![Hasan Mellah yahut Sır İçinde Esrar](/covers_330/69429169.jpg)
Полная версия
Hasan Mellah yahut Sır İçinde Esrar
Döne dolaşa bağlık eteğindeki Alfons’un konağına kadar vardılar. O gün konakta ziyafet mi vardı? Yoksa düğün mü oluyordu? Hasılı biraz kalabalık vardı. Bunlar uşağın müsaadesiyle, gezmek için bahçeye dahi girdiler. Zira gemici adamlar öyle bağdan, bahçeden mahrum oldukları için kırk yılda bir kere karaya çıktıkları zaman bir bahçeye girmekten kendilerini menetmezlerdi.
Bahçe içinde bir aşağı beş yukarı gezinerek konağın dört tarafını dıştan muayene ettiler. Kapının sağ tarafına düşen kenarı üzerinde büyük bir ağaç görüldü ki konaktan iki kat yüksek olup büyücek bir dalı dahi tam üst katın ilk penceresinden girmek için merdiven olabilirdi.
Bu keşfi bitirdikten sonra ahır dairesine ve uşakların odasına dahi uğradılar. Bu dairelerin konağa biraz uzakça olmaları matluba13 uygun görüldü.
Nihayet her tarafı görüp her şeyi gözden geçirdikten sonra kapıdan çıkarak dış avlu duvarlarına arka verilmek ile çıkılabileceğini ve öte taraftan atlanmak mümkün olduğunu dahi görüp sokaktan sokağa yine şehri gezmeye koyuldular. Bu gezip dolaşma, bu inceleme ve teftiş tam akşama kadar devam etmişti. Akşamüzeri gemiye döndüler. Pietro bir aralık bu kadar geç kalmış olmalarına darıldıysa da Hasan “Bir işe başladığımız zaman başa çıkarmak lazımdır. Biz yalnız konağı keşfetmedik, bütün şehri keşfettik. O kadar öğrendim ki şimdi şehrin haritasını ezbere çizerim. Ya, maazallah duyulursak nereye kaçacağımızı bilmeyip de hayvan gibi yakayı ele vererek sıra sıra asılalım mı?” deyince o melun haydudun yüzünde memnuniyet alametleri görüldü ve “Bizim yeni arkadaş, Alonzo’dan daha filozof.” diye Hasan’a bir de aferin verdi.
Hasan konağın pek zengin bir konak olduğunu ve hatta o gün tesadüfen konakta ziyafet olmasıyla uşakların yorgun bulunması isteklerinin yerine gelmesini kolaylaştıracağını hikâye ettikçe kaptanlar hayallerini bir kat daha genişleterek hiç olmazsa hisselerine biner taler düşeceğini kurarlardı. Bu memnuniyet üzerine akşam yemeğini Hasan ile birlikte yediler.
Bu aralık şunu da söylemekten geri durmayalım ki Kaptan Zerno, arkadaşı Pietro’nun kötü huyluluğundan şikâyet etmekte bulunduğu cihetle, Hasan’da bu kadar dirayeti, bu kadar şecaati görmesi üzerine, evvelce geminin üçte bir hissesine sahip olduğu hâlde, ahirete gönderilen arkadaşın yanına şu Pietro’yu dahi nasıl atmak mümkün olacağını Hasan’a danışmak ve bu işi yoluna korsa geminin yarısını olmaz ise de dörtte birini Hasan’a vermek gibi şeyleri düşünüyordu.
Hasılı, yemek yenildi ve hatta o gün satın alınan şaraptan birer, ikişer şarap dahi içildi. Yine daima girişilmiş olan iş üzerine fikir yürüterek gece yarısına ulaşıldı.
Hasan, kalkıp kaptanlara veda ederek üç arkadaşıyla sandala bindi. Hırsız küreği çekilerek bir su şıkırtısı kadar da ses seda vermeksizin karaya vardılar. Sandal içinde nöbetçi kalmak için bir fazla adam almışlardı. Bu adama nereden ıslık sesi gelirse cevap vermesini tembihle kendileri yola düzüldüler.
Sokaklarda kimseler yoktu. Dolayısıyla bir kişiye rast gelmeden Alfons’un konağına vardılar. Kapı kapanmış. Birisi Hasan’a arka vererek Hasan duvarı aştı ve öte taraftan kapıyı açıp arkadaşıyla birleşti. Kapıya on on beş adım mesafeye bir nöbetçi koydu ki kapıdan bir kimse girecek olursa hemen haber verecek ve arkadaşlar dahi bağ içinde kendilerini kaybedecekti. Bu nöbetçinin birisini dahi uşak ve ahır daireleri tarafına gönderdi. Kendisi dahi yalnız gündüz beraberinde gelmiş olan arkadaşını alıp sözü geçen ağacın dibine geldi.
Konağın bazı pencereleri arkasından pek zayıf ışıklar parlıyor idi ki bunlar artık herkesin uykuya varmış olduğunu ispat ediyordu. Hasan derhâl ağaca sarılmadı. Ağacın dibine oturup başını elleri arasına alarak bir müddet dalgın dalgın düşündü. Acaba neler düşündü? Bunu kimse bilmez. Şu kadar var ki arkadaşı “Canım ne bekliyorsun? Haydi bakalım!” dediği zaman Hasan “Sen bilmezsin, bir kere etrafı dinleyelim bakalım.”dan ibaret bulunan cevabını pek titrek bir ses ile vermişti. Eğer yanında hayduttan başka hâlden anlar bir adam olsaydı, Hasan’ın ağlamış ve hem de ziyadece bir üzüntü ile ağlamış olduğunu anlayabilirdi.
Herifin cevabını verdikten sonra Hasan yerinden kalkıp ağaca sarıldı. Şamatasızca çıkmak için pek yavaş hareket ediyordu. Lakin biraz yukarılara çıkınca artık ağacın ince dalları ziyade sallandığı cihetle, gürültüsünü menetmek mümkün olamıyordu. Bu hâlde Hasan bir kere daha irkildi. Dudakları arasından şu “Henüz haydut sayılmam, eğer tutulur asılırsam bari kurtulmuş olurum.” lakırtıları fırlayarak işine devam etti. Gündüz görmüş olduğu dal üzerinden yürüyerek tahmin ettiği gibi pencere yanına geldi. Camı açmak için hesaba başladı. Evvela itti. Cam açılmadı. Sürgülü olabileceğini hatırlayarak yukarıya doğru kaldırmaya çalıştı, kalkmadı. Mandal ile kapalı olmasın diye yokladı, karıştırdı, kurcaladı. Yine bir yolunu bulamadı. Nihayet camın duvar içine girer sürme olduğunu keşfederek evvela bir tarafa, sonra diğer tarafa itince cam küçük bir şamata ile açıldı. Bunun üzerine Hasan içeriden ne ses çıkar diye biraz daha bekledi. Hiçbir ses seda gelmediğini görünce pencereye sokulup başını uzatarak odanın içini gözden geçirdi.
Oda büyücek olup bir tarafında güzel bir kütüphane ve diğer tarafında yine kütüphane gibi güzel camlı bir dolap (müze) görülüyordu. Orta yerde bulunan masa üzerinde hafif bir kandil yanıyordu ki bu kandil odada insan dahi yattığını belli ettiği hâlde, dışarının karanlığından gözlerine bir derece kamaşma gelmiş Hasan, oda içinde yatak göremiyordu.
Zira yatak, zaten bir sapa cihetteydi. Hasan oda içine girmeye dahi cesaret etti. Pencereye abanıp vücudunun ağırlığını kolları üzerine vererek sıyrıldı, pencereden girdi. Odaya girince etrafı gözden geçirdi. Bir tarafta bir yatak ve yatağın içinde bir kız gördü. Elbette o anda yüreği hopladı. Güya kızı görmemiş ve pencereye dönerek aşağıda bulunan arkadaşa “Sen de konağın kapısı cihetine git, kimse çıkarsa haber ver.” dedi. Yine içeriye geldi, etrafı tekrar gözden geçirmeye başladı.
Meğer kız uyanıkmış. Hasan kızın gözlerini gördü. Yalnız Hasan mı? İkisi de birbirinin gözlerine değil, ta göz bebeklerine kadar baktılar…
Şimdi kıymetli okuyucularıma hatırlatmaya gerek yoktur ki Cuzella’nın yatağı içinde gördüğü hırsız, Alonzo’nun Sidi Osman’ın oğlu Hasan Mellah diye haber verdiği zat ve kız ise Cartagena zenginlerinden Alfons’un, Cadiz’de meşhur tüccar Pavlos’a varmak istemeyerek o geceyi türlü acılar içinde geçirmiş olan kızı Cuzella’dır. Eğer Hasan’ın arkadaşı bulunan Alonzo dahi arzuladığı gibi Hasan’la beraber gelmiş olsaydı, Cuzella’nın piç kardeşi dahi orada bulunacaktı ki hatta Alfons bile bu çocuğu validesiyle beraber öldürdüm zannediyordu.
(İkinci Kitap’ın Sonu)ÜÇÜNCÜ KİTAP
Birinci Bölüm
Cuzella ile Hasan’ın gözleri birbirinin içine baktıktan sonra, Cuzella artık kendisini uyur göstermekte hâlâ sebat edemeyeceğini anlayarak korkusundan titreye titreye kalktı, yatağın içine oturdu ve gerçekten bir haydudun bile yüreğine elbette tesir edecek yalvarıcı duruşla ve merhamet dileyen bir sesle boynunu bükerek:
Cuzella: “Aman kahramanım, canımıza kıyma da malımızı al, git.”
Hasan: (parmağını ağzına götürerek) “Susss! Gürültü zamanı değil.”
Cuzella: “Ben hiç sesimi çıkarmam. Tek canımıza kıyma da ne istersen al.”
Bizim Hasan kollarını kavuşturup kızı etrafıyla gözden geçirmeye başladı. Cuzella’nın ne kadar çok güzel olduğu malumunuzdur. Özellikle yataklık hâliyle her tarafının perişan bulunmasında ve hele korku ve dehşet alametlerinin yüzünde belirmesinde, hele garip garip yanan bir kandilin hafif ışıkları ve gece hâlinin sükût ve sükûneti içinde, Cuzella bir hâl tasvir ediyordu ki o anda yanında bulunmuş olan bir adam, kendisini eski çağlardaki güzellik tanrıçası Zühre’nin ibadethanesi içindeyim zannederdi. Hasan kim bilir ne nazarla bakıyordu. Kız ise Hasan’ın karşısında kederli ve üzgün boynunu bükerek yüreği çarpar bir hâlde bulunuyordu. Bunların şu hâli beş altı dakika kadar devam ettikten sonra, yine Cuzella söze başladı ve fakat şiddet, korku ve yürek çarpıntısından dolayı bir kelimeyi, bir nefeste bitirmeye muktedir olamayarak her kelimede birkaç kere tıkana tıkana:
Cuzella: “Aman… Allah… aşkına… diyorum… Kıyma… Gencim… Sen de gençsin… Merhamet et…”
Hasan Mellah o ana kadar hatır ve hayalinden geçirmediği bir peri yüzlü güzelin, öyle karşısında, kederli ve üzgün, boyun bükerek gençlik gibi kıymetli bir hayattan ümidi kesilmiş kalması hâlinde bir saniye devam etmesine razı olamayarak hemen dizleri üzerine çöküp:
Hasan: “Elaman! Ey afet, elaman! Sen bana merhamet et! Ben senin merhametine muhtacım. Ben hırsızım ama benim buradan alıp götüreceğim en kıymetli mal, senin bir zerrecik merhamet ve mürüvvetinden ibarettir. Onu ver de gideyim.”
Cuzella: (derecesi tarife sığmaz bir hayretle içini çekerek) “Vay, sen hırsız değil misin?”
Hasan: “Hırsızım.”
Cuzella: (biraz davranıp) “Hayır, sen hırsız değilsin.”
Hasan: “Değilim.”
Cuzella: (Hayretinden kendisinden geçmek mertebesine gelir.) “Nesin, Allah’ı seversen? Çıldıracağım! Bana merhamet et, söyle, nesin?”
Hasan: “Ayağının tozuna kurban olmaya istekli bir biçareyim.”
Sohbet bu yola dökülünce, Cuzella’ya bir şaşkınlık ve hayret ve Hasan’a bir sükût ve sükûnet gelerek on dakika kadar da bu hâlde kaldılar.
Cuzella: “Demek oluyor ki beni seviyorsun.”
Hasan: “Bana o cesareti verirseniz ihya etmiş olacaksınız.”
Cuzella: “Öyleyse bu kıyafete niçin girdiniz?”
Kızın bu suali üzerine Hasan’a bir durgunluk mu geldi dersiniz? Heyhat! Hasan Mellah’ı nazarınızda o kadar ahmak, o kadar kıt anlayışlı bulmayınız. Kız sualini sorar sormaz, güya oynayacağı oyunu evvelce bellemiş ve söyleyeceği sözü ezberlemiş gibi sürat ve maharetle:
Hasan: “Şayet yakayı ele verecek olursam bir korsan olmak üzere idam edileyim de halk Alfons’un konağına bir âşık girmiş diyeceğine bir hırsız girmiş desin ki bu suretle sizin de iffetiniz muhafaza edilmiş olsun.”
Cuzella: (hayretle) “Garip düşünce.”
Lakırtının sonlarına doğru Cuzella gözlerini Hasan Mellah’ın yüzüne dikip ayıramıyordu. Son cevabını verdikten sonra gözlerini hâlâ ayırmayıp bir müddet daha baktı. Yerinden davranıp:
Cuzella: “Ayağa kalkmak isterim ama açık saçığım. Senin gibi babayiğitlere benim gibi bir mahcup kızcağız ‘Arkanızı dönünüz!’ diye rica ederse ricası kabul olunur.”
Hasan “Ah! En perişan hâlinizi görmek benim için en büyük saadettir. Lakin emrinizi reddetmek gibi bir edepsizlikte bulunmamaya o kadar mecburum ki hatta en büyük arzumu bile bu mecburiyet yolunda feda ederim.” dedi ve arkasını Cuzella’ya çevirip kız dahi mümkün mertebe gömleğiyle, filanıyla örtünerek yatağından kalktı. Hasan’ın karşısında durup yine söze başladı. Ama daima gözlerini çocuktan ayırmıyordu.
Cuzella: “Mademki beni seviyordunuz niçin başka bir yol ile bu hâlinizi beyan etmediniz de bu tehlikeli yolu buldunuz?”
Hasan: “Aklım bu kadar erebildi.”
Cuzella: (kütüphaneye gidip oradan bir resim çerçevesini alarak, bir resme bir Hasan’a baktıktan sonra) “Bu resmi tanıyor musunuz?”
Hasan: (resme ilk bakışında çehresi bozulup titreyerek) “Bu resim size nereden geldi?”
Cuzella: “Faslı bir tacirden alınmıştır. Alınalı bir seneden fazla oldu. Fakat kimin resmi, tanıyor musunuz?”
Hasan: “Evet tanıyorum, benim kendi resmim.”
Cuzella: “Sizin mi, sizin mi? Evet ben de öyle benzetmiştim.”
Hasan: “Cadiz deniz okulunda aldırdığım bir resimdir.”
Gerçi bu resim Hasan Mellah’ın resmiydi ki Hasan Mellah kızdan, bu resmin Faslı bir tacirden alındığı hakkında aldığı malumat üzerine babasının evinden yağma edilen eşyanın Cartagena’da satılmış olduğunu dahi anladı. Cuzella ise Hasan’ı o resimdeki durumuna koyup da uzaktan baktığında gerçekten karşısındaki deniz haydudunun, o resmin sahibi delikanlı olduğunu anladı.
Okuyucular bililer ki Cuzella, Pavlos’un yüzünü şeytan yüzüne benzettiği zaman bu resmi öğretmeni Marie’ye gösterip o vakit resmin çehresini “melek çehresi” diye vasfetmişti de Marie tabiatta bu kadar güzel bir yüz olamayacağını söylemişti. Şimdi Cuzella, tabiatta o kadar güzel bir çehre olabileceğini anladı değil, âdeta yüzün sahibini, bizzat, vücuduyla karşısında bulunmasıyla gözleriyle seyrediyordu. Şimdi kendisinin bu resim hakkında bilinen rağbeti derhâl karşısındaki haydut üzerine çevireceğine şüphe mi ister?
Şaşkınlık ve hayret daima sohbeti kesmekte olduğu gibi, bu defa da kesti. Bu esnada gerek Hasan’ın gerek Cuzella’nın kalbî hissiyatlarını tasvir mümkün değildir. Şu kadar var ki Cuzella’ya hayatından emniyet geldiği cihetle, evvelki telaş ve yürek çarpıntısı yok olacağı yerde, bir kat daha telaş, bir kat daha yürek çarpıntısı artmıştı. Hep, o zaten yaygın ve bilhassa uykusuzluk hâliyle mahmur olan gözleri süzülüp süzülüp, bayılıp bayılıp gider kâh alı al, moru mor ve kâh bembeyaz renklere girerdi ki Hasan Mellah dahi kızda bu değişiklikleri gördükçe yüreğinde bin hisler duyuyordu. Nihayet yine kız sözü açtı.
Cuzella: “Siz beni nerede ve ne vakit gördünüz? Ben sizi hiçbir yerde görmedim. Yalnız bu resim…”
Hasan: “Bendenize böyle bir sual etmemelisiniz. Farz ediniz ki sizi şimdi şurada gördüm. Âlemde her ümidi, her emeli sizin bu lütuf edici bakışınızdan ibaret bulunan bir biçare hakkında edilecek muamele neyse onu ifa buyurmanızı rica ederim.”
Cuzella: “Hayır, şu bulunduğunuz kıyafet çok tehlikeli bir kıyafet de onun için söylüyorum.”
Hasan: “Ne yapayım? Dedim ya! Tutulursam asılayım da tek sizi dillere düşürmeyeyim diye bu kıyafete girdim. Zaten hâlimden bu cihanda sırlara ve gizli şeylere vâkıf olan Cenabıhak’tan başka bir ferdin dahi haberi yoktur. Sizi dile düşürmemek, benim gibi samimi bir sevgili için ne kadar güçtür. Hatta yine söylüyorum ki eğer lütfunuza mazhar buyrulmayacak isem, eğer benim gibi bir biçarenin sizi sevmesini kabahat görüyorsanız, eğer bu küstahlığımın şu anda şurada mahv ve nabedid14 olması da isteniyorsa emrediniz de kendi kendimi şu kama ile vurayım!” diye Hasan kamasını çekmiş ve hiç şüphe yok dünyada şimdiye kadar gördüğü musibetler bundan sonra da devam edecek olup da kahır ve ümitsizlik içinde yaşamaktansa böyle bir peri çehrenin yüzüne baka baka son nefesini tamamlamayı büyük bir nimet saymıştı. Ancak kız kamayı görünce bir kere “Hay!” diye dizlerinin bağı çözülüp Hasan’ın eline sarılarak dizleri üstüne yığılıp kalması üzerine Hasan kamasını yerine koyup:
Hasan: “Aman affediniz. Bir büyük kusur ettim. Zihnimin perişanlığına veriniz. Burada kendimi vurmanın, sizin için en büyük rezalet olacağını şimdi anladım. İsterseniz uşaklarınıza, filana haber veriniz. Beni tutuklatınız ve yarın hükûmet assın.”
Cuzella: (ağlar gibi bir tavır ile) “Hiç ben seni ele verir miyim? Vallahi yüreğimin içinde saklarım. Fakat siz kimsiniz?”
Hasan: “Ben Cadiz şehrinde ticaretle meluf ve meşhur olan Sinyor Pavlos’un ortaklarındanım.”
Cuzella: (tam bir yürek çarpıntısıyla) “Ne dediniz, Pavlos mu?”
Hasan: “Evet!”
Cuzella: “Aman, sakın yanlışınız olmasın.”
Hasan: “Nasıl yanlışım olabilir ya, üzerimde kendi imzasıyla kâğıtlarım bile vardır.”
Korsan gemisinde haydutlar kendisini soydukları zaman, üzerinden çıkan evrakın ne olduğunu, okuma bilen olmadığı cihetle anlayamayarak bunları yine Hasan’a iade etmekte bir sakınca görmemişlerdi. Hasan’ın gemideki varı yoğu üzerinde olan eşyadan ibaret olduğundan bu kâğıtları koynundan çıkarmazdı. İlk defa olarak kızın karşısında çıkarıp önüne koydu. Evrakın içinde hangi memlekette bulunursa bulunsun kâğıt sahibine Pavlos namına istediği kadar para verilmesine dair bir açık emir olduğu gibi, Pavlos Kumpanyası gemilerinde çalışan kaptan ve tayfaların hepsine hitaben dahi bir emir olup hepsinin kâğıt sahibinin her bir emrini icra edecekleri beyan olunmuştu. Bunlardan başka yine Pavlos’un imzalı ve damgalı kâğıtlar, üzerinde de birtakım emirler, mektuplar daha vardı. Kız bunları birer birer gözden geçirdikten sonra:
Cuzella: “Evet, bunlar Pavlos’un emirleri ama…”
Hasan: “Evet, emirleri ama…”
Cuzella: “Pavlos kendisi buradadır.”
Hasan: “Zannıma göre sizin bu lakırtınızda yanlışınız vardır.”
Cuzella: “Hayır, yanlışım yoktur.”
Hasan: “Benim hiç yoktur ya.”
Cuzella: “Ben size Pavlos’un bu yakında buraya geleceğine dair bir mektubunu, hem de işte yine böyle damgalı kâğıt üzerine yazılmış bir mektubunu gösterirsem ne dersiniz?”
Hasan: “Pavlos’un böyle bir mektubunu hiç ümit edemem. Zira İspanya kralı payitahtından nasıl ayrılabilir, Pavlos ticarethanesinden bir yere ayrılamaz.”
Cuzella: “Şimdi görürsünüz ya!”
Gidip içinde birtakım kâğıtlar dolu olan şu bildiğimiz kutu içinde Pavlos’un kendisine yazmış olduğu son mektubu aldı, getirdi. Gerçekten bu mektubun damgası, Hasan’da bulunan kâğıtların aynı idi. Yazının uyuşması ise bir zarar getirmez. Zira yazının kâtiplerin hattı olacağı malumdur. Ancak imzaca dört nokta farkı vardı. Şöyle ki Hasan’ın elinde bulunan kâğıtların imzasında fazla nokta yokken Pavlos’un mektubundaki imzasının şifresinde dört nokta görülüyordu. Hasan bu noktaları görünce işi anladı.
Hasan: “Evet, bu imzayı anladım. Buraya gelen zat dahi Pavlos’tur. Ancak Beşinci Pavlos’tur.”
Cuzella: “O ne demek?”
Hasan: “O şu demektir ki Pavlos namı beş kişi arasında ortaklaşadır. Birincisi asıl Pavlos’tur ki imzasını doğrudan doğruya yazar. Ondan sonra ikincisi, üçüncüsü, dördüncüsü, beşincisi olup bunlardan ikincisi imzasının şifresine bir, üçüncüsü iki, dördüncüsü üç, beşincisi dört nokta atar. Ben Üçüncü Pavlos olduğum için icap edip de Pavlos imzasını kullanacak olsam iki nokta atarım.”
Cuzella: “Acayip! Siz de Pavlos imzası koyabilirsiniz ha?”
Hasan: “Evet!”
Cuzella: “Hem siz Üçüncü Pavlos olup bize gelen Pavlos beşinci olduğuna göre siz daha büyüksünüz demek olur.”
Hasan: “Bizde büyüklük sermaye nispetindedir. Benim sermayem ise kendi tarafımdan kazanılmış bir şey olmayıp babamdan miras kalmıştır.”
Cuzella: “Şimdi siz bize gelen Beşinci Pavlos’un kim olduğunu tanırsınız demektir.”
Hasan: “Kim olduğunu tanımam, yalnız imzasını tanırım.”
Cuzella: “Ya o sizi?”
Hasan: “İhtimal ki tanır. İhtimal ki görsem ben de onu tanırım. Lakin bizim vazifemiz yalnız imzalarımızı tanımaktan ibaret olup yekdiğerimizle tanışıklığımız yoktur. Şu kadar var ki Birinci Pavlos hepimizi tanır. Fakat sakın birisi sizi kündeden atmaya çalışmasın. Eğer pederiniz bu size gelen Pavlos ile bir alışveriş edecek olsa…”
Cuzella: “Ben de bunu düşünüyorum ya! Hem alışverişi büyük ve mühim bir şeydir. Herifin yüzü ise şeytan çehresine benziyor. Benim aklıma ne geliyor biliyor musunuz? Sizi burada saklayıp herifi size göstermek istiyorum.”
Hasan: “Ben burada nasıl saklanabilirim ya?”
Cuzella: “Ben sizi yüreğimde saklarım demedim mi? Üçüncü Pavlos olduğunuz için değil. Yalnız bu resmin müşahhası15 olduğunuz için. Hatta sizi saklayacağımı, daha sizden kim olduğunuzu sormadan ve kim olduğunuzu öğrenmeden vadetmiştim. Benim bu odama kimse giremez. Sizi burada saklarım.”
Hasan: “Ah! Hakkımda gösterdiğiniz bu kadar teveccühe nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum. Demek oluyor ki beni kulluğunuza kabul ettiniz.”
Cuzella: “Sizin tarafınızdan gördüğüm hüsnükabul ile kendimi mesut addetmekteyim.”
Hasan: “Öyleyse mesut olacağım demektir.”
Çocuğun bu cevabı üzerine kıza ansızın bir durgunluk geldi. Hasan cümleden ziyade bu durgunluğa ehemmiyet vererek “Ama bu sualime bir cevap beklerim.” diye yine dizleri üzerine çökerken kız kolundan tutup kaldırarak “İşte bu sözün de cevabı.” diye elini Hasan’a uzattı. Hasan kızın elini alarak öptükten sonra, artık dünyaya yeniden gelmişe döndü.
Cuzella kendi hâl ve şanına dair Hasan’a pek çok şey söyledi. Hatta babasının kendisini Pavlos’a vermek için zorladığını açtığı zaman Hasan aşırı derecede bir kıskançlık hâli göstermesi üzerine kız, “Korkma efendim, korkma, sen beni kabul ettikten sonra ben senin esirin bile olurum. Zaten şimdiye kadar gönlümün en büyük üzüntülerini resmin temaşasıyla defederdim. Şimdiden sonra dahi hayalinle teselli bularak en büyük musibetlere bile göğüs verebilirim.” diye yeni âşığına teminat verdiği gibi, resmin temaşasıyla nasıl vakitler geçirdiğini dahi anlattı.
Hasan ise “Ben de bu yolda hayatımı, ömrümü ortaya koyarak çalışmak için hiçbir mâni, hiçbir zahmet düşünemiyorum.” diye âşıkane sadakat yolunda her türlü güçlüğü göze alacağına söz vermiş oldu. Kız Hasan’ın yüzüne bakmakla doyamaz, Hasan da kızın yüzündeki lütufkârlık delillerini okuya okuya bitiremezdi. Bir aralık yine başını göğsüne eğip bir tefekkür deryasına daldı. Kim bilir geçmişteki durumları hâldekilerle karşılaştırdıktan sonra da onları gelecekteki durumlara uydura uydura ne neticeler çıkardı ki gözleri yine yaş ile doldu. Hatta bu yaş, bir keder yaşı mıdır yoksa bir emelle mi ilgilidir, onu bile bilemiyoruz. Gözleri kızın gözlerine tesadüf edince Cuzella bu hâlin sebebini sordu.
Hasan: “Hayır, ümitsizlikle gözlerim dolmadı. Bana vadettiğin saadetlerin övüncüne, sevincine havsalam tahammül edemiyor da onun için…”
Cuzella: “Mademki bir seneden beri tapmakta olduğum resmin müşahhasını sende buldum, her nasıl teminat istersen verebilirim ki bu gece sana gösterdiğim histen ayrılmayacağım. Lakin seni böyle üzüntülü görmek istemem. Hatta dediğin gibi övünç ve sevinci havsalana sığdıramıyorsan bile yine teessüf ederim. Zira sevince tahammül edemeyen adam, ümitsizliğe hiç tahammül edemez.”
Hasan: “Ben bir kere yüzünüzü yakından görmek, bir de ayağınızın tozuna hâlimi arz etmek için ölümü gözüme almışım demektir. O kadar emniyetsizlik üzerine şimdi bu derece ümitler peyda edersem bu övüncü nasıl havsalama sığdırabilirim?”
Biz ki Hasan’ın hâlini bir dereceye kadar öğrendik. Biçare çocuk haydutlar içinden kurtulabilmek yolunu arayıp bulamamakta iken, şimdi bir de maddi ve manevi en büyük saadet yolunu bile bulmuş olması üzerine ne kadar sevinmekte olduğunu muvazene edebiliyoruz. Ama bakalım Hasan sırf bu memnun hâl içinde miydi? Haydutlardan henüz kurtuldu mu ya? Arkadaşları hâlâ avluda. Konak içinde bu kadar eğlendiği hâlde eli boş çıkarsa en evvel arkadaşları ne derler? Gerçi orada kız kendisini saklayacak. Lakin çıkmak lazım geldiği zaman nasıl çıkacak?
Hasılı, Hasan’ın gözüne yaş getiren şey keder miydi? Yoksa sevinç miydi? Burası bilinemez. Özellikle de çocuğun önceki hâllerini bilmiyoruz ki durumu güzelce muhakeme edelim.
Her ne hâl ise iki âşık ve âşıkanın sohbetleri bir iki saat sürdü. O gidişle sabaha kadar da sürecekti. Ancak fevkalade bir vaka ortaya çıktı ki sohbeti değil ortalığı dahi karmakarışık etti.
İkinci Bölüm
Sohbeti değil ortalığı dahi karmakarışık eden vakanın başlangıcı, insanın tüylerini ürpertecek kadar acı bir ıslık idi ki bahçe kapısı cihetinden geliyordu. Bu ıslığı işitince Hasan Mellah yerinden fırladı. Cuzella “Ne oldu, nedir o ses?” sualini sorarken bir ıslık dahi pencere altından geldi. Hasan kızın yüzüne bakınca ölü benzi gibi bir beniz gördü. “Siz ne kadar korkuyorsunuz, işte basılmışız demek. Asılacak, idam olunacak benim. Bizi şimdi tutup da deniz haydudu diye asarlar, sizin namusunuz halelden muhafaza edilmiş olur.” dedi. Kız ise “Seni yüreğimde saklarım demedim mi? Saklarım, sen korkma!” sözleriyle Hasan’a teselli verip Hasan “Hayır, saklı olduğum yerde beni bulurlarsa o zaman sizin için hem daha ayıp hem de tehlikeli olur.” diye kabul etmemek istediyse de Cuzella “Ben seni bir yere, bir suretle saklarım ki bulunmak ihtimali yoktur.” diye kütüphanenin alt dolabını açtı. Dolabın derinliği bir buçuk metre kadar olup en büyük ciltlerden yalnız bir sıra kitap dizilmişti. Kız, Hasan’ın da yardımını isteyerek kitapları çıkardılar. Hasan dolabın içine girdikten sonra kız yine kitapları ön tarafa dizip o hâle koydu ki dolap açılıp da bakılsa hıncahınç kitap dolu zannolunurdu. Cuzella ile Hasan Mellah bu ameliyatta bulundukları müddet bahçede gürültü çoğaldı. Bir aralık pencere altında bir, iki, üç kişi toplanıp boğuk sesler ile “Arkadaş! Arkadaş!” diye seslenmişlerdi. Sonra uzaktan uzağa silah şakırtıları işitilmekle o üç kişi oradan savuştular. Sonra kalın ve dik bir ses: “Hay! Konak halkı daha uykuda mısınız? Kalkınız. Konağınızı hırsızlar basmış da haberiniz yok mu?” diye haykırıp. bu sesten biraz sonra dahi uşaklar dairesi tarafından ayak patırtıları ve sesler gelmeye başladı. Jandarmalar bahçe içinde tavşan kovmakta bulunan tazılar gibi sekiyorlar, sıçrıyorlardı. Derken bir ses “Ha, işte birisi burada!” dedi. Diğer bir ses “Na, işte birisi de kaçıyor, çeviriniz!” diye bağırdı. Bunu müteakip bir, bir daha silah patladı.
Gürültü bir dereceye geldi ki, mahşer gibi!.. Alfons dahi uyanıp telaşla dışarıya fırladı. Bir yandan zaptiyeler bağırır, bir yandan uşaklar telaş eder, bir tarafta dahi birkaç zaptiye yakalamış oldukları bir hırsızı döverler ve yine o tarafta hırsız dayak yemiş köpek gibi inler.