bannerbanner
Düş Kapanı
Düş Kapanı

Полная версия

Düş Kapanı

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
4 из 5

“Ben bir şey yapmadım. Rahat bırakın beni.”

Yakasına yapışan Meltem’i, kendini müdafaa etmek için hafifçe itekledi. Zeynep’ten daha büyük olan Meltem bunu fırsat bilip Zeynep’in sol omzuna bir yumruk geçirdi. Ardından gülerek arkadaşlarına baktı:

“Zavallı, bana karşı koyabileceğini sandı.”

Meltem ve arkadaşları, diğer çocukların üzerinde söz sahibi olduklarını göstermek için sık sık hır gür çıkarırdı. Bu kez gösteri için aralarına en son katılan Zeynep’i seçmişlerdi. Onun sınırlarını yoklamak, gücünü görmek istiyorlardı. Zeynep’in üzerinden kendi güçlerini de göstereceklerdi. Her biri yalnızlığın verdiği hırçınlığı başka başka yollarla ortaya çıkartıyordu. Zeynep, eliyle ağrıyan omzunu sımsıkı tuttu. Kendini, beklemediği bu nefretin içinde küçücük hissetti. Kalbi yerinden çıkacakmış gibi çarpıyordu.

“Kavga… Gürültü… Kavga… Gürültü…”

Başını iki eli arasına alıp kulaklarını tıkadı. Gözlerini sımsıkı kapattı. Bu kadar büyük bir öfkeyi hak etmek için ne yaptığını bilmiyordu. Duyulmayacak bir sesle, “Anne,” diye sızlandı.

“Neler oluyor burada?”

Çocuklar sesin geldiği yöne döndüler. Bir anda sesler kesildi. Meltem hemen kendini korumaya aldı.

“Bu yeni gelen kız başlattı kavgayı.”

“Meltem, yalandan hoşlanmadığımı biliyorsun.”

“Doğru söylüyorum. Siz bu kızın masum gözüktüğüne bakmayın. Onun neler yapabileceğini bilmiyorsunuz.”

“Evet, daha Zeynep’i yeterince tanımıyorum ama seni tanıyorum Meltem’ciğim ve senin neler yapabileceğini biliyorum. İkiniz de müdürün yanına gidiyorsunuz. Hemen.”

Zeynep bir solukta ayağa kalktı. Oyun odasından çıkarken, kapı eşiğinde şaşkın gözlerle kendisini seyreden İsmail’le Kasım’ı gördü. İstemeyerek de olsa bir kavgaya karışmış ve kardeşleri buna şahit olmuştu. Bu durum onu biraz önce uğradığı haksızlıktan daha çok üzdü. Başını önüne eğerek yanlarından geçti. Meltem’le yan yana yürürlerken kırgın bakışlarla onu süzdü.

“Neden yaptın bunu?”

“Şakaydı, biliyorsun.”

“Canım acıdı. Böyle şaka mı olur?”

“Tamam uzatma. Müdüre ters bir şey söylersen hesabını sorarım.”

Müdürün odasına girdiler.

“Müdür bey, bu iki kızı kavga ederken bulduk.”

Müdür ikisini de baştan aşağı süzdü:

“Nedir derdiniz kızlar, neyi paylaşamadınız?”

“Müdür bey, bu kızı eşyalarımı izinsiz kurcalarken yakaladım. Kavga bu yüzden başladı.”

“Yalan söylüyor. Ben kimsenin eşyasına izinsiz dokunmam.”

Müdür ayağa kalkıp kızlara yaklaştı:

“Zeynep, sen anlat bakalım. Olay nasıl oldu?

Zeynep sustu. Bu zamana kadar binlerce çocuk gören ve her birinin derdiyle ayrı ayrı uğraşamayacak kadar yoğun olan müdür, umursamaz bir tavırla kararını verdi:

“Koyun bunların ikisini bir odaya. Birbirleriyle iyi geçinene kadar oda arkadaşı olsunlar.” Zeynep bu beklenmedik karar karşısında telaşlandı:

“Ben kardeşlerimden ayrı kalmak istemiyorum.”

Diğer yandan Zeynep’e tiksintiyle bakan Meltem de karşı koydu:

“Ben bu kızla aynı odada kalmam. Anlaşamayız biz. Bize başka bir ceza verin. Bir daha yapmayacağız, söz.”

Müdür kükredi:

“Burada son sözü ben söylerim. Çıkın hemen odamdan.”

* * *

Zeynep’in kardeşlerinden ayrı bir odaya geçmesi, Kasım ve İsmail için oldukça zor bir süreçti. Bulundukları ortama tam da ısınacakken ayrı düşmenin verdiği üzüntüyle tekrar içlerine kapandılar. Aradan zorlu günler geçiyor, üç kardeş her hafta sonu ümitle annelerinin yolunu gözlüyordu.

“Belki bu sefer gelir,” dedi Zeynep gözünü camdan ayırmadan.

“Annem artık gelmiyor, bizi unuttu.”

“Hayır İsmail, annem bizi unutmaz. Gelecek.”

Annelerinin yolunu gözleyen üç kardeş babaları gelince çok mutlu oldu. Üstelik tıpkı söz verdiği gibi kıpkırmızı bir arabayla gelmişti. Annelerinin özlemini bir süreliğine de olsa unuttular.

“Bu araba çok mu hızlı,” diye sordu Kasım.

İsmail heyecanlıydı:

“Tabii ki hızlı, hıphızlı.”

Ekrem, çocuklarının kendi aralarındaki muhabbeti bir müddet dinledi:

“Kaldığınız yeri seviyor musunuz?”

“Çok değil ama Meriç ablamı çok seviyorum.”

Ekrem, sorularına cevap veren Zeynep’e kaçamak bir bakış attı:

“Anneniz sizi ziyarete geliyor mu?”

“Hiç gelmedi baba.”

Ekrem eski karısının kayıplara karışmasından dolayı huzursuzdu. Boşanmışlardı ama onu aklından çıkaramıyordu. Güvende olmasını istiyordu. Onu görmeyeli uzun zaman olmuştu. Öfkesi dinmişti. Geriye kırgınlıkla birlikte önüne geçemediği bir özlem kalmıştı. Ara ara beynini kemiren bazı sorulardan kaçamıyordu. Vicdanı rahat değildi. Ona sakince ne olup bittiğini sormamış, kendisini ifade etmesine fırsat vermemişti. Haksızlık etmiş olabileceğini düşünmeden edemiyordu. Öfkesi soğudukça acısı daha da artıyordu. Çocukları yurda bırakma vakti gelmişti.

“Keşke biraz daha kalsaydık yanında.”

“Üzülme kızım, sizi yakında buradan çıkaracağım. Sabırlı olun.”

Yurdun önüne geldiklerinde hiç ummadıkları bir şeyle karşılaştılar. Ülfet kapıda çocukları bekliyordu. Çocuklar bu güzel sürpriz karşısında büyük heyecana kapıldılar. Ülfet’in boynuna atıldılar.

Ekrem, Ülfet’in kendisini görmezden geldiğini fark etti. Vedalaşamadığı çocuklarına geriden baktı. Arabaya bindiğinde eski karısını süzdü. Zayıflamış, bir o kadar da güzelleşmişti. Ona baktıkça onu ne kadar özlediğini anladı. Eski günlerdeki gibi ona koşmak, sarılmak, hiçbir şey olmamış gibi hayatlarına devam etmek istedi. Sonra silkelendi. “Neler saçmalıyorum böyle? O artık benim karım değil. Yabancı bir kadın, hiç benim karım olmamış gibi yabancı,” diye azarladı kendisini.

Tam arabayı çalıştıracaktı ki, vicdanının sesine dur diyemedi. Yılların hatırı için bir özür dilemesi gerektiğine karar verdi. Beklemeye başladı. Zaman geçmek bilmedi. Arada bir arabadan çıkıp sigara yakıyor, sonra tekrar yerine geçiyordu. Bu şekilde uzun bir müddet bekledi. Güneş batmak üzereydi ki Ülfet dışarı çıktı. Ekrem’in beklemekten yorulan azaları bir anda harekete geçti. Heyecanla arabadan çıkıp arkasından seslendi:

“Ülfet!”

Ülfet başını sesin geldiği yana çevirdi. Karşısında eski kocasını görünce çehresinde acı bir ifade belirdi:

“Neden hâlâ buradasın?”

“Konuşabilir miyiz?”

“Anlamadım, biz seninle daha neyi konuşacağız?”

Ekrem Ülfet’e yaklaştı. Boşanmadan evvel bu gözlere bakarken nefret duyuyordu. Oysa şimdi nefretin yerini merhamet kaplamıştı.

“Sana haksızlık ettim. Bir kez olsun seni dinlemeliydim.”

Ülfet celallendi:

“Bu neyi değiştirir? Şimdi mi geldin dinlemeye? Her şey bittikten sonra mı?”

“Kızmakta haklısın.”

“Kızmak mı? Ne kızması? Ben artık sana kızmıyorum bile çünkü insan sevdiğine kızar. Sen bendeki yerini kaybedeli çok oldu. Güle güle Ekrem Bey.”

Ülfet, uğradığı haksızlığı hazmedebilmek için bir hayli zaman harcamıştı. Yeni yeni toparlanıyorken, çektiği acıların hesabını iki cümleye sığdıramazdı. Arkasını dönüp yürüdü. Ekrem Ülfet’i kolundan tuttu:

“Dur, gitme!”

“Ne oluyor sana? Kendine gel!”

“Sana söyleyeceklerimi dinle. Sonra dilediğini yapmakta özgürsün.”

“Bırak kolumu, bağırırım!”

“Konuşalım. Bırakacağım.”

“Boşanmadık mı biz? Sen benden daha ne istiyorsun,” diye bağırdı Ülfet.

“Beni dinlemeni.”

Ülfet sustu. Ekrem bu suskunluktan cesaret alıp içini dökmeye başladı:

“Evet, boşandık. Boşandık ama vicdanım bir an olsun susmuyor. Ben çok hata ettim Ülfet. Özellikle de sana karşı. Ailemize dışarıdan müdahale edilmesine izin vermemeliydim. Bugün görüyorum ki, evliliğimize her fırsatta burnunu sokanların umurunda bile değilmişiz. Onlar hayatlarına kaldıkları yerden devam ediyor ama biz bölündük. Paramparça olduk. Yine de kimseyi suçlamıyorum. Ortada bir suçlu varsa o da benim. Biliyorum, bu işin bu saatten sonra dönüşü olmaz ama geç de olsa içimdeki duyguları bil istedim. Ben senin hakkında her zaman yanıldım.”

Ekrem, Ülfet’ten bir tepki bekliyordu ama o buz gibi duruşunu hiç bozmadı. “Bil ki, hakkımda yine yanılıyorsun,” dedi sadece.

Ekrem şaşkınlıkla Ülfet’e baktı. Eski karısı, intikam tetiğini çekmişti.

“Anlamadım.”

“Pek yakında anlayacaksın.”

Ülfet arkasını dönüp yürüdü. Ekrem bu imalı sözlerden hiç hoşlanmadı. İçini kemiren duygular bu sefer de yerini huzursuzluğa bırakmıştı. Günlerce ne demek istediğini düşündü. İhtimallerle boğuşurken, birkaç hafta sonra Ülfet’in Selim’le kıydığı nikâhın haberini aldı. Ekrem, aldatıldığını öğrendiği an kadar sarsıldı. Yavaş yavaş durulan öfke nöbetleri daha şiddetli halde geri döndü. Çektiği vicdan azabı, Ülfet’ten dilediği özür aklına geldikçe yaşadığı pişmanlık, artık Ülfet’e karşı tamir edilemez bir nefrete dönüşmüştü.

Attığı iftiranın gerçeğe dönüşmesi Sevgi’yi şaşırtmıştı. Bu kötü oyunu planlarken sonunun böyle olacağını hiç düşünmemişti. Hızla yayılan bu haber diğer aile fertlerinin de ekmeklerine yağ sürdü. Hepsi haklılıkları ispatlandığı için mutluydu. Kazandıkları zaferin etkisi Ekrem’in üzerinden dağılmadan ona Türkiye’den dul bir kadın buldular. Ekrem hiç düşünmeden evlenmeyi kabul etti. Yıldırım nikâhıyla evlenip yeni karısı Asiye’yi Almanya’ya getirdi.

Ekrem çocuklarını yanına alabilmek için yeniden mahkemeye başvurdu. Kısa sürede velayetlerini almaya hak kazandı. Ülfet’in çocuklarını almak için tek bir adım bile atmamasına şaşkındı. O güne kadar sorsalar, “Anneleri çocukları için dünyayı yakar,” derdi ama şimdi çocukları için mücadele etmeyi bırakıp ortadan kaybolmuştu. Sanki hiçbir zaman anne olmamış gibi davranıyordu. Ekrem ne kadar düşünse de Ülfet’in bu tavrına bir açıklama bulamadı. Kendince, Ülfet’in ondan bıktığı, çocukların sorumluluğunu ona devrederek içindeki öfkeyi dindirmeye çalıştığı sonucuna vardı.

Minik yavrular ise her şeyden habersiz babalarına kavuşmanın heyecanı ile bayram ediyorlardı. Evlerine, ailelerine bir sene boyunca hasret kalmışlardı. Büroda son işlemler yapılırken babaları Asiye’yi göstererek, “Bu sizin cici anneniz,” dedi. Kadının kim olduğunu, neden ona anne demeleri gerektiğini anlamadılar. O kadar mutluydular ki, bu detayı hiç umursamadılar.

Gitmeden yurt görevlilerine veda ettiler. Zeynep Meriç’e sıkı sıkı sarıldı:

“Seni çok sevdim Meriç abla.”

Gözlerinin içi güldü Meriç’in. Hüzünlendi:

“Gidişinize üzülsem mi, sevinsem mi bilemedim Zeynep’çiğim. Bendeki yeriniz apayrı. Yolunuz açık olsun.”

Zeynep son kez Meltem’le göz göze geldi.

“Zeynep, ara sıra yaptığım kötü şakalar için özür dilerim. İnşallah bir gün ben de ait olduğum yuvayı bulurum.”

“Kendine iyi bak.”

İçtenlikle sarıldılar birbirlerine.

Baba Ocağı

Zeynep yazın geldiğini o gün anlamıştı. Mutluluktan ayakları yere basmıyor, sanki bulutların üzerinde yürüyordu. Aylarca kardeşleriyle birlikte işlemedikleri bir suçun cezasını çekmişlerdi. Evlerinden sürgün olmuş, yalnızlığa mahkûm edilmişlerdi. O gün özgürlük günüydü. Kuşlar gibi yuvaya uçma vaktiydi. Hapishaneden salınmış mahkûmlar gibi güneşte gözleri kamaştı. Tenini okşayan ılık rüzgârda ağaçların kokusunu tek tek aldı. Kuşların, çocukların, hatta arabaların sesini bile dinledi. Eve giden yolda her şey ama her şey çok güzeldi.

Evin önüne geldiklerinde rengi solmuş apartmanı bir gökkuşağıymış gibi hayranlıkla izledi. Onca acı şey yaşamışlardı ama artık geçmişti. Evlerinin şefkatine sığınınca hepsi unutulur giderdi.

Ekrem, öylece duran kızına baktı. Çocuklarıyla dolu bu evi ne kadar özlediğini daha iyi anlıyordu. Bir an önce içeri girmek istedi:

“Hadi kızım.”

“Bayan Müller’in ziline de basabilir miyim babacığım?”

“Ne yapacaksın Bayan Müller’i, kızım?”

“Ona geldiğimizi haber vermeliyim baba. Mutlu olacağını biliyorum çünkü o çok seviyor bizi. Basabilir miyim ziline? Lütfen.”

“Önce evimize girelim.”

Ekrem’in sesi ciddileşmişti. Zeynep ısrar edemedi ama keyfini hiçbir şey bozamazdı. Güldü,

“Olur,” dedi.

Babasının kapıyı açışını izlerken annesi geldi aklına. Gözlerinin önüne, ardı ardına anılar üşüştü. Annesinin sıcak diye uyarmasına aldırmadan üfleye üfleye yediği o patates kızartması, mayaladığı yoğurdu üstüne döke döke yerken annesiyle göz göze gelişi, kızmasın diye yoğurdu övmeleri, gülüşmeleri, oyunları, yaşadığı an kadar canlıydı.

“Hadi baba, hadi,” dedi sabırsızlıkla. Sanki yukarı koşsa annesini, eski günleri bıraktığı yerde bulacaktı. Ekrem kapıyı açınca içeri yel gibi esti. Onu İsmail ve Kasım takip etti. Önce hiç tanımadıkları bir eve girer gibi merakla bakındılar. Sonra odalarına koştular. Her zaman yatağın üzerinde katlı duran battaniye yerindeydi. Ne güzel çadırlar yaparlardı onunla. Cama yapıştırdığı resmi, önündeki mor saksı, gül desenli yatak örtüsü, hiçbiri değişmemişti. İsmail’le Kasım’ı odada bırakıp koşarak mutfağa gitti. Buzdolabının üzerindeki renkli mıknatısları boş gözlerle seyrederken durgunlaştı. Mutluluğun sarhoşluğu dindi, içinde bulunduğu güzel rüyadan uyandı. Her şey yerli yerindeydi ama evde kocaman bir boşluk vardı. Onları keyifle izleyen babasına döndü:

“Baba, annem nerede?”

Zeynep’in sorusu eve bomba gibi düştü. Ekrem ayakkabılarını yerleştiren Asiye’yle göz göze geldi. Asiye’nin bu sorudan hoşlanmadığı, onu geçmişinden kıskandığı yüzünden okunuyordu.

“Cevap versene çocuğa, karını soruyorlar.”

“Eski karımı.”

“Ayrıldığınızı bilmiyorlar mı?”

Zeynep, babasının bacağına yapışıp sorusunu tekrar etti.

“Baba söylesene, annem nerede?”

Ekrem, bacağını sımsıkı tutan kızının omzunu sertçe tutup kendisinden uzaklaştırdı. İter gibi, hiddetle savurmuştu çocuğu. Zeynep bu kadar özlediği babasının ona neden böyle davrandığını anlayamadı. Ekrem parmağıyla Asiye’yi işaret ederken, bu konuyu burada kapatmayı umarak elinden geldiğince sertleşti:

“Annen burada işte!”

Zeynep aldığı cevap karşısında kaskatı kesildi. Babası ona, “Artık bu kadına anne diyeceksiniz,” dediğinde üzerinde durmamıştı. Eve dönmenin heyecanıyla anlam vermeye uğraşmadığı her şey şimdi tokat gibi yüzüne çarpıyordu.

Tüm bunların şaka olmasını diledi yahut aylardır yetimhanede gördüğü kötü rüyalardan biri. Ancak ne babası şaka yapıyor gibi görünüyordu ne de yaşadıkları rüyaya. Her şey annesiz, bomboş, buz gibi bu ev kadar gerçekti.

“Benim annem değil ki o.”

“O nasıl söz öyle? Bu senin yeni annen.”

Zeynep kızgın gözlerle Asiye’ye uzun uzun baktı. Annesine benzer bir yanı yoktu. Üstelik asık suratlı ve çirkindi.

“Ben kendi annemi istiyorum.”

Ekrem sesini daha da yükseltti:

“Kendi annem dediğin kadın sizi bir adam uğruna terk etti. Bundan sonra bir tane anneniz var. O da Asiye anneniz.”

Asiye’nin gözleri parladı. Ekrem’in çocuklarına karşı kendini böyle savunması hoşuna gitmişti. Gururla Zeynep’e bakıyordu.

Sonraki günler çocuklar yeni anneye, yeni hayata, yeni kurallara, öz annelerine dair hiçbir eşya bırakılmayan bu eve alışmaya çalıştılar. Değil anne demek, onu akla getirmenin bile yasak olduğu ve hakkında bildikleri ne varsa unutmaya mecbur bırakıldıkları buhran dolu günler başlamıştı.

Okul Günleri

Okulun ilk sabahıydı. Zeynep, Kasım’ın sesiyle gözlerini açıp doğruldu. Kasım önüne dizdiği terlikleri araba yapmış motor sesi çıkararak oynuyordu.

“Kasım, babam geldi mi,” diye sordu. Kasım oyununu bozmamak için sadece hayır anlamında başını salladı. Sonra terliklerden birini diğeriyle çarpıştırıp kaza yaptırdı. Oyuna o kadar dalmıştı ki, ablasının sessiz oynamasını istediğini duymadı.

İsmail uyuyordu. Zeynep akşamdan hazırladığı okul çantasına baktı. Bu sabah Asiye’nin erkenden kalkıp onu okula hazırlayacağını ummuştu. Salona, mutfağa baktı. Görünürde kimse yoktu. Yatak odasının aralık kalan kapısından içeri baktı. Asiye uyuyordu. Babasının yeri boştu.

Günlerdir babasını görmüyordu. Ne zaman sorsa Asiye işe gittiğini söylüyordu. Ekrem biriken borçlarını ödemek için geceleri de çalışmak zorundaydı. Çocukları Asiye’ye emanet etmiş olmanın rahatlığıyla sadece işleriyle ilgileniyor, çocukların yeni düzene uyum sağlayıp sağlayamadıklarını göz ardı ediyordu. Zeynep yabancı bir kadına anne demeye henüz alışamamıştı ama mecburen babasının isteğine uyuyordu. İçinden gelmeyerek seslendi:

“Anne!”

Asiye yerinden kıpırdamadı. Zeynep sesini biraz daha yükseltti:

“Anne!”

“Ne var,” diye homurdandı Asiye.

“Bugün okulumun ilk günü.”

“Eee?”

“Beni götürmeyecek misin?”

“Sen benimle dalga mı geçiyorsun? Kapat kapıyı. Söyle kardeşine, gürültü yapmasın.”

Zeynep kapıyı kapattı. Üvey annesi geldiği günden beri böyleydi. Onun bu soğuk tavırlarına alışmak zorundaydı. Düşündü. Okula kendisi gidebilirdi. Biraz uzaktı ama kayıt için babasıyla iki kere gitmişti. Kendine cesaret verdi:

“Gidebilirim.”

Hemen hazırlanıp çantasını sırtına aldı. Kahvaltı yapmamıştı ama önemsemedi. Kardeşlerini öptü, “Sakın ses yapmayın. Ben okula gidiyorum. Siz burada güzel güzel oynayın,” diye tembihledi.

Sokağa ilk defa kendi başına çıkmıştı. Okula gideceği için büyük bir kız gibi hissetti kendisini. Sokak boyunca tedirgin adımlarla yürüdü. Tanıdığı yollar mı diye sürekli etrafına bakıyordu. Evinden uzaklaştıkça yolu kaybetme korkusu büyüdü. Tanıdığı yollardan bile şüpheye düştü. Korktu, geri dönmeyi düşündü ama okula gitmeyi çok istiyordu. Karşıdan gelen bayana sormaya karar verdi:

“Pardon, buralarda ilkokul var mı?”

“Bak, tam karşında duruyor.”

Zeynep rahatladı. Adımlarını sıklaştırdı. Kapıdan içeriye bir kelebek gibi süzüldü. Kalbinin mutluluktan mı, heyecandan mı, yoksa korkudan mı bu kadar çarptığını ayırt edemedi. Şimdi içinde başarmanın haklı gururunu yaşıyordu.

Görünürlerde kimse yoktu. Ne yapması gerektiğini bilemedi. Daha önce babasıyla birlikte kaydını yaptırdığı büroya doğru yürüdü. Kapıyı tıklatıp beklemeye başladı. Etrafa bakınırken kapı açıldı. İçeriden saçları ağarmış ihtiyar bir adam çıktı:

“Hayırdır küçük kız? Senin sınıfta olman gerekmiyor mu?”

“Ben okula ilk defa geliyorum. Hangi sınıfa gitmem gerekiyor bilmiyorum.”

Adam saatine baktı:

“Biraz gecikmedin mi?”

Adam kaşlarını çatmıştı. Zeynep korktu, cevap veremedi.

“Öğretmenler okulun avlusunda kendilerini tanıttılar. Sonrasında listeye göre öğrencileri toplayıp sınıflarına geçtiler. Geç kaldığın için bunları kaçırmışsın.”

“Özür dilerim.”

“Annen, baban nerede?”

“Babam çalışıyor.”

“İsmini söyle bakalım. Ben bir listelere göz atayım.”

“Zeynep Güneş.”

Birkaç dakika sonra adam onu sınıfına kadar götürdü. Birlikte içeri girdiler. Öğretmen adamı görünce, saygıyla ayağa kalktı.

“Bu küçük kızımızın adı Zeynep. Sizin sınıfınızın öğrencisi. Biraz gecikmiş. Sınıfla tanıştırıp onu yerine geçirebilir misiniz Bayan Liesewski?”

“Elbette müdür bey.”

Müdür teşekkür edip ayrıldı. Sınıfı sessizlik kapladı. Bütün gözler Zeynep’teydi. Zeynep’in yanakları utançtan al al oldu. Göz ucuyla öğretmenine baktı. Siyah kalın çerçeveli gözlükleri olan, sivri burunlu, ince dudaklı bir kadındı Bayan Liesewski. Ağarmış saçlarını başının üstüne topuz yapmış, kulaklarına ise simsiyah kalın küpeler takmıştı. Zeynep, öğretmeniyle göz göze gelmeyi başaramadı. Topuklarını yere vurarak ona doğru yaklaşan bu kadın oldukça ürkütücüydü.

“Okulun ilk günü geç kalmak…” dedi ince, kulak tırmalayan bir sesle. Devamını getirmedi. Onun yerine Zeynep’i baştan aşağı süzmeyi seçti. Zeynep, sınıfın önünde duruyor olmanın utancından konuşamadı.

“Ben senin sınıf öğretmeninim. Arkadaşlarınla daha sonra teneffüste tanışırsınız. Şimdilik boş bir sıraya otur. Kitaplarını ve ders planını sana ders sonunda vereceğim.”

Zeynep, hemen ilk sıradaki boş olan yere geçti. İlgi üzerinden dağılır dağılmaz, bayağıdır tuttuğu nefesini yavaş yavaş bıraktı ve rahatlamaya çalıştı. Sırtındaki çantayı çıkarıp ayakucuna yerleştirdi.

* * *

Günler geçiyor, Zeynep sabahları erkenden kalkmak için gayret etse de, çalar saati olmadığı için vaktinde sınıfta olmayı bir türlü başaramıyordu. Bayan Liesewski bu durumdan hiç hoşnut değildi. Her defasında onu uyarıyor, asık suratla yerine oturtuyordu. Zeynep’in okul heyecanının yerini artık korku almıştı. Üvey annesine durumundan bahsetti. Onu sabahları vakitlice uyandırmasını istedi fakat Asiye onu ciddiye almadı.

Zeynep’in sürekli geç kalması sonunda Bayan Liesewski’nin canına tak etti. Dersleri ciddiye almadığını, kendisine saygısızlık ettiğini düşünüyordu. Kapıdan suçlu suçlu bakan Zeynep’e tek kaşını kaldırdı:

“Tahtaya geç!”

Zeynep, ürkek adımlarla tahtanın önüne geçti.

“Tek ayak üzerinde dur,” diye bağırdı öğretmen ve parmağı ile onu işaret ederek sınıfa emretti:

“Gülün şimdi buna.”

Çocuklar öğretmenlerinden aldıkları komutla, Zeynep’in haline acımadan gülmeye başladılar.

“Daha sesli gülün!”

Zeynep’in utancı çocuklar için eğlenceli bir oyun oldu. Git gide daha sesli güldüler. Zeynep karşılarında iyice ezildi. Yok olmak istedi. Birkaç dakikalık zaman ona uzun saatler gibi geldi. Öğretmen elini kaldırınca tüm sınıf sustu:

“Geç yerine. Bir daha ne zaman gecikirsen seni böyle rezil edeceğim.”

Aldığı tehdit, son zamanlarda içine yerleşen korkuyu daha da artırmıştı. Omuzları düşmüş halde sırasına oturdu. Zeynep o günden sonra okula olan tüm şevkini kaybetti. Okulun neye yaradığını bilmiyordu. Öğretmeninin onu sevmediğini açıkça belli etmesi yüzünden sınıfta arkadaş bile edinemiyordu. Zeynep’in, sınıf içerisinde öğretmenin yıktığı sevgi kalesini kendi başına yeniden inşa etmesi zordu. Sınıf arkadaşlarına kendini nasıl sevdireceğini bilmiyordu.

Okul biter bitmez hızlı adımlarla evin yolunu tuttu. Ödevini yapmak için odasına girmişti ki, Asiye ile göz göze geldi. Üvey annesi tülbendini arkadan bağlamış, kolları sıvamıştı. Pencerenin perdesini komple kenara çekmiş, camı ardına kadar açmıştı. Belli ki iş başındaydı.

“Eh, nihayet gelebildin. Odanız leş gibi kokmuş. İnsan bir havalandırır. Şu camların kenarlarına da bir daha bir şey koymayın.”

“Asiye anne, oraya ufak ödev için bir defter koymuştum. Onu dolabıma mı kaldırdın?”

“Ne dolabına kaldıracağım, hepsini çöpe attım.”

“Çöpe mi attın? Okula aitti o.”

“Başlarım okuluna senin. Ortalıkta bırakmasaydın sen de. Yürü git, kovaya su doldur. İçine cam ilacı dök. Camları silmeme yardım edeceksin. Ondan sonra da koltukları çekip altını alacağız.”

Zeynep banyoya doğru giderken, adımlarını yavaşlattı. Başını geri çevirip, üvey annesi bakıyor mu diye kontrol etti. Yolunu değiştirip sessizce mutfağa gitti. Gizlice çöp kutusuna göz attı. Defteri bükük bir halde orada duruyordu. Hemen çıkarıp üzerini sildi, kolunun altına saklayıp çantasına yerleştirdi.

“Nerede kaldı ilaçlı su?”

“Hemen getiriyorum anne.”

Küçük yaşına rağmen Zeynep’in elinden her iş geldiğini fark eden Asiye, öğretme bahanesiyle ona evin bütün işlerini yaptırıyordu. Zeynep anne sevgisini üvey annesinden görebileceğini umarak her dediğini yapıyor, ona yaranmaya çalışıyordu. Asiye’y-le konuşma bahanesiyle yanına sokuldu:

“Asiye anne”

“Ne var?”

“Babamı göresim geldi. Onu çok az görüyorum.”

“Ne yapsın adam? Sizin için çalışıyor.”

“Hiç eve gelmiyor mu?”

Cevap alamadı. Zeynep konuşmak, içini dökmek istiyordu:

“Anne”

“Ne var yine?”

“Sabahları okula geç kaldığım zaman öğretmenim…”

“Yine mi aynı konu?”

“Öğretmenim çok azarlıyor beni. Bana ceza veriyor.”

“İyi yapıyor.”

Koridordan, boş plastik şişeleri yan yana koyup uzaktan atış yapmaya çalışan Kasım’ın sesi geliyordu.

“Biliyor musun, artık alfabeyi öğrendim. Yazı yazmayı da biliyorum ama çok yavaş yazıyorum.”

Şişelerin bir kısmı büyük bir gürültü ile devrildi.

“Defterlerimden birini arkadaş defteri yaptım ama daha kimse yazmadı içine. Bir gün arkadaş edinebilirsem belki yazarlar. Beni sınıfta kimse sevmiyor. Oysa ben her birini çok seviyorum.”

Kasım oyuna dalıp yüksek sesle konuşmaya başladı. Zeynep, üvey annesinin gerildiğini fark etmedi. Kaldığı yerden devam etti:

“Sen de yazmayı biliyor musun anne? İstersen defterimin içine ilk sen yazabilirsin.”

Asiye elindeki bezi sert bir şekilde cama çarptı:

“Eeehh… Yeter, bir huzur vermediniz! Kasım, kaldır çabuk o şişeleri yerine. Benim tepemin tasını attırma. Sen de işine bak kız. Dır dır dır dır, başımın etini yedin.”

Çocuklar sus pus oldu.

“Hadi hazırlanın, çıkın dışarı. Saat altı olmadan da kesinlikle eve gelmeyin. Yürüyün hadi! İsmail, neredesin? Sen de çık çabuk. Ne bakıyorsun kız? Sen de çık. Bir iş yaptığın yok. Ancak dır dır ediyorsun.”

Zeynep’i kolundan tutarak dış kapıya doğru itti. Kardeşleri her ne kadar dışarı çıkacakları için sevinseler de, Zeynep bu tavırdan hoşlanmadı.

“Abla saklambaç oynayalım mı?”

“Canım istemiyor. Siz oynayın.”

Bir banka oturup kardeşlerini seyretti. Başını kaldırıp evin pencerelerine baktı. Asiye bazı günler sabah erkenden evden çıkıyordu. Gittiği yerden de saatlerce dönmüyordu. Eve gelince de Zeynep ve kardeşlerini görmek bile istemiyordu. Ya sürekli dinlenme bahanesiyle odasına çekiliyor ya da onları dışarı kovuyordu. Tuvalet ihtiyacı için bile olsa söylenen saatten evvel eve girmelerini yasaklıyordu.

На страницу:
4 из 5