
Полная версия
Türk-Moğol Mitolojisi
Sahalarda üst dünya ülkesine gönderilen kız yolda düğün geleneklerine göre sofrada bulunması gereken kaymağı kaybeder. Bu sorumsuzluğa kızan gök âleminin kibirli sahipleri nişanlı kızı kaymağa benzeyen martıya dönüştürür. O günden beri “hayaah-hayaah” diyerek kaymağını arayıp uçar (PLMS, 1995: 193).
Gökteki Ulu Toyon’un sürüsündeki kulunu çalıp yiyen günahlı at bakıcısını öfkeli ruh-iyeleri kişneyerek uçan kuşa dönüştürür. (Ergis 1974: 150).
Saka mitlerindeki kahramanların dış görünüşü, üst dünyaya ait ruh-iyeleri ile ilişkilerinde hata yaptıkları için değiştirilir. İslam dinini kabul eden Türk halklarında insanı dönüştürebilen güç temelde Allah’tır.
Türk halkında şöyle bir mit vardır: “Birisinin güzel bir kızı varmış. Onu ana babası yabancı birisine nişanlamış. Kız gelecekteki kocasının kim olduğunu da nasıl birisi olduğunu da bilmiyormuş. Bir gün bir kara kadın genç kıza gelip ‘Ana baban seni kel bir fakire verdi.’ demiş. Korkan kız kollarını bağrına basıp ‘Allah’ım beni kuş et!’ diye iki defa söylemiş. Kuşa dönüp pırr diye uçup gitmiş.” (Ergun, 1997: 370). Elbette burada da kız çaresiz halde kalmış, çaresizlikten kuşa dönmüş. Onu kuşa dönüştüren güç ise Allah’tır. Ancak burada da genelde olduğu üzere sözün büyüsü meseleyi çözen bir manaya sahiptir. Bu mitlerin hepsinde insanın temelde korkudan kuşa dönüşümüne işaret edilmektedir.
Kazaklarda kukumavın eskiden insan oluşu daha sonra kargış neticesinde kuşa dönüşmesi hakkında da anlatma var. Türkistan, Janakorgan, Sırderya’nın alt bölgesinde yaşayan kandaşlarımız zaman zaman ona bayğız [kukumav] değil Muratalı demektedirler. Niçin Muratalı? Geçmişte Karatav’ın çukurluğunda Jideli Baysın bölgesindeki Konıratlar arasında zengin biri varmış. Çocuk istiyormuş. Döktüğü gözyaşlarından sonra olan oğluna Muratalı adını vermiş. O, çok şımarık bir şekilde büyümüş. Şımarıklıkla deliliğin arası çok yakınmış. Büyüdükçe büyüğe büyük, küçüğe küçük demeden sorumsuzca söz söyleyen biri olmuş. Yas yerinde kahkahalarla gülmüş, düğünü eğlenceyi kavgasız dağıtmamış. Böyle edip bir seferinde Umay anaya söz söylemiş. “Umay der, Umay kim desem, çok kadının birisiymiş.” dermiş bir keresinde. Bunu işiten halk yere bakıp utançlarından yerin dibine geçmiş. Bu şekilde Umay ananın kargışı neticesinde Muratalı bir gece yumruk kadar bir kuşa dönüşüp, çalılığa sinip kaybolmuş. Geceleri çığrışıp ağlaması geçmişte yaptığından duyduğu pişmanlığın bir göstergesiymiş. Obadakiler damın başında duran küçük kuşu her gördüklerinde “İşte bu Umay ananın kargış ettiği kuş ya da baykuş [biçare], kukumav oldu.” diye acırlarmış. Bunu duyan Muratalı “Benimle dalga geçen benim gibi olsun.”, “Kukumav dersen iki yanağın kirli paslı olsun.” diye kargış edermiş. O, “Muratalı es selamünaleyküm.” desen mutlu olup “Muradına er.” diye dilekte bulunur bağırırmış, dans edermiş.” (Ravşanov, 2007: 110).
Genel olarak Türk-Moğol mitlerinde akrabalarından (üvey anne, sert gelin) baskı görüp kuşa dönüşen kahramanlar vardır. Türklerde iki yetim çocuk, oğlak arayıp bulamayınca “Kır oğlak yok.” diye öten kuşa dönmüş (Ergun, 1997: 374). Moğollarda işten yorulup acıkan çocuk sert mizaçlı yengesine “Teyze sütün dibini ver.” demiş. Gece bozkıra kovulmuş, sonunda da kuşa dönüşmüş. Bunun sonucunda “Teyze sütün dibini ver.” sözlerini söyler gibi ötüp dolaşan kuş da vardır (Sampildendev, 1999: 30-31). Bazı kuşlara ait cıvıltıların belli ölçüde insanın sözlerine benzer olmasından dolayı bu cıvıltıların insan konuşuyormuş gibi düşünülmesi, elbette bu anlatmaların ortaya çıkışına sebep olmuştur.
Diğer gruba dahil olan mitlerde insanlar günahkâr oldukları için kargışa uğrarlar ve kuşa dönüşürler. Kazaklarda ağaçkakan hakkında şöyle bir mit bulunmaktadır: “Musa peygamberin bir kölesi vardır. Onun eli uzundur, her şeyi çalar ve bunun sahibi tarafından fark edilmediğini düşünür. Bu hareketlerine son vermeyince peygamber kurum çalıp onun üzerini kirleterek onu ağaçkakana dönüştür. Onun et ve ot yemesini yasaklayıp ağaç yiyen kuşa dönüştürür. Ağaçkakan, o günden beri ‘Yemeğim yok, hiçbir şey yok’ deyip ağacı gagalayıp gezermiş.” (KF, 1972:51).
Bu anlatmanın Buryatlardaki varyantı şu şekildedir: “Eskiden ağaçkakan insanmış. O çok zengin fakat çok cimriymiş. Bir gün balta sapı takarken yoksul biri ondan yiyecek bir şeyler istemiş. Zengin adam ona ağacın yongasını, sonra da baltanın sapını vermiş. İşin aslı o yoksul adam kılığında gezen Tanrı’nın bizzat kendisiymiş. Sonra Tanrı, ‘Ben sana zenginliği garip kişilere yardım et diye vermiştim. Sen şimdi ağacı delip öyle beslen.’ demiş. O günden beri o adam kuşa dönüşerek ağaçtan ağaca konup, tıkırdayarak geziyormuş.” (Hangalov, 1960: 30).
Moğol varyantında yoksul kişiye ağacın yongasını veren art niyetli zengin, ağaçkakana; onun cimri karısı da hayvan gübresini emen solucana dönüşür (Tserensodnom, 1989: 121).
Genel olarak Kazakların birçok mitinde insanı kuşa çeviren peygamber ya da evliyanın kargışı, Buryat ve Moğollarda ise başka bir kılığa girmiş olan Tanrı’nın kendisidir. Çünkü çok Tanrılı Budizm’in düşüncesine göre ilahlar çeşitli kılıklara bürünmekte, farklı şekillere girmektedir.
Bizim incelediğimiz anlatmalarda ağaçkakan günahkârdır. Demek ki o, mitolojik bilincin yakın zamanlarda gelişen safhasıdır.
Etiyolojik mitlerde değişim belirli benzerlikler üzerine kurulmaktadır. Bu; genel olarak hayvanların dış görünüş benzerliği, hareketi, yürüyüşü, huyu, hayat tarzı ile ilişkili olmaktadır (Meletinskiy, 1976: 194; 11: 75). Mesela ağaçkakan başka bir şey yemeden sürekli ağaç kakmaktadır. Bu nedenle cimri ile eşleştirilmektedir. Bu gibi mitlerde çoğunlukla kargışın çözümleyici bir güce sahip olması anlam taşımaktadır. Bundan sonra “Benzerlik, benzerliği yaratır.” şeklindeki büyüsel düşünce de önemli bir işlevi üstlenmektedir. Mesela art niyetli zengin, karnı acıkan yoksula ağacın yongasını sunar; koruyucu ruh vurur ve olanların tam tersine kendisi ağaç yiyen kuşa dönüşür.
Kazaklardaki karınbay [cimri] hakkındaki anlatmanın varyantları Moğollar ve Buryatlarda da bulunmaktadır. Anlatma şu şekildedir: “Tanrı yoksul insan kılığına girip Duut ve Dönön adlı iki zenginin ülkesine varır. Bu ikisi malının sayısını bilmezmiş. Yılkısını, Dönön Vadisi adlı yere toplar vadi dolunca tam diye hesaplarmış. Tanrı Dönön’ün evine gelip yiyecek bir şeyler sormuş. Zengin adam ağaç yontarken ona ‘Biz ağacın yongasını yiyoruz. Bundan başka yiyecek yok.’ diyerek tabağa yonga koyup ikram etmiş. Sinirlenen Tanrı bunların malını ellerinden almış. Dönön’ün yılkısını yabani ata, Duutın’ın devesini Gobi Çölü’nde gezen yabani deveye dönüştürmüş (Tserensodnom, 1989: 90; Sampildendev, 1984: 224-225; Hangalov, 1960: 327-328). İşte Kazaklarda ve Kırgızlarda cimriliği ile Tanrı’nın öfkesine maruz kalan Karınbay’ı yer, yutar ve malı da yabani hayvana dönüşür (KF 1972: 49; 15: 512-514; KOEÇ 1973: 82-83). Bazı varyantlarda Karın-bay’ın evine onu sınamak için yoksul kılığında gelen misafirin Cebrail ya da Hızır olduğu söylenir. (KS 1962: 23-24; Kurmangazı 2002: 157-158). Karınbay’ı yerin yutması konusunun Kuran’da var olduğu bilimsel olarak kanıtlanmıştır (Kaskabasov, 1972: 34). Kuran’ın 28. suresinin 80. ayetinde Karun hakkında “Sonuçta onu da evini de yere yutturduk.” İfadesi bulunmaktadır (Kuran 394-395). Kısacası vahşi hayvanların (kahverengi hayvanlar: yabani at, deve, geyik, dağ koyunu, dağ keçisi vd.) ortaya çıkış sebebi Kazak ve Moğol mitlerinde zengin adamın malının yabani hayvana dönüşmesi olarak açıklanmaktadır. Yabani hayvana dönüşen sayısız malın sahibi Moğollarda Dönenbay, Kazaklarda Karınbay, onları dönüştüren güç Tanrı’dır. Dönüşümün başlıca sebebi de merhametsiz zenginin cimrilik ederek işlediği günah olarak görülmektedir.
Kazaklarda ve Moğollarda avcıların hayvana dönüşmesi ile ilgili anlatmalar vardır. Mesela Kazaklarda Tanrı; uçan kuşun, koşan hayvanın canını bağışlamayıp dünyadaki bütün hayvanları yok etmek niyetinde olan avcı Jayık’a “Yeryüzünde doğru düzgün yaşamadın; şimdi yer altında ömür sür, köklerle beslen! diyerek ağır bir ceza vermiş (KF 1972: 48). Attığı ok yere düşmeyen Donduğul ve Duvaysokır adlı cani avcılara öfkelenen Tanrı onların birisini dağ sıçanına, diğerini de kunduza dönüştürmüş derler (KF 1972: 48).
İşte bu örneklerde tabiat ile insanın arasındaki dengeyi bozan avcıların, mit türünde cezalandırıldıkları görülmektedir. Gerçekte mitin amacı soy-kabilede kalıplaşmış kutsal kuralları bozmaktan sakındırmaktır. Buna karşı gelenleri ağır cezaların beklediğini göstermektir (Yeremina, 1978: 11-12).
Moğollardaki meşhur keskin nişancı avcı (surmergen) da dağ sıçanına dönüşür. Fakat bu olay Kazaklardaki ile karşılaştırıldığında başka bir şekilde gelişmektedir. Buradaki farklılık; kabilesinin derdi için ant içmiş olan avcının, bu andını yerine getiremediği için parmağını kesip kendi isteğiyle dağ sıçanına dönüşmesidir.
Moğol, Altay, Tuva halklarında karşılaşılan, attığı ok yere düşmeyen bu keskin nişancı avcının adı Erhiy Mergen’dir. O, gökyüzünde yanan üç güneşi (bazen yedi güneşi) vurmak için ant içen kozmosun yıkıcı avcısıdır. Gökyüzündeki üç güneşi vurmak için iddialaşıp “Eğer okum hedefi bulmazsa temiz su içmeyeyim, artık kök yiyeyim, sıkıntılı bir inde hayat sürecek hayvana döneyim!” diyerek söz verir. Mergen iki güneşi vurup üçüncü güneşi hedef aldığında kırlangıç engel olur ve oku ona isabet ettiği için kuşun kuyruğu çatal olur. Gökyüzünde sağlam kalan son güneş yükselip, dağı aşarak batar gider. Eskiden güneş gökyüzünde parlayıp çok sıcaklık verirmiş. O zamandan beri güneş artık batar hale gelmiş. Andını yerine getiremeyen üzgün avcı başparmağını kesip atarak ine girer ve “temiz su içmeyen, kök yiyen” dağ sıçanına dönüşür. Bu sebeple dağ sıçanına bakacak olursak insana benzer şekildedir fakat onun parmağı dört tanedir (Potanin, 1919: 17; Gaadamba, 1990: 229-233).
Buradaki avcı dünyanın birçok milletinde karşılaşılan, gökteki fazla güneşi vurup âlemi düzene sokan eski bir yaratıcı kahramandır. Kazaklarda acımasız avcı Jayık ve Donduğul’u, Duvay ile Kögelday’ı Tanrı cezalandırıp görünüşlerini değiştirmiştir. Moğollarda tam tersine güreşçi usta avcı, kendi isteğiyle dağ sıçanına dönüşmektedir. Fakat bu arkaik mitolojide karşılaşılan, kendi isteğiyle gerçekleştirilecek amacı değiştirmek değil kargışa uğramaktır yani toparlayacak olursak sözün büyüsünün egemenliğidir. Kazaklarda ise kendi isteğiyle hayvana dönüşme yoktur. Bunun sebebi dönüştürme işini sadece Tanrı’nın gerçekleştirebilecek olmasıdır. Bunun özünde de önemli bir özellik vardır. Bu özellik, öncelikle Tanrı inancının sonra da tek tanrıcı dinin sözlü mirasımızdaki ışıltılarıdır.
Kısacası Kazaklar ve Moğolların hayvanların ortaya çıkışını açıklayan mitlerinde eski bilincin iki aşamasının olduğu ortaya koyulmaktadır. İlk evrede tabiat ile ruh denktir ve birliktedir. Burada hayvanların ilk örneği, ilk kez özel mitik dönemde yaratılmaktadır. Onlar birbirlerinden bazı organları isteyip alırlar, bu şekilde bu davranışların tamamı tabii şekilde görünmektedir. Çünkü dünyanın kaostan henüz düzene geçtiği dönemdir. Hayvanları yaratanlar; Tanrı, zaman zaman yaratıcı kahraman, seyrek de olsa aldatıcı kahramandır. İkinci evre, insan ile tabiatın arasındaki denklik kanununun bozulduğu dönemdir. Burada âlem bir zamanlar yaratılmış, bir başka ifadeyle mitik zamana nokta koyulmuştur. Fakat bu evrede de bazı hayvanlar ortaya çıkmaktadır. Onun baş sebebi etik olarak açıklanmaktadır. Çünkü insanın bilinci gelişip kavmin ruhi ve sosyal kuralları şekillendiği için insan kendisini tabiata karşı koyar. Artık hayvanlar temelde önce kutsal sonra günahkâr olduğu için kargış neticesinde peyda olmuştur, şeklinde tasvir edilmektedir. Kısacası bu evrede hayvanların dönüşme vasıtasıyla bir başka deyişle insanın, insanlığına leke sürdürerek insani özelliklerini kaybettiği dönemde çehresinin değişmesi yoluyla peyda olduğu şeklinde bir açıklama ortaya çıkmaktadır. Mitik zaman bakış açısından değerlendirildiğinde bu evrede âlem bir zamanlar yaratılmış ve bu süreç tamamlanmıştır. Ay-güneş de insan-hayvan da dağ-taş da kısacası gerekli olan her şey var. Fakat bu gibi açık evrede birileri (cezalandırıcı, şekil değiştirici) ya da cezalanan (şekli değişen) tarafından insanlığa leke düşürülmekte ve neticede olay yeni bir boyuta geçip kargış-cezaya varmaktadır. Bunun neticesinde hayvanların yeni bir türü (bazı zamanlarda bitkinin cinsi) dünyaya gelmektedir. İşte bu gibi anlatmalar dünya halklarının hepsinde de bulunmaktadır. Biz Türk-Moğol malzemesi temelinde bazı özellikler üzerinde durduk.
Bitkilerin tür-görünüşü hakkında: Etiyolojik mitlerin bir başka geniş alanı bitkilerin yaratılışı hakkındaki mitlerdir. Bu mitlerde bozkırımızda yetişen bazı ağaç ve çiçeklerin ortaya çıkışı, dış görünüşü, türü, yetiştiği yerin durumu açıklanmaktadır. İleride söyleyeceğimiz üzere çorak bozkırda hayvancılıkla meşgul olan göçer kavimde bu gibi mitlerin çok fazla olmadığını görmekteyiz.
Dünya mitolojisinde ağaç ve ota dönüşen kahramanlar var. Örneğin Defne, Smirna, Kiparis ismindekiler ağaca; Adonis, Nergis, Giatsint ismindekiler çiçeğe dönüşür. Bunlar kargışa uğrayıp ya da sürgüne maruz kalıp öldükten sonra bitkiye dönüşür. Örneğin Smirna, babasının kargışı neticesinde ağaca dönüşür. Hayvan avlayıp gezerken yaban domuzunun saldırısına uğrayıp yaralanan Adonis’in kızıl kanından kızıl gül, onun âşığı Afrodit’in gözyaşından düşün çiçeği ortaya çıkmaktadır. Defne, kendisine âşık olan ilah Apollon’un çok arzulayıp kovalaması neticesinde defne ağacına dönüşür. Bunlarda tarım toplumlarına has mevsimlik ölüp-dirilme sembolünün ima edildiğini araştırmacılar yazmaktadır.
A.N. Veselovskiy bitkiye dönüşmenin üç aşamadan oluştuğunu yazar. İlk aşamada tabiat ile insanın denkliği vardır. İnsan bir hayvan ve bitkiden doğar. Bunun totemik düşüncenin bir görünüşü olduğunu bilim adamları ispat etmiştir. İkinci aşamada insanın kendisi bitkiye dönüşür. Bazen insanın doğrudan kendisi değil kanı ya da bazı uzuvları bitkiye dönüşür. Üçüncü aşamada ise ölenlerin mezarında çiçek ya da ağaç yetişir. Bu ruhun bir başka surette dirilmesinin sembolüdür (Veselovskiy, 1989: 104-106).
Kazaklar, çiftçi bir halk olmadığı için mitlerimizde doğrudan bitkiye dönüşen kahramanlar seyrektir. İnsanların kayına dönüşmesi hakkında sadece bir anlatma ile karşılaştık. Bu anlatmada Burabay’daki “Dans eden kayınlar” hakkında şunlar anlatılmaktadır: “Eskiden akşamleyin eğlenmeyi seven gençler meydanda toplanıp özgürce gülüp oynarlarmış. Böyle bir eğlencede bir grup endamlı kız da döne döne dans ediyorlarmış. Bu ilginç eğlenceyi gizlice gelip seyreden han, gayriihtiyari bağırıp “Mükemmel! Çok yaşayın gözümün nurları!” diye seslenmiş. O zaman ülkenin sahibi hanın gelmesinden utanıp sıkılan dans eden kızlar, o şekilde kayına dönüşmüşler ve katılaşmışlar.” (EKA, 2006: 170-171).
Genel olarak, eski bilinçte hanın “kut”u ve aynı şekilde gözü değdiği zaman hassas canların bunun ağırlığını taşıyamayıp ölüp gideceği şeklinde bir düşünce vardır. Örneğin “Navrızbay-Hanşayım” destanında Kenesarı, güzel Hanşayım’ı seçince ona göz değmiş ve o, dünyadan zamansız ayrılmıştır (Kaskabasov, 2007: 205). Bizim incelediğimiz metinde de dans eden narin kızlar hanın hayran bakışlarından kayın ağacına dönüşür. Derlediğimiz bunun dışındaki metinlerde insanın cansız bir varlığa dönüşmesi temelde kargış ile ilişkilendirilmektedir. Doğrudan bitkiye dönüşme konusu Kazaklar ve Moğollarda hemen hemen yoktur.
Hâlbuki “Kozı Körpeş Bayan Sulu” destanında bitkiye dönüşme konusunun iması bulunmaktadır. “Kozı Körpeş ile Bayan Sulu’nun kabrinde her yıl iki dal kızıl gül çıkar ve bunlar birbirine kavuşmak istermiş. Bu Kozı ile Bayan’mış ancak onların ortasında kara diken çıkıp bunlara batar ve onları soldururmuş. O kara diken Kodar’mış” şeklinde bir anlatma vardır. Burada Kozı ile Bayan’ın kızıl güle, Kodar’ın kara dikene dönüştüğü ifade edilmektedir.
Destanın bir başka nüshasında Kozı ile Bayan, kavak ağacına dönüp başları kavuşur. Ancak Kodar onların ortasında dikenli çalı olarak büyür.
Kozı ağamın dibine Kodar gelmiş,İkiye ayırıp ikisini göçüp gitmiş,Bayan ile Kozıcığım yalnız değildiİki yerde kavak olup bitmiş.Kozı ağam ile kul Kodar atışmıştıBirlikte varıp yâri ile yatmıştı.İki yerden kavak olup çıkmış,Başı varıp yığılıp yapışmıştı.Derman olur Bayan yarasına,Köle Kodar’ın huyu kötü.Kozı’yı öldüren işte bu Kodar,Dikenli çalı olup bitmişti arasında [Kozı Körpeş 1959: 97].Bu türkünün Tatarlar arasındaki varyantı aşağıdaki gibidir:
“Kara Han, Bayan ile Kozı’nın ırmağın iki tarafına gömülmesini emreder. İkisinin başında yetişen kavak birbirine doğru eğilir, ikisinin arasında köprü vazifesi görür.” (Omarulı, 2003: 152-156).
Fakat bu motifler değişimin üçüncü basamağıdır. Yani bu varyantın, mezarda büyüyen bitkinin sırrının açıklanması amacıyla ortaya çıkmış anlatı olduğunu anlamaktayız.
Kazaklarda insanın doğrudan ağaçtan doğduğu hakkında mit korunmamıştır. Şecerede Kıpçak boyunun atası ağaçla ilişkilendirilmektedir yani ağacın geçmişte totem olduğu açıktır (Kıravbayeva 1996). Kıpçakların atasının ağacın kovuğundan çıktığı şeklindeki anlatı bulunmaktadır. Yunan mitolojisindeki bazı anlatmalarda da Adonis, ağaç kovuğundan doğmaktadır (MS, 1990: 27). Eski Uygurların hanı Bögü’nün insan gibi konuşan bir çift kavaktan doğduğu şeklindeki anlatmayı Fars tarihçisi Ata Melik Cüveyni kaydetmiştir (Karjavbay, 2003: 309-311). Kazaklarda ise insanın organlarının, kanının bitkiye dönüşmesi hakkında anlatmalar mevcuttur. Örneğin, bir mitte reyhan çiçeğinin nasıl ortaya çıktığı şu şekilde açıklanmaktadır:
“Eskiden Sumıray adlı bir han varmış. Açgözlü han yeryüzündeki suyu da halktan esirgeyip toplamış, halka vermeyip onlara çöl azabı çektirmiş. O zaman halk içinde çok güzel, alımlı bir kız varmış. O, Sumıray Han’a hediye hazırlayıp onun sarayına varmış. Hana altın işleme şapan giydirmiş, onunla atışıp hatasını yüzüne vurmuş. Sumıray Han sinirlenerek, kızın sağ kolunu kesmiş. O zaman Tanrı hünerli kızın beş parmağını beş yapraklı reyhan çiçeğine dönüştürmüş. Sinirlenen halk, hanı öldürmüş ve becerikli kızı hatırlatmak amacıyla reyhan çiçeğini nakışlı keçe döşemeye nakşetme geleneği ortaya çıkmış. İşte bu desenin sınırına su deseninin de konulması, suyu Sumıray’dan kurtaran kızı hatırlatmasından kaynaklanmaktadır.” (Kasimanov, 1975: 7-11).
İşte bu mitte reyhan çiçeğinin becerikli kızın beş parmağından ortaya çıkışı anlatılmaktadır. Bununla birlikte kültürel nesne reyhan çiçeği ile su deseninin ortaya çıkışı da açıklanmaktadır (Ek B). Moğol halkında, sevdiği kişi savaştan dönmeyince gözünden damlayan yaşları çiçeğe dönüşen kız hakkında bir anlatma var. Kelingül [Gelinçiçek] diye adlandırılan bu çiçeğe dönüşen anlatmanın parçaları doğrultusunda B. Rinçen bir manzume yazmıştır (Rinçen, 1959: 64).
Dünya mitolojisinde alpların vücudu parçalara ayrıldığında kozmos yaratılmaktadır. Birçok halkta yarı insan yarı hayvan ilk alpın vücudundan âlem, sistemli bir şekilde yaratılmaktadır. Bunu muzaffer kahraman ya da ilahlar kurban olarak keser ya da yırtıcı hayvanlar dalayıp parçalar. Totem-ata kurban verildiğinde onun vücudundan insana gerekli önemli nesneler ve tabiat nesnelerinin yaratıldığı şeklindeki eski düşünceden bu tür mitler yaratılmış olmalı (Şahnoviç, 1971: 127).
“Mitlerde, kurban sunulması neticesinde ölmüş olan ataların vücudundan bazı nesne ve varlıkların ortaya çıkışı hakkındaki anlatmalarla karşılaşılmaktadır. Mitlerin bu tipi toprakla uğraşan eski insanlara özgüdür. Örneğin Papualarda demiurgun ölümü, onun kültür bitkilerine dönüşmesine sebep olmaktadır (Meletinskiy, 1976: 195).
Kazak mitlerinde doğrudan bu anlamda kurbanlık motifi yok denilebilir. Bizde mitik kahramanları sadece düşmanlar ya da acımasız avcılar yaratmaktadır. Örneğin kendisine düşmanların salladığı silah değer ve evliya kurban olur. Onun vücudundan coğrafi nesnelerin ortaya çıktığı ile ilgili anlatmalar bulunmaktadır.
Buna benzer şekilde Kazaklarda “Vişne neden kızıldır?”, “Elmanın çiçeği neden kızıldır?” şeklindeki sorulara cevap veren mitler de bulunmaktadır. Örneğin “Eskiden bir avcı varmış. O; hayvanın, kuşun bittiğine aldırmadan avlanmaya devam edermiş. Çok geçmeden o bölgede gezen hayvan da kuş da kalmamış. Günlerden bir gün avcının avlusundaki vişne ağacına bir güvercin konmuş. O zaman vişne meyvesinin rengi sarıymış. Sıcak taraflardan çok uzun süre uçup kanatları yorulan güvercin dinleniyormuş. Onu gören avcı güvercini tam yüreğinden vurmuş. Güvercinin kanı vişne ağacından uzun süre damlamış. Suçsuz kuşun kanı ile boyanan vişne meyvesi o günden beri kıpkızıl olmuş.” (Rahmetova, 1999: 22).
Bir başka anlatmada acımasız çocuk elma ağacına konmuş olan güvercini vurur ve onun kanı ile boyandığından elmanın çiçeği kızıldır. Aynı zamanda güvercinin ok değdiği için bir daha ağaca konmadığı da söylenmektedir. (BHJE, 1985: 11).
Tekrarlayacak olursak çiftçilikle meşgul olan eski kabilelerin düşüncelerinde özel kurbanlıktan sonra insan vücudundan bütün âlemin değil bazı hububat tohumlarının ortaya çıkışı ile ilgili anlatmalarla sık karşılaşılması bilim dünyasında ortaya koyulmuş bir meseledir (Yevskyukov, 1988: 91). Bizim incelediğimiz anlatmalarda da bu konunun izleri bulunmaktadır (Ek B). Örneğin Kazak ve Karakalpaklarda pirincin peygamberin düşen dişinden ortaya çıktığını aktaran anlatmalar vardır (Potanin, 1881: 98). Haşhaş içinse peygamberin yılanın soktuğu dostunun yarasını soğurup tükürmesi neticesinde yerde yetişen bitki denmektedir4. Moğollarda ve Buryatlarda tütün ve afyon, ölen güzel kadının kalça kemiğinden çıkmış yaprak şeklinde anlatılmaktadır (Tserensodnom, 1989: 164-165; Hangalov, 1960: 32).
Oysaki Kazak ve Moğol gibi gelişen halklarda eski kurbanlık motifinin belirsiz bir hâle gelip düşmanın (bizim incelediğimiz örneklerde düşman, yılan, ecel vd.) ya da avcının düşmanlığının ön plana çıktığını görmekteyiz. Fakat düşman ile usta avcının hareketinin düşmanlık olarak değerlendirilmesiyle (Ek B) temelde insanın işine yarayacak önemli kültür bitkisi ile kutsal dağ taş, göl pınar, zaman zaman müzik aleti vd. dünyaların genel olarak Kazak mitolojisinde sıkça ortaya çıktığını hatırlatmamız gerekir.
Bir başka mitte ağaçların hayatına Kazak ve Moğolların özel hayatının aynı şekilde aktarıldığını görmekteyiz. Burada dönüşüm yoktur. Sadece ağaçların “Neden öyle?” ömür sürdüğü hakkında söz söylenmektedir. Örneğin “Çam ağacı ile seksevil”5 ve “Kandil çiçeği ve bayalış, ardıç” adlı iki mitte bu konular görülmektedir.
“Çok eski zamanlarda çam ağacı da seksevil de ovalardaki uçsuz bucaksız yeşilliklerde yetişirmiş. Bunlar yerleşme konusunda dalaşmış ve “Oraya otur, buraya otur!” diye birbirleriyle alay edip en sonunda topuzlarla vuruşmuşlar. Onların arasına girip onları ayırmak hiç kimsenin elinden gelmemiş. İnce yapraklı kavak istişare ederek, bunların asker seçip savaştıkları meydana sel göndermiş. Seksevil selden kaçıp çöle gitmiş. Çam ağacı sudan kaçıp dağa çıkmış. Seksevil avcıymış, çam ağacının vücudunu kaplayan budaklar seksevilin attığı oklarmış. Çam ağacı mızrakçıymış. Seksevilin bütün gövdesindeki yara izleri çam ağacının mızrağından kalmış. O günden beri çam ağaçları seksevil gelip kalmasın diye dağ başında durup gözetlermiş. Çam ağacından korkan seksevil, çöle saklanıp dikenli gezermiş. Yerleşmede anlaşamayıp savaşan iki güçlünün biri korkup dağa çıktıktan diğeri ise barınacak yer arayıp çöle saklandıktan sonra geniş ırmak oradaki ağaçlarla kavağa kalmıştı.”
Gördüğümüz gibi ağaçların hayatı, yer için çekişen göçer cengâver halkın hayatına biraz benziyor. Bu anlatma N. Mınjanulı’nın Kazaktın Miftik Anızdarı [Kazakların Mitik Efsaneleri] adlı kitabında yayımlanmıştır (Mınjanulı, 1996: 130). Doğrudan böyle bir metin Moğol halkında da bulunmaktadır (Bennigsen, 1912: 23; 45: 84).
Bu mitte değişim konusu gözlemlenmemektedir. Sadece eski devirde ağaçların da insan gibi hayat sürdüğü anlatılmaktadır. Tabiat ile insanın arası açılıp insan kendisini tanıdıktan sonra toplumsal hayatını tabiatla uyumlulaştırmaya başlar. Bu mit de o dönemde doğup ağaçların neden böyle ömür sürdüğünü yani mitik zamanda yerleşmiş ilk düzenin, tertibin sırrını açıklamaya ayrılmıştır. Çölde yetişen seksevil, dağda yetişen çam ağacı göçer halklar için çok yakın bitkilerdir. İnsanların bundan dolayı atalarının kahramanca hayatlarını dışarıdaki benzer işaretler üzerine temellendirip ağaca da uydurduklarını görmekteyiz.
Bizim incelediğimiz önceki metinlerde toprak kavgası öne çıkıyorsa da daha sonraki mitlerde dul için kavga merkezde yer alıyor gibidir. İlk kez Dala Valayatının Gazeti’nde yayımlanan “keçi sakalı, bayalış6, ardıç” adlı mit buna örnek gösterilebilir (Dala Val. 1989: 116):
“Bir iki evli kişi birbirine yakın durmuştu. Biri, Bayalış adında bir oğlu olan Seksevil; diğeri Arşa adında bir kızı olan Karağay imiş. Önceleri onlar komşu olarak iyi yaşamışlar. Bayalış Arşa’ya başlık vermeye hazırsa da Arşa Bayalış’ı çok sevmiyor, rengi kara olduğu için rıza göstermiyordu. O zaman babaları tartışmış. Tobılğı (keçi sakalı) gelip barıştırmaya çalışmışsa da başaramamış. O zaman Seksevil ve Bayalış durumun zor olduğunu görüp Tobılğı’ya katılıp güneye gitmeyi düşünmüşler. Onlar gittikten sonra Karağay kibirlenip başını yukarı kaldırıp çok uzamıştı. Seksevil’in kaygıdan beli bükülmüş; Tobılğı, Seksevil ve Karağay’ı barıştıramadığı için utanıp kızarmıştı. Bir hayli zaman Karağay’ın kızından haber alınamamış. Sonraları Arşa taşa âşık olup annesinden kaçmış o günden beri taşla birlikte yaşıyormuş.”