. Ancak bunun önemini o anda düşünmedim bile. Ben yere göğe sığmıyordum. Yokuş yukarı Basın Caddesi’ne doğru yürüdüm. Yolda geçirdiğim güzel zamanları düşünerek yürüyordum.. Bir de başımı kaldırdım ki bir tramvay durağına gelmişim. Tramvaya bindim. İleride sert bir viraj vardı. Tramvay döndüğünde rayların bağlantı noktası olduğu için kuvvetlice sallandım. Tam bu virajda, kızın adını sormadığımı hatırladım. Dünyanın sonuydu benim için. Ne adını ne oturduğu adresi ne de telefonunu biliyordum. Ya mitinge gelmezse ne yapardım? Onu nasıl bulacaktım?
Deli olmak üzreydim. Bu rahatsız edici düşüncelerle yatakhaneye vardım. Yurt, suyu kesilmiş değirmen gibi ıssız ve soğuk görünüyordu. Sanırım herkes mitingde idi. Bir an, banyo yapmak bahanesi ile gece meydanda kalmadığım için utandım. Aynı gün Karabağ’a bir bela gelse kendimi asla affetmezdim. Bundan dolayı kendimi suçlu görüyordum. Aslında görüyordum da. Bir vatandaş olarak, bu konuda herkesin hatası vardı. Zaman zaman topraklarımız işgâl edilmisti. Yine mi toprak kaybedecektik? Hem de işgâl eden bizim soframızın artığını yiyen Ermenilerdi…
Yurdun her katındaki banyolarda sıcak su gece gündüz akardı. Hızla gittim ve yıkandım. Odaya döndüğümde kendimi çok yorgun hissettim. Uykusuz kaldığım günler etkisini göstermişti. Yatağıma uzanmamla, uykuya dalmam bir oldu.
Kara bir dut ağacının dalları, odamızın penceresine kadar uzanıyordu. Sabaha yakın ağaçtaki kurumuş dutları yiyip, oynaşan kuşların sesiyle uyandım. Tuhaftır ki uyanınca bir dut ağacının altında Payız’la sohbet ederken buldum kendimi. Payız, benim ilk sevgilim ve arkadaşımdı. Onu saçlarıyla sevmiştim. Kıvırcık tellerinden örülmüş kalın örgüleri hiçbir zaman unutmadığım anamın ince elleriyle ördüğü yeşil evelik ve eleyez8 kuruduktan sonra sarıya dönen göz kamaştırıcı güzelliğini hatırlatırdı.
Bazen bana öyle geliyordu ki anam Payız’ın saçlarını benim zevkime göre örmüştü. Payız, dut ağacının altında aynı kalın saçlarını sırtına atarak durmuştu. Tek bir kelime konuşmadık. Ayrılıp gidince ellerim onun örgülerine dokundu. Ağaçtaki kuşlar altın sarısı sonbaharın kucağında kendilerini çok mutlu hissediyorlardı. Pencereden aşağı bakıp da Payız’ı görmeyince rüyâ gördüğümü anladım.
Pencerenin önünden geri döndüğümde, oda arkadaşlarımın yataklarda ikişer ikişer ters-yüz uyuduklarını gördüm. Yanlarında bomba patlasa uyanmazlardı. Mitingden geri dönmüşlerdi. Aralarında benim tanımadığım genç bir çocuk vardı. Sanırım o da öğrenciydi. Aceleyle yıkandım ve geri döndüm. Şimdi iki şey için meydana gitmeye çalışıyordum. Karabağ’ı korumak ve adını bilmediğim kızı görmek için çırpınıyordu yüreğim.
Halkı yara yara doğruca miting alanına girdim. Çok görkemli bir manzaraydı. Aralıksız mitingler başladığından beri ilk kez milyonların katıldığı insan selini aydın bakışlarla canlı bir şekilde izleyebiliyordum. Rahat uyumam beni önemli ölçüde iyileştirmişti. Aynı miting alanı, aynı tanıdık yüzler....
Sadece kızı görememiştim. Meydanda para toplamaya başladılar. Doğrusu bu konudan hoşlanmamıştım. İçimde tuhaf bir telaş vardı. Çok yakın zamanda, bu paralarla ilgili dedikodu çıkacağına emindim. Zaten öyle de oldu. O günün arifesinde ara sıra sigara içiyordum. Başka zamanlarda sigaraya para vermekte epeyce cimriydim. Mitinglerin başlamasından bu yana, günde bir paketten fazla sigara içmeye başlamıştım.
Sadece Karabağ sorunu değildi. Meydanda parasız sigara dağıtıldığı için de bolca içmeye başlamıştım. Gözümü saatimden alamıyordum. Sanki bu lanet olası akrepten taş asılmıştı. Zaman bir türlü geçmiyordu. Bir köşede durdum ve yine bir sigara yaktım. Daha yeni bir iki nefes almıştım ki merdivenlerin aşağısında onun sesini duydum. Onun sahneye çıkmasına izin vermiyorlardı.
Hemen kalkıp merdivenlere doğru yürüdüm. Merdivenin başına geldiğimde, muhafızları benim yanıma geldiği konusunda ikna ederek öne geçmişti. Fırsatı kaçırmadım, son basamakta elinden tutarak yukarı çektim. Dünkü hoş duygular yine içimi kaplamış, yüreğimi yakıyordu. Börek yediğimiz yere gittik. O sırada kadınlardan birisi “Şule” diyerek ona seslendi ve cevabı beklemeden yanımıza geldi. Onu kucakladı ve anlamlı bakışlarla beni süzdü.
“Ay kız, sende mi buraya geliyorsun?” diyerek kısık bir sesle devam etti:
–Baban buraya geldiğini biliyor mu?
–Elbette biliyor! Bunda ne var ki Karabağ hepimizindir.
Demek adı Şule’ymiş. Payız’ın yerine Şule ışık saçıyordu. Adı da kendi kadar güzeldi. Kadın onu kenara çekip bana bakarak gizli gizli konuşmaya başladı. Kadınların meraklı bakışlarını beğenmemiştim. Şule, benim rahatsızlığımı anlamış olacak ki el işaretiyle beni yanına çağırdı. Yanlarına gidip bir adım mesafede durdum. Şule, kolumdan tutarak beni yanına çekti.
–Sizi tanıştırayım! Dilare Hanım, babamın akrabalarından biridir. Şahve ise buraların şahıdır. Benim de en güvenilir arkadaşlarımdandır. Kendisini babam da tanıyor.
Sohbetimiz bununla bitti. Biz kendi dünyamıza döndük. Şule’nin yalan söylemesi beni rahatsız etmişti. Onun doğru konuştuğunu ve benden babasına söz ettiğini hapishaneden çıktığım gün öğrenebildim.
Halkın zekası, mitinge katıldığımız yerin adını değiştirip “Özgürlük Meydanı” koymuştu. Lenin’in heykeli önünde Azerbaycan halkı Sovyet iktidarına meydan okumaya başlamıştı. Sanki insanlar; Mart 1918 katliamlarını, Nisan 1920 işgâlini, 1937 Stalin-Bağırov baskısını, 1948-1953 yıllarındaki yasadışı tehcirlerin intikamını almaya, yıllardan beridir nesilden nesile üst üste yığılan kin ve nefret duygularını haykırıyormuş gibi gelmişti. Ve şimdi de aynı düşüncedeyim ki, halkın meydan okuması yalnızca Sovyetler Birliği liderliğini değil, aynı zamanda Azerbaycan’daki tüm emperyalist güçleri korkutmuştu. Milyonlarca insanın bir anda oturup kalkması, kocaman bir halkın silahsız bir şekilde imparatorluklara karşı birleşmesi, başka biçime yorumlanamazdı.
Şule ile iki günlük tanışıklığım, yıllardan beri içimde duyduğum boşluğu doldurmuştu. Onun akıllı konuşmaları, geniş dünya görüş açısı ve birçok konu hakkında bilgili olması beni kendisine hayran etmişti. Beğenmediğim tek şey, biraz açık saçık giyinmesiydi. İkinci gün yine bademli ile patatesli börek yedik. Daha önceki yerimizdeydik. Aniden sordum:
– Baban böyle giyinmene itiraz etmiyor mu?
Şule:
–Ben bütün hareketlerimi biliyorum. Giyim insanın kendisi içindir. Bu başkasına göstermekle ilgili değil ki…
Sesinin tonunu biraz düşürüp Rus dilindeki bir deyimi hatırlattı: “Odevaytes tak kak vam udobno”9 Bu dünyada çok ünlü bir ifadeydi. Şule, açık saçık giysisinden hoşlanmadığımı hissetmişti. Onun bir daha açık saçık elbise giyindiğini görmedim.
Birgün yine aynı vakitte gitmek zamanının geldiğini hareketleriyle anlattı. Ben onu nefret ettiğim ağacın yanında bırakacaktım. Miting alanından birazcık uzaklaşmıştık ki etrafta birçok askerin toplandığını gördük. Şule çok korkmuştu. Şişman adam yine aynı yerde bekliyordu. Şule bu defa hemen arabaya binmedi. Ağacın yanına geldiğimizde kolumdan tutarak beni çimenliğe doğru çekti:
–Yarın bir mesele için bana yardım eder misin?
Gayri ihtiyari olarak:
–Neden etmeyeyim ki?
Merakımı yenemeyerek açıklama yapması için gözlerinin içine baktım. O ise gülümseyerek sağ elinin işaret parmağı ile burnumun ucuna dokunup hafifçe okşadı:
–Korkma. Sana zarar verecek hiçbir iş demem. Meydanda para toplandığını biliyorsun! Babamdan bize yardım etmesini isteyeceğim ama öyle yapmalıyız ki bu yardımı babamın göderdiğini kimse bilmemeli olur mu?
Yavaşca elimi gözümün üstüne götürdüm. Şule endişe ile devam etti:
–İstersen seni yatakhaneye götürelim?
–Teşekkür ederim, ben bu gece nöbette kalacağım.
–Bütün gün burada durdun! Hastalanacaksın! Benim cevap vermediğimi görüp bir an düşüncelere daldı. Ne düşündüyse artık biraz tereddüt içerisinde:
–Gel bize gidelim. Yemek ye, biraz dinlen, sonra dönersin. Bizimkilerden rahatsız olmana gerek yok.
“Hayır, ayıp olur bence!” diyerek onun gözlerinin içine baktım. İlk defa, benden utandığını hissettim. Yanaklarında oluşan kızarıklık bütün yüzünü kapladı. Ancak bu kızarıklık ona çok yakışmıştı. Bu kızarıklık onun utanma duygusuna ve ahlakına nur saçıyordu.
Vedalaşarak arabaya doğru yürürken başı aşağıdaydı. Bana öyle geldi ki yüzündeki kızarıklık gecenin karanlığında ay ışığı gibi onun yolunu aydınlatıyordu. Volga’nın sesi uzaklaşınca, bedava sigaradan birini yakarak derin bir nefes aldım. Bir süre orada durdum.
İÇİMİ KEMİREN ŞÜPHELER
Miting alanına doğru giderken bir adam koluma yapıştı. Etraf yarı karanlık olduğundan suratını göremediğim adamdan ürkmüştüm. Sesinde bir titreme hissettim. Adam hemen konuya geçti:
–Kardeş, o kızı tanıyor musun?
O zamanlar gençler arasında kız için pek çok kavga olurdu. Dövüşmeye hazır bir vaziyette durdum. Şule hakkında herhangi bir şey deseydi yumruğumu alnının ortasına vuracaktım. Anlaşılan çocuk da bunu hissetti. Bu nedenle, önce beni yumuşatmaya çalıştı:
–Seni çok kez miting alanında gördüm. Herekat’a yakın bir adamsın. O kız KGB’nin10 adamıdır. Sen kendini de başkalarını da tehlikeye atıyorsun.
Bir süre, tüm hayatım altüst oldu. KGB nerede, ben neredeydim? İki taşın arasında kalmıştım. Bu gence inanacak mıydım, yoksa yalan mı söylüyordu? Ona kim olduğunu sordum. Cebinden bir öğrenci kimliği çıkardı ve bana gösterdi. İnandırıcı bir sesle:
“Şule, dayımın komşusudur. Burada da onu tesadüfen gördüm. Sizden ricam dikkatli olun. Benden ve bu konuşmalardan asla söz etmeyin!” dedi.
İş dikkatli olmaktan geçmişti. Onu mitingin planlandığı alanlara götürmüştüm. Ertesi gün oraya para getirecekti. Bütün bunlar bir yana ben onu sevmeye başlamıştım. Bu arada çeşitli kişilerden oluşan bir grup, bir dizi sloganlar atarak yanımızdan geçip gitti. Kafamı karıştıran bu gence bazı sorular sormak için döndüğümde yanımdan gitmişti. Yanımızdan geçen grupla beraber uzaklaşmıştı. O anda, oda arkadaşım Hamit karşımda durdu. Selamlaştıktan sonra ona sordum:
–Bugün istirahat günün değil mi, neden buradasın?
–Sıkıldım. Dün, BDU’dan genç bir öğrenci ile tanıştım. Nasıl bilgili birisidir, bir bilsen? Siyaseti de iyi biliyor. Seninle tanışmak için odaya getirmiştim. Ama uyandığımızda senin olmadığınızı gördük.
Benim tüm düşüncem Şule ve KGB arasında dolaşıyordu. Hamit düşünceli olduğumun farkına varmadan devam etti:
–Diyor ki ulusal özgürlük kandan beladan geçiyor. Eğer hepimiz şehit olmaya hazırsak, istediğimiz şeyleri gerçekleştirebiliriz.
–Şehit olmak nedir?
Bu soruyu biraz tereddütle Hamit’in yüzüne bakarak sormuştum. Hamit gülümseyerek:
–Yani özgürlük için canımızdan geçmek.
Çocukluk anılarım bana yardımcı oldu. Hatırladım ki bu köyde gizlice Muharrem ayına ait törenler yapıldığı zaman, kadınlar sinelerine vurarak “İmam Hüseyin’in şehadeti!” diyorlardı. Ben, vatanım için her şeye hazırdım ama şehit olmak istemiyordum. Çünkü Şule vardı! Ben ölseydim o nasıl olacaktı? Bir an içim titredi. Hamit konuşkan biriydi. Benim ona kulak vermediğimi görünce başka birini bularak onunla konuşmaya başladı. O gençten duyduğu sözleri kendi düşüncesiymiş gibi cesurca konuşuyordu. Hamit’in meşgul olduğunu görünce bu fırsatı değerlendirip oradan ayrıldım. Yalnız kalmak istiyordum.
Kendim hakkında karar vermiştim: Bir daha miting alanındaki sahneye çıkmayacaktım. Mitinglere gelecek ve iki gecede bir, nöbete kalacaktım. Standların sol tarafında merdivenlerin yanında durdum. Çok tuhaf bir seçim karşısında kalmıştım: Ya Şule’den vazgeçmeliydim ya da sahneyi ondan korumalıydım. Sovyet askerlerinin meydanı boşaltacağı kesindi. Şule hakkında acele bir karar vermezsem onu kaybedebilirdim. Sonra onu nereden bulacaktım. O isterse beni bulabilirdi ama ben bulamazdım… Bu düşünceleri aklımdan geçirerek beş günü bitirdim.
Arada bir son sahnenin basamağına çıkarak hasretle miting alanına bakıyordum. Şule ortalarda görünmüyordu. Belki de ben olmadan merdivenlere çıkmasına izin verilmiyordu. İçimde müthiş bir ümitsizlik vardı. Başlamakta olan aşkımı yitirmiştim.
Diğer taraftan sahneye rahatlıkla girip çıkan Şahve şimdi sıradan birisi olmuştu. Miting alanının etrafında tanımadığım adamlar gezmeye başlamıştı. Böyle giderse yakında istesem bile sahneye çıkamayacaktım.
Şule olmadan geçen altıncı günün akşamı mitingten yurda döndüm. Aslında, ne kadar yorgun olduğumu sözle anlatamam. Ne yalan söyleyeyim, bir an önce yatmaktan başka bir düşüncem yoktu.
Ayaklarımı sürükleye sürükleye hükümet binasının yanına ulaşmıştım ki Şule ile yüz yüze geldik. Sanırım Allah halime acımıştı. Çünkü bir müddet daha Şule’yi görmeseydim deli olacaktım sanki. Onunla yüz yüze konuşmadan duruyorduk. Samimi bakışlarında “Neler oluyor?” der gibi bir hali vardı. Benim ise yüreğimde tek bir şey vardı: “Şule’nin KGB ile ilişkisi olmaz!” diye düşünüyordum. Üstelik KGB gibi bir kurumda görevli birinin görevini bilmiyordum ki… Bir süre konuşmadan durduk. Benim beklediğimi görünce sessizliği Şule bozdu:
–Şahve, insan bu kadar da bekletilmez ki… Yüreğimin patlayacağını hiç düşünmüyor musun, konuşsana?
Zincir gibi art arda dizilen sorulara tek bir kelime ile cevap verdim:
–Hastalanmıştım.
–Ben sana hem gece hem de gündüz nöbete kalma demiştim!
Yüzündeki ifadeden bana inanmadığını anlamıştım. Yine de yalan söylediğimi yüzüme vurmadı. Yanıma gelerek kolumdan tuttu:
–Ben o kadar da aciz değilim. Bazı kararları alırken beni de düşün lütfen.
Ona inanıyordum. Onun sözlerini anlamamazlıktan gelemezdim. Zorla gülümseyip meydana doğru döndüm. O ise yerinden kıpırdamıyordu:
–Senin yatakhaneye gittiğini sanıyordum.
–Gitmesem de bir şey olmaz.
–Hayır, gitsen iyi olur! Git, dinlen. Şimdiden randevulaşalım, yarın saat kaçta dersen seni beklerim. Çok yorgun görünüyorsun.
–Seni gördüm, yorgunluğum geçti.
Sözlerimden hoşlanmıştı. Onu meydana doğru çektim. Yanıbaşımızdaki araba yolunu geçtik. Hayal alemine dalmıştım. Şule bir kedi gibi bana sokulmuştu. Biraz gittikten sonra:
–İstersen miting alanına gidelim, dedim.
Yüzüme bakıp gülümseyerek:
–Ben miting alanına senin için geliyordum. Sen buradaysan benim orada ne işim var?
Bu sözleri o kadar inanarak ve kesin olarak söylemişti ki onun samimiyetine inanmamak mümkün değildi. Kendimize ıssız bir yer bulup, durduk. Birisi uzaklardan “vatan” şiirleri okuyordu. Biraz sessiz kaldıktan sonra Şule yine sessizliği bozdu:
–Çantamda epeyce para var. Babam gönderdi. Bunu yerine yetiştirmek lazımdır. Kaç gündür çantamda getirip, geri götürüyorum. Bunları sen götürür müsün?
Burada durup, gözlerimin içine baktı:
–Gelecek misin? Beni bekletmezsin değil mi?
Bir an karar verememiştim. Benim tereddüt ettiğimi görünce kulağıma fısıldayarak:
–Sana kendimden daha fazla güveniyorum. Bunda ne var? Parayı yerine teslim et ve geri gel.
–Birlikte gideceğiz, diyerek kolundan tutup çektim.
Şule aceleyle çantasındaki beze sarılı kalın para destesini kapalı bir şekilde bana uzattı. İlerledikçe kalabalık arttığı için yürümek zorlaşıyordu. Şule birden durarak beni geriye doğru çekti. Ne olduğunu anlamak için ona baktım. Bir şey demek istiyordu ama gözlerini ileride bir noktaya dikmiş bakıyordu. Başımı ona doğru eğince:
–Şahve, o sondan ikinci merdivende duran esmer genç var ya, senden ayrıldığımız günün ertesinde beni burada durdurup bir sürü konuştu. Seninle ilgili çok ilginç şeyler anlattı. Söylediklerinin hiçbirine inanmadım ama merakımdan dinledim.
–Ne dedi?
–Sonra söylerim. Şimdi parayı teslim et ve gel. Bence bizi bir arada görmezse daha iyi olacak.
Dikkatle gence baktım. Bu adam Şule hakkında konuşup yüreğimi bulandıran insan değildi. Demek ki onlar çoktular.
Şule’nin bileğini bırakmamıştım. Onu çeke çeke sahnenin öbür girişine doğru götürdüm. Yukarı çıkmak zor olmadı. Paranın olduğu bezi mikrofonun yakınındaki sandığa koyarak yerini Hüseyin Oruçov’a gösterdim. Hüseyin Bey benim burada en güvendiğim adamdı.
On dakika sonra Şule ile birlikte askerlerin kuşatmasından çıkıp Bulvar’a doğru yürüdük. Her ikimiz de meydanın daimi sakini sayılırdık. Önümüzde bizi pençelerine alacak zorlu bir ayrılığı hissetmiş gibi birbirimizden ayrılmak istemiyorduk.
***İnşaat Mühendisliği Enstitüsü’nün öğrencileriydik. O, Mimarlık Fakültesi’ndeydi ben ise inşaat mühendisliği bölümünde okuyordum. Ben Petrol ve Kimya Enstitüsü’ndeki yurtta kalıyordum. İlk kez birbirimizi böyle yakından tanıyorduk. Benim bir yetim olmam, kimsesizliğim onu çok üzdü. Dikkatle yüreğimin derinliklerindeki kederli notalara kulak veriyor, beni anlamaya çalışıyordu. Çünkü o aynı zamanda bir müzisyendi.
İyi keman ve piyano çaldığını ve iyi bir resssam olduğunu söylüyordu ama ben onu ne bir müzik aletini çalarken ne de resim yaparken görmüştüm. Sohbet sırasında bütün bunların hepsi gözlerimin önünde canlanıyordu. Babası bakan yardımcısıydı. Bu aklımı epeyce karıştırmıştı. Bu kadar yüksek mevki sahibi birisi, kızını benim gibi evsiz barksız yetim birine verir miydi? Şule çok akıllı bir kızdı. Babasının bakan yardımcılığını anlatmasının beni olumsuz etkilediğini hissetti. Hemen konuyu değiştirerek kardeşinden konuşmaya başladı. Kardeşi Babek, bir polis memuruydu ve yakın zamanda başkomiserliğe terfi etmişti. Aynı zamanda dışarıdan yüksek tahsiline devam ediyordu. Dediğine göre vatanperver ve iyi bir insan olmakla beraber oldukça iyi bir eğitim almıştı.
Konuşmamız gece yarısına kadar devam etti. Bulvar’ın yanına geldiğimizde, telefon ederek kendisini almaya gelecek arabanın, saat 23.00’de Kukla Tiyatrosu’nun karşısında beklemesini istedi.
Beraberliğimizin sonunda ise sevdiğimiz konular, ilgi duyduğumuz alanlar hakkında konuştuk. Ben inşaat mühendisliğini değil, siyaset bilimini sevdiğimi söyledim ama bundan utandım. Çünkü Şule’nin siyasi ve tarihî bilimler konusundaki bilgisi benden çok daha yüksekti. Siyasi düşüncelerinin zenginliğine hayran kalmıştım. Bir kez daha emin oldum ki ben siyaseti seviyorum. Ancak benim ne siyasi bilgim vardı ne de siyasetçiye mahsus özelliklerim… Ortak ilgilerimizden birisi olan doğum günleri konusuna değindiğimizde Şule hevesle konuşmaya başladı:
–Ne zaman doğum günümü kutlasam, sanki anadan yeni doğmuş gibi oluyorum. Doğum günüm, benim için tüm bayramlarımdan daha değerlidir. Babam, annem ve kardeşim bunu bilirler. Onun için doğum günlerinimi gösterişli yapmaktan hoşlanırlar. Hediyenin benim için bir önemi yoktur. Herkesin benim doğum günümde burada olmasını istiyorum. Çevremdeki herkes gülsün, sevinsin, mutlu olsun, bu mutluluklarını benimle paylaşsınlar istiyorum. Sadece kendi doğum günümü değil, başkalarının doğum günlerini kutlamaktan da hoşlanıyorum…
Şule konuştukça hayran bakışlarım onun üstündeydi. Şule gibi bir kızla olduğum için Allah’a şükrediyordum. Ancak henüz o benim değildi. Biz sadece Karabağ ateşinin etrafında uçan kelebeklerdik. Ben bu düşüncelerdeyken, Şule hala doğum günü ile ilgili fikirlerini benimle paylaşmaya devam ediyordu. Aniden sordu:
–Sen doğum günlerini..?
Sözünü bitirmesine izin vermedim. “Doğum günümü kutlamıyorum!” dedim. Biraz sert söylemiştim. Tüm vücudunun boşaldığını hissettim. Sanki oturduğu yerde küçülmüştü. Başını salladı ve gözlerini bir noktaya dikerek baktı. Bu olmamalıydı. Bir an için kendimden nefret ettim. Benim babamın ya da annemin olmamasında onun hatası neydi? Şule’yi bu hâlde bırakamazdım. Bu yüzden biraz-doğru, biraz-yalan bir şey uydurmaya başladım:
–Ben de doğum günlerimi kutlamaktan çok hoşlanırdım. Babam her yıl doğum günümde bir kurban keserek fakirlere dağıtırdı. Annem gece boyunca dua ederdi. Şaka değil, evliliklerinin yedinci yılında ben doğmuştum. Onları kaybettikten sonra kiminle doğum günü yapacağımı bilmiyorum sadece.
Bir sonraki doğum günümde benimle beraber olursan, bana dünyayı verirsin. Ailemin ruhu da çok şad olur. Sadece ikimiz oturur ve yüz yüze dertleşiriz…
Duraksamadan konuşuyordum. Şule’nin gözleri dolmuştu. Son sözlerim onun suratındaki ifadeyi değiştirmişti. Sözlerim onun ruhunu okşamıştı. Onu kırmaya, kalbini incitecek bir söz söylemeye, ona zarar vermeye hakkım yoktu. En azından kayalıklardan akıp gelen su gibi temiz bir kalbi vardı. Bir kıza düşünmeden bir söz söylemek büyük ayıptı.
Kışın Bakü Deniz Deposu’nun yanındaki kafeteryanın bahçesinde oturmuştuk. Burası Bulvar’ın sonuydu. Bahçede bizden başka kimseler yoktu. Bütün masaları almışlardı. Garsona bahçede oturmak istediğimizi söylediğimizde, garson “Hasta olursunuz!” diye ikaz etse de itiraz etmeyip siparişimizi aldı. Demir ızgaralarla çevrilmiş dış duvarın bir köşesindeki büyük bir çınar ağacının altında oturuyorduk. Gitme zamanı gelmişti fakat gitmek için hiçbirimiz hareket etmiyorduk. İkimiz de birbirinden dargın insanlar gibi yüzümüzü yan çevirip, hala güzelliğini kaybetmeyen çimlere bakıyorduk. Yakındaki direkten gelen lambanın ışığı, çınarın altında toplanmış yapraklara muhteşem bir güzellik veriyordu. Birden, Şule gözlerini bana dikti yavaşça masasında ayağa kalkıp demir ızgaranın dış tarafına atlayarak büyük bir yaprağı eline aldı:
–Deminden beri buna bakıyorsun! Neden?
Sanki büyülenmiştim. Ne “evet” diyebildim ne de “hayır”… Aslında “yokluk” diye bir şey kalmamıştı. Her şey evete bağlıydı. Çünkü suskunluğumuzun başından beri, el büyüklüğündeki altın renkli bir yaprağa bakıyordum. Şule’nin ne düşündüğünü bilmiyorum ama ben Payız’ı düşünüyordum. Burada hem benim Payız adlı sonbaharım hem de yılın sonbaharı vardı. Meğerse Şule’de yere serpilen sararmış yapraklara bakıyormuş. Elindeki yaprağı biraz daha havaya kaldırıp şen bir sesle:
–Sonbaharın güzelliği beni öldürüyor. Sen de seviyor musun?
Bu soru sanki bütün içimi titretti. Aynanın karşısında olsaydım, herhâlde suratımın ne hal aldığını görmek isterdim. Bir şekilde kendimi toparlayarak:
–Sonbahar benim yüreğimdedir. Onu oradan kimse çıkaramaz.
Şule, yerine geri döndü. İkimiz de kendi sonbaharımızı değerlendirmiştik. O benim sonbaharımdan (Payız’dan) habersizdi. Onun hareketlerinin bütün detaylarını inceliyordum. Yaprağı ellerinin içine koyup dirseklerini masaya dayadı. Bu arada, güzel bir ikinci yaprak ağaçtan dans ederek onun avuclarına düştü. Çok sevinmişti ama gönülsüzce “Birisi senindir!” dedi. Biraz ileri doğru eğilerek yaprağın kokusunu içime çekip:
–Hayır, ben kendi payımı sana hediye ediyorum.
Sanki dünyayı Şule’ye vermişlerdi. Hızlı bir şekilde yerinden kalkarak:
–Haydi, o zaman gidelim. Yapraklar da bizim gibi üşürler.
Şule doğru söylüyordu. İkimiz de soğuktan burnumuzu çekiyorduk. Ben hasretini çektiğim bir yaşama doğru koşuyordum. Güzel, akıllı, her hareketi ile içime sinen bir kız arkadaşım vardı hayatımda…