bannerbanner
Türk-Moğol Mitolojisi
Türk-Moğol Mitolojisi

Полная версия

Türk-Moğol Mitolojisi

Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
4 из 6

Kazaklar ve Moğollarda sık rastlanılan “Devenin cinsel organı neden geriye doğrudur?”, “Sığırın böbreği neden pürüzlüdür?” şeklindeki mitler de en başta “genel ile özel”in bölünmesinden ortaya çıkmıştır. Moğollardaki metin şu şekildedir:

“Eskiden Tanrı hayvanlara cinsel organlarını paylaştırmış. Uzun kulaklı eşek hepsinden önce haberi duyup erken varmış ve en uzun cinsel organı almış. Deve ise kibirlenip “Tanrı benim boyumun uzunluğunu onsuz da biliyor. Bana en büyük organı bırakır.” diyerek geç gitmiş. Böylece herkes kendi organını götürmüş, bir tek kır eşeğe layık kısa bir tanesi kalmış. Deve bunu görünce “Böyle bir organı alıp maskara olmaktansa bırakayım deyip öfkelenmiş, geri dönerken Tanrı ‘İster al, ister alma.’ deyip ardından fırlatmış. Organ deveye ters bakar şekilde yapışıp kalmış. Devenin organının ters olmasının sebebi bu imiş.” (Tserensodnom, 1989: 95; 21: 77).

Bu mitte “eşek-deve”, “alçakgönüllü-kibirli”, “uzun-kısa”, “düz-ters” kavramları karşılaştırılıp eşek ile devenin organlarının özelliği tasvir edilmektedir. Şimdi “Sığırın böbreği” konusunun Moğollardaki örneğini verelim:

“Eskiden Tanrı hayvanlara böbrek dağıtmış. O zaman tembel sığır yavaş hareket edip geç gelmiş. Böbrek de bitmiş. Önce gelenler iyilerini alıp gittikleri için Tanrı onlardan kalan kırıntıları karıştırıp sığıra vermiş. Bundan dolayı sığırın böbreği pürüzlü, kırıntılı, karakteri de değişken olmuş.” (Tserensodnom, 1989: 88).

Kazak varyantı da aynen bu şekildedir (Mınjanulı, 1996: 132).

Aslında Kazaklarda sığırın böbreğini yemek yasaktır. Çünkü halk “Onda helal olmayan domuzun da böbreğinden ekleme vardır.” demektedir. İşte eski dönemde totem hayvanın etinden yemek yasaklanmıştır (Propp, 1986: 155). Demek ki sığırın böbreğine belirli bir derecede kutsal kabul edilen totem hayvanın (geyik, kurt, ayı vd.) organlarının parçası da karıştırıldığı için onu yemek en başta sert bir şekilde yasaklanmış olmalı.

Tavşan hakkındaki mitte de hayvanların birbirinden, tabiattan hiç ayrılmadığı kısacası âlemin yaratıldığı dönemi görmekteyiz. Bu konu sadece Kazaklarda bulunmaktadır:

“Yeryüzündeki bütün hayvanların yaratılışı tamamlandıktan sonra tavşan yaratılmış. Bu sebeple on iki organını kendisinden önce yaratılan hayvanlardan istemiş. Tavşan dudağını deveden, kulağını eşekten, kuyruğunu keçiden, ayağını itten, diğerlerini de başkalarından almış. Hayvanların hepsine borçlu kalmış tavşan. Bunlar alacakları ister mi diyerek üzülüp kendi gölgesinden de korkar gizlenir kaçarmış. Hiçbir zaman hayvanlar yürek ile karaciğerlerini vermek istemedikleri için o, yüreğini sudan karaciğerini taştan almış. Korkak adamlara “tavşan yürek”, “su yürek” denilmesinin sebebi budur. Tavşan yavruladıktan sonra başka hayvanlar gibi yavrusunu beslemez. Üç gün sonra ilişkiyi keselim deyip bırakır gider. Tavşanın yavrusuna acımaması karaciğerinin taştan yaratılmasından dolayıdır. Genellikle akrabasına merhamet etmeyen insanlara “taş karaciğer” denilmesi bundan dolayıdır (Mınjanulı, 1996: 131-132).

Saf deve kendisinin güzel organlarını başkalarına paylaştırıp vermiş; geç doğan tavşan ise tam tersine başkalarının gerekli organlarını almış, su ile taştan da parça almış. Bilmecede bu durum şu şekilde tasvir edilmektedir:

1 Eşek kulaklı, deve dudaklı,İt bacaklı, geyik kuyruklu.2. Atı karnına kıstırıp,Deveyi dudağına kıstırıp,Eşeği kulağına kıstırıpKurdu at yapıp binip,

Haydi denildiğinde yürüyüveren (BS6, 2002: 76-77).

Tavşanın bu şeklinden kaynaklı değişik yapıda bir hayvan oluşu ile ilişkili farklı türde açıklamalar yaygındır. Tatarlar, onun isminin söylenilmesini yasaklamakta, onu “uzun kulak, kır tekesi, çal teke, pırıyk, kırtıy, miran” şeklinde adlandırmaktadırlar. Onlarda “tavşan” hakkında “Çal tekede boynuz yok.” şeklinde bir atasözü de vardır (Mehmutov, 2001: 28). Kazak, Moğol ve Tuvalılarda baksı tavşanın ilkbaharda eriyen kara nefes vermesi, üfürmesi konusu ortaktır (Vahatov 1983: 110; Pürev 2002: 241; Monguş, 2002: 189).

Bir başka mit grubunda hayvanların hayatı ile onların beslenme özelliklerine ilişkin etiyolojik açıklamalar yapılmakta, hayvanlar insan ile bir tutulmaktadır. Arkaik mitler genellikle toplayıcılık döneminden haber vermektedir. Örneğin; insanın niçin etobur, hayvanın niçin otobur olduğunu yani iki tür arasındaki bu farklılığın sebebini ortaya koyan mit vardır: “Geçmiş zamanda insanlar da hayvanlar gibi ot yiyorlarmış. Zamanla insanoğlunun aklı yetkinleşip hileyi öğrendikten sonra hayvanları yakalamış, onlara ait meraları sahiplenmişler. Çok ot toplayıp stok yapar hâle gelmişler. Zorluğu görüp acele eden hayvanlar yaratıcıya ricalarını bildirdiklerinde Tanrı “Artık siz otobur olun insanlar da sizleri yiyenler olsun.” diye hüküm vermiş. O zaman ilk önce koyun kabul etmiş, yaratanın elini koklamış. Keçi karşı gelmiş, bağırmış. O günden beri koyun kesilirken sessizce yatar, keçi kesildiğinde ise bağırır. Kazakların koyunun başına saygı göstermeleri ve onu pişirdikten sonra evvela burnu kesip yiyerek büyüsel bir hareket gerçekleştirmeleri, Tanrı’nın elini koklamasından ötürü kutsal olmasıyla ilgilidir. O zaman kurt “İnsan et yiyecekse ben ne yiyeceğim?” demiş. Tanrı ona “Sen kuş kirazı ye!” demiş. Kurt, “Kuş kirazı mı yiyeyim boyun mu yiyeyim?” diye tekrar edip yanılmış, oradan sıvışmış. Kurdun, kalabalık koyun sürüsüne saldırdığında onları boynundan tutup yemesi buradan kaynaklanıyormuş.”2. İşte bu mitte insanların otçul olduğu dönemin izleri vardır. Toplayıcılık ile hayvancılığın değişiminin sebepleri bu şekilde açıklanmıştır. İnsanların stok yapmaya başlamasının mülkiyetin şekillenmesine etki ettiği açıktır. Bu olayın izi de yukarıdaki mitte vardır. Aynı şekilde Kazaklarda “eskiden insanlar da hayvanlar da ot yemiş.” ifadesiyle başlayan mitler de vardır (KF 1972: 53).

Bu mitin Kazaklar arasında bir varyantı daha bulunmaktadır. “Yaratıcı dünyayı ilk yarattığında insanı da hayvanı da otobur yaratmıştır. Daha sonra insan ot yedikçe kanaat etmemiş, meranın çoğunu zapt edip hayvanları meradan sürmüş. Aç kalan hayvanlar toplanıp yaratıcı Tanrı’ya isteklerini iletmeye karar vermişler, koyun ile keçiyi de aracı göndermişler. Koyun ile keçi Tanrı’ya “Yeryüzündeki otun hepsini insan sahiplenip bizi otlatmıyor.” şeklindeki şikâyetlerini bildirmişler. Hayvanların bu isteğini yerinde gören Tanrı aracılara “Öyle ise insanoğlu bundan sonra ot yemesin, otları sizler yiyin. Fakat insanlar da sizleri yiyecek etsinler.” demiş. Bu karara koyun razı olmuş, keçi razı olmayıp dönmüş. O zaman hayvanların en kurnazı inekmiş. O sabahleyin herkes uykudayken otlağa gider, burada yayılıp karnını doyururmuş. İnsanlar otlağa gittiğinde öğle oldu deyip, dönüp yatarmış. İnek otlaktan geldiğinde aracılar da dönmüşler. Tanrı’nın emrini işittiğinde sevinen inek, tekrar otlağa gidip karanlık çökene kadar amaçsız bir şekilde yayılır; geceye kadar ağırlığını kaldıramayacak hâle geldikten sonra zorla dönermiş. Tan atana kadar karnı şişip inleyerek azap çekermiş. İnsanın dışlamasından dolayı karnı doymayan deve dolaşmış, çorak yerlerde yetişen sert otları arayıp yayılayım diyerek uzaklara gitmiş ve Tanrı’nın emrini yarım yamalak duymuş. Emre razı olmayan ve koyunun saflığına kızan keçi kesilirken bağırarak razı olmadığını gösterirmiş (KAE 2002: 18). Bu konunun sadece kurtla ilgili anlatılan varyantları Moğollarda bulunmaktadır. Böylece bu konudaki Kazak mitinin epeyce derli toplu hâle gelerek olgunlaştığı ortaya çıkmaktadır. Moğollarda kurdun yemeği hakkında tek bir anlatı ile karşılaşılmaktadır. Varyant şu şekildedir: “Eskiden Tanrı insanlar ile hayvanlara yemek paylaştırırken kurdu unutmuş. Sonra, “Sana ayrılmış bir yemek yok, yüz koyundan birini alıp ye.” demiş. Kurt çıkıp giderken yanlış anlayıp “Yüzünü öldürüp birini bırak mı dedi?!” diyerek gözden kaybolmuş. Sonra o, koyunlara saldırdığında yemese de bütün sürüyü boğup yaralayıp bırakırmış (Tserensodnom, 1989: 95).

Kurdun yanılması durumu Kazaklarda Moyıl je dedi me, moyın je dedi me? [Kuşkirazı mı ye dedi, boyun mu ye dedi?] ya da Jeti kün elden, bir kün jerden dedi me? [Yedi gün elden yedi gün yerden dedi mi?] şekillerinde bulunmaktadır.

Kısacası bu metinlerde hayvan ile insanın beslenme tarzı ele alınmakta, toplayıcılık döneminin sona erip hayvancılık evresinin başladığı dönem aktarılmaktadır. Bununla birlikte insanın yine tabiattan ayrılıp sosyal hayatın bir parçasına dönüşmesi betimlenmektedir. “Ot-et”, “mal-adam”, “mal-kurt” kavramları karşı karşıya getirilip önceleri tabiatın kuytu köşelerinde kalmış malın, insan sahipliğine geçişi meşrulaştırılmaktadır.

Uysal koyunun kutsal kabul edilişinin, “diline diken batmayan” hemen ikna olan devenin meraya girmeden tenha yerlerde otlamasının, bağırtkan keçinin saygı görmeyen bir hayvana dönüşümünün, ineğin insana yakınlığının, kurdun acımasız oluşunun sebebi bu hayvanların karakterine ve tabiatına uygun olarak açıklanmış; bunlar hakkında kavme bir istikamet tayin edilmiştir. Genel olarak Kazaklar keçinin başka dünyanın temsilcileriyle sıkı ilişkide olduğunu düşünmüş ve onu beğenmemişlerdir. Mesela albastı ile şeytan, keçi kılığında meleyerek gezmektedir ya da bu tür yaratıklar genellikle keçi ayaklıdırlar (Kaskabasov 1984: 105-106). Kazaklar, G.N. Potanin’e “Keçi şeytanın malıdır, koyun cennetten çıkmıştır. Keçi mezara çıkar.” demişler (Potanin, 1881: 96). Bir sonraki metin şu şekildedir: “Bütün koyunların babası Şopan Ata. O keçinin ise babası yokmuş. Bir gün koyun güden çobana sahibi ‘Eğer doğacak olan yavru, Şopan Ata’ya benzemez ise senin olur.’ demiş. Şopan Ata daima kuzuları doğururmuş. O zaman çoban onun karnına sopayı sokmuş. Şopan Ata hamile kalmış, kuyruk yağı olmayan ancak kuyruk sokumu olan keçi doğurmuş. Sahibi keçiyi kendi malı kabul etmeyip çobana vermiş.” (Potanin, 1881: 152-153; KF 1972: 56; HTKE 1979: 41).

Bu metinde Şopan Ata yaratıcı, kahraman çoban ise trikster (aldatıcı) kahraman işlevini yerine getirmektedir. Elbette eski dünya görüşünde sopa, kozmos ağacının işlevini yerine getirdiği için dünyanın yaratılışı hakkındaki Türk-Moğol mitlerindeki aldatıcı kahraman şeytanın Tanrı ile iddialaşıp dünyayı yaratacağı sihirli bir araca dönüşecektir. Burada da çoban sihirli sopayı kullanmaktadır ve onun sonucunda koyuna benzemeyen, seke seke yürüyen, kuyruğu sivri keçi “yasaya aykırı” şekilde doğmuştur. Demek ki Kazakların algısında keçi birçok sebebe bağlı olarak değerli görülmemektedir. Bu algı Moğollarda bulunmamaktadır. Ancak Buryat baksısı davulunu keçi derisinden yapmaktadır (Pürev, 2002: 245). Moğol baksısı, kargış söylerken kara keçi kesip onun kan damlayan ciğer ve yüreğini kara ongunun önüne koyar (Pürev, 2002: 313).

Kuşlar hakkındaki Kazak ve Moğol metinleri de genelde olduğu gibi ortak özellikler taşımaktadır. Mesela bazı kahramanlarda önemli özellikler bulunmaktadır. Kazaklardaki “Süleyman padişah ile baykuş” hakkında anlatılan efsanenin Moğollardaki varyantı şu şekildedir:

“Geçmişte kuş padişahı Simurg’dur. Onun karısı Üki [Puhu kuşu] ‘Bütün kuşların toplanması gerekli.’ der. Buyruğu yerine getirip toplanan bütün kuşlar, gagaları delinmiş şekilde sıralandıktan sonra şımarık kadın, bütün kanatlıların yumuşak tüyleri üzerine oturur. Burada sadece baykuş toplantıya geç gelir. Han neden geciktiğini sorar: Baykuş;

‘Dünyayı gezip hızlı hızlı üç yıl uçtum, süzülerek yetmiş yıl uçtum. Orada üç büyük eğlence gördüm.’ der. Simurg ‘O nasıl bir eğlence?’ der. Baykuş ‘Gün az, gece çok denileni gördüm. Çünkü bulutlu günleri geceye ekledim. Kadın mı çok erkek mi çok bunu da bildim. Kadın çokmuş. Çünkü kadının sözünü dinleyenleri kadınların sırasına ekledim.’ der. Sözün manasını anlayan Simurg kuşları serbest bırakır ve şımarık puhu kuşuna ‘İkimiz gece buluşalım.’ der kandırarak. O günden beri puhu kuşu geceleri uğuldayıp çağırır, kocasını arar.” (Potanin, 1919: 52; 45: 133).

Kazaklarda buradaki Simurg’un işini Süleyman padişah, baykuşun işlevini kukumav yerine getirmektedir (Dala Val. 1989: 116-117). Buryatlarda puhunun, kuş padişahının kızı olduğu bir örnek bulunmaktadır (Hangalov, 1960: 29).

Bazı Kazak anlatmalarında kukumav, cadı padişahını söz ustalığıyla yenip tövbe ettirir (KHE 1988: 265-267). Süleyman suretinin Kazak anlatmalarına sağlam bir şekilde yerleşmesi, aşağı yukarı İslam kültürünün gelişinden sonradır. Zira bu kahramanın adı Moğollarda hiç geçmemektedir. Anlatı uluslararasıdır (AA 981 I), kuş kemiğinden saray yapmak konusu ile birçok halk arasında yayılmıştır (Sravnitel’nıy… 1979: 252).

Moğolların bu konudaki bazı anlatmalarında kukumav kuşunun işlevini zaman zaman Jarkanat [yarasa] yerine getirmektedir (Tserensodnom, 1989: 116-117). Kazaklardaki bir anlatmada yarasa, Süleyman’a akıl veren bir bilgedir. Eskiden peygamber Tak Süleyman padişahken bir gün dertlenip havada uçup yoruldum diyerek dinlenmek ister. Bundan sonra güneş gelir o da istekte bulunur. Dünyayı çok gezip dinlenmek istiyorum, der. Bunun sonunda ırmak da böyle istekte bulunur.

Süleyman, en yakın kişileri ile fikir alışverişinde bulunurken kukumav şöyle söyler: “Eğer rüzgârı durdurursanız hava bozulur dünyada hiçbir canlı mahluk yaşayamaz.” der. “Eğer suyu durdurursanız o akmayınca kokar, içilemez. Eğer güneşi durdurursanız insan hangi zamanda olduğunu bilemez. Sabah mı akşam mı bilemez, namaz vaktini de bilemezdi. Ay durdurulursa orucunu bilemez.” der. Süleyman bunları duyup hepsinin isteğini kabul eder. Sonra hepsi yarasaya sinirlenip rüzgâr “Onu yakalayıp öldüreyim.” demiş. Güneş “Bana görünürsen sıcaklığımla yakar öldürürüm.” demiş. Irmak “Su vermeyip kurutup öldürürüm.” demiş. Bundan sonra yarasa Süleyman padişaha varıp yardım istemiş. Süleyman dua etmiş, sonra yarasanın bir kanadında su, bir kanadında süt olmuş. Hem suya hem de yiyeceğe ihtiyacı kalmamış. Süleyman, onun yaşayacağı yerleri yar altına rüzgârın değmeyeceği yere yapmıştı; güneş ve ay da engel olmuyordu ve su da oraya ulaşamıyordu (Dala Val. 1989: 44-45).

Kazaklar ve Moğollarda akıllı yarasa, kozmosun düzenlenmesine müdahil olan yaratıcı kahramanla uyumlu hareket eden aktif bir kuştur. Altaylıların bir anlatmasında ise Dyarganat adlı kişi, anlatmada Tanrı ile çekişip onu söz ustalığı ile yendiği için incinen Tanrı onu kuşa çevirir (Şatinova, 1979: 99). İkinci anlatmada o, Tanrı’nın çocuğunu tedavi etmek için aşağı dünyanın sahibi Erlik’e canını vermemesinden dolayı sürülen kam (baksı)’dır (Ergun, 1997: 716).

Moğollarda kukumav kuşunun işlevini gören baykuş övülmektedir. Kazaklarda tam tersine akraba puhu ile kukumava ihanet eden bir hain, kukumavı Süleyman padişahın cellatına teslim eden biri olarak karşımıza çıkar (KHE 1988: 264-265).

Kazak ve Moğollarda ortak olan bu anlatmalarda kukumav, yarasa, baykuş, puhu gibi akraba kuşların başkalarına benzemeyen vücutları, karakterleri, yaşadıkları yer ve hayat tarzlarına açıklamalar getirilmektedir. Bunların yarı kuş yarı insan özellikleri vardır. İşte bu durum bu anlatmaların arkaik mitoloji ile aynı kökten olduğunu göstermektedir.

Bununla birlikte Kazak ve Moğollarda “Kırlangıç ile David” (Tserensodnom, 1989: 124; 21: 45-46], “Kırlangıcın Kuyruğu Neden Çatal?”, (Tserensodnom, 1989: 124-127; 21: 37-39), “Tavuk Neden Sabah Öter?” (Tserensodnom, 1989: 120) ya da “Kırlangıç ile Papağan” (Kazaktın Miftik, 2002: 46-47; KHE,1988: 245-247) gibi anlatmalar genel olarak ortaktır. Not düşülmesi gereken bir konu vardır: “Bıldırcının Kuyruğu Neden Kısa?” ya da “Bıldırcın ve Tilki” (Tserensodnom, 1989: 112-113; 45: 114-115; 21: 35-37) adlı metinler iki halkta da ortak olmakla birlikte bunlara eski dönemlerde mitik kökten uzaklaşıp hayvan masallarına dönüşmüş anlatmalar olarak bakmak da mümkündür. Fakat Kazaklarda karşılaşılan bir anlatmada bıldırcın, kuşların yoluna engel olan dağı delip onların serbestçe uçması için yol açmak suretiyle yaratıcı kahramana uygun bir işlev üstlenmektedir:

“Geçmişte alt tarafta bir büyük dağ varmış. O dağdan öte yana hiçbir kuş uçamıyormuş. Pek çok avcı, hızlı kuşlar bunu gerçekleştirmek istemişse de güçleri yetmemiş. Kartalın cesareti geliyor ama geçmeyi başaramıyormuş. En sonunda “Şimdi kim kaldı?” denildiğinde bıldırcın dışında hepsi harap olmuştu. Bıldırcının meşhur olanını çağırılmış.

Tevekkül deyip bıldırcın uçmaya başlamış. Yükselmiş ancak dağı o da aşamamış. Sonra öfkelenen bıldırcın fırlayıp dağa göğsü ile vurmuş. O zaman dağın diğer tarafına geçmiş. İşte o günden beri bıldırcın konarken ayakları üstüne değil göğsü üstüne konuyormuş. Kuyruğu ise neden kısa dersek biraz önce bahsedildiği üzere kuyruğu dağ arasında kopmuştu. … Yoksa eskiden bıldırcının kuyruğu sülünün kuyruğu gibi uzun olmalıymış. Böylece yüksek dağdan aşamayan kuşlar bıldırcının açtığı delikten geçerlermiş.” (KHE, 1988: 63).

Bu anlatma Moğollarda yoktur. Kazaklar ve Moğollarda ortak bir şekilde bıldırcın, hilekâr tilkiyi kandırıp onun ağzından kurtulmuşsa da kuyruğunu tilkinin ısırmasından kurtulamamıştır. Bu nedenle de kısa kuyruklu kalan bıldırcın hayvan masalının kahramanıdır. Buradaki bıldırcın ise kuşlar için yol açıp dağı delen kısacası tabiatı düzenleyen yaratıcı kahramana benzemektedir.

İki halkta da paralel olarak karşılaşılan “Aladoğan ile Delice doğan” hakkındaki bir anlatma da ilginçtir. Moğollardaki aladoğan hakkındaki anlatma şu şekildedir:

“Eskiden özel bir güce sahip olarak yaratılmış aladoğan, insanın başına doğru hızla gelip ona vuruyormuş. Beynini alıp azık ediyor, yiyormuş. Bir gün Tanrı ile karşılaşmış ve Tanrı kendisine:

–Sen neyle besleniyorsun? diye sormuş.

–Ben insanın başını delip beyni ile besleniyorum, demiş aladoğan.

Tanrı ‘Öyle ise sen yeteneğini bana göster bakalım.’ diyerek insanın kafatasını aladoğanın yanına bırakmış. Aladoğan göğe doğru uçup geri dönerken kafatasının yerine ak yuvarlak taşı koymuş. Gökyüzünden hızla gelip taşa vuran aladoğanın gagası un ufak olmuş, aklı başından gitmiş. Aladoğanın aklı başına geldikten sonra Tanrı ‘Şimdi senin insanın başını oyup beynini yiyeceğin zaman bitti. Kuru kafatasını almayıp canlı adamın başını oyayım diye ümitlenme.’ diyerek aladoğanın güç kuvvetini geri vermiş.” (Bennigsen, 1912: 22; 45: 128-129).

Kazaklardaki “Delice doğan niçin çizgili olmuş?” sorusuna cevap veren varyant şu şekildedir: Bu varyanta göre “Eskiden delice doğanın göğe yükselip inişe geçerek yaptığı vuruş, demiri kıracak kadar güçlü olurmuş. Bir gün insana “Değirmen taşını kıracağım.” deyip söz vermiş. İnsan “Kıramazsın.” deyip inatlaşmış. Delice doğan uçup gelmiş, bir taşı kırmış fakat insan onun yerine sağlamını koymuş. İki defa böyle olmuş. Üçüncü defasında vurduğunda bu taşı da un ufak etmiş ancak bununla birlikte kemikleri de kırılmış. Yüreği, kimseyle dövüşemeyi kaldıramayacak hale gelmiş, eski gücünü de kaybetmiş. Onun ayağının şahin cinsinden farklı olması da bundan dolayıdır. Yaşadığı bu duruma pişman olan delice doğan ağlaya ağlaya, gözyaşıyla gözünün etrafında çizgiler bırakmış3.

Moğol varyantında alacadoğan insanın doğrudan kendisine, Kazak varyantında delice doğan insanın yarattığı nesneye yani değirmen taşının karşısına koyulmaktadır. Neticede her iki varyantta da yırtıcı kuşun bilinçli insana yenilmesi karşımıza çıkmaktadır.

Özetleyecek olursak Kazak ve Moğollardaki hayvanlar hakkındaki mitik anlatmalarda hayvanların ortaya çıkışı, onların bazı uzuvlarının özellikleri, hayatlarını sürdürme şekilleri temel olarak ortaya koyulmaktadır. Bu anlatmalar genelde “Neden böyle olmuş?” sorusuna cevap verip çok eski zamanlarda yaratılmış olan hayvanların ilk atalarının anlamını açıklamaktadır. Kısacası günümüzde hayat süren hayvanların eski dönem hayatı, o dönemin mitik gerçekliği düzeninde öne çıkarılmakta ve etiyolojik anlatma kutsal dönemde düzenlenen kozmosun ideal biçimini doğrulayacak şahide, araca dönüşmektedir. Bunların hepsi ilkel insanın bilincinde doğup tasvir edilen etik kozmosun görünümü hakkındaki sistemli açıklamalar dizisinin bir parçasıdır.

Özetleyecek olursak, bu anlatmaların anlamı, onların dış kabuğu ne kadar sıradanmış gibi görünse de çocuğun yetişkin sorusuna verdiği bir cevap değildir; tam tersine insanın soyunu özel ilk ata, ilahlarla ilişkilendirip insanların manevî taleplerini belirli bir derecede yerine getirmektedir (Meletinskiy, 1976: 173).

Bir iki gruba ayırdığımız mitlerde hayvanlar değişme sonucu ortaya çıkmaktadır. Çünkü mitolojik bilincin ikinci basamağında insan ile tabiatın arasındaki eşitlik kanununun bozulması sonucu insan, kendisini çevreleyen dünyadan farklı olduğunu sezmekte ve ona karşı koyması yoluyla etrafını tanımaktadır. Bu kavram temelinde yeni mitler doğmaktadır. Birinci grupta ele alınan konular insan ile tabiatın eşitliği, onda hayvanların yeni türlerinin ortaya çıkışının meşruluğu olarak görülmektedir. Hayvanların Tanrı, zaman zaman yaratıcı kahramanlar, seyrek de olsa aldatıcı kahramanlar (trikster) tarafından yaratılması karşımıza çıkmaktadır. Hayvanların bazı özel organlarını başkalarından isteyerek (aldatarak) aldıkları da anlatılmaktadır. Fakat bunun bütünü kanuni, böyle olması gerekmiş gibi anlaşılmaktadır. Çünkü dünyanın ilk yaratıldığı, henüz düzenin olmadığı dönemde (mitik devir) herkesin kendi payına düşeni çabucak alırken Tanrı’nın da buna karşı gelmeyip bu isteği makul gördüğü şeklinde bir düşünce de bu mitlerde ima edilmektedir. İnsan ile tabiatın birbirinde uzaklaşması bilinçte de önemli değişiklikler ortaya çıkarmış artık başka değerler yerleşmeye başlamıştır. Hayvanların ortaya çıkışı başka yönüyle açıklanmaktadır. Neticede biyolojik hayat sahipleri mitte “değişme içeriğinden” ortaya çıkmakta ve bunun temelinde de etik sebebin yattığı tasvir edilmektedir.

Bu konuda S. Kaskabasov “Mit mutlak bir şekilde sebep-sonuç ilişkisine dayanır. Herhangi bir değişikliğin (örneğin kırlangıcın kuyruğunun değişimi) sebebi vardır. Mitlerdeki değişim üç türlü sebebe bağlı olarak ortaya çıkmaktadır. Birincisi insan çok yorulduğu için uyur kalır, bu arada taşa ya da hayvana dönüşür. Bu gibi mitler Afrika ve Avustralya’nın yerli kabilelerinin folklorunda sık görülmektedir. Kazaklar arasında da bunun gibi mitleri görmek mümkün. Yukarıda verilen Uyıktağan Batır [Uyuyan Bahadır] bu tür bir mite bir örnektir. İkinci sebep insanın suçlu oluşudur. Buradaki değişim ceza olarak kabul edilmektedir. Örneğin Sıntas [Günah], Kelinşektav [Gelindağı] adlı mitlerde kızlar, babasının karşısında suçlu oldukları için taşa dönüşmektedir. Daha sonraki devirlerde insanın suçluluğu günahkârlıkla yer değiştirmektedir. Örneğin dağ sıçanına dönüşen Karınbay [cimri] hakkındaki mitte insanın Tanrı karşısında günahlı olduğu için hayvana dönüştürüldüğü anlatılmaktadır. Değişimin üçüncü sebebi büyük bir tehlikeden kurtulma yoludur. İnsan büyük bir tehlikeyle karşılaşır. Bundan kurtulmak için taşa, yıldıza ya da başka bir şeye dönüşür. Kaskabasov “Buna benzer bir mit Kazaklarda Kazığurt Dağı’ndaki ‘Kırk Kız’ adını alan taşlarla ilgili olarak anlatılmaktadır.” diye yazar (Kaskabasov 1984: 73).

Türk-Moğol mitlerinin karşılaştırmalı olarak incelenmesinde bu üç değişimin de yer aldığını ortaya koyduk. Örneğin, Kazaklarda yengesi, ablası veya teyzesinden baskı gördüğü için gece at arayan, bulamayınca “at jok” deyip gezerken guguk kuşuna dönüşen kız hakkında bir mit vardır. (KF, 1972: 51). Bu mitin Türkmenlerde Eki at jok [İki at yok] (Ergun, 1997: 500-507, 716), Karakalpaklarda At jok kus [At yok kuş] (Ergun ,1997: 716, 763) şeklinde varyantları ile karşılaşılmaktadır. Bu varyantlarda sahibinden korktuğu için gece at arayan ancak bulamayan kız, (Türkmende zenginin at bakıcısı) boş boş dolaşıp yorulduktan sonra kuşa dönüşmektedir. Bize göre bu, değişimin en eski şeklidir. Çünkü burada kargışın ya da Tanrı’nın etkisi yoktur. Arayan kişi yorulduktan sonra kendiliğinden kuşa dönüşmektedir. Buryatlarda zinaya düşmüş aylak kadını Tanrı guguk kuşuna dönüştürmektedir. Bu nedenle onun yuvası yoktur, soyunu bırakıp gider (Hangalov, 1960: 28). Kırgız ve Tatarlarda söz dinlemeyen çocukları su getirmeye gönderen kadın (Ergun, 1997: 598, 659), Altaylarda merhametsiz gelin, suyunu vermeyen kız guguk kuşuna dönüşür; bu sebeple de onun yuvası yoktur ve yavrusuna acımamaktadır, derler (Verbitskiy, 1893: 138).

Hakaslarda guguk kuşunun eskiden insan olduğu hakkında iki anlatma vardır. İlk anlatmada “Annesi oğluna kızıp oğlan da üzülüp şanıraktan uçup çıkarken yaşlı kadın bir çizmesini çekip almış. O günden beri guguk kuşunun iki ayağı birbirinden farklıymış.” Diğer anlatma ise şu şekildedir: “Ölen kardeşi için ağıtlar yakıp ağlayan kız için ana babası Kuday alğır [Tanrı alsın] dediğinde o, guguk kuşuna dönüşüp şanıraktan uçuvermiş. Kaçtığı esnada annesi bir çizmesini aldığı için kuşun iki ayağı birbirinden farklıymış. Bu anlatma ile Litvanya’da da karşılaşılmaktadır (Mindibekova, 2004:80-81).

Buryatlarda Tanrı, günahkâr kadını kuşa dönüştürmektedir; bu da cezanın sonucudur. Kırgız ve Tatarlarda kuşa dönüşme çaresizliktendir. Kadının kuşa dönüşmesini Tanrı istemektedir. Kısacası büyüsel sözün tesiri de ilave bir görev üstlenmiştir. Altaylılar ile Hakaslarda kızın kuşa dönüşmesi sitem yani bir bakıma etik sebep sonucu ortaya çıkmaktadır.

На страницу:
4 из 6