bannerbanner
İş Hayatında 99 Ölümcül Hata
İş Hayatında 99 Ölümcül Hata

Полная версия

İş Hayatında 99 Ölümcül Hata

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
2 из 4

Başta bankalar olmak üzere, doğrudan vergi vermekle mükellef olan büyük şirketler, vergiden nasıl sakınıldığını çok iyi bilirler. Mesela bazı bankaların bilançolarında matrahsız yazar. Matrahsız ne demektir? Bırakın vergi vermeyi, bir de zarar etmiş demektir. Ortada bir matrah yok. O yıl gelir elde edilmemiş görünüyor. O yüzden mali müşaviriniz, gelirinizi nasıl muhasebeleştireceğinizi, nasıl beyan edeceğinizi, yılın hangi dönemlerinde yoğunlaşmanız gerektiğini söyler. Türkiye’de vergi mevzuatı çok sık değişir. İyi bir mali müşavir, bu süreçlerden sizi periyodik olarak haberdar eder. Yasaları sizin lehinize ve sıkıntıya sokmayacak bir formülle yorumlar.

Şirketiniz adına her ay, her üç ayda bir veya her yıl vergi dairesine, beyanname vermeniz gerekiyor. Mali müşaviriniz olmadan bunu yapamazsınız. Devlet, mükellefin doğrudan beyanname vermesine imkân tanımıyor. Bu sebeple mali müşavirinizin olması zorunludur.

İyi bir mali müşavir sizi devlet ile karşı karşıya getirmeden, müeyyideler uygulatmadan, cezai müeyyide ile karşılaştırmadan az vergi verdirendir.

Bir mali müşavirin, büyük şehirlerdeki aylık maliyeti 750 lira kadardır. Taşrada daha az bir maliyetle -250 lira civarı- mali müşavirlik hizmeti almak mümkündür. Şirketin iş yoğunluğu da bu maliyeti etkiler. Kaç fatura kesiyor? Perakendesi var mı?

Düzenli olarak yüzlerce fiş kesiyorsanız, bu muhasebecinin de mali müşavirin de iş yükünü artırır. Ama toptancısınız ve günde 10 fatura kesiyorsunuz. Bu ayrı bir muameledir. Şirketiniz 10 şubeli ise onun iş yükü de ona göre fazla olacaktır. Mali müşavirin de size maliyeti ona göre değişecektir.

Anadolu’da “Aşa dökülen yağ, arıya gitmez.” derler. Yani pilava dökülen yağ, zayi olmaz. Avukatınıza ve muhasebecinize vereceğiniz parada cömert olmanız sizin lehinizedir.

HATA 04

Avukatınızı ve Mali Müşavirinizi Yönlendirecek Kadar İşe Hâkim Olmamanız

Vergi yasalarını veya Türk Ticaret Kanunu’nu sular seller gibi okumanıza gerek yoktur. Ama Türk Ticaret Kanunu, şirket türünüzü nasıl tarif etmişse en azından bunu okumalısınız. Buna göre mali müşavirinize yeri geldiğinde fikrinizi söyleyin.


Mesleki taassup diye bir tabir vardır. Muhasebeciniz, mali müşaviriniz sizi yönlendirmeye çalışır. Konuyla ilgili fikriniz yoksa onlar size kendi bilgilerini ve doğrularını dayatır. Bu da sizin fazla vergi vermeniz, maliyetlerinizin artması, avukatınızın sizi tahakküm derecesinde yönlendirmesi anlamına gelir.

Hukukta da “Her şarta göre bütün kararlar aynıdır.” diye bir şey yok. Senin yeni içtihatlar yapman gerekiyor. Hukuk da nihayetinde hâkimin muhakemesine dönük bir şey. Onu ikna edersen karar lehine olacak. Burada senin ortalama bir yönetici kadar, konuya hâkim olman lazım. Aksi takdirde yöneten değil, yönetilen olursun. Orada da maliyetlerin çok artar.

Antalya’da bir perakende mağazasını devralmak üzere yakın zamanda bazı görüşmeler yaptım. Biz, bir ödeme planıyla önce dükkânın aktif mal varlığını almak istedik. Muhatabım, “Ben bu işleri tamamen bırakıyorum, alıyorsanız şirketle beraber satarım. Yoksa ben bu şirketin tasfiyesini yapamam.” dedi. Ben de mali müşavirime, “Bu şirketi incele, bana bir rapor yaz.” dedim. Avukatıma da “Şu protokolü yaparsak bu şirketi devralmanın bize ne gibi mahzurları olur?” diye sordum. Borçları sıraladık. Dedik ki bu borcun dışında bir borç çıkarsa şirketi devredenler, şirketi devralanlara ahlaki ve hukuki olarak sorumludur. Bu arada mali müşavirim, “Bu şirketin çok ciddi bir sorunu var.” dedi. “Nedir o sorun?” diye sordum. “Alacağımız şirketin mali müşaviri 10 yıldır hiç kâr dağıtmamış. 10 yıldır 450 bin lira kâr birikmiş. Bu paranın sarfı için yüzde 15 vergi gerekir. O da 60 bin lira civarında stopaj çıkartır.” diye anlattı. Peki dedim, raporu aldım, inceledim. Ertesi gün mali müşaviri aradım. Vakti zamanında Kemal Unakıtan bir yasa çıkarmıştı; gayrimenkullerinizi ve şirket kârlarınızı şirket sermayesine ilave ederseniz bunu vergiden muaf tutabileceğinizi öngörüyordu düzenleme. Bir gazete haberi olarak okumuştum onu. Bunları mali müşavire anlatınca “Ben bir araştırayım.” dedi. Ertesi gün büroya geldi, haklı olduğumu söyledi. “Dağıtılmayan kâr payları vergiden muaf. Biz bunu sermayeye ilave edersek buradan bize bir vergi doğmuyor.” dedi.

Siz eğer az veya çok muhtasar nedir, KDV nedir, alınan fatura ne faturasıdır, satılan fatura ne faturasıdır diye kendi işinizde bir hâkimiyet tesis etmemişseniz muhasebecinizin öngörüsüne, vicdanına ve anlayışına tabi olursunuz. Hâlbuki vergi yasalarını, Türk Ticaret Kanunu’nu sular seller gibi okumanıza gerek yoktur. Ama Türk Ticaret Kanunu, şirket türünüzü nasıl tarif etmişse en azından bunu okumalısınız. Buna göre mali müşavirinize yeri geldiğinde fikrinizi söyleyin. Muhasebeciniz çıkan vergiyi kendi cebinden ödemez. Siz ödeyeceksiniz. Ödeyemezseniz borçlanırsınız. Borçlanırsanız 5 dakika sonra banka hesabınıza e-haciz gelir. Devlet artık bu işleri konvansiyonel olarak yapmıyor. Gelip dükkânınızdan masa sandalye kaldırmıyor. Ne yapıyor? 100 liralık alacağı için senin bankadaki 100 bin lirana haciz koyuyor. 30 saniyeden az süren haciz koyma işlemini kaldırtman bile en az 15 gün sürer. Dolayısıyla en azından Ticaret Hukuku ve Vergi Hukuku’nun başlıklarına, avukatını ve mali müşavirini yönlendirecek kadar hâkim olacaksın.

HATA 05

Yakın Arkadaşlarınızla, Akrabala rınızla, Kardeşlerinizle, Yeğenlerinizle Aynı Yerde Mesai Yapmanız

Size abi diyenlerle, sizin abi dediklerinizle sorun yaşamazsınız. Asıl sorunu akranlarınızla yaşarsınız. Bu okul arkadaşınız olur, asker arkadaşınız olur, mahalle arkadaşınız olur… Sizi kendisiyle eşit gören, kuşak dediğimiz, akran dediğimiz insan yeri geldiğinde sizin en büyük hasmınıza dönüşür.

30 yıllık, 40 yıllık hukukunuzu berhava etmeyi göze alıyorsanız yakınlarınızla, arkadaşlarınızla, yeğenlerinizle ticaret yapabilirsiniz. Bir şirketin her gün dedikodu fırtınası ile yoğrulmasını istiyorsanız bu dediğim tanıdıklarınızdan istihdam edin, ondan sonra bakın şamataya.

Bir şirketi büyütmek çocuk büyütmek gibidir. Çocukların çoğu 5 yaşında ölüyor. 10 yaşına, 20 yaşına, 40 yaşına, 100 yaşına bir şirketi getirmek dünyanın en zor işlerindendir. 100 yaşında bir şirket için dört kuşak lazım. Şirketinizin ömrünü kısaltacak karar ve davranışlardan imtina etmelisiniz.


Şirketlerde en vazgeçilmez unsur otoritedir. Kimin nerede, ne zaman, ne yapacağını, nasıl davranması gerektiğini şirketinizde belirlemezseniz o şirkette işler yürümez. Otoriteye dayalı hiyerarşiyi siz tesis etmezseniz herkes kendi ihtiyacına göre kendi hiyerarşik düzenini kurar.

Şirketinizde kardeşiniz, yeğeniniz, çok yakın arkadaşlarınız çalışıyorsa otorite tesis edemezsiniz. Kardeşiniz kardeş gibi, yeğeniniz yeğen gibi, arkadaşınız da yeri geldiğinde işin ortağı gibi davranır.

Kardeşinize, akrabanıza, arkadaşınıza başka bir yerde iş bulun. Çünkü aradaki akrabalık bağı ve yakın hukuk sebebiyle, onlarla otoriteye dayalı bir ilişki kuramazsınız. Türkiye’de bunun tam tersi bir durum var. Onun için ülkemizde şirketlerin ortalama ömrü 5 yıldır; Cumhuriyet ile yaşıt şirket sayısı bir elin parmaklarından azdır.

Şirketler çok hızlı kuruluyor, çok hızlı kapanıyor. Adam şirketi daha dün kurmuş, ertesi gün holding diyor. Bir hafta sonra baktığında şirketi tasfiye ediyor.

Batı’da, Amerika’da ve Avrupa’da şirket patronları, bir safhadan sonra şirketleri profesyonellere devrederler. Kendileri şirket yönetiminde kalırlar ama şirketlerine bir CEO tayin ederler. Kendileri şirketin tepesindedirler ancak detaylarla uğraşmazlar. Ama şirketin başında, ama yönetim kurulunda, ama yönetimde tamamen profesyonel bir kişi olur. CEO kavramı, bizde Türk Ticaret Kanunu ilk yazılırken “murahhas aza”, “seçilmiş üye” diye kavramsallaştırılmıştır. Murahhas aza aynı zamanda şirketin yönetim mercisinde, icra merci-sindedir. Yani salt genel müdür değildir. Bu güzel kavramları hayata sokamıyoruz. Ama Frenk tabiri CEO kavramı, bizde pespaye bir şekilde kullanılıyor. Kendi şirketine kendini CEO diye atayanları görüyoruz. Neden? Çünkü CEO daha janjanlı duruyor. Hâlbuki CEO, Batı’da, çok ortaklı şirketlerde, şirketin sahibi değil, şirketin çalışanıdır. Adamın şirket ile mülkiyet ilişkisi yoktur. Genel müdür veya yöneticidir. Yönetim kurulunun verdiği yetkilerle şirketi yönetir.

80’li, 90’lı yıllarda kartvizitlerde bol bol genel müdür unvanı kullanılırdı. Şimdi CEO yazıyorlar. Unvan başkaları tarafından verilir. Siz kendi kendinize tayin edemezsiniz.

Bizde akrabalık, yakın arkadaşlık ilişkileri menfi sonuçlara evriliyor. Ortaklıklar yürümüyor. Siz kadın yeğeninizi sekreter olarak istihdam ettiğinizde bununla ilgili ciddi problemlerle karşılaşırsınız. İlk olarak onun birinci dereceden akrabasısınız. Türk insanı sınırları doğru dürüst koruyamaz. Yeğeniniz gider, sizi ailenize şikâyet eder. Veya sizin dedikodunuzu yapar. Şirketinizin durumunu anlatır. Otoritenize itiraz eder. Kişiliğinize halel getirir. Diğer personeli etkisi altına almaya çalışır. Diğer personele karşı, “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” diliyle konuşur. Sizin ona tayin ettiğiniz alanı genişletir. Gün gelir, size telafisi mümkün olmayan zararlar verir.

Aynı okula gittiğiniz yakın arkadaşınızı yanınızda çalıştırdığınızı düşünün. Hayata başlarken benzer işler yapmışsınız. Sonra yolunuz, sahibi olduğunuz şirkette kesişti. Yanınızda çalıştırdığınız arkadaşınızın zihninde bazı yargılar dolaşır: “Onun benden neyi fazla ki… Ben neyi eksik yaptım? O neyi fazla yaptı?”

İmam hatip yıllarımdan bir arkadaşımla bu durumu yaşadım. Yayıncılığa başladığım yıl, dağıtım şirketimizin sorumluluğunu ona verdim. Bir süre sonra şirket personelini, kendi hasedi sebebiyle “Niye burada çalışıyorsunuz? Niye burada hayatınızı harcıyorsunuz?” diyerek etkilemeye çalıştığını duydum. Bu, insanın kıskançlık duygusuyla ilgili bir durumdur.

Size abi diyenlerle, sizin abi dediklerinizle sorun yaşamazsınız. Asıl sorunu akranlarınızla yaşarsınız. Bu okul arkadaşınız olur, asker arkadaşınız olur, mahalle arkadaşınız olur… Sizi kendisiyle eşit gören, kuşak dediğimiz, akran dediğimiz insan yeri geldiğinde sizin en büyük hasmınıza dönüşür. Abi dediğiniz kuşakla bir sorununuz yoktur. Size abi diyen kuşakla da bir sorun yaşanmaz. Birinden yol öğrenir, birine yol gösterirsiniz. Arkadaşınızla ise mütemadiyen çatışma hâlinde olursunuz. İnsan doğasında kıskançlık ve haset var. Gıpta etmek veya rekabet, Türk insanının doğasına aykırıdır. Birine gıpta edebilirsiniz; tavsiye edilen bir şeydir. Biriyle rekabet de edebilirsiniz. Ama birini kıskanmak, birine çelme takmaya çalışmak, birini bel altı üsluplarla yenmeye çalışmak sizi sıkıntıya sokar.

Geçmişte Gaziantep’te bir medya grubunun sahibi olan bir arkadaşım yakın zamanda beni aradı. Önceden beraber çalıştığımız için hatırını sayardım. Benden, kendisini İstanbul temsilcisi olarak atamamı istedi. Ben de ona “Sana mutlaka yardım etmem gerekiyorsa altı ay ev kiranı ödeyeyim.” dedim. Bana, “Filhakika senin hiçbir talimatının dışına çıkmayacağım. Hiçbir çerçevenin dışında olmayacağım. Seninle çalışmak istiyorum.” diye ısrar etti. Sözleştik, anlaştık. O arada İstanbul’da birtakım baskı ve dağıtım işleri organize etmiştik. Bizimle çalışırken sektörle ve yazarlarla ilişkilerimizi öğrendi. Bir gün bana bir e-posta atarak istifa ettiğini iletti. Aradan kısa bir zaman geçtikten sonra benim kendisini bir yazar vârisiyle görüşmek üzere görevlendirdiğim isimle e-posta yoluyla temasa geçiyor ve diyor ki: “Ben yeni bir yayınevi kurdum, bu kitapların basım ve yayınına talibim.” Karşı taraf da bir önceki haberleştiği e-postaya yazarak cevap veriyor. O da bizim şirket uzantılı bir e-posta olduğu için, gönderdiği e-posta benim bilgisayarıma düşüyor. Bunun gibi üç beş teşebbüsü oluyor.

Türkiye’de bilinen 2250 yayınevi var. 2251’inci yayınevinin kurulmasının benim açımdan hiçbir sakıncası yok. Yayınevi kurma iznini Kültür Bakanlığı veriyor. 100 lira verir, yayıncı sertifikası alırsınız. Yayınevi kurmak için illa şirket kurmanıza da gerek yok. Herhangi bir şahıs olarak gidin vergi mükellefi olun, Ticaret Odasına gidin şahıs olarak üye olun; gidip bana yayıncı sertifikası ver demende hiçbir beis yok. Biri gelip bana yayıncılık yapacağım dese bütün tecrübemi aktarırım. Ama şunu da söylerim: Yayıncılık yapma. Dinler veya dinlemez o onun sorunu. Ben üzerime düşeni yaparım, ikazımı da ederim.

Ülkemizde her yıl 50-60 bin başlık altında kitap yayımlanıyor. Sektörel büyüklük de 4-5 milyar dolar hacmine ulaşmış durumda. Birilerinin buradan istifade etmesi benim çok alakadar olacağım bir şey değildir.

30 yıllık, 40 yıllık hukukunuzu berhava etmeyi göze alıyorsanız yakınlarınızla, arkadaşlarınızla, yeğenlerinizle ticaret yapabilirsiniz. Bir şirketin her gün dedikodu fırtınası ile yoğrulmasını istiyorsanız, bu dediğim kişileri istihdam edin; ondan sonra bakın şamataya. Eğer siz illa iş bulmakla mükellefseniz insan kaynağı değiş tokuşu yapın. Filan arkadaşınızın şirketinde yeğeninize iş bulun, onun tavsiye edeceği kişiyi de siz yanınızda işe alın. Bu bile mahzurlu bir şey; onun için bunu çok çaresiz kaldığınız zaman yapın. İlla akrabanızı veya arkadaşınızı istihdam etmek zorundaysanız, o kişinin maaşını çalıştırmadan ödeyin. Böylece sadece mali olarak yükümlülük altına girmiş olursunuz.

Bir şirketi büyütmek çocuk büyütmek gibidir. Çocukların çoğu 5 yaşında ölüyor. Bir şirketi 10 yaşına, 20 yaşına, 40 yaşına, 100 yaşına getirmek dünyanın en zor işlerindendir. 100 yaşında bir şirket için dört kuşak lazım. Şirketinizin ömrünü kısaltacak karar ve davranışlardan imtina etmelisiniz. Nihayetinde bu sizin ekmek tekneniz. O teknenin su almaması, yolunu bulması, limanına varması, istikametini kaybetmemesi gerekir. Sizin ailenize, çocuklarınıza, çalışanlarınıza karşı sorumluluklarınız var.

Bir şirketi yönetirken bin denge gözetmek gerekir. Hele hele 10, 20 insan istihdam eden şirketler gözbebeği gibi korunmalıdır. Bu öyle kolay bir iş değildir.

Türkiye’de ticaret yapmak, her gün biraz daha zorlaşmaktadır. Üretim yapmak her gün biraz daha güçleşmektedir. Yok yeğendi, yok kardeşti, yok akrabaydı, yok arkadaştı diyerek işinizi kendi elinizle sabote etmemelisiniz. Çünkü yakınlarınızın çalıştığı bir şirkette, -herkesin söylediğinin tam tersini söylüyorum- siz yeteri kadar emin ve özgür olamazsınız.

Bu anlattıklarımın tek istisnası çocuklarınızdır. Onları kendi otoriteniz altında yetiştirdiğiniz için, küçük yaştan itibaren şirketinize gelip gittikleri için, erişkin yaşa geldiklerinde şirketlerinizde istihdam etmenizde beis yok. Onların şirketinizde çalışması, sizin motivasyonunuzu da yükseltir. Hele hele çocuklarınız işletme fakültelerinden mezun olmuşsa, iyi kötü işletmenin şematik bilgilerine haiz ise size katacakları çok fazla değer vardır. Çünkü o, sizin şirketinizin devamını sağlayacak temel unsurdur. Çocuklarınız şirketinizin geleceği için gereklidir. Mümkünse çocuklarınızı en erken çağlarda işe başlatın.

Şu lafı her iş adamından duyabilirsiniz: “Keşke daha çok çocuğum olsaydı!” Çocuk demek, şirketin emniyetli ellere teslim edilmesi demektir. Bazı şirketler belli büyüklüğe eriştiğinde tabii olarak muhtelif şehirlere dağılırlar. Faaliyet gösterdikleri sektörlere göre, İstanbul, Bursa, Gaziantep, Denizli, Adana, Eskişehir gibi yerlerde temsilcilikleri olur. Bu şehirlerin başında kendi çocuklarınızdan birinin bulunması kadar tabii bir şey olabilir mi? İşte bu durumda daha önce anlatılan mahzurların tam tersi geçerlidir.

Bütün burjuva aileleri çok çocukludur. Mesela Vehbi Koç, herkese iki çocuk tavsiye ederken kendisinin dört çocuğu var. Rahmi Koç’un üç çocuğu var. Üç kızından pek çok vârisi var. Bizlere tavsiye ettikleri ile kendilerinin yaptıkları ayrı ayrı şeyler. Dolayısıyla kendi çocuklarınızın ticarete hevesi varsa onların motivasyonlarını arttırmalısınız. Sizin işinizi yapmak istemiyorlarsa da baskı yapmamalısınız. O da onun seçimi. Herkes tacir olacak diye bir şey yok. Ülkemizin ayakkabı boyacısına, fırıncıya, manava, bilim adamına da ihtiyacı var.

HATA 06

Eşinizi İş Ortağı Yapmanız, Onunla Aynı Çatı Altında Çalışmanız

En iyi eş, eşinin ne iş yaptığını bilmeyen eştir. En iyi eş, şirkete para almak için uğrayan eştir. En iyi eş, iktidar oyunlarına tevessül etmeyen eştir. Bu, hem kişisel sağlığınız için hem şirketinizin istikbaldeki yeri için önemlidir.


Evlilik hayatı ve iş ortamı farklı alanlar. Rol çatışması yaşamamak için bunları ayrıştırmakta fayda var. Eğer bu ayrıştırma olmaz ise 24 saat birbirini görmenin getirdiği bıkkınlık da bu durumun ayrı bir acı faturası olur.

Yapılan araştırmalar -tıpkı şirketlerde olduğu gibi- evliliklerin ömrünün de ilk beş yılda şekillendiğini göstermiştir. Beş yılı aşan evlilikler genellikle devam ediyor. Eşinizle aynı iş yerinde çalışmak, evliliğinizin yıpranma katsayısına artırıcı bir etki yapar; ayrıca bu durum evliliğiniz için olduğu kadar işiniz için de sakıncalıdır.

Eş, iş yerinde iktidarın da bir parçasıdır. İş yerinizde arkadaşınızı, yakınınızı, yeğeninizi çalıştırmanızdan doğan sakınca, eşiniz söz konusu olduğunda daha fazladır. Eşiniz, sizin çerçevesini çizdiğiniz alanların dışına çıkmak ister. Orada kendi iktidar çerçevesini oluşturmaya çalışır. O yüzden Koç ailesinde bunun tam tersi bir uygulamaya gidilmiştir. Birkaç kuşak geriye giden burjuva aileler genellikle, gelinlerini şirketlerinde çalıştırmazlar. Onlara cemiyetçilikle uğraşmaları için vakıflar kurarlar.

Eşinize şirketinizi yönetme izni verdiğiniz zaman, şirket bir çatışma arenasına döner. Mütemadiyen enerjinizi boşa sarf edersiniz. Diğer çalışanlarınızla aranızda çatışmalar yaşanır. Bu, ikircikli bir iktidar ilişkisi oluşturur. Personel eşinize gider, “Ben eşinizle konuştum, dedi ki…” diye başlar konuşmaya. Siz, onun kontrolünü yapana kadar sıkıntılı bir tablo oluşur. Dolayısıyla personel iki başlı yapıda iki başı çatıştırarak kazanç elde etmeye çalışır.

En iyi eş, eşinin ne iş yaptığını bilmeyen eştir. En iyi eş, şirkete para almak için uğrayan eştir. En iyi eş, iktidar oyunlarına tevessül etmeyen eştir. Bu, hem kişisel sağlığınız için hem şirketinizin istikbaldeki yeri için önemlidir.

Eskiden Türk Ticaret Kanunu, “gölge ortak” diye tabir ettiğimiz bir ortaklığı mecburi kılıyordu. Siz bir anonim şirketi, en az beş kişiyle kurabiliyordunuz; bir limited şirketi ise en az iki kişiyle. Bu da lüzumsuz yere, gerekli gereksiz “gölge ortak” doğuruyordu. O zaman da komşuyu çağırmak yerine, insanlar “Gel notere, şuna ortak ol.” diyerek eşlerini şirket ortağı yapıyorlardı. Ama imza atılan hiçbir şey, imza atıldığı sadelikte kalmaz; şirketin istikbaldeki durumuyla ilgili mütemadiyen teyakkuzda olan, ne olup bittiğini bilmeye, anlamaya çalışan bir zihin oluşur. Çünkü özellikle kamu borçlarına karşı şirket ortağı, ortaklığı oranında sorumlu tutulur. Yani hem SGK’ya hem vergi dairesine karşı şirket ortağının sorumluluğu vardır. Bu sorumluluk tersine bir istikamet alırcasına işin kendisinde de karşılık bulur. Yakın zamanlarda çıkan bir yasayla en azından yeni şirketlerde artık gölge ortaklıklar olmuyor. Çünkü bu şirketleri tadil etmek de şirketler için bir maliyet teşkil eder. Şirketin tek ortağa düşmesi, hisselerinin devredilmesi, statüsünün değişmesi, ana sözleşme metninin tadilatı yeni masraflar demektir. Dolayısıyla bu da sıkıntıları devam ettiren bir süreçtir. İşin eve, evin işe sirayet etmemesi için evi işe, işi eve taşımamalısınız. İkisinin arasına kalın duvarlar örmelisiniz. Aksi durumda yatak odanız şirket yönetim kurulu odasına döner.

HATA 07

Herkese Duyduğunuz Güven Yüzünden Herkesin İnsan Olduğunu Unut manız

Sukutuhayale uğramamak, kendi hayal dünyamızda bir fırtınaya sürüklenmemek için herkesin bulunduğu duruma göre farklı pozisyonlar takınabileceğini bilelim. İhanete uğradığımızda bu bizi depresyona sürüklemesin. İnsanlara duyduğumuz güven, bizi sözleşmesiz iş yapmaya yöneltmemeli.


Bazı atasözlerini ve ilahi mesajları, sadece bir rivayet olarak gördüğümüz için bunlar hayatımıza etki etmiyor. Eskilerin kelam-ı kibar dediği sözlerin hayatımıza bir tesiri olmuyor. İmam-ı Azam Hazretleri’nin güzel bir sözü var: “Bir insana itimat edip suizanna uğramak, suizan edip isabet etmekten hayırlıdır.” Biz herkese güvenmeliyiz, çünkü paranoyak gibi yaşayamayız. Bu teyakkuz hâli bizim düşünce dünyamızı da alabora eder. Bu hâl her kişi için geçerli. İnsanın olduğu yerde, insana dair her şey olur. İnsana güvenmeden bir ilişki yürümez. Ama kesinlikle herkesin insan olduğunu da unutmamalıyız. Evladın babaya, eşin eşe, Habil’in Kabil’e yaptıkları ortada. Sukutuhayale uğramamak, kendi hayal dünyamızda bir fırtınaya sürüklenmemek için herkesin bulunduğu duruma göre farklı pozisyonlar takınabileceğini bilelim. İhanete uğradığımızda bu bizi depresyona sürüklemesin. İnsanlara duyduğumuz güven, bizi sözleşmesiz iş yapmaya yöneltmemeli. Her insan bir başka dünya olarak doğuyor. Cenabıhakk’ın yaratıcı meziyetleri o kadar geniş ki, yarattığı hiçbir varlıkta kalıp kullanmamış. Bir insanı seviyoruz diye ona lüzumsuz meziyetler atfetmemeli veya nefret ediyoruz diye onu zemmetmemeliyiz. Rekabeti barbarlığa dönüştüren tek canlı türü insandır. Biz birtakım muhtemel sonuçları hesap ederek itimat mekanizmasını işlettiğimizde büyük hayal kırıklıkları yaşamayız. Aşırı derecede anlam yüklü bir itimat tesisi ise karşı tarafta değil, daha çok bizde menfi neticelere yol açar. Bu bizim zaafımıza dönüşür. İnsanlarla ilişkimizi bir denge üzerine kurmalıyız.

HATA 08

Kredi Kullanmanız, Faize Bulaşma nız

Dünyanın her yerinde ve Türkiye’de bankalar, işleriniz iyi iken sizinle iyi olurlar. İşleriniz iyi değilse zaten bir bankanın kapısını çalamazsınız. İşleriniz kötüye gittiğinde ise banka önce kendi alacağını kurtarmaya çalışacaktır.

Üniversite mezunu istihdam etmek isterseniz, devlet maaşının yarısını veriyor. Vasıfsız eleman istihdam edeceğim derseniz, İŞKUR 6 ay maaşını ödüyor. Yurt dışı fuara katılmak isterseniz, birtakım masraflarınızı KOSGEB karşılıyor. Bu tür hibe programlarını harekete geçirmek, ilk başta şirket kaynağı edinmede daha kolay bir yoldur.


Kapitalizm insanı kredi ile borçlanmaya mecbur ediyor. Osmanlı Devleti’nin borç almaya başladığı 1854 yılından bu yana biz, Afrika ülkelerinden bile daha yüksek faizlerle borçlanıyoruz. Uluslararası piyasalarda borçlanma değerleri, Londra merkezli bankalar tarafından belirlenir. Almanya, Fransa gibi ülkelerin libor artı 1 ile borçlandığı yerlerde, Türkiye gibi ülkeler libor artı 8’lerle ancak borç bulabilir. Osmanlı Devleti’nin ilk borç aldığı yıllarda borcun faiz oranı yüzde 25’tir. Bir tefeci bile bu kadar borç faizini alacaklısına yüklemez.

Kredi ile iş kurma girişimi kötü bir fikirdir. Çünkü en iyi borçlanmanın ilk ödemesi 6 ay sonra başlar. Dünyada borç alarak girişilen hiçbir iş, 6 ayda borcu kapatacak kadar kazanç sağlamaz.

Siz, kredi almakla, kendi şirketinizdeki özgürlük alanınızı bankaya devretmiş oluyorsunuz. Krediyi veren banka olduğu için, bankanın her türlü tasarrufuna açık hâle geliyorsunuz. Şunu iyi bilin ki, hiçbir banka ile beklentiniz düzeyinde ilişki kuramazsınız. İstediğiniz faiz oranıyla, istediğiniz kadar kredi alamazsınız. Yeni bir şirket olduğunuz için bilançonuz olmayacak. Bu sebeple ipoteğe dayalı kredi kullanmak zorundasınız. Bu durumda malınızı krediye ipotek edeceğinize, doğrudan ticaretini yapacağınız malı satın almak için karşı firmaya ipotek etmeniz daha akıllıca bir yöntemdir.

Dünyanın her yerinde ve Türkiye’de bankalar, işleriniz iyi iken sizinle iyi olurlar. İşleriniz iyi değilse zaten bir bankanın kapısını çalamazsınız. İşleriniz kötüye gittiğinde ise banka önce kendi alacağını kurtarmaya çalışacaktır.

Ülkemizde kredi maliyetleri, dünyadakinin birkaç kat üstündedir. Türkiye’de enflasyonun iki katı üzerinde bir faiz ödüyorsunuz. Enflasyon, yüksek kredi faizini doğuruyor; yüksek kredi faizi de yüksek maliyeti; yüksek maliyet de yüksek enflasyonu. Bir kısır döngüdür gidiyor. Bankanın istediğiniz zaman yardımcı olmayacağını bildiğiniz hâlde, bankadan kredi alırsam daha rahat ederim dediğiniz anda esaretiniz başlıyor. Ticaret hem dünyada hem Türkiye’de zorlaşıyor. Vadeler kısalıyor, kredi maliyeti ve masraflar artıyor. Ticaret yarın daha da zorlaşacak. Bu yüksek faiz oranları ile daha da zorlaşıyor. Toplumun ve insanların sömürülmemesi için İslam faizi yasaklıyor. Biz Batılılarla, onların yöntemleriyle başa çıkamayız. Banka kurarak, onlarla mücadele edemeyiz. En iyi kapitalist olmaya çalışarak, en iyi finans argümanlarına sahip olarak onlarla bilek yarışına giremeyiz. Çünkü onlar bu işi bizden daha fazla biliyor. Aparatları ve bu konudaki tecrübeleri daha fazla. Bizde doğru dürüst ne burjuvazi ne kapitalist bir zümre var. O yüzden bizim bunlarla böyle bir mücadelenin içine girmemiz beyhudedir. Kur’an-ı Kerim’de Cenabıhak diyor ki: “Ben faiz giren serveti helak ederim.” Kapitalizmin en büyük teorisyeni Adam Smith’in ise şöyle bir sözü var: “Kapitalizmde cari olan faizin sıfır olmasıdır.” Peki kapitalizm bile faizi bu denli reddediyorsa, bütün ilahi dinler faizi haksız kazanç olarak nitelendiriyorsa, biz de Türk toplumu olarak kredi kartları ve faiz yüzünden mağduriyetler yaşayarak bu faizin ne kadar kötü bir şey olduğunu idrak ettiysek bu yaşadıklarımız ne! Bundan memnun olan kim? Bu faiz düzeninden kim memnuniyet duyuyor? Makbul olan faizin düşük olması değildir; makbul olan, faizin olmamasıdır. Bunu Türkiye’de tecrübe etmiş ve sorunu çözüme kavuşturmuş bir siyasi anlayış var. Erbakan Hoca, 70’li yıllarda üç defa iktidar ortağı olduğunda, TÜMOSAN, TAKSAN, Azot Sanayi, Et ve Balık Kurumu gibi kurduğu bütün şirketlerde, daha Türkiye’de hisse senedi nedir bilinmezken yüzde 50 devlet sermayeli, yüzde 50 halka açık şirket modelleri uyguluyordu. 1975 yılında kurulan DESİYAB, yani Devlet Sanayi ve İşçi Yatırım Bankası (Sonra bu faizsiz modelin öncüsü kurum Kalkınma Bankası’na dönüştü.) üzerinden o dönem devlet-millet iş birliği modelini ortaya koyuyordu. Bu durum o fabrikaların yatırım maliyetleri üzerindeki faiz kalemini ortadan kaldırıyordu. Siz şirketinizi kurduğunuzda daha istikametinizi doğru dürüst tayin etmemişken kredi almanız zaten zor. Varsayalım kurduğunuz iş için kredi aldınız, yeni bir işin cari giderlerine bir de devre faizini, dönem faizini, banka faizini ilave ettiğinizde o şirketin uzun vadeli olması mümkün değil.

На страницу:
2 из 4