bannerbanner
Düş Kapanı
Düş Kapanı

Полная версия

Düş Kapanı

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
3 из 5

“Koskoca hayat yoldaşım,” diye iç geçirdi. Zeynep’in bacağına dokunmasıyla irkildi. Öncesinde kendine seslendiğini duymamıştı.

“Neden kalktın yavrum?”

“Kardeşlerim uyudular ama ben uyuyamadım. Sen de mi uyuyamadın anne?”

“Maalesef kızım.”

“Babam nerede? Biz niye hâlâ buradayız? Evimize neden gitmiyoruz?”

Ülfet, karşılaşmaktan koktuğu sorularla en sonunda yüz yüze gelmişti. Eninde sonunda olacaktı bu ama içinin bunca karışık olduğu bir gecede gelmesi durumunu daha da zorlaştırmıştı. “Bir müddet daha burada kalmamız gerekiyor,” diye geçiştirmeyi denedi.

“Burayı sevmedim ben. Şimdi gidelim evimize.”

“Sabırlı ol kızım. Henüz zamanı değil.”

“Babam neden burada değil o zaman?”

“Zeynep’çiğim, biliyorum, her şeyi merak ediyorsun ama şu an çok yorgunum. Bunları daha sonra konuşsak olur mu?”

“Olur.”

“Hadi, şimdi yatmanı istiyorum.”

Zeynep mutsuz görünüyordu. Arkasını dönüp yatağına girdi. Ülfet ona kıyamadı. Sorularına içini ferahlatacak bir cevap verememişti ama gönlünü alabilirdi:

“Birlikte uyuyalım mı?”

Zeynep’in gözleri parladı. Ülfet cep telefonunu masanın üzerine bıraktı. Perdeyi çekti. Yüzünde bir gülümsemeyle kızının yanına sokuldu. Zeynep, başını annesinin göğsüne yasladı. Ona sımsıkı sarıldı. Tıpkı kundakta bir bebek gibi, annesinin kalp atışlarını dinliyordu. Bunu en son ne zaman yaptığını hatırlayamadı. Gözlerini huzur içinde kapattı.

Ülfet, gözlerini tavana dikti. Bir yandan kızının ipeksi saçlarını okşuyor, diğer yandan içini kemiren şeyleri düşünüyordu. O günü kurtarmıştı ama ertesi günler için bir planı yoktu. Neye endişelenmesi gerektiğini, kendisini nasıl bir savaşın beklediğini bilmiyordu. Soru, soruyu doğuruyor, cevabını bilmediği bir kuyuya itiyordu onu. Yorgunluk hissiyle beyni uyuştu. Göz kapakları iyice ağırlaştı. Israrla gözlerini açıp sorularına cevap bulmaya çalıştı fakat içine düştüğü kuyudan bir gecede çıkması imkânsızdı. Kendini derin bir uykuya bıraktı.

Zeynep de Ülfet de telefonun titreşiminin masayı inlettiğini duymadı. Odaya yayılan vınlama, uykuda buldukları huzuru delip geçmek isteyen bir kâbus gibiydi. İzin vermediler. Çalmaya devam etti. Hem de ısrarla.

Ayrılma Vakti

Ekrem eve gelip de karısını ve çocuklarını bulamayınca çılgına döndü. Ortalığı kırıp döktü, Ülfet’in eşyalarını çöpe attı. Kafasında kurduğu senaryoların azabından kurtulmak için birbiri üzerine sigara yaktı. Kendine hâkim olamadığı zamanlarda Ülfet’ten alamadığı hıncı yumrukladığı duvarlardan çıkarmaya çalıştı.

Sevgi, yakaladığı fırsatla Ülfet’ten kurtulacak olmanın sarhoşluğuna kapılmış, iftirasının sonuçlarını tahmin edememişti. Kardeşinin düşeceği durumu hesap edememenin suçluluğu içerisindeydi. Ekrem’in bir delilik edip katil olmasından korkuyordu. Bu nedenle onu yalnız bırakmadı.

Ekrem, Ülfet’i tekrar tekrar aradıktan sonra telefonu hışımla masaya çarptı:

“Açmıyor, açmıyor işte.”

“Kaçmasından belliydi zaten. Bir de başta inanmadın. Gördün mü biz haklı çıktık.”

“İkisini de geberteceğim.”

“Sonra ne olacak?”

“Ne, ne olacak?”

“Hapislerde sürüneceksin akılsız kardeşim. Bu kadına gençliğini harcadın. Öldürüp de geri kalan hayatını mı harcayacaksın?”

“Beni bu kadına karşı dolduran sizsiniz. Şimdi onu affetmemi mi bekliyorsun?”

“Hayır, aklını kullanmanı söylüyorum. Çıkar onu hayatından. Boşa gitsin. Sonra al çocuklarını, yeni bir düzen kur kendine.”

Ekrem sustu. Sanki boşanmak, öldürmekten daha zordu. Ne düşüneceğini, ne yapacağını bilmiyordu.

“Karım o benim. İyisiyle, kötüsüyle sadece benim karım. Onu boşayıp başkasına yar olmasını izleyemem.”

“Geri zekâlı kardeşim. Öldür o zaman. Hadi, çözüm buysa yap. Hayatını dört duvar arasına sokmaksa niyetin, buyur.”

Başını ellerinin arasına aldı Ekrem. İki yol görünüyordu. Ya onun mezarını kendi elleriyle kazacaktı ya da hayatından tamamen çıkarıp kendi yoluna gitmesine izin verecekti.

Sabah uyandığında on üç kere arandığını gören Ülfet’in içine bir korku düştü. Ekrem’in gözünün döndüğünden, karşılaşırlarsa ona bir zarar vereceğinden artık emindi. Çocukları oyun odasına bırakıp hemen Tanja’nın yanına gitti. Durumu anlattı. Tanja onu sakinleştirdi:

“Eşinizi ben arayayım. Aranızdaki durumu yasal olarak halletmeye çalışalım.”

Gece bölük bölük uyuyan Ekrem, karısının kendisini aradığını görünce hemen telefonu kulağına tuttu. Ülfet’in yerine yabancı bir kadının sesini duyunca afalladı. “Siz kimsiniz,” diye çıkıştı.

Tanja, Ekrem’in bilmesi gereken her şeyi tane tane izah etti. Ekrem kadını sessizce dinledi. Araya devletin girmesi, içindeki intikam duygusunu bir anda köreltti.

“Anlatacaklarım bu kadardı. Şu an sizin sağlıklı bir şekilde düşünüp karar vermeniz gerekiyor.”

Ekrem’den ses çıkmadı.

“Hatta mısınız beyefendi?”

“Evet.”

“Söylemek istediğiniz bir şey var mı?”

“Karımla konuşmak istiyorum.”

“Bakın, eğer işi zorlaştıracaksanız…”

“Karımla konuşmak istiyorum. Buna da hakkım vardır herhalde, değil mi?”

“Elbette. Yalnız, o da sizinle konuşmak istiyorsa tabii.”

Ülfet, kendisine uzatılan telefona baktı. Kararsızdı. Tanja gözlerini kırptı:

“Rahat olun. Karşılık vermek zorunda değilsiniz.”

“Konuşacağım.” Telefonu eline aldı, “Söyle,” dedi.

“Ülfet…”

“Evet…”

“Sadece tek bir şey öğrenmek istiyorum. Beni gerçekten aldattın mı?”

“Hayır.”

“Neden kaçtın o zaman?”

“Öfkeden kudurmuş bir adamdan kim kaçmaz?”

“Nereden öğrendin öfkelendiğimi?”

“Selim anlattı olanları.”

Ekrem gürledi:

“Ha, siz konuşuyorsunuz yani? Yalan değil öğrendiklerim.”

Ülfet de yükseltti sesini:

“Adamı dinlemeden hastanelik etmişsin. Tuhaf olan bu değil de, beni arayıp uyarması mı?”

“Elin adamı sana bir şey söylüyor, sen de inanıp kırk yıllık kocana soru sormaya bile gerek duymadan kaçıyorsun.”

“Çünkü ben seni tanıyorum. Gözün döndüğünde neler yapabileceğini biliyorum.”

“Bravo size, gerçekten bravo! Güzel bir ekip çalışması sergilemişsiniz.”

“Peki siz Ekrem Bey, siz, ailenizle bir olup da bana iftira atmadınız mı? Asıl size bravo!”

“La havle… Yine sözü aileme nasıl getirdin be kadın?”

“Her zaman bir bahane ile yaptılar yapacaklarını. Bu kez de namusumu lekelediler. Sen de bana arka çıkacağına yine onlara inandın. Ama bugün görüyorum ki biz zaten çok farklı dünyaların insanlarıymışız. Yazık oldu sana verdiğim ömrüme. Hepinizi Allah’a havale ediyorum.”

“Asıl bana yazık oldu. Hiçbir şey için değmezmişsin.”

“Sus lütfen. İyi kötü günlerimizin hatırına sus. Birbirimizi daha fazla üzmeden güzelce ayrılalım.”

“Merak etme. Ben avukatıma protokolü hazırlattım bile.”

“Hiç vakit kaybetmemişsin ama bu benim açımdan iyi oldu. Anlaşmalı boşanırsak, en azından işimiz çabuk biter. Siz de benden kurtulursunuz.”

Ülfet, Ekrem’in başka söz söylemesine fırsat vermeden telefonu kapattı.

Tanja ona teselli vermek istese de sustu. Bu yüzleşmeyi hazmetmesi gerekiyordu.

“Buraya kadarmış. Onca güzel şey bitmesi için yaşanmış,” dedi Ülfet. Sesi kırgındı.

* * *

Ülfet bir eliyle Kasım’ı, diğer eliyle İsmail’i tutuyordu:

“Çabuk ol kızım, arkamda kalma.”

“Çok yoruldum anne. Daha çok yürüyecek miyiz?”

“Geldik, şu sokağın arkası.”

Zeynep minik adımlarla annesine yetişmeye çalıştı. Ülfet işin en zor kısmına gelmişti. Boşandıktan sonra Ülfet’in kalacak bir yeri ve gidecek hiç kimsesi olmayacaktı. Bu yüzden şimdiden kendine kalacak bir yer ve geçimini sağlayacak bir iş ayarlaması gerekiyordu. Bu sefil koşturmacada çocuklarının rezil olmasını istemiyordu. Çok düşünmüştü, kararı kesindi. Onları devletin kurumuna teslim edecekti.

“Hiç değilse yedikleri önlerinde yemedikleri arkalarında olur,” diye avuttu kendini. Hem varacağı yere ulaşana kadar fikrini değiştirmekten korktuğu için hızlı adımlarla yürüyor, hem de yol hiç bitmesin istiyordu. Kendini ikna etmeye çalıştı:

“Başka kime bırakayım ki zaten? Kimim var benim? Babalarına mı? Asla! Kendini yok yere ateşe atan, hep başkalarının lafına bakan adama çocuk mu emanet edilir? Ne ona, ne ailesine bırakırım. Buraya bırakırım, onlara bırakmam.”

Cümlesini bitirirken kahverengi bir binanın önünde durdu:

“Geldik, işte burası.”

Zile bastı. Onları karşılamak için sarışın bir kadın kapıda belirdi. Ülfet’i görünce gülümsedi:

“Siz Ülfet Hanım olmalısınız. Bunlar da herhalde çocuklarınız.”

“Evet.”

“Ben Virginia. Lütfen içeri buyurun.”

Çocuklar her şeyden habersiz kadını seyrediyorlardı. Ziyarete geldiklerini düşündükleri bu yerin yeni yuvaları olacağını henüz bilmiyorlardı. İçeri girdiler. Büroda kayıtları yapıldı. Virginia çocukları alıp onlara binayı gezdirmeye başladı. Bulundukları ortamın düzeninden, kurallarından, günlük planından, yemeklerinden bahsetti. Hafta sonu ziyaretlerine varana kadar her şeyi anlattı. Konuşa konuşa bir kapının önüne vardılar. Virginia kapıyı araladı:

“Burası da sizin odanız çocuklar.”

Çocuklar şaşkın şaşkın kapının önünde beklediler.

“İçeri girebilirsiniz. Rahat bir şeyler giyinin. Sizi aşağıda diğer çocuklarla tanıştırmak istiyorum.”

Zeynep başını kaldırınca annesiyle göz göze geldi. Ülfet, Zeynep’in tedirgin bakışlarına nasıl yanıt vereceğini bilemedi. Gözlerini kızından kaçırıp Virginia’ya yöneldi:

“Daha onları durumumuzla ilgili bilgilendirmedim.”

“Ben de bu kadar uslu durmalarına şaşırmıştım zaten. Genelde alışık olmadığımız bir durum.”

“Eğer müsaadeniz olursa gitmeden evvel onlarla biraz zaman geçirmek istiyorum.”

“Ne demek, buyurun lütfen Ülfet Hanım. Gitmeden haber verirseniz sevinirim. Şimdiden kolay gelsin.”

Virginia yanlarından ayrıldı. Ülfet odaya göz gezdirdi. Ufak bir penceresi olan bu odada iki katlı bir ranza, onun da karşısında tekli bir yatak vardı. Oda küçüktü ama üç kardeş için yeterliydi. Ülfet, omzundaki çantayı bitkin halde odanın tam ortasında bıraktı. Kapıda duran günahsız yavrularına baktı. Dizlerinin üzerine çöktü ve kollarını açtı:

“Gelin bakalım anneye.”

Üç çocuk da tereddüt etmeden annelerinin kollarına koştular. Ülfet, onları bir müddet öpüp kokladıktan sonra cesaretini topladı:

“Çocuklar, beni iyi dinleyin. Bundan sonra yeni bir eve taşınacağız. Kendi odanız olacak. Değişik bir sürü yeni oyuncak da alacağız. Belki bahçemiz bile olur. Bahçede salıncağımız, kaydırağımız… Hayalinizde ne varsa, hepsini gerçekleştirelim mi?”

Üçü de heyecanla “Evet,” diye bağırdılar.

“Ama bunun için el ele vermemiz lazım. Ben bu hayalimizi gerçekleştirirken, sizden sabırlı olmanızı ve ben dönene kadar beni beklemenizi istiyorum.”

“Burada mı bekleyeceğiz seni?”

“Evet. Bir müddet burada kalacaksınız.”

Zeynep şimdi anlamıştı olanları. Kaşlarını çatıp yüzünü buruşturdu. Kolları birbirine kenetledi. “Ben burada kalmam,” diye çıkıştı.

“Kızım…”

“Bana ne! Ben de geleceğim seninle.”

“Olmaz.”

“Ben burada kalmam.”

İsmail de ona eşlik etti.

“Hayır, ben de burada kalmam. Anne, bizi de götür.”

“Burası çok güzel. Aşağıda oyun odası bile var.”

“Hayır, ben sevmedim burayı. Gidelim buradan.”

Ülfet çıkmaz yola sapmıştı. Çocukları nasıl ikna edeceğini bilemedi.

“Elbette gideceğiz buradan ama şu an sizi götürürsem, kurduğumuz hayallerin hiçbirini gerçekleştiremeyiz.”

Zeynep annesinin ellerini tuttu:

“Anneciğim, biz yeni ev istemiyoruz ki. Eski evimizi seviyoruz. Oyuncak da istemiyoruz. Biz seni istiyoruz anne, seni ve babamı. Lütfen, evimize dönelim.”

İşin uzadıkça zorlaşacağını fark eden Ülfet birden ayağa kalktı. Kararından vazgeçmek istemediği için dolan gözlerini çocuklarından kaçırdı. “Sizi temelli bırakmıyorum. Almaya geleceğim dedim. Neden bu kadar uzatıyorsunuz,” diye çıkışarak içindeki duyguyu bastırmaya çalıştı.

Kasım bir şeylerin ters gittiğini anlayıp ağlamaya, İsmail de kapının önüne geçip, “Bizi de götüreceksin,” diye bağırmaya başladı.

“Götüremem diyorum. Kalacaksınız. Başka çaremiz yok,” diye kızdı Ülfet. Kalplerini incittiğini hissediyordu. İçi paramparçaydı. Yutkundu. Ağlamamak için direndi. Duygusal davranırsa asla onları ikna edemezdi. Aksine, güçlü durmalıydı.

Çocuklar Ülfet’in kendi içinde verdiği savaştan habersizdiler. Annelerinin neden böyle tuhaf davrandığını anlayamıyorlardı. Şaşkın ve dolu gözlerle bakıyor, bir umut bu karardan dönmesini bekliyorlardı.

Virginia odadan gelen sesleri duymuş, ayrılığın en zor noktasına geldiklerini tahmin etmişti. Başını kapıdan içeri uzattı, “Ülfet Hanım, ayrılığı uzatmayın. Bu hem sizi, hem de çocukları yıpratacaktır,” dedi.

Ülfet daha evvel çocuklarından hiç ayrı kalmamıştı. Bu ayrılığın kendisini bu kadar etkileyeceğini hiç tahmin etmemişti. Nihayetinde sonsuza kadar ayrılmıyorlardı. Gelip alacaktı. Ama bu, içindeki sızıyı dindirmedi. Çocuklarının gözlerine bakmaya cesaret edemedi. “Anne,” diye haykırışlarına kulaklarını tıkayıp çıkmak istedi çünkü verdiği karardan her an cayabilirdi. Çocuklarının sesinden kaçtı ama içindeki seslerden kaçamadı. Bir yanı “Doğrusu bu,” diyor, diğer yanı daha şiddetli şekilde “Hata ediyorsun,” diye haykırıyordu. Gücü tükendi. Ayakta kalabilmek için duvara elini dayayıp destek aldı. Üç çocuk birden çığlık çığlığa ağlıyordu. Ne gidebiliyor ne de onların elinden tutup yeni bir hayata atılmaya cesaret edebiliyordu. Bir an cayacak gibi oldu ama sonra onları sürükleyeceği sefalet geldi gözlerinin önüne.

“Şimdi ağlamak zamanı değil Ülfet. Sıcak bir ev, sağlam bir iş bulma zamanı,” dedi. Gözlerinin yaşını sildi. Duyduğu seslere kulağını tıkayıp yürüdü.

Çocuklar saatlerce ağladılar. Sık sık birileri geliyor, onları çeşitli bahanelerle güldürmeye çalışıyordu. Zeynep odaya girip çıkanlara korku dolu gözlerle baktı, annesini kendisinden alan bu insanların kardeşlerini de alabileceğinden korkuyordu.

Zeynep, kardeşlerinden sorumlu olma hissiyle sakinleşmek zorunda kaldı. Odaya getirilen yemeklerden onlara yedirmeye çalıştı, ancak başarılı olamadı. İsmail ağlamaktan yorulup uyuyakaldı. Kasım ise bir türlü sakinleşmedi. Kısılan sesiyle çaresizce “Anne,” diye hıçkırıyor, başka bir şey söylemiyordu. Zeynep artık ağlamıyordu. Küçücük yaşında büyük bir sorumluluğun altında kalakalmıştı. İsmail’in üzerini örttü. Sonra Kasım’ı İsmail’in yanına yatırıp, “Annem gelecek, merak etme,” diye sakinleştirmeye çalıştı. Söylediğine inanmayı kendisi de çok istiyordu. Bir kere de kendisi için tekrar etti:

“Annem gelecek. Merak etme.”

Ablasının sesiyle sakinleşen Kasım uykuya daldı. Zeynep rahatlamıştı. O da kardeşlerinin ayakucuna kıvrıldı. Yataktaki yabancı koku ona annesiyle yattığı geceyi hatırlattı. Gözleri doldu. Annesinin göğsünde yattığını hayal ederek kapattı gözlerini. Üç kardeş birbirlerine kenetlenip aynı yatakta, tek yorgan altında yalnızlıklarına sarılıp uyudular.

Ülfet kadın sığınma evine geldiğinde Tanja ile göz göze geldi. Bakışlarında her şeye rağmen bir adım atabildiğine dair bir onaylanma görmek istedi. Buna ihtiyacı vardı. Durup konuşmaya, yaşadıklarını anlatmaya, hatta teselli edilmeye bile mecali yoktu. Bitkindi. Aklıyla kalbi arasında cebelleşip durmaktan yorulmuştu. Bir an önce uyumak ve duygularından sıyrılmak istedi. Odasının her yanı çocuklarının hayaliyle doluydu.

Hayat dün evini almıştı elinden, bugün ise çocuklarını. Yarın yatacak bir yerinin olup olmayacağı bile belli değildi. Böyle bir çaresizliğe daha önce hiç düşmemişti. Ekrem ve ailesinin onu bu durumlara düşürmesi affedilecek şey değildi. Kararlıydı. Ekrem’e dair ne varsa silip atacak, yepyeni bir sayfa açacaktı. O gün Selim’in telefonda söylediklerini düşündü bir an.

“Evlen benimle, seni dünyanın en mutlu kadını yaparım,” demişti. Başını iki yana sallarken, “Aptalsın Ülfet,” diye mırıldandı kendi kendine. Bu teklifi düşünmesi bile ürkütücüydü. Şaşkındı. Kızgındı. Çaresizdi. Belki de çaresizliğin gölgesine sığınmak işine geliyordu. Aklına gelen düşüncelerden sıyrılmaya çalıştıkça, Selim tüm samimiyetiyle gözünün önüne geliyordu. Yaptıkları konuşma kafasında dönüp duruyordu.

“Bu hallere düşmene göz yumamam. Ne sen bunu hak ediyorsun, ne de çocukların. Benim tanıdığım Ülfet çok güçlü bir kadın. Kıymetini bilmeyen bir adam için üzülüp kahrolman sana ne kazandıracak?”

O konuştukça sadece susup dinlemişti. Telefonu yüzüne kapatırken, “acaba” bile dememişti içinden fakat şimdi neyin değiştiğini kendisi de bilemedi.

Annesiz Günler

Sabahın erken saatleriydi. İsmail gözlerini araladı. Kendisini rahatsız eden ıslaklığı fark edince, ağlamaya başladı. Uzun bir aradan sonra ilk defa altına kaçırmıştı.

Onun ağlamasına Zeynep ve Kasım da uyandılar. Önce nerede olduklarını hatırlayamadılar fakat bu uzun sürmedi. Tekrar koca bir boşluğa düştüler. Üçü de yeniden ağlamaya başladılar. Zeynep avuç içleriyle gözlerine bastırıp akan yaşı durdurmaya uğraştı. Ayağa kalktı, camın kenarına yaklaştı. Ayakuçlarına basarak dışarıyı görmeye çalıştı. “Neredesin annem? Neden hâlâ dönmedin. Söz, bir daha seni hiç üzmeyeceğim canım anneciğim,” diye fısıldadı.

Çok geçmeden kapı açıldı. Hiç tanımadıkları turuncu saçlı, yüzü çilli bir kadın gülümseyerek içeri girdi. Sesini değiştirerek, “Günaydın çocuklar. E siz uyanmışsınız bile,” diyerek heyecanlı heyecanlı konuşmaya başladı. Bu kadın diğerlerinden farklı gibiydi. Neşeyle karnını gösterdi.

“Uuuuff… Karnımdan acayip acayip sesler geliyor. Acaba ben minik bir kaplan mı yuttum?”

Odadaki ağlama sesleri kesilmişti. Bütün ilgi kadının üzerindeydi.

“Yoksa… Midem bana bir şey söylemek istiyor olmasın? Durun, bir dinleyeyim.”

Karnına kulak veriyor gibi eğildi. Tekrar başını kaldırıp kendini elleriyle gizlemeye çalıştı:

“Çok utanıyorum. Nasıl da böyle bir hata ettim ben? Midem bana ne dedi biliyor musunuz?” Meraklarını artırmak için birkaç saniye bekledi:

“Beni aç bıraktın. Sen yemek yemediğinde ben acı çekiyorum. Lütfen beni doyur dedi. Ne kadar da haklı. Ben gerçekten de çok acıktım. O halde şimdi gidip karnımı doyurayım bari.” El sallayıp arkasını döndü. Gidiyor gibi yapıp durakladı. Sonra başını geriye çevirdi:

“Neredeyse sormayı unutuyordum. Bana eşlik etmek ister misiniz?”

Zeynep’in kanı bu kadına ısınmıştı. Birkaç adım yaklaştı. “Kardeşlerim aç,” diye fısıldadı.

“Peki, bana yardım etmek ister misin?”

“Evet.”

Kadın gülerek parmağının ucuyla Zeynep’in burnunda dokundu:

“O zaman hep birlikte yemeğe iniyoruz. Onları ancak sen ikna edebilirsin minik abla.”

Zeynep mahzunlaştı:

“Annem de bana öyle diyordu. Nerede hani? Geldi mi? Aşağıda mı annem?”

Kadın kendisinden cevap bekleyen bu kıza ne diyeceğini bilemedi:

“Henüz gelmedi küçük kız ama üzülme. Bak aklıma ne geldi. İstersen bugün bir çizelge hazırlayalım size. Her sabah uyandığımızda oraya bir işaret koyalım. Böylece annene kavuşmak için geride bıraktığın günleri görmüş olursun. Bu çizelgeyle anneni ben bile heyecanla beklerim.”

Zeynep bu fikri çok beğendi. Sanki yüreğine su serpildi. Bu arada İsmail yorganın altına bakıp tekrar mızmızlanmaya başlamıştı.

Kadın İsmail’e yaklaşıp, “Hey yakışıklı bir sorun mu var,” diye sordu.

İsmail cevap vermeyince, Zeynep kadının kulağına eğildi:

“Kardeşim altına yapmış.”

“Anladım. Dur, benim cebinde senin yüzünü güldürecek bir şey olacaktı. Nerede, nerede…”

Cebinden rengârenk bir lolipop çıkarıp İsmail’e uzattı:

“Sever misin?”

İsmail başıyla onayladı:

“Aramızda kalsın, ben de çok severim ama yemekten önce yediğim zaman karnım ağrıyor. Bence sen de yemekten sonra yemelisin.”

“Tamam.”

“Aferin sana. Ben de şimdi aşağıya inip ablana ve kardeşine de birer lolipop ayıracağım. O zamana kadar Meriç ablanız sizinle ilgilenebilir.”

“Meriç abla kim?” diye sordu Zeynep.

“Yoksa siz onu daha tanımadınız mı?”

Yine başlarıyla “hayır” diye yanıt verdiler.

“Nasıl olur? Halbuki Meriç ablanız sizi daha yakından tanıyıp arkadaşınız olmak için sabırsızlanıyor.”

Sesini sanki bir sır veriyor gibi kıstı:

“Şu an kapının arkasında olduğu için onu göremiyorsunuz. İsterseniz onu daha fazla kapıda bekletmeyelim.”

Ayakuçlarına basa basa kapıya yanaştı. Dinler gibi kulağını kapıya dayadı:

“Açalım mı kapıyı?”

“Evet!”

Kapıyı açtı, dışarı baktı ve hiçbir şey demeden odadan çıktı. Kapı kapandı. Çocuklar şaşkınlıkla birbirlerine baktılar. Kapı tekrar tıklanınca Zeynep tereddüt etmeksizin kapıyı açmaya gitti. Kapıda yine o turuncu saçlı kadın duruyordu. Gülerek başını içeri eğdi:

“Merhaba. Benim adım Meriç. Sizinle tanışmak ve arkadaş olmak istiyorum. Acaba kabul eder misiniz?”

Zeynep güldü. Günlerdir ilk defa gülüyordu. Kendisine uzanan eli tuttu. Üçü de, sırf mutlu olsunlar diye halden hale giren bu kadını sevmeye başlamışlardı.

“Arkadaşız.”

“Harika. İşte şimdi dünyanın en mutlu insanı oldum.”

Meriç gerçekten mutlu olmuştu. Çocukların gönüllerini kazanmış, yüzlerini güldürmeyi başarmıştı. İsmail’den izin alıp çarşafını değiştirdi. Çocukları giydirdi. Sonra da Kasım’ı kucağına aldı.

“Aşağıya inmeye hazır mısınız?”

Birlikte yemekhaneye indiler ve orada diğer çocuklarla tanıştılar. Çekingen duruşları gözden kaçmıyordu. Artık ağlamıyorlardı. Tanımadıkları bu yerde tutunacak bir dal bulmuşlardı.

Aradan haftalar geçti. Ekrem ve Ülfet boşandılar. Ekrem o zamana kadar çocuklarının devlet kurumunda olduğunu bilmiyordu. Yerlerini öğrenir öğrenmez onlara hediyeler alıp ziyaretlerine gitti. Babalarını ne zamandır görmeyen çocuklar adeta bayram ettiler. Ekrem izin alıp onları dışarı çıkardı. Bütün gün doyasıya gezdiler. Kasım babasının kucağında uyuklamaya başlayınca dönme vaktinin geldiğini anladılar. Ekrem çocukları yurda geri getirdi.

“Babacığım, bizi yanına al. Burada kalmak istemiyoruz,” diye yalvardı Zeynep.

“Tatlı kızım, söz veriyorum geri geleceğim. Sizi alıp buradan temelli çıkaracağım.”

“Annem de söz vermişti. Gitti. Bir daha dönmedi.”

Ekrem kızına üzülerek baktı. Hukuken onları yanına almaya henüz hakkı yoktu.

“Biliyor musunuz, bir dahaki sefere kadar beni uslu uslu beklerseniz sizi kırmızı bir arabayla gezintiye çıkaracağım.”

“Aynı benim kırmızı arabam gibi mi,” diye merakla sordu İsmail.

“Ondan daha kırmızı oğlum, kıpkırmızı.”

Bir yanları bir sonraki görüşme için heyecanlıydı, bir yanları da babalarıyla gidemeyecekleri için buruk. Sabah babalarını karşılarında görünce onları almaya geldi sanıp umutlanmışlardı. Şimdi yine üçünün de hevesi kursağında kalmıştı. Boyunlarını büktüler. Bu defa üzüntüleri anneleriyle yaşadıkları gibi uzun sürmedi. Meriç onları dört gözle kapıda bekliyordu. Elindeki pastayı göstererek, “Koşun, koşun pasta yiyeceğiz,” diye seslendi. Sevinçle zıpladılar. Babalarına öpücük verip vedalaştılar. Sonra Meriç’le içeri girdiler. Her ne kadar bazı geceler zor geçse de, üçü de artık buraya alışmıştı fakat anne babalarının, eski güzel günlerin yerini hiç kimse, hiçbir şey dolduramayacaktı.

* * *

Bir sabah kahvaltıda Zeynep’in yanına siyah saçlı bir kız çocuğu geldi. Zeynep’ten bir iki yaş büyük gibi duruyordu. “Oyun oynayalım mı?” diye sordu. Zeynep ne oynayacaklarını bilmeden, “Evet,” dedi.

“Birazdan şakadan kavga edeceğiz. Herkes gerçek zannedecek.”

Zeynep’in yüzü düştü. Bu oyun hiç aklına yatmamıştı.

“Ben bu oyunu beğenmedim.”

“Amma mızıkçı çıktın.”

“Ama ben kavgayı sevmem ki.”

“Gerçek kavga değil ki, şaka. Adın neydi senin?”

“Zeynep.”

“Benim adımda Meltem. Bak şimdi, ikimiz de oyun odasına gireceğiz. Sonra itişip kakışmaya başlayacağız. Herkes gerçek sanacak.”

“Bunu neden yapıyoruz?”

“Herkes gücümüzü görsün, bizden korksun diye. Hadi gel.”

Zeynep, kolundan sımsıkı çeken Meltem’i takip etti. Herkes oyun odasındaydı. Meltem etrafı kontrol ettikten sonra Zeynep’i yere itekledi. “Sen kendini ne sanıyorsun?” diye bağırdı.

Zeynep, beklenmediği iteklemenin etkisiyle dizlerinin üstüne düştü. Bir an şaka mı, gerçek mi, ayırt edemedi.

“Madem kavga istiyorsun, hadi durma. Vur bana.”

Zeynep karşılık veremedi. Şaka olduğunu bildiği halde, içinde bulunduğu vaziyetten aşırı rahatsızlık duydu. Hemen etrafına baktı. Çocukların ilgisini çekmeyi başarmışlardı. Herkes elindekini bırakıp Meltem’le Zeynep’in etrafında toplanmıştı.

“Hadi kalk, göster gücünü! Vursana bana! Hadi vur!”

Meltem kendini bu sahte oyuna öylesine kaptırmıştı ki, kimse gerçek olmadığını anlayamadı. Bazı çocuklar kavganın büyümesi için yüksek sesle alkış tuttular:

“Kavga… Gürültü… Kavga… Gürültü…”

Meltem alkışlandıkça durumdan zevk almaya başlamıştı, Zeynep’i iyice köşeye sıkıştırdı.

“Kavga… Gürültü… Kavga… Gürültü…”

Zeynep nasıl bir işin içine düştüğünü anlayamıyordu.

На страницу:
3 из 5