Полная версия
Azatlık Türküsü
Şule’nin hayatıma girmesi beni yeterince umutlandırmıştı. Böyle ahlaklı bir ailenin güzel kızının beni sevdiğini bilmek, benim hayata olan güvenimi artırmıştı. En önemli şey de, bizim düşüncelerimizin, dileklerimizin, ilgilerimizin hemen hemen hepsinin örtüşmesiydi. Artık ben onsuz, o da bensiz kalamaz diye hissediyordum. Tanrı bize bu güzel mutluluğu vermişti. Bize sadece bu mutluluğun kıymetini bilmek kalıyordu!..
KANLI MEYDAN
Grip ateşi benim iki gündür yataktan kalkmama izin vermiyordu. Aksi gibi oda arkadaşlarımdan da gelen yoktu. En azından bardak atar ya da biraz masaj yaparlardı. Yatağımdaki iki gün içinde kaynar sudan başka bir şey yiyip içmemiştim. Yemem de içmem de Şule’nin hayaliydi. Onun dünyasında bütün dünyanın en güzel nimetlerini görüyordum.
Bu kızla ilgili anılarımı hatırladıkça, yine hâlden hâle giriyordum. Birdenbire; “Bu sevginin karşılıklı olmayacağını ya da günün birinde, o da beni Payız gibi bıraksa, aşkımı açıkça reddetse nasıl olurdu?” diye düşündüm. Daha sonra ne düşündüğümü hatırlamıyorum. Bu karamsarlıktan kurtulup kendime geldiğimde tramvayda olduğumu gördüm. Meydana gidiyordum. Ne ayın tarihi ne de saati hiçbir zaman aklımdan çıkmayacaktı. Bu tür hadiseler insanlık tarihinde yüz yılda bir yaşanırdı… Ancak o tarihi yalnızca bir aşk fedaisi daha iyi bilebilirdi.
4 Aralık 1988’de saat 14.35’te Bakü Ünivermağı11 yanına geldim. Saati kesin olarak hatırlamamın nedeni meydanda Şule’yi görünce saatime bakarak onlara doğru yürümüştüm. Gülümseyerek selamlaştık. Konuşmak için ağzını açarken öksürmeye başladı. Önce, uzun süredir beklediğini düşündüm. Sanki endişemi anlamıştı. Açıklama yaptı:
–Şimdi geldim. Seni görmeyince iyice endişelendim.
Yine bir-iki öskürüp devam etti: “Bize gelir misin? Evde ekşili pilav var!” diyerek cevap bekledi.
Başımla “hayır” dedim. Beni de öksürük tuttu. Sonra:
–İki gündür gelmiyorum. Arkadaşlara karşı ayıp oldu. Sen eve git, ben standlara çıkayım. Böylece hasta olduğumu görüp gece burada kalmama izin vermezler.Yarın akşam üzeri saat 18:00’de gelirsin. Tam burada görüşürüz. Ardından Bulvar’a gideriz.
–Yaprak toplamak için mi?
İkimiz de güldük Şule benden daha fazla hastalanmıştı. Yüreği benim yanımda olsa da benimle vedalaşıp gitti. Ben ise meydana doğru yürümeye başladım. Hükümet binasına geldiğimde buradaki durumun her zamankinden farklı olduğunu anlamıştım. Ancak farklılığın ne olduğunu tam anlayamadım. Standlarda da bu farklılık hissediliyordu. Herkesin suratında korku ve heyecan vardı. Ben ona ulaştığımda, tanımadığım bir adam bağırarak askerlere yemek, su ve sigara verilmeyeceğini söylüyordu.
Aynı güne kadar her şeyimizi askerlerle paylaşmıştık. Acaba bugün neden yiyecek verilmeyecekti? Sanırım emir böyle gelmişti. Bir süre sonra Bakü askeri komutanının miting organize komitesi ile diyalog kurmadığı haberi yayıldı. Demek ki gruba dahil olanların hiçbirinin sözü diğerleri tarafından beğenilmiyordu. Belki de bu rahatsızlık psikolojik gerginlikten kaynaklanıyordu!
Standlarda yaklaşık iki saat durdum ve aniden ses sistemlerine giden tellerin kesildiği şeklindeki konuşmalar duyuldu. Bu durumda miting yönetilemezdi. Aslında son günlerde mitingi yönetenler arasında fikir ayrılıkları çoğalmış, miting meydanındaki kişiler, herhangi bir düzenleme yapıldığında karşı karşıya gelmeye başlamışlardı. Tribünlerde meydanın dağıtılması için geniş tedbirler alındığı söyleniyordu. Meydanın yakınlarında özel kuvvetler, özel eğitimli köpekler getirildiği ile ilgili söylentiler dolaşıyordu.
İkinci günde meydana yemek götürülmesi yasaklandı. Meydanın çevresindeki durumu öğrenmek için dışarı çıktım. Ben öz suyunu bırakan ağacın yanından geçiyordum ki Şule ile karşılaştık. Meydana doğru gidiyordu. Şüphesiz ki benim için gelmişti. Başında büyük gül desenleri olan süt renginde bir şal vardı. Gözlerinde gözlükleri vardı. Onu bu tip bir giyim tarzı ile ilk defa görüyordum. Bu elbiseyi çok beğenmiştim. Ama kendini gizlemek için mi yoksa hasta olduğu için mi böyle giyinmişti anlamadım. Duyulacak kadar bir sesle:
“Önemli bir sözüm var,” dedi. Bakü AVM’si karşı yönü konut olarak kullanılıyordu. Burada aslında memurlar yaşıyordu. Mahalleye girdik. Sanki başka bir dünya vardı… Burada ne mitingden ne de Karabağ’ın işgâlinin heyecanından eser vardı. Şule aniden durdu. Etrafta kimsenin olmadığından emin olunca karşıma geçerek ağlamaya başladı. Titreyen bir sesle:
–Bugün kan dökülecek. Meydana dönme!.. Gel bize gidelim. Sabahleyin yine dönersin yatakhaneye.
–Ne oldu? Doğru düzgün anlatsana?
–General Dubinyakın’ın en yakın adamı babamın dostudur. Moskova’dan emir gelmiş. Bugün meydanı boşaltacaklar. Ahalinin gözünü korkutmak için ölüm de olacak, toplu tutuklamalar da… Mitingi organize edenlere de bilgi verilmiş ancak hiç kimse bu sorumluluğu üzerine alarak millete “dağılın” demek istemiyor.
Aslında bu konudaki içimde oluşan korku tüm bedenimi titretiyordu. Korkularımı belli etmemek için yavaş bir sesle:
–Dağılsak da dağılmasak da tutuklamalar olacak. Bence iş işten geçti…
–Doğru söylüyorsun. Seninle aynı fikirdeyim. Gitme, ne olur? Senden bir daha bu kadar ısrarla hiçbir şeyi istemeyeceğim. Gel benimle gidelim. Evde herkes seni bekliyor. Kardeşimi de silahlandırmışlar. Emre uymayan milisleri Sibirya’ya sürgünle tehdit etmişler. Bu gece kötü şeyler olacak.
Ara vermeden konuşan Şule’nin daha sonra neler dediğini duymadım. Şimdi benim zihnimde tek bir şey dolaşıyordu: Onu sakinleştirip evlerine göndermek. Bu durum ancak masum bir yalanla mümkün olabilirdi. “Ben burada kalacağım!” desem, o da benimle beraber kalmak için karar verebilirdi. Peki ne yapacaktım? Tehlikeye atılmasına hiçbir şekilde razı olamazdım. Diğer taraftan ise meydana baskın olsa ve beni Şule’nin yanında dövselerdi, bir daha onun yüzüne bakamazdım. Ya da aksine, Şule’yi benim yanımda dövüp ona hakaret etselerdi ne yapardım?
Aniden:
–Gidelim buradan!
Şule bunu beklemiyordu. Şaşkın bir hâlde:
“Sahi mi?” diyerek şaşkınlığını gizleyemedi sonra kendisini toparladı. Biz mahellenin öbür çıkışına, Nizami Sokağına doğru yürüdük. Mahalleden çıkınca yolun kenarında yüzümü meydana doğru dönerek durdum. Yüreğimden geçenleri, Şule’nin dili ifade etti:
–Yazık olacak millete. Belki de herkes ne olacağını biliyor. Ama hiç kimse orayı terk etmeyi gururuna yediremiyor.
Bence meydanı gönüllü boşaltmak Karabağ’ın işgâline razı olmak demektir. Ayrılmanın vakti gelmişdi. Yüzüne bakarak:
–Seni evinize nasıl bırakayım?
–Bize gelmiyor musun?
Tam bu sırada karşımızda bir taksi durdu. Yaşlı bir adam kullanıyordu. Arka koltuktada da bir kadın oturmuştu. Pencereden başını çıkararak heyecanlı bir sesle:
–Ay kurban olayım size, burda niye durumuşsunuz? Bu gece katliam olacak. Sokağa çıkma yasağı başlamadan evinize gidin12. Yirmi dakika sonra ortalık karışacak.
Başka zaman olsa hiç şüphesiz ki, bu hareketimden Şule şüphelenirdi. Ama şimdi beni iki şey düşündürüyordu: Bu tehlikeyi Şule’den uzaklaştırmak ve meydana dönmek için arabaya bindik. Arkadaki müşteri buna itiraz etmedi. Aksine bizim tehlikeden kurtulmuş olmamıza çok seviniyordu. Üç dakika sonra Şule’yi “Nizami” Tiyatrosu’nun arkasında bıraktım. Biraz sonra ise öteki müşteri indi. Sürücüye “Bakü AVM’si yanına sür, orada kalıyorum,” dedim. Taksici gaza bastı. Saat 23:50’de Şule ile görüştüğümüz yerde taksiden indim. Vedalaşıp kapıyı örtünce, şoförün sesi duyuldu:
–Annene, babana yazıktır. Taşı eteğinden dök, seni buradan götürmeme izin ver.
Şoförün sözünü dinlemeyerek meydana doğru yürüdüm. Demir kalkanları elinde meydana doğru duran askerler girişi kesmişlerdi. Yirmi ila otuz metre kenardan giderek iki askerin arasından meydana doğru kendimi attım. Askerlerden birisi tökezleyip yere düştü. Onların dikkati meydana doğru olduğu için arkadan gelecek hamleyi beklemiyorlardı.
Artık kimse beni durduramazdı, meydana girmiştim. Büyük ihtimalle meydana son giren bendim. Kalabalığa girdim ve sahneye doğru yürümeye başladım. Meydanda, önceki geceye kıyasla daha az insan vardı. Belki de, askerler çemberi yavaş yavaş daraltmağa başladıkları için sayı az görünüyordu…
Sakin bir geceydi. Meydanı boşaltmak için arada bir anonslar yapılıyordu. Mitingin organize komitesinin önemli bir kısmı yoktu. Bu sessizliği sabaha doğru tankların gürültüsü bozdu. Ben standlarda duruyordum. Bu gürültü beklenen katliamın ilk işaretleriydi. Herkes alaca karanlıkta ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Sık sık duvara çakılmış gerbiye13 tutunarak kendimi biraz daha yukarı çekip etrafa bakıyordum ama bir şey anlayamamıştım. Aniden dört bir yandan güçlü projektörlerin ışıkları yandı. Ben bu tür sahneleri yalnızca Sovyet-Alman savaş filmlerinde görmüştüm. Daha doğrusu faşistlerin esir kamplarında panik yaratan sahneler gibi görüntüler vardı. Projektörlerin ışıkları o kadar güçlüydü ki, gözlerimiz hiçbir şey göremiyordu. Askeri birliklere ve sivil ambulansların tepe lambaları meydandaki paniği daha da artırıyordu.
Meydan her taraftan sıkıştırıldığı için insanlar kımıldayamıyordu. Bağırışlar, “imdat” çığlıkları insanın içini ürpertiyordu. Sesler birbirine karışmıştı. Ben sıkıştırılan kütlenin tam ortasında kalmıştım. Askerler insanları çekerek arabalara doldurdukça ortadaki insan sayısı azalıyordu.
Aynı şekilde bir araba daha doldurulurken arkamdan bir darbe alıp yere kapaklandım. Sersemlemiştim, kendimi toparlayıp ayağa kalkmak istediğimde bir ayak sırtıma basarak üstümden geçti. Nefesim kesilmişti. Yüzüm sıcak bir sıvıya yapışmıştı. Tüylerim diken diken oldu. Bu arkadaşlarımın kanıydı. Son bir güçle kalkmak isterken üstümden yeni bir asker geçiyordu. Çığık sesleri ve yerdeki sıcak kanın bana verdiği acı, sırtımdaki asker postallarından daha kötüydü. Bütün gücüm tükenmişti. Çaresizce üstüme basarak geçen askerlerin bitmesini çaresizce bekliyordum. Yerdeki çırpınmam askerlerin benden uzak bir bölgeye yönelmesi ile son buldu. Zorlukla ayağa kalktım. Her tarafım kan içindeydi. Sanki bir kan gölüne batmıştım.
Daha fazla gurur ve mertliğin burada şansı yoktu. En fazla 15-10 dakikaya kadar herkesi arabalara tıkarlardı. Ben de teslim olmaya karar verdim. Ne kadar çabuk teslim olursam yaşama şansım o kadar fazla olurdu. Artık utanma zamanı geçmişti. Bütün gücümü toplayıp askerlere doğru yürüdüm. O anda ortalıkta bir ses duyuldu: “Ellerinizi başınızın üstüne koyun, yoksa dubinka14 beyninizi dağıtacak!” diyordu. Askerlere varmaya bir iki metre kalmıştı ki arkadan gelen insan selinin yarattığı basınç bizi öyle itekledi ki önümüzdeki askerlerin büyük bir bölümü de bizimle beraber yere düştü.
Askerlerin arkasında bekleyen yedek kuvvetlere “ileri!” emri verilince askerlerin üstünden atlayan yeni kuvvetler başımızın üstünde dikildi. Hemen toparlanıp kalkmıştım. Benimle aynı boyda pehlivan cüsseli orta yaşlı bir adam vardı. Yanımıza gelen askerlerden birisinin, onun kafasına bir dipçik vurmasıyla birlikte o koca cüsseli adam sesini bile çıkaramadan koca bir ağaç gibi bana doğru devrildi. Onu kucaklamak istesem de gücüm yetmedi. Adamla beraber tekrar yere yıkıldık. Adamın cansız bedeni üstümde kalmıştı. Askerler bizim üstümüze basa basa, sağa sola gidiyorlardı. Üstümdeki bu koca cüsseli adamın altından çıkamıyordum. Nefesim tekrar kesilmeye başlamıştı. Kollarımla ve tüm gücümle üstümdeki yükün basıncını azaltmağa çalışıyordum ki ciğerlerim patlamasın.
Tek tesellim, Şule’nin yanımda olmamasıydı. Ne kadar zaman geçtiğini hatırlamıyorum, askerler üstümdeki adamı kenara çekince sanki dünyaları bana verdiler. İlk defa anladım ki can vermek o kadar da kolay değilmiş. Derin bir nefes alıp ellerim başımda çömeldim. Askerlerin dipçik darbesi ile bayılan adamı ayakların sürükleyerek kamyona attılar.
Meydana en son gelen Şahve şimdi de orayı en son terk ediyordu. Rusça kuvvetli bir şekilde “Ayağa kalk!” diye emir verdiler. Ellerimi başımdan çekmeden ayağa kalktım. Kollarımdan tutarak voronakaya15 doğru götürdüler. Askerler sanki haram olmuş hayvan cesedi taşır gibi kolumdan tutmuştulardı. Bu kadar adamı toplamaktan onların da yorulduğu anlaşılıyordu. Varanokada iğne atsan yere düşmezdi. İnsanları iterek sıkıştırıp bana yer açtılar. Ölmediğime şükrediyordum.
HAPİSHANE HAYATIM
Bakü’nün günümüzdeki Sebail bölgesinde Bayıl Hapishanesi’nde geçirdiğim günleri hayatımın en kötü anları olarak hatırlıyorum. Özgürlük Meydanı ile Bayıl Hapishanesi’nin arası, 10 dakikalık yürüme mesafesindeydi. Bizi taşıyan mahkum arabası bu yolu en az on saatte almıştı. Elbette, burada on saat biraz abartılmış gibi görünebilir. Hakikaten bu pis kokulu arabada gitmek çok korkunçtu. Yanlış hatırlamıyorsam bizi, bir GAZ-51 arabasına doldurmuşlardı.
İçinde en az 50 kişi vardı. Kalabalıktan yere çömelecek bir alan da yoktu. Zor günlerde Allah insana dayanma gücü verirmiş. Meydandaki baskında, kadın ya da erkek olduğuna bakmadan herkesi sırayla arabalara doldurmuşlardı. Yaklaşık iki saatlik yolculuktan sonra araba durdu. Yolda bir saat kadar bekledik. Arada bir arabanın kenarlarına vurarak bağırıp çağıranlar vardı. Sovyet ordusunun acımasızlığı herkesi şok etmişti. Aramızda yaşlı insanlar vardı. Onlar dahil hiç kimseye ne su verdiler ne de tuvalet izni…
Arabanın hareket yönüne bakarak bizi Salyan Hapishanesi’ne götürdüklerini düşünüyorduk. Araba epeyce bekledikten sonra hareket edip sağa döndü ve toprak yolda gitmeğe başladı. Ağır yük nedeniyle zorlukla gidiyordu. Yerden kalkan toz dumanı aracın içine dolmuş, nefesimizi kesmişti. Sanki Karadağ bölgesindeki hapishanelere doğru gidiyorduk. Toprak yoldan kurtulunca bütün tutuklular sevinmişti.
Evet, bizler artık mitinge katılanlar ya da Vezirov yetkililerinin söylediği gibi aşırılık yanlısı göstericiler değil, tutsak sayılırdık. Cinayet işlemeyen, vatanının düşmana verilmesini protesto eden büyük bir halk, aşırı şiddet yanlısı ve eylemleri yapanlara ise tutsak deniyordu. Arabanın kasasındaki pencerelere demir parçaları ile kaynak yapılmıştı. Bununla birlikte, eski arabanın delinmiş kasasından sabah ışığını hissedebiliyorduk.
Askerlikte levazım şefinin yardımcısı olduğum için işim gece yarısına kadar devam ederdi. Çoğu zaman, tüm iş bittikten sonra, kızartılmış patates ve evde yapılmış votka ile çilingir sofrası açardım. Kışlaya uyumak için geldiğimde gece yarısı olurdu. Benim için en berbat şey, kışlaya geldiğimde içeri dolan pis koku olurdu. Kösele, ayakkabıların, çorapların hatta en az yetmiş kişinin vücudunun salgıladığı koku ve nefesi birbirine karışır, mide bulandıran pis bir koku etrafa yayılırdı. Koğuşlardaki bu pis kokuyu bir balona doldurup bir insanın ağzına dayasan ölürdü diye düşünüyordum. Şimdi ise aynı durumdaydım. Hapishane arabasında yaşıyordum.
Bizi taşıyan araba kumsalda uzun uzadıya gezdikten sonra asfalta geri döndü. Tutsak arkadaşlarımdan birisi bizi Bayıl’a götürdüklerini söyledi. Araba, asfalt yolda yarım saat gittikten sonra durdu. Epeyce bekledikten sonra hepimizi aşağı indirdiler. Aramızda bulunan kadınların sayısının 11 olduğunu aşağı inince öğrenebildik. Hapishane müdürü orta yaşlı bir Azerbaycan albayıydı. Tutsakların teslim alınmasına bizzat kendisi katılmıştı. Kadınları bir tarafa ayırdı. Herkesin duyacağı bir sesle:
–Siz bizim vatansever kadınlarımızsınız. Bu hapishane sizin yeriniz değildir. Kadınla erkeği aynı hücrede saklamak zihniyetimize aykırıdır. Hepinizi bırakıyorum. Ancak grup halinde gitmeyin. Askerler ileride kontrol noktası oluşturmuşlar. Eğer dikkati çekerseniz sizi yeniden tutuklarlar.
Albay, durumu en kötü olan bir kadını hapishane işçilerinden birinin arabasına bindirerek onu sahil şeridindeki metro istasyonuna bırakmasını emretti. Hapishane müdürünün bu davranışı bizi gururlandırmıştı. İnsanları sıraya dizerek içeri aldılar. Bu nedenle kadınların akibetinden haberim olmadı. Bayıl’da, 48 mitingci 12 kişilik hücre tipli odalara kondu. İlk haftayı hiç bir sorgulama olmadan geçirdik.
Müdür, ertesi gün bizi sıraya dizerek mahkemenin kararını ilan etti. Hepimize bir ay hapis cezası verilmişti. Müdürün içindekini söyleyemediğini hissediyorduk. Epeyce resmi konuşmadan sonra biraz yumuşak bir sesle:
–Hepinizi anlayabiliyorum. Size katiller gibi davranmak düşüncesine sahip değiliz. Sadece kanunlara ve kurallara uyun. Uyku saatinden sonra gürültü olmasına izin vermeyin ve askerlerin emrine uyun. Öyle yapın ki aramızda karşılıklı olarak saygı kalsın.
Aslında onun dedikleri okulda “Derse geç kalmayın!” fabrikalarda “İşe gecikmeyin!” gibi uyarı sözleriydi. Yemekten yana zorluk çekmiyorduk. Herkesin evlerinden ve akrabalarından yiyecekler geliyordu. Aynı şekilde bana da tabii. Bana gelen hediyelerden biri de öğrenci paketiydi. Üç günde bir de türlü türlü ev yemekleri, yıkanmış meyve ve sebzeler, paket paket filtreli sigara ile dolu iki dokuma sepet alıyordum. Hediyelerin kimden ve nereden gönderildiğini hiç kimseye söylemiyorlardı. Biz de sormuyorduk.
Hapishane hayatımızın altıncı günü aramızdan 14 kişiyi serbest bıraktılar. Nereye götürüldüklerini bilmedik. Arkadaşlarımızın serbest bırakılmasından daha çok yerimizin genişlemesine seviniyorduk.
Bayıl Hapishanesi’ne yerleştiğimiz ikinci gün koğuşta sigara içmemek için bir teklifte bulundum. Koğuşun en az yarısı sigara içmiyordu. Bu nedenle teklifimi desteklediler. Üç kişi bu kuralın kendileri için uygulanmasının zor olduğunu ısrarla belirttiler. Bunlardan ikisinin şekeri vardı; bir tanesinin ise psikolojik sıkıntıları vardı. Bu soruna da bir çözüm bularak: “ Arkadaşlar orta yol bulabiliriz. Böylece ne şiş yanar ne de kebap. Koğuşta günde beş sigara içilsin. Ayrıca sigaraları bir-bir veya iki-iki için. Hepiniz aynı anda sigara içmezseniz sorun çözülür!” dedim.
Şeker hastası Ferec Dayı yanıma geldi. Gözleri dolmuştu. Elini omzuma koydu ve şöyle dedi:
–Ak sakallı olmak yaşla ilgili değil, oğlum. Her zaman böyle ciddi ve açık sözlü ol. Ben de günde beş tane değil, dört tane sigara içmeye çalışıyorum. Dört sigara ile idare edebilirsem bu sayıyı üçe indireceğim ama bu zıkkım olmadan dayanamıyorum. Siz de beni anlayın…
Ferec Dayı’nın sözleri, dramatik bir sahnedeki monoloğa benziyordu. Hem ağladı hem ağlattı. Daha sonra düşündüğümde bütün bunları maksatlı yaptığını beni koğuşun “ak sakalı” suç dünyasının “koğuş ağası” dediği, hapishanede sözü dinlenen kişi olarak seçtirmek istediğini anladım.
Hakikaten de koğuşta bir yetkiliye ihtiyaç doğmuştu. Bu sahipsiz koğuşta düzensizlik gittikçe artıyordu. Mahkumlar arasında hemen her gün bir anlaşmazlık çıkıyordu.
Arkadaşlarımızın bazıları hakim karşısına çıkmaya başlamıştı. Onların büyük bir bölümü radikal vatanperverdi. Bazılarının ise orta derecede bile eğitimi yoktu. Bu nedenle onların eğitilmesine, onlarla tek tek ilgilenmeye ihtiyaç doğmuştu.
Tek rahatlığımız, hapishane müdürünün her konuda bize yardımcı olmasıydı. Ferec Dayı’nın benim hakkımda söylediği o etkin sözleri, bizi iyice samimileştirmişti. İki gün sonra, kahvaltı anında mahkum arkadaşlarımızdan birisi: “Gelin, Şahve’yi koğuşa ak sakal olarak seçelim!” dedi. Herkes onu destekledi. Koğuşta en çok hediye bana geliyordu. Hem de diğer mahkumlardan daha zengin sayılırdım.
Haftada bir defa Damet adındaki baş gardiyan yüz manat para getiriyordu. Bunları kimin verdiğini pek sormazdım ama ilk defa bunları kimin gönderdiğini sordum. Parmağını dudaklarına bastırarak sessizce:
“Sonra öğrenirsin!” dedi.
Kısacası bütün bunlar, burada rahat etmemizi, mahkumlar arasında hürmet kazanmamızı sağlamıştı. Ancak baş gardiyan benim sözlerimi yanlış anlayabilirdi. Ben de onu anladığımı ve güvendiğimi belirtmek için baş parmağımı yukarı kaldırarak: “Güzel, sorun yok!” anlamında işaret yapmamın onun hoşuna gittiğini hatırladım. Hemen ona bir işaret çaktım. O, bu işaretten daha çok ona ait olan konulardan söz etmekten hoşlanırdı. Bazen beraber yaptığımız konuşmalarda veya yanımızda güvendiğimiz birisi olunca bana “Şahve, bu güzel işaretinden söz etsene?” derdi. Ben ise onun sevdiği bu durumu her dafasında farklı şekilde tasvir ederek bir hikāyeye çevirmiştim:
“Bizim köyde bir Mirze amcamız vardı. Kulakları iyi duymadığı için çok yüksek sesle konuşurdu. Aşağı mahalleden Ağa adında bir gençle beraber demiryolunda çalışıyorlardı. Mirze aynı zamanda iyi bir insan hem de iyi bir marangozdu. Sağ elinin başparmağını hızar kesmişti. Ağa ile beraber çalıştıkları sırada Ağa ona ne sorarsa sorsun. Mirze, sağ elini yumruk yaparak olmayan baş parmağı ile cevap veriyordu.
Akşam yemeği dağıtıldığı zaman, Damet’e kaş göz işareti yaparak bir şey söylemek istediğimi anlattım. Genelde ben kapıda duran ziyaretçilerle veya memurlarla konuşurken diğer arkadaşlar biraz yanımdan uzaklaşırlardı. Bu defa da öyle oldu. Ve arkadaşlar biraz kenara çekildiler. Damet’e “güzel” sembolü olan bir hatıra eşyasına ihtiyacım olduğunu söyledim. O da usulen: “Bakarım!” diyerek vedalaşmadan yanımdan ayrıldı. Ertesi gün, nöbeti devrederken Damet’in cebinde bir şey olduğunu anladım.
Beş ya da altı dakika sonra, her şey netleşti: Siyah ebonitten16 bir “güzel” sembolü vardı. Daha sonra Şule için hazırlattığım bu hediye koğuşta elden ele gezdi. Ben ve arkadaşlarım ilk defa mahkumların el işlerini görüyorduk. Belki içeride daha cazip şeyler de vardı ama herkes “güzel” sembolünü beğenmişti. Çünkü bu sembolü “zafer işareti, kendine güven, bir şeyi kabul etmek, onaylamak!” gibi değişik anlamlarda kullananlar vardı.
Ertesi öğleden sonra bana iki sepet aperatif getirdiler. Hediyeleri ve yiyeceklerimizi koğuşa Damet getiriyordu. Her şeyi bana teslim etti. Yasamal ekmeği olarak bilinen bir numaralı fabrika ekmeğini bana verince bakışlarında bir olağanüstülük sezdim. Hediye sahibinin izini olmadan getirilen hediyelere ve yiyeceklere el sürülmemesi koğuşta genel bir kuraldı. Yiyecekler ve hediyeler teslim edildikten sonra kapı kapatıldı. Sepetteki yiyecekleri düzenlemesini her zaman Ferec’ten rica ederdim. Taze ekmek gelince çoğu zaman, onu parçalayıp peynirle veya yavan ekmek olarak yerdik. Bu defa ekmeği kendim alıp sağına soluna baktım.
Sonra yavaşca ortasından ikiye bölünce ekmeğin içinde bükülmüş bir kağıt olduğunu gördüm. Kağıt olan parçayı elimde saklayıp diğer parçayı sepete koydum. Elimdeki ekmeği öyle ustaca bölmüştüm ki kağıt baş parmağımla şehadet parmağımın arasında kaldı. Yüksek sesle: “Taze ekmek gelmiş!” diyerek parmaklarımın arasında sıktığım lokmayı ağzıma attım.
Artık mahkumların jargonlarını öğrenmiştim. Buraya geldiğim günden beri ilk defa bana gizli bir mektup gelmişti. Karyolam tarafına yürüdüm ve yatağıma uzandım. Bu mektubu başarılı bir şekilde hiç kimseye göstermeden alabilmiştim. Hafif yan dönerek elimdeki kağıt parçasını yavaşça açtım. Çok kısa yazılmış bir kağıt parçasıydı: Kağıtta:”Senin hakkında çok sayıda döküman toplandı. Bir veya iki gün sonra hakimin karşısına çıkacaksın. Koğuştaki anti komünist konuşmalarına son ver. Konuşmalarında her zaman komünist olmak istediğini Sovyet Hükümeti’nin Karabağ’ı Azerbaycan’dan almayacağını özellikle belirt!” diye yazıyordu. Bu imzasız kağıdı kim gönderebilirdi? Şule’den başka hiç kimse aklıma gelmiyordu. Bir de ondan başka birisi fabrika ekmeğinin içine bu kağıdı koyamazdı.
Koğuşta yaşça herkesten küçük, Boran adlı bir öğrenci vardı. On yedi yaşına girdiği gün bizim mahkumluğumuzun 15. günüydü. Ona güzel bir doğum günü partisi yaptık. Çok fakir bir öğrenciydi. Birgün önceden aramızda para toplayarak ona siyah bir pantolon ve gömlek getirtmiştik.
Akşama doğru öğrenci arkadaşları da içeriye iki tane daha doğum günü pastası getirdiler. Gün içinde üçüncü defa onun doğum günü şerefine sofra kurmuştuk. İlk günlerde onu “Malış17” diye çağırıyorlardı. Oldukça nezaketli, yerini-yurdunu bilen bir genç olduğu için herkes onu seviyordu. Ben onun “Maliş” olarak çağırılmasına itiraz ettim. Herkes onun adı ile çağırılmasını istediğimi düşündü. Oysa Ferec Dayı benim farklı düşündüğümü anlamıştı. Yüzüme bakarak:
–Teklifin nedir?
Dilimin ucunda tuttuğum “Körpe” sözcüğünü o kadar içten söylemiştim ki kendim de üzüldüm.
O günden sonra ona “Körpe” demeye başladık. Körpe çok uyanık biriydi… Saman altından su yürüten cinstendi. Ne koğuşun temizlik işine ne de yemek ve tuvalet kurallarına onu uydurabildik. Morali yerinde olduğu zaman “Şuşa’nın Dağları” şarkısını mırıldanır ve şarkısının sonuna yaklaşırken sesini yükseltirdi. Biz de onun cırtlak sesine bakmadan alkışlamayı unutmazdık. Sonunda bizimle birlikte yaşadığı hapishane hayatını bitirdi. Serbest bırakıldığında, haftada bir, yirmi paket filtresiz “Astara” sigarası göndermeye başladı.
Ferec Dayı ve Körpe, birbirlerine bir elmanın iki yarısı kadar benziyorlardı. Körpe onu gördüğü günden beri, “Dede” diyerek onun yakasına yapışmıştı. Körpe yetimhanede büyümüş. Gara Garayev’de matematik ve fizik ağırlıklı okuldan “pekiyi” derece ile mezun olduktan sonra sınavda dokuz puanlık bir derece yaparak Politeknik Enstitüsü’ne girmişti. Ailesinin kimliğini bilmiyordu. Ferec Dayı emekli bir askerdi. Afganistan’a üst teğmen olarak gitmiş ve Binbaşı rütbesiyle dönmüştü. Orada üç defa ağır bir şekilde yaralanmıştı. Sonuncu yaralanma nedeniyle üç ay komada kaldı. Komadan çıktığında Düşenbe Askeri Hastanesi’ndeydi. Altı ay boyunca tedavi gördükten sonra, emekliye ayırmışlardı. Dediğine göre vatan uğranda gösterdiği kahramanlık nedeniyle madalya almıştı.