bannerbanner
İnsanın Macerası
İnsanın Macerası

Полная версия

İnsanın Macerası

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
4 из 5

Bu ilk şaşkınlık dönemi boyunca kabaca ruhumuzun yaşadığı bir durumdur.

Daha sonra (üçüncü ya da beşinci gün civarında) şaşkınlık döneminden parıltı dönemine geçilir. Karışıklık hâlâ tamamlanmış değil. Çocuk ruhunun etrafında uzanan manzara büyük ölçüde artık belirsiz değil. Gecenin karanlığında ilk parıltılar kendini gösterir. Bu büyük bir resme çok yakından bakmak ve fırça darbelerini ayırt edememek ile karşılaştırılabilir bir durumdur: kaba, müstakil, sessiz ve önemsiz renkler. Ama burada, bir adım geri attığınızda, muazzam resmin bazı küçük detaylarını görebilirsiniz: Bir çizim belirir, bir anlam oluşur.

Benzer şekilde yenidoğan da ilk saatlerinde kaos içinde duygudan duyguya sürüklenir. Şans eseri denk geldiği gölgeler, ışıklar, bir sessizlik bir gürültü, bir parmağın tadı, bir sütün tadı, bir okşama, bir sert yüzey, bir annenin kokusu bir mekonyum kokusu, bir sıcak bir soğuk, aç susuz zonklayan kan, iç organ hareketleri, göbek bağı ağrısı… Muazzam tutarsızlıktaki bu manzara önünde küçüçük ve yalnız bebek yine de çözülmüş bir dünya kabul etmeyi reddeder.

Böylece çocuksu ruhu şaşkınlıktan çıkar. İlk başta dikkat süresi artar sonra bir zekâ kıvılcımı ve en sonunda da canlı bi sevgi ihtiyacı ile hafıza kendini gösterir.

Önce dikkat parıltısı belirir. Yenidoğanın önünde parlak bir nesne belirirse gözlerini ona diker ve sabitler. Bu sadece çağrının gücüne uyum sağlayan istemsiz bir dikkattir ancak embriyonik safhada bebek manzaranın bir noktasına nasıl odaklanılacağını, böylece onu nasıl gerçeğe dönüştürüleceğini öğrenir. Dikkat süresi olmadan insan dünyası aptalca olurdu. Oysa insanın işi evrene düzen vermektir.

Sonra hafıza parıltısı belirir. Dikkat gerçeğe dönüşür, hafıza onu kaydeder. Birkaç günlük yaşamdan sonra yenidoğan uyku ve emme saatlerini artık öğrenir. Bu yalnızca anlık bir hafızadır, herkes için hatta sebzeler için bile ortak olan ritimli bir anımsamadır. Sabahları saksılarında açılan ve akşamları kapanan çiçekler vardır. Avrupa’dan Amerika’ya uçakla taşınan çiçekler Avrupa’daki gece ve gün hafızasına göre açılıp kapanmaya devam ederler. Sadece kısa bir süre sonra eski takvimi unuturlar ve yenisine katılırlar. Çocukluk hafızasının tohumundan hayatı düşünceye çevirmeye mahkûm insan zihni doğar.

Sonra zekâ parıltısı ortaya çıkar. Zekâyı yeni koşullara uyum sağlama yeteneği olarak tanımlayabiliriz. Değişen derecelerde bu bakış açısı tüm canlı varlıklara uygulanabilir. Solucan eğer solda devamlı elektrik çarparsa daima sağa dönmeyi bir ay içinde öğrenir. Bebek biberonu, parmakları ya da memeyi emebilmek için hemşirelerin yönlendirmelerine uyarak birkaç saat içinde dudak, dil, damak hareketlerini çeşitlendirmeyi öğrenir. Bu kavrayış ne kadar asgari de olsa yaratımın muazzam karanlığı arasında küçük bir alev, insan zekâsını ateşleyecek bir kıvılcımdır.

Son olarak, sevgi parıltısı ortaya çıkar. Daha ilk haftalarda anne beşiğin yanına geldiğinde küçük bebek sevincini olabildiğince belli eder. Debelenir, elini kolunu sallar, gözlerini açar, dudaklarını ıslatır, boğazdan sevinçli bir gıcırtı ortaya çıkar. Nabız ve dolaşım hızlanır. Ne kadar küçük olursa olsun, çocuğun sevgi vermesi ve alması gerekir. Okşanma ihtiyacı bizimle birlikte doğar ve tüm yaşam boyunca içimizde bizimle birlikte yaşamaya devam eder, genellikle yanlış anlaşılır, genellikle hayal kırıklığına uğrar. Minerallerin, sebzelerin ve hayvanların dünyasında iyiliğin bize bir istisna ve şiddetin bir kural gibi geldiği durumlarda, hassasiyeti icat etmek insana bağlıdır.

Yalnızca yirminci yüzyılda insanlar çocuğun kıtasına inebildiler. O yıllardan önce herkes çocukların kendi ülkemizde yaşadığına ve küçük ve eksik olmasına rağmen bize eşit olduklarına inanıyordu. Başka bir yerde ikamet ettiklerinden kimse kuşku duymuyordu, oysa onlar bizimkinden farklı, yanardöner ve muhteşem bir kıtada yaşıyorlardı. Ancak yıllar süren yelkenden sonra katı ve donuk ilçelerimize demir atıp bize ulaştılar.

İnfantil topraklar oraya ilk ayak basan biricik Cristoforo Colombo tarafından keşfedilmemişti. Bu hususun kâşifleri ise oldukça çağdaştır ve içlerinden üçü çok önemlidir: Fransız Alfred Binet, Amerikan arnold Gesell, İtalyan Maria Montessori.

Hindistan’a yelken açmışken Amerika’yı tesadüfen keşfeden Cristoforo Colombo gibi Binet de insan ruhunu ölçecek bir sistem arayışındayken karşısına çocukluk adası çıkmıştı. Sorbonne’da profesör olan ve deneysel psikolojinin kurucusu Alfred Binet 1855’te doğdu. Tamamen kendi yüzyılının insanıydı. Bu yüzyıl bilim ile sarhoş olmuş hâldeydi ve tüm sarhoşlar gibi biraz inandırıcı ve biraz da palavracıydı. Etrafta fiziksel güçleri, maddeyi ölçen ve sonra bunları pek çok alanda kullanan bilim insanlarının zaferlerini görünce Binet: “Neden ruh da ölçülmesin ki?” diye sordu. Sonra aklına test yapma fikri geldi. Testler, simyacılar tarafından altınları test etmek için kullanılan bazı eski toprak kaplarda yapıldı. Binet ruhun ölçümlerini sabitlemeyi hedefleyen denemelerini kendi adıyla vaftiz etti.

Sorbonne’da profesör olan saygın bir kişinin testlerin ruhu tartabileceğine inanması gerçekten şaşırtıcıdır: sezgilerimizi ve korkularımızı, suçluluk duygusunu, ahlaksızlık eğilimini, aklın keskinliğini, pişman olmaya yatkınlığı, bağlılığı, nefreti, sevgiyi, iktidara gelme isteğini ve fedakârlığı tartmak. Binet ve takipçileri ruhumuzun büyük ölçüde bilincimizden bile kaçabildiğini anlamadılar. Beyin dâhil vücudumuzu oluşturan tüm hücrelerin baş döndürücü mutasyonuna rağmen ruh evrim geçirmez, bedenimizden kopmaz, herhangi bir deneye izin vermez ve dünyevi varoluştan bu yana bize temel, görünmez, ölçülemez, verimsiz bir çekirdek olarak yerleşir.

Binet Hindistan’ı bulmadı, bulamazdı da, o çocuk kıtasını keşfetti.

Amerikalı Arnold Gesell, Binet’ten çeyrek yüzyıl sonra doğdu. Bilim zehirlenmesinin artık dağıldığı 1900’lü yıllarda yirmi yaşındaydı. Âlimler belirsizliklerden arınarak daha ihtiyatlı ve mütevazı davranmaya başlamışlardı. Bu nedenle Gesell’in (doktor ve pediyatrist) hırsı doğumdan itibaren çocuk davranışlarının özenli incelenmesiyle baskılandı. Yarım asır boyunca çalıştı ve çalışmaları ile insanları hayrete düşürdü. Yale Üniversitesine misafir olarak çağırıldı. Yale Üniversitesini bazıları meşhur anahtarın keşfedildiği yer olarak bilir. Oysa John Yale, 1848’de yaşamış, kendi adını verdiği kilidi tasarlayan Stamfordlu fakir bir demirciydi. Yüz otuz yıl önce yaşayan varlıklı Tüccar Elihu Yale ise bizzat kendi parası ile New Haven’da önce Yale Okulu, sonra Yale Koleji, en sonunda Yale Üniversitesi olarak anılan okulu kuran kişidir.

Gesell’in keşif gezileri rotasını Quinnipiac ve Mill nehirlerinin Atlantik’e aktığı New Haven’dan doğrudan Binet’in yer aldığı çocukluk kıtasına doğru çevirdi. Gesell ortakları ile birlikte oraya indi ve gezerken karşılaştığı şeyleri titizlikle tanımlayan coğrafyacıların yöntemsel merakıyla çalışmalar yaptı. Böylece insanlığa hiç beklenmeyen yönleri ile çocuğun evrenini açıkladı.

İtalyan Maria Montessori, çocukların dünyasına ne Binet’in abartılı ruhu ne de Gesell’in tatsız tutsuz ruhu ile değil bambaşka bir ruhla giriş yaptı. Söz konusu bir İtalyan ruhuydu ve bu nedenle de mantık ön plana çıkıyordu. Ancak mantıksallığın yanına aynı zamanda feminen ve dolayısıyla da sezgisel bir ruh da katmıştı. Maria Montessori bizim topraklarımızın değil başka bir kıtanın ahalisi olan bebeği köleleştirdiğimizi anladı. Bu parlak fikirden tüm sonuçları çizdi.

Bu fikir aslında yıllar evvel işitme ve zihinsel engelli çocuklara yardım edebilmek için zekice yöntemler geliştiren Séguin ve Itard’ın eski eserlerinin incelenmesinden doğmuştu. Ancak Maria Montessori anladı ki her bebek belli bir açıdan işitsel ve zihinsel engelliye benzer. Zaman geçtikçe konuşmayı ve anlamayı öğrenmesi yaşadığı çevre sayesinde olur. Dolayısıyla çevre çok önemlidir, dağılmış ya da baskılanmış olmamalıdır.

Baskı yerine bizler çocuğun özgürlüğünü savunmalıyız, bizlerden bağımsız ancak yine de uyumlu yaşamın genişlemesine izin vermeliyiz.

Böylece yirminci yüzyılın ilk yıllarında Binet, çocuk dünyasının varlığını duyururken, Gesell çoktan içine girmiş ve Maria Montessori ise oraya çoktan özgürlük bayrağını çekmişti. Bu üç insan birbirlerini hiç tanımadan ayrı ayrı benzer şekilde davranmışlardı. Keşifleriyle üçü de insanlardan dünyamızın dışındaki bu yaratığa saygı duymasını istediler, öyle ki bu varlık bin yıllık kölelikten sonra artık serbest bırakılmayı hak ediyordu.

Bebeğin bağımsızlık savaşı 1907 yılının Ocak ayında Roma’da, Maria henüz otuz yedi yaşındayken, tıptan mezun olmasına rağmen meşhur San Lorenzo bölgesindeki bir anaokulunda görev almayı kabul ettiği zaman başladı. Ona zayıf, kirli ve birbirinden cesur yirmi velet verdiler. Çoğu daha üç yaşındaydı ve ruhları umutsuzca deforme olmuştu. Onlar için, Sigmund Freud’un o günlerde Viyana Üniversitesinde söylediği kelime doğru görünüyordu: “İnsan tüm yaşamı boyunca onu ilk üç yılında acıtana geri döner durur.”

İnsanın en büyük deneyimi doğumla başlar ve dokuz yüz gün boyunca sürer. Her ne kadar unutulmaya yüz tutmuş gibi gözükse de bu temel bir deneyimdir.

Dokuz yüz günde bebek ruhu kararlı bir şekilde etrafını saran dünyayı keşfetmeye koyulur, bu dünya ister yüksek dağların ya da deniz kenarlarının dünyası, ister Beneras’in kutsal ya da New York’un mekanik dünyası, isterse orta Afrika’nın dans eden ve siyah dünyası isterse Uzak Doğu’nun sarı ve ölçülü dünyası olsun. Mekânlar, deyimler ve medeniyetlerdeki birçok farklılığa rağmen, çocukların hepsi aynı ruhla doğar.

Şaşırmaların ve parıltıların yaşandığı erken dönemden sonra, bebek (beyaz, sarı, siyah, kırmızı) beş yüz gün boyunca vücudunun birçok bölümüne karşılık gelen önemli ve büyük dönemlerden geçerler: ağız dönemi, el dönemi, ayak dönemi, beyin dönemi, kalça dönemi.

Ağız dönemi, bebeğin ruhu bağlı olduğu bedene ait hiçbir fikre sahip değildir. Yenidoğan bir kafası, parmakları, baldırları, omuzları ya da göğsü olduğunu tamamen göz ardı eder. Ancak bir ağzı olduğunu hemen bilir. Devamlı beslenme ile haşır neşir olduğundan dudaklar, dil, diş etleri ve damak zengin bir hassasiyete sahiptir. Bu hassasiyet çocuğun ilk biçim, hacim ve tutarlılık kavramlarını oluşturmasına izin verir. Bebek yalnızca ağız ile gerçeği, yuvarlağı, ılık, sağlam ve lezzetli olanı ayırabilir.

Ağız bebek için beslenmek, açlık ve susuzluk uyaranlarını susturmak için bir yol göstericidir, sonra yavaş yavaş ona başka hazlar da sunmaya başlar. Bebek süte doymak için meme ucundan beslenir ve bu hazzı ağzı ile algılar. Karanlık bir rahatsızlık onu tedirgin ettiğinde anne sütündeki şeker onu sakinleştirir ve uykuya teşvik eder. Rastgele bir başparmak dudaklarının arasına düştüğünde, gönüllü olarak onu emer. Ağız onun için daima keyifli bir yer olarak kalacaktır: Âşık olduğunda öpücük, tiryaki olduğunda sigara, yaşlı olduğunda tatlı bir sos olarak.

Ağızdan yalnızca çocuksu hazlar değil aynı zamanda acılar ve zıtlıklar da edinilir. Eğer süt kıtsa ve bebeği uzun ve nafile bir çabaya zorlarsa yenidoğan önce şaşırır sonra gerilir nihayetinde sinirlenir ve uzun vadede bu durum hayal kırıklıklarına, düşmanlığa ve pişmanlığa yol açar.

Ancak ağız gülümser ve bu gülümseme en az ağlama kadar kendini ifade etmede kullanılan bir yöntemdir. Yirmi beş gün içinde dudaklarda bir tebessüm fark edilir, kırk beşinci günde daha net bir sevinç sıçraması görülür en nihayetinde üç hafta sonra bebek işte bir kıkırdama ile karşınızdadır. İlk çocuksu gülüşler beden ruhun öz mutluluğu bulmasına izin verdiğinde gelir. Halk arasında bebeklerin göğe bakıp gülümsediği söylenir, doğrudur da. Kısa sürede tüm dünyaya da gülümser, böylece kelime mucizesi için yaratılan ağız gülümseyerek ilk iletişimi kurar.

El dönemi doksan gün sonra başlar. Çocuğun ellerinin varlığını aniden fark ettiği özel bir an vardır. Ancak hâlâ kendisine ait olduğundan şüphelenmez. Onu kendinden bağımsız ama olağan bir nesne olarak görür. Kolların otonom hareketi görüş alanına girdiğinde onları uzun uzun seyreder. Sonunda kolları bir arkadaşı kabul eder ve ona bakarken sık sık gülümser. Çocuk daima önce sağ elini, daha sonra sol elini keşfeder. Tersi olursa, muhtemelen solak olacaktır.

Bebek sonunda elini keşfetse de kullanmasını hâlâ bilmez. Eline gelen her şeyi kavrar, bebeğin neşeyle dinlediği çıngırağı eğer biri eline verirse onu sıkıca tutar ve biri parmaklarını açmaya çalışsa da o parmaklarını kuvvetle sıkmaya devam eder. Bir süre sonra rahatsız olup neredeyse ağlayacak duruma gelince bu gürültüden kaçmak ister ancak eli istemsizce çıngırağı tutmaya ve kolu onu istemsizce sallamaya devam eder. Beden, ruh için zor bir araçtır.

Bir gün el yanlışlıkla ağza dokunur. Bebek nedeni ve etkisinden habersiz elin ortadan kaybolmasına ağlar. Sonraki günlerde bu hareket her tekrarlandığında yavrucuk hep aynı şekilde şikâyet eder. Tekrar tekrar deneyince çocuk zihni hareket ve kaybolma arasındaki ilişkiyi kavrar. Bu tarihî anda çocuk elin onun bir uzantısı olduğunu ve dünyayı onunla kavrayabileceğini anlar.

Bu aydınlanma sonrası eller kâşif olmaya başlar: Bebek keşfeder, yakaladıklarını ağzına getirir, böylece neyin ne olduğuna karar verir.

Bu yöntemi kullanarak nesnelerle deneyler yapar, bazı nesneler buna olanak tanır bazıları tanımaz, bazıları hoş ve bu oyuna dâhil edilebilirken bazıları deneye karşı dayanıklı ve tehlikelidir. Zihin, her şeyin uzun gerekçeli fihristini yazmaya başlar.

Sonra çocuk bir coğrafyacıya dönüşür ve elleri sayesinde kendi uzuvlarında keşfe çıkar. Onları avuçları ve parmaklarıyla kavrar, vücudunun haritasını oluşturmak için yeterli olacak şekilde onları yavaş yavaş ve titizlikle test eder. Bununla birlikte bazı bölgeler kısa kollarına ulaşmaz. Örneğin; koltuk altı, ayak tabanı, sırt. Bu bölgeler sonsuza dek fethedilmeyecek ve böylece vücudun geri kalanının kaybedeceği epidermal duyarlılığını koruyacaktır. Bazı bölgelerde aşırı gıdıklamadan muzdarip olanlar, kendi coğrafyasına çok hâkim olamamış bebeklerdir.

Üç yüzüncü güne doğru ayak dönemi başlar. Üç ayda bebek başını yastıktan kaldırmayı başarır, altı aylıkken oturabilir ve dokuz aya gelindiğinde bacakları üzerine dikilebilir. Artık macera dolu fethine hazırdır. Çocuğu yürümeye teşvik eden hayati dürtü, insanı da dünyayı işgal etmeye teşvik edecektir.

Yalnızca olağanüstü bir dürtü çocuğun ayaklarını vitese geçirir, küçücük ve kısa bacakları buna destek vermekte ve tüm karın bölgesi ile ağır kafatasının yükünü taşımakta zorlanır. Eğer üç ya da dört ayağımız olsaydı, adım atmak daha kolay olurdu. Bunun yerine sabit dikilirken bile vücudun kırılma eğilimindeki dengesini yeniden inşa etmek için sürekli çaba sarf eden iki tanemiz var. Bunun yanında yürürken tüm vucudumuz her taraftan sallanır: Kalça dikey olarak, gövde yandan, omuzlar eksen içinde, baş ileri, kollar bir o yana bir bu yana sallanır. Ayak, zavallı ayak, olması gerektiği gibi dimdik durmamızı sağlar ve çökmemizi önler.

Mars’ta yaşayan bir mühendis insanın yürüyüşünü imkânsız, bebeğin yürüyüşünün ise abuk olduğunu düşünürdü. Ancak tellinayı hareketsiz ve kırlangıcı uçarken isteyen hayat abuk olanı gerçek yapmakla eğlenir. Yaşama göre bebeğin uzaktan umutsuzca baktığını kendisine erişir kılan mucizevi ayak dönemidir.

Tüm dürtülerin derinlerinde bir mutluluk yatar. Bu nedenle ilk adımlarda çocuğun boğazından küçük sevinç çığlıkları çıktığı duyulur. Muzaffer bir şekilde ona doğru gelirken ve o şeylere doğru yürürken zafer dürtüsü onu sarhoş eder.

Beyin dönemi görünmez bir şekilde kafatasının kapalı kutusu içinde ve submusküler karanlıkta gerçekleşir. Ruh (ayaklarını, ellerini, ağzını nasıl kullanacağını öğrendiği sırada) dünyayla temas kurması için elzem olan sinir sistemini kullanmayı öğrenir. Ancak doğumda, miyelinin yokluğu nedeniyle sistem eksiktir.

Miyelin, sinirleri saran beyaz, parlak, sümüksü, kaygan bir maddedir. Hepimiz onu ya kasap dükkânında ya da en azından mutfakta görmüşüzdür. Miyelin kılıfı olmadan sinirler hareket edemez. Yeni-doğanlar sinir sistemi yok denilebilecek bir düzeydedir bu nedenle de sistem verimli çalışmaz. Ancak dikkatini dünyaya çevirdiğinde (şaşkınlıklar ve parıltılar arasında) çocuk ruhu heyecanla miyelini giyinip çalışmaya koyulan sinirleri uyarır. Bu nedenle yavrunun tavırları günden güne değişime uğrar. Miyelin olmadan sinirlerin hareket ettiremediği bacaklar yavaş yavaş uzanmaya başlar. Belli bir anda çocuk onları acımadan büker durur, bu işte o kadar ustalaşır ki ayak başparmağını ağzına bile götürebilir. Ellere gelince, artık küçücük parmaklarıyla yumruğunu sıkmayı bırakır ve onun yerine başparmak ile işaret parmağını buluşturana kadar daha serbestçe hareket ettirmeye başlar. Bu kullanılabilirlik, insana nesneleri aletlere dönüştürmesine ve kendisini dünyanın efendisi kılmasına yetecektir.

Yüz yirmi günde miyelin kılıfı kortikal liflerin çoğunu kaplar; beş yüz günde görsel, işitsel merkezler ve motor merkezleri tamamlanır; onu takip eden iki yüz gün içinde de tüm sinir sistemi kurulur. Sinirlerin efendisi olan ruh, dünyevi düşünmeyi öğrenir.

Düşünmenin birçok yolu vardır ama temeli iki derin düşünce oluşturur. Yanardöner, sezgisel, topyekûn, ne imgelerle ne de kelimelerle yüklenmiş, saf, soyut ve semavi bir düşünce. Bir de daha dünyevi, somut, bedensel deneyimlerden edinilmiş, çocuğun emme, yakalama, hareket etme sorunlarına pratik ve yararlı çözümler bulma girişimlerinin sonucu olan bir düşünce. Çocuk ruhu zaman zaman bulduğu yararlı çözümleri kaydeder ve bir sonraki sefer kullanmak için onları muhafaza eder. Bu düşünce biçimi, şematik, organik ve rutindir, miyelinin beyinde ve sinir sistemi boyunca yayılması ile ilgilidir. Ancak sadece cehalet safra ve karaciğer gibi beynin düşünceyi salgıladığını söyleyebilir. Oysa beyin, televizyon setinin hertz dalgası üzerinde olması gibi zihindedir. Gerçek şu ki beden hayatın bir nedeni değil, bir sonucudur.

Kalçaların dönemi lazımlık dönemidir. Lazımlık ilk çocukluk günlerinde en önemli sırayı işgal eden ve Latinlerin matula ismini verdikleri bir ev eşyasıdır. Zaten ancak bu eski isim ona bir asalet vermeyi başarır. Hoş sohbet için böylesi konuların sessiz kalması elzemdir ancak yaşam hakkında konuşmamız gerekirse, yaşamın içindeki yontulmamış ancak bir o kadar da samimi hâllerimizi de konuşmamız gerekir. Dahası, özellikle kalça döneminde bu küçük insan samimi ile yapmacık olan arasında bir uzlaşma aramaya başlar ve bu yaşam boyu asla sona ermeyecek bir arayıştır.

Üç ya da dört yüzüncü günler civarı, anne ilk defa kalçalarını kullanması için bebeği lazımlığa oturtmaya zorlar. Tüm amatör fotoğrafçılarınn en az bir kez canlandırdığı bu komik pozisyon, bebeğin bilinçsiz rahatsızlığının aldığı görünüm yüzündendir. Bununla birlikte, kalça dönemi komik, ahlaksız veya nafile olmaktan çok uzaktır. Zıtlıklarla dolu bir çağdır ve rezonansları yaşam boyunca yankılanacaktır.

Kalçasını lazımlığa uzatmaya zorlandığından, çocuğun günleri derinden değişir ve daha karmaşık hâle gelir. Yetişkinler (iktidar sahipleri) kendisinden o zamana kadar fren yapmadan serbestçe kullandığı bu viseral uyaranları kontrol altına almasını talep ediyorlar. Ve yalnızca bu da değil, aynı zamanda sevinçlerinin ve acılarının bağlı olduğu zorlu bir durum bu. Lazımlığın göründüğü veya kaybolduğu durumlara göre kendini tutmayı veya bırakmayı başarırsa, yetişkinler onu alkışlar, şımartır, ödüllendirir, kısaca sevgi, koruma ve övgü ihtiyacını karşılarlar. Şayet başarısız olursa, yetişkinler bağırır, suçlar, duygusal olarak kendilerini ondan ayırır ve onu akut bir yalnızlık duygusuna terk ederler.

Despotizm tarafından sıkıştırılan küçüğün nihayetinde sabrının taştığı bir an vardır: Lazımlık çağında isyan etmek için üzerini kendi ishaliyle baştan aşağı kirletmeyen hiçbir çocuk yoktur. Tüm bebekler bunu yapmadıysa da mutlaka girişiminde bulunmuşlardır. Dünya sakinleri arasında tek devrimci insandır.

Her dönem kendi hazlarını ve acılarını sunar, kendi hassasiyetine sahiptir, kalça dönemi bile. Viseral hareketlerini kontrol etmekte zorlanan çocuk kısa sürede tutmanın ve bırakmanın verdiği hazzı fark eder. Bazı durumlarda bu zevkler çocukluk ve ötesinde devam eder.

Yalnızca beş yüz günlük bir bebeği iyi tanıyanlar lazımlığın ne kadar önemli olduğunu bilirler. Küçük insana fizyolojik ve biyolojik değerlerin yanında sosyal ve ahlaki değerler kazandırır. Dürtü dalgalarını tutan barajın yükseldiği yer onurun ana karasını kurtarır, hiçbir insan onsuz yaşayamaz, suçlular bile; onlar da onayı yasaklayan ve sessizliği zorunlu kılan kendi kurallarına saygı duyarlar.

Lazımlık bebeğin içinde iki kişilik bulunduğunu ortaya çıkarır: temiz, mis kokulu, erdemli, saygın ve pis, kötü niyetli, suçlu, zulmeden. Bu iki karakter arasında insan nasıl bir denge kuruyorsa bebek de bir denge kurar.

Beş yüz ve dokuz yüz gün arasında bebek birçok dönemden geçer. Yüz seksen gün sonra başlayan diş dönemi kendini altı ay içinde tekrar eder, bu esnada vücudun büyümesi yavaşlar. Dişlerin filizlenmesi (farklı bir beslenme safhası oluşturarak) yamyamlığa varan saldırganlıktaki artışla çakışır, bebek aniden annenin göğsünü ısırır ve annenin çığlıklarına neden olur. Dişler büyür ve kafatasındaki fontaneller kapanır.

Yaklaşık yirminci aya doğru reddetme yani “Hayır!” dönemi başlar: İnatçı bir disiplinsizliğin dönemi, küçüğün çelişkide kalıp sonrasında her şeyi reddettiği dönem. Eğer bir şeyi yalnız yapmaya karar verirse, ona yardım etmenin bir yolunu bulamazsınız ve eğer annesinin yardım etmesine karar vermişse teyzesi dahi olsa bu yardımı bir başkasından kabul etmez. Yakaladığı nesneleri bırakmayı reddettiği ve başkalarının nesnelerini devralmaya çalıştığı dönemdir. Ne kadar inatçı olsa da müstehcendir de ve kendi itaatsizliğine isteyerek güler. Akşamları yatmadan evvel pijamalarla başlayıp ışıkların kısılması, dua etmek, bir yudum su ve masal ile devam eden titiz bir törene saygı gösterilmesini talep eder. Sonra hassaslaşır, karanlıkta annesini çağırır, biraz daha su ister, burnunun silinmesine ihtiyacı vardır ve annesinden bir öpücük bekler.

Bebek altı ya da yedi yüz günü devirdiğinde artık inkâr dönemi bitmiş onun yerine rıza dönemi başlamıştır. “Hayır” dönemini sistematik şekilde istekli bir “evet” dönemi devralır, karşı çıkma hazzının yerini iş birliği kurma hazzı alır. Oyunlar daha uzun sürer ve daha sakindir, geceler de daha sessizdir. Herkes bu iyi huylu hâli için çocuktan “Ah, ne kadar iyi!”, “Melek gibi!” diye bahseder. İlk utangaçlıklar bu dönemde dışarı sızar. İnsanları yabancılar, onlardan utanır, artık eskisi gibi her bulduğu yere gizlice girmeye cesaret edemez, en fazla tanımadığı bir odanın eşiğinde ürkek bir bakışla bekler durur. Daha az olmamak üzere üç yaş, beş yaş krizleri gibi başka krizler döngüsel olarak birbirini takip eder. İnsan varlığı bir krizi aşar, karşısında bir diğerini bulur.

Geçen dokuz yüz gün bebeği en önemli dönemine götürür: Bu, taklit dönemidir. İnsan, zekâsı bizimkinden çok daha hızlı yükselen bir şempanze ile aynı zihinsel düzeyde doğar. Üç ayda maymun bebeği ikiye katlar. Ancak dört yüz günde zekâ seviyeleri birbiri ile denkleşir. Bu dönemde bebek sorunlarını yaşıtı bir şempanzenin çözdüğü gibi çözer. Her ikisinin de nesneleri yuvarlayarak ya da bir iple sürükleyerek eğlendiğini görürüz, ikisinin de oyuna doyana kadar sabırla onları söktüklerini, en nihayetinde de sinirlenip daha önce çok sevdikleri bu oyuncağı yok ettiklerini görürüz.

Şempanzeler ve bebekler aynı ilkel dönemlerden geçerler. İnsanları taklit ederken kaşıkla yemek yemeyi, montlarını çıkarabilmeyi ve bir şeker paketini açabilmeyi öğrenirler. Ancak maymunda taklit kendi içinde bir sondur, çıkmaza girer ve daha ileri gitmez. Bebekte ise bir üst model üretme çabası ve ideal bir yetişkin ile özdeşleşme arzusunu temsil eder. İlkel dönem küçük insanı bu yöntemle dile getirirken, şempanzeyi çığlığı ile baş başa bırakır.

Dokuz yüzüncü güne ulaşan bebek artık sayısız ayak izi ile işaretlenmiş, bu zamana kadar içinde bulunduğu çevre onu anbean şekillendirmiştir. Her şeyden evvel ailenin eksiksiz olması beklenir: annenin hassasiyeti, babanın otoritesi, erkek kardeş ile (ya da kız kardeş) eşitlik. Oedipus, Kronos, Gaia1 isimleri çocuğun psişik büyümede geçirdiği üç aşamayı simgeler, çocuk yalnızca eksiksiz bir ailede yaşıyorsa bu aşamalar ile yüzleşip onların üstesinden gelebilir. Herkes ailedeki tek çocuğun, on kardeşli bir çocuğun, boşanmış ya da eşi ölmüş ya da yeniden evlenmiş bir kadının çocuğunun, gayrimeşru bir çocuğun yaşadığı samimi sorunları bilir.

Yalnızca aile değil milliyet de bebekte kendi izini bırakır. Renkli tene sahip olanlar beyaz tenlilerden evvel büyür, Çinliler Hollandalılardan farklı bir korpus kallosuma sahiptir, dolikosefal ya da brakisefalin2 serebral kıvrımlarının farklı olması gibi. Tarihsel olaylar da bebeklerde izlerini kaydeder. Devrimler ve savaşlar sırasında, çocuklar ölmeseler bile kötü büyürler.

На страницу:
4 из 5