
Полная версия
İnsanın Macerası
Bu incelikli seçim sırasında, atalarımız kargaşa içinde bağırmaya devam ediyordu: “Benim gibi! Benim gibi!” Yüksek veya zayıf seslerle ve burada da utangaç, inatçı ve huzursuz insanlar vardı. Karşı konulamaz eğilimleri ailelere aktaran baskın genlerdir, bu genler nedeniyle Bernoulliler matematikçi, Vecelliolar ressam, Siemensler teknisyen olur, Bachlar ise Veit adındaki bir değirmenciden dolayı müzisyendirler.
Tavuklar ve bezelyeler bile bir civciv ya da bir baklanın tasarımında her defasında kargaşa ile bağrışan atalarına sahiplerdir. Babalardan çocuklara oradan torunlara aktarılan bu bitkisel, hayvansal ve insani benzerlikler, tekrarlamalar bir yasa tarafından mı düzenleniyor yoksa rastgele ve kaotik mi diye merak edip sorup duran insanları yüzyıllar boyunca hayrete düşürmüştür. İnsan kaosa dayanamaz. Bir şeyi anlayamadığımız her seferinde “Ne karışıklık!” diye isyan ederiz.
İlk kez büyük bir istasyona getirilen çocuklar, dağcılar, yabaniler trenlerin düzensiz gelişi ve gidişi arasında kaybolmuş hissederler. Ancak onlara tren tarifesi açıklanınca sakinleşirler, etraflarına bakıp gülümserler.
Gece gökyüzüne bakıp yıldız düzenini keşfetmeye ve göksel yörüngeleri bulmaya başlayınca aynı gülümseme ilk insanların yüzlerini de aydınlatmış olmalı. İnsan her yerde yasaları aradı çünkü anlamadan yaşaması onun için imkânsızdır.
Yüzyıllar boyunca bir bakla, bir civciv, bir çocuk tasarlandığında bağırıp çırpınan ataların sesi hakkında hiçbir şey anlaşılamamıştı. Nihayet ataların heyecanlı korosunda sesleri birbirinden ayırt etmeyi başaran bezelye tutkunu Avusturyalı bir başrahipti. Adı Gregor Johann Mendel’di ancak dinde Don Gregor adını almıştı. Bir ilahiyatçıydı ve botanikle uğraşıyordu. Hiç tanınmadan öldü.
Don Gregor 1822 yılında, bir çiftçi ailede dünyaya geldi. Çocukluğundan bu yana bezelye bitkileri yetiştirme fırsatı bulmuştu ve bu hayatı için büyük bir önem taşıyordu. Brno’daki San Tommaso Manastırında okudu sonra matematikte gelişmek için Viyana’ya gitti ve nihayet bir lise öğretmeni olarak tekrar Brno’ya döndü. Burada yayınlarını okumak bile istemeyen bilim adamlarının ilgisizliği arasında otuz yıl boyunca bezelyeler üzerine araştırmalar yaptı. 1868’de cesareti kırıldı, başrahip olarak anılmayı kabul etti ve o zamandan itibaren sadece manastırla uğraştı.
O yıllarda bilim Charles Darwin etkisindeydi, herkes doğal ve cinsel seçilim yoluyla türlerin kökenini tartışırken, kimse Brno’nadaki mütevazı bir Doğa Dostları Derneği’nin bitki melezlerinin araştırılması üzerine belirli bir Mendel tarafından hazırlanmış iki yayın yayımladığının farkına varmamıştı.
1882’de Charles Darwin öldü, Isaac Newton’un yanına, Londra’daki Westminster Manastırına gömüldü. İki yıl sonra Don Gregor öldü, şafak vakti alelacele Brno Mezarlığı’na gömüldü. Hiç kimse o soğuk ocak sabahında, bu mütevazı başrahibin çalışmalarının Darwinci teorilerini fırlatıp attığını tahmin edemezdi.
Mendel şiirde Rimbaud, kurguda Svevo, resimde Van Gogh ile aynı kadere sahipti.
Mendel’in keşfi diğer tüm büyük keşifler gibi çok basitti. Uzun saplı bir bezelye dikti ve onları cüce saplı bezelye poleni ile gübreledi ve sonra neler olup bittiğini seyretti. Cüce bir ebeveynleri yokmuş gibi tüm bezelyelerin boyu upuzun olmuştu. Yine de eğer kendi aralarında birleşirlerse üç uzun bitkiden bir tanesi cüce doğuyordu. İlk nesilde unutulmuş gibi duran lilliput büyükbabasının sesi, ikinci nesilde üçte bir olmak üzere ortaya çıkıyordu.
Don Gregor köylü bir ailenin oğluydu ve matematikçiydi. Her türde ve çok sayıda melez bezelye üzerinde çalıştı ve belirli standartlara uyan çeşitli istatistikler çıkardı. Bu atalar korosunun kaotik bir kargaşa olmadığını ve bu sesler arasında bile insan zihninin bir düzen, dolayısıyla bir yasa bulabildiğini tüm dünyada gösteren ilk kişi oldu. Bu şaşırtıcı bir keşifti ve kimse fark etmedi.
Kalemlerini öfkeyle atan Rimbaud ve Svevo gibi Don Gregor da böyle bir öfkeye kapılmış ki, yemekhanede bile olsa daha fazla bezelye görmek istemiyordu, hayatının son on dört yılını sadece iyi bir başrahip olmaya adamıştı. Yine de öldüğü anda gölgesi ona huzur vermedi. İmparator Maximilian gibi fizyonomik özellikleri ya da değirmenci Bach gibi müziksel becerileri aktaracağı çocuğu yoktu. Don Gregor’un gölgesi bilimseldi ve on beş yıl boyunca bilimin kapılarını çalmaya devam etti.
Biyolojik, sanatsal ya da bilimsel anılara yol açan gölge fikri gülünç görünebilir. Yine de motive edici bir anı olmadan, 1900 yılında üç farklı ülkeden üç botanikçinin farklı dillerde Don Gregor’un tozlu yayınlarını bulmaları, onları okuyup heyecanlanmaları ve biri diğerinin farkında olmadan eş zamanlı olarak tüm dünyaya kimse önemini anlayamadan bir âlimin yaşayıp öldüğünü ilan etmelerini açıklamak zor olurdu.
Böylece 1900’de baskın veya resesif özelliklere dayanan Mendel genetiği adını alan yeni bir bilim doğdu. Belki de bu bilim yarım yüzyıl sonra daimi simyagere bir test tüpünün içinde yaşam üretmesi için fırsat veren moleküler genetiği ortaya çıkaracaktı.
Hikâye herkes için iyi bitiyordu. Sanki Don Gregor kendi hayatında elde edemediği onuru ölümünden sonraki arkadaşlarına dağıtıyormuş gibi Mendel’in üç kâşifi şan ve şöhret ile ödüllendirildi. Tek kurban Charles Darwin’di.
O zamanlarda Avrupa hâlâ Tanrı üzerine ateşli şekilde tartışacak kapasitedeydi. İncil’deki öfkeli ve kibirli yaratıcı Yehova’ya, şapellerin ve kiliselerin ticaretine ve gücüne, sermayenin ayrıcalıklarına ve çalışmak hususundaki baskıya, Viktorya ahlakına, aşktan başlayarak derin insani gerçeklerin deforme edilişine tahammül edemeyenler Darwinci bayrak altında toplanmışlardı. Hepsi dünyayı açıklamak için cennete gerek olmadığını göstererek Darwinizimin onları kurtuluşa götüreceğine inanıyordu. Dediler ki: “Dünya kendi kendini açıklar. Dünya üzerinde yaşam, mekanik mukavemet, kişisel olmayan ve ateist bir güç vardır. Dünya yalnızca doğal çevre tarafından modellenmiş hâlde otomatik olarak protoplazmadan insana yönelmiştir.”
Ancak don Gregor’un keşfi tam tersini kanıtlıyordu.
Doğal çevre modellenmez, doğuştan olmayıp sonradan edinilen özellikler transfer edilemez, binlerce yıl köpeklerin kulakları kesilse de kulakları olmayan bir köpek doğması imkânsızdır. Lamarck nesiller boyu zavallı tavukları suya beyhude atıp durdu. Ayakları perdeli olmadı. Herkese atalarından kalma valizlerini veren baskın ve çekinik miraslar vardır. En güçlü bireylerin seçimi türlerin değişmesine neden olmaz, onları korur.
Nadir görülen ani değişiklikler çevresel etkilerden değil kromozomal bir değişiklikten kaynaklanmaktadır.
Hayat bize ne kör ne de mekanik gelir, hayat yaratma gücü ve planlarla doludur. Amaçlar tarafından öne atıldığı kadar sebeplerle arkadan itilmez. Bu nedenle geleceği tanır. Bu nedenle de bir kadının rahmine bir hücre yerleştirip bir insanı oradan dışarı çıkarabilir.
Ana rahminde uyuduğumuz iki yüz seksen gün boyunca, uykumuzun etrafında baskın ve çekingen mirasları ile yalnızca atalarımız bulunmaz. Arkalarında insani olmayan başka çığlıklar da seçilir.
Biz yalnızca şimdiki zamanın ve geçmişin insanları ile ilgili değiliz, aynı zamanda tüm canlı varlıklarla da bir bağımız var. Kimse yalnız doğmaz. Maymunlarla ortak olarak ellere ve gözyaşlarına sahibiz, diğer memeliler ile ortak olarak dudaklarımız var ve ilk hatıra olarak anne kıçına sahibiz, omurgalılar ile ortak bir kalp atımımız vardır; tüm hayvanlarla birlikte ortak korku, sevgi, yorgunluk ve acı çekeriz.
Genellikle içimizde bizi bitkilerle benzeştiren, uykulu bir bitkisel yaşam ortaya çıkar, bu yaşam bitkilerle bizi eşit derecede hücresel bir yapı, benzer bir protoplazma ile birbirimize bağlar, ağaçlarda beyaz ve sessiz hâlde, karanlık köklerden güneşte titreyen yapraklara kadar kesintisiz yükselen sıvı bizde kırmızı ve sıcak bir hâlde tüm bedeni dolaşır. İçimizde, kemiklerde biriken mineral mirası bile vardır: kalsiyum, tuzlar, çimento. Dilsiz ve ağır iskeletimiz taşı andırır.
İnsan evrensel bir vâristir. Bir kadının rahmine düşen her canlı her defasında dünya macerasına sıfırdan başlamak zorundadır.
BAŞKALAŞIM
İçeride ve dışarıda, bizler mütemadiyen değişim geçiririz. Ruhumuzun kararsız bir doğası vardır: Duygular yanardönerdir, birbirlerini kovalarlar ve bizi şaşkınlıktan neşeye, öfkeden yalnızlığa, aşktan sıkıntıya ve melankoliye sürüklerler.
Zihnimiz de asla sabit değildir, aksine uçsuz bucaksız düşünce nehirleri içinden akar durur: Basmakalıp ya da basmakalıp olmayan fikirler, okunan ya da dinlenilen fikirler, kaba fikirler, tuhaf fikirler, yeni fikirler, gri ya da renkli fikirler, bizi oyalayan yavaş fikirler, haberdar olmanın yettiği anlık ve titrek fikirler, neredeyse çıplak, bir kelime giysisi bile olmayan fikirler.
Durağan ve sapasağlam görünen vücudumuz bile mütemadiyen bir değişim içindedir. Bir iki ay bir arkadaşımızı görmediğimizde onu şişmanlamış ya da zayıflamış, saçları ağarmış ya da kelleşmiş, daha canlı ya da solgun bulmamız mümkündür, hatta kimi tanıdıklar o kadar değişir ki onları nereden çıkardığımızı düşünmek zorunda kalırız.
Ancak gerçekte yaşadığımız başkalaşımların en önemlisi ana rahminde geçirdiğimiz dokuz aylık dönemde gerçekleşir. Çocukluğumuzda daha aktif sonrasında sönmüş bir enerjiye dönüşen ve kumları devirmeye çalışan yorgun dalgalar gibi daha az dinamik hâle gelen yaşam boyu sahip olduğumuz tüm başkalaşımların bu dönemde geçirdiğimiz başkalaşımların bir sonucu olduğunu söyleyeyebiliriz.
Bu dokuz ayda insanlığımızı hak etmek için belirli yaşam formlarına ulaşmamız gerekliymiş gibi kristallerden protozoaya, balıklara, maymunlara kadar tüm embriyonik yaşam formlarına geçici olarak büründük.
Bizler var olmaya yaşamın başladığı yerde başladık. Peki yaşam nerede başladı? On dokuzuncu yüzyıl, kolay bir yüzyıldı, bilim insanları atomlardan oluşan, asal bir maddenin varlığından emindi ve atom sağlam, yıkılmaz, son ve sonsuzdu. Yirminci yüzyıl nispeten daha zor bir yüzyıldı, bilim insanları atomu incelediler ve onun iki kutuplu bir enerjide çözüldüğünü gördüler: Protonu oluşturan pozitif elektrik, elektronu oluşturan negatif elektrik. Elektron ve protonlar dalga mı yoksa partikül mü? Bazen dalgalar hâlinde bazen partiküller hâlinde görünürler, belki tamamen farklıdırlar belki de fotonlardan, yani ışık tanelerinden oluşurlar. Biz de embriyonik kökenimizde iki kutuplu bir elektrik pıhtısıydık. Ancak hemen sonra kesinlikle canlı olan kristallerin yolunda yürüdük. Kristallerin canlı varlıklar olduğunu ilk anlayan Napoli’de patolojik anatomi profesörü olan bir doktordu.
Büyük kâşiflerin diğer disiplinler ile iç içe olması gelenekseldir: Mikrobiyolojinin babası Antonie van Leeuwenhoek Hollanda’da bir belediyede muhasebeciydi, her türlü bilimsel altyapıdan yoksundu, oksijen ile azotu birbirinden ilk ayıran Joseph Priestley, Presbiteryen bir papazdı ve kendisi sodanın patentini almıştır; enfeksiyonların kökenini ortaya çıkaran Agostino Bassi borcu gırtlağında Lodili bir tüccardı, genetik bilimi Don Gregor Mendel isimli bir teolog tarafından kuruldu. Bu bihredler her türlü alışkanlıktan uzak kalarak büyük problemlere odaklandılar ve onları çözdüler. Geometrik yaratıklar olarak kristal yaşamın tümünü ortaya çıkaran da Doktor Otto von Schrön’dü.
Hof’ta doğup Münih’ten mezun olan Otto von Schrön kristallerle ilk olarak Torino’da karşılaştı: Quintino Sella’nın ünlü kristalografi derslerini yayınladığı esnada bu üniversiteye çağırılmıştı. Ancak asıl büyük ve nihai karşılaşma yirmi bir yıl sonra Napoli’de gerçekleşti.
Otto von Schrön artık ünlü bir doktor ve saygın bir profesördü, öğrencileri arasında Cardarelli, D’Antona, Tizzoni gibi isimler vardı. Kristalize edici maddenin salgılanmasını fark ettiğinde Tüberküloz basilini inceliyordu. Yüzyıl sona erdi ve 1900’lü yıllar başladı.
Kristallerden oldukça etkilenen Otto on sekiz yıl boyunca onlar üzerinde çalışmayı sürdürdü. Yüz bin deney yaptı, on iki bin mikrograf çekti. İşe bir hazneyi tuzlu suyla doldurarak başladı ve oluşturduğu çözeltiyi mikroskop altında inceledi: Granül içermiyordu, dört yüz bin çap genişlemiş olsa bile kusursuz bir biçimde tek tipti. Daha sonra kristalleri doğurmak için haznenin etrafındaki sıcaklığı düşürdü. Gerçekten de çözeltinin içinde küçük bir küre oluştu: bir hücre. Von Schrön bu hücrenin içinde yavaş yavaş minik kürenin yüzeyinde beliren iki karanlık noktanın döner bir hareketle ortaya çıktığını gördü; onlar ana hücreden tomurcuklanan iki yeni kristal hücresiydi. Böylece, hazne hücreden hücreye çiçeklenerek kristallerle doldu. Von Schrön bitki ve hayvan protoplazmasına benzeyen bu kristal dokuya petroplazma demişti.
Kristaller arasında çok büyük olanları ya da mikroskobik olanları da vardır, küçük ve büyük kristaller bir araya gelerek neredeyse tüm katı cisimlerin omurgasını oluştururlar. Her gaz sıvıya dönüşebilir ve her sıvı da katı olabilir. Madde katılaştığında kristalleşir, yani belirli bir formda yaşama kavuşur.
Kristal yalnızca genişlemekle ya da çoğalmakla kalmaz, aynı zamanda iyileştirici gücü de vardır. Eğer büyüdükçe kırılırsa, kristal hemen kendi yarasını iyileştirir ve ancak ondan sonra genişlemeye düzenli şekilde devam eder. Kısacası, canlı bir doku gibi davranır. Büyümekte olan iki kristal buluştuğunda, hayatta kalabilmek için mücadele ederler ve büyük olan diğerini geriye hiçbir iz bırakmadan emer. Kristallerin çocukluğu, gençliği, yetişkinliği, yaşlılığı ve sonunda fosile dönüştükleri ölümleri vardır. Tüm mineraller yaşayan ya da yaşamış olan varlıkların kolonileridir. Kristallerin oluşumunun arkasında mükemmel geometrik bir bilgelik bulunur, basit kaya tuzu küpünden karmaşık pirit dodekahedrona kadar bu varlıkların biçiminde her zaman inanılmaz harmoni yatar.
Otto von Schrön Napoli’de petroplazmanın yaşamını fotoğraflarken, 1900 yılında Paris’te büyük bir uluslararası fizik kongresi gerçekleşti. Katılımcılar arasında Hindistan’dan gelen Jagadish Chandra Bose isimli bir profesör de vardı. Neredeyse hiç kimse onu tanımıyordu. Yalnızca Cambridge’den mezun olduğu ve on beş yıldır Kalkütadaki Başkanlık Kolejinde fizik öğretmenliği yaptığı biliniyordu. Onun varlığı yalnızca kongrede Asya Kıtası’ndan da bir temsilin olduğunu göstermek içindi. Ancak Profesör Bose öyle bir makale okudu ki etkisi bugün bile devam eden bir yaygara koptu: Metal Tepkileri.
O zamanlarda herkes inert bir madde ve canlı bir maddenin varlığını kabul etmekte hemfikirdi. İkincisi heyecan vericiydi çünkü uyaranlar ile reaksiyona girebilme yeteneğine sahipti. Canlı varlıklar (deniyordu) her uyarana ( belki basit bir çimdik) özel bir cihazla ölçülebilen bir elektrik darbesi ile tepki verirler. Eğer çimdik elektriksel tepki yaratmaz ise bitkisel ya da hayvansal doku artık yaşamıyordur, şüphesiz ölmüştür.
Kalkütalı Proseför Bose metalleri çimdiklemeye başlamıştı ve onların da canlı dokular gibi uyaranlara cevap verdiğini gösterdi. Eğer bitki ve hayvan lifleri sıklıkla uyaranlara maruz kalırsa sonunda enerjiyi kaybederler ve elektriksel tepkileri kaybolur. Aynı şey yorulan metallerde de meydana gelir ancak ılık bir banyodan sonra tekrar güç kazanırlar.
Meclis sersemlemiş hâlde kıpır kıpır olurken bilim insanı raporunu sakin bir üslupla okuyordu. 1900’lü yıllarda tanınmayan Jagadish Chandra Bose hemen sonrasında Kalküta’dan dünyayı şaşırtan araştırması sayesinde meşhur olacaktı. Hatta Hint milliyetçiliğine karşı tam mücadelede olan İngiltere kralından alkışı koparmayı bile başardı, dahası kral söz konusu kahverengi tenli dehanın önünde eğilmek istedi, ona baronet unvanını verdi.
Paris Kongresi’nde Sir Jagadish Chandra Bose tıpkı canlı dokular gibi metaller içinde toksik ve antitoksik maddeler olduğunu ortaya çıkardı. Bir metal de zehirlenebiliyordu: Akut elektrik spazmı aşamasından sonra, artık uyaranlara cevap vermiyor, atıl hâle geliyor ve neredeyse ölüyordu. Ancak eğer panzehir zamanında gelirse metal yavaş yavaş iyileşene kadar kendini kurtarmayı başarıyordu.
Metal nedir? Bir kristal kümesidir. Kristallerden bir tür yaşam formu oluşur, bu evrensel bir yaşamdır çünkü evrendeki tüm katı cisimler, en uzak gezegenlere kadar kristallerden oluşur.
Başkalaşımlarımız da biz kendini kopyalayıp çoğalan, görünmez bir hücreyken başladı, tıpkı kristaller de aynı muntazamlıkla sadece tekrarlama ihtiyacı ile hareket ederek, kendi aralarında birbirleri ile özdeşleşirler.
Bu esnada amipler gibi protozoalara benzeriz, belirli bir boyuta ulaşırız sonra ikiye, dörde, sekize ayrılırız. Böylece çok hücreli küçük bir varlık hâlini alırız, bu hâlimizle de deniz hidralarının embriyosuna sonra da kimi balıklara benzeriz hatta onlar gibi solungaçlarımız vardır.
Bu başkalaşım girdapları ile geçen bir aydan sonra sekiz milimetreye ulaşırız ve etrafımızı ceviz büyüklüğünde bir yumurta sarar. İçimizde taşemengillere benzeyen geçici böbrekler oluşur.
Ancak ertesi ay başkalaşımlar bizi bir su canlısından karasal olana dönüştürür ve geçici olarak bazı amfibilerin embriyosuna benzeyip onlar gibi kuyruklanırız. İkinci ayın sonunda tıpkı tavuk gibi büyük bir yumurtanın içine gireriz, o hâlimizle bazı insan özellikleri olan yumuşak küçük bir canavar gibi görünürüz. Dördüncü ayda kalbimizin nabzı belirginleşir ancak bu önce sürüngenlerinkine sonra da kuşlarınkine benzeyen kusurlu bir kalptir. Boyumuz yirmi bir santimetreye ulaşır ve kilomuz ise yarım kilodur. Vücudumuz tüm omurgalıların embriyolarına paralel olarak büyür. Cinsiyetimiz ise çoktan bellidir: Erkek ya da kız.
O andan itibaren kapalı olduğumuz sıcak sıvı içinde bir civciv gibi hareket etmeye başlarız. İlk duyu olarak önce dokunma hissini hemen sonra da tat alma hissini elde ederiz. Ancak, suya batırılmış hâlde olduğumuzdan doğru düzgün ne koku alabilir, ne tam duyabilir ne de tam görebiliriz. Altıncı aydan itibaren yutmaya ve işemeye başlarız. Bizi çevreleyen sıvı ile güzel bir ziyafet çeker sonra saatler boyunca bir hıçkırığa tutuluruz. Amacımız, anne kıçıyla tanıştığımız gün emmeye hazır olmaktır.
Yedinci aya doğru memeliler ve özellikle maymunlara benzer hâlde tutarlı bir şekilde büyürüz, zayıf ve buruşuk hâlimiz yaşlı amcalara benzer. Vücudumuz küçük bir şempanze ile karıştırılmaya yetecek kadar tüylerle kaplanmıştır. Sekizinci aydan hemen sonra kıllarımız dökülür ve bununla birlikte yaşadığımız pek çok insanlık dışı özellik geride kalır. Nihayet artık bir bebek gibi görünürüz.
Başkalaşımlarımızın birçok mucizesi arasında en büyüğü kesinlikle doğum arifesinde sahip olduğumuz kocaman, karmaşık, ağır olan beynimizdir, bununla birlikte evrenle ilk zihinsel temasımıza beynimiz izin verir.
Şayet hayat kristaller ve protoplazma ile (Proteinler, yağlar, tuzlar ve sudan meydana gelmiş, nabzı olan daha da doğrusu canlı olan beyaz yumurta akları; bitkisel ve hayvansal olduklarında neredeyse özdeş görünen tuhaf yumurta akı, oysa bir solucan ile bir meşe düşünüldüğünde fark devasa olmalıdır.) başlıyorsa, eğer hayat yosun ve infüzyonla başlıyorsa, zihin ne zaman başlar? Bazen köpeğimizin bile düşündüğünü fark ederiz, maymun da düşünür, düşünürler ve seçerler. Ancak bazen de düşünmez, deneyim kazanırlar, amipler o kadar küçük su yosunlarını seçerler ki başka bir yosun olan pandorina onu yer. Bu deneyimden sonra, minik amipler zararlı boyaları yutmayı bırakır. Sadece beyinden değil aynı zamanda duyu organları, ağız ve sindirim sisteminden de yoksun olan deniz anemonu diğer balıkları yakalasın diye kendisine doğru iten dost canlısı balıkları ayırt edebilir ve ona saygı gösterebilir.
İnsanlarda duyarlılık beyne o kadar bağlıdır ki zihin sinir sisteminin bir etkisi gibi görünür.
Oysa tam tersidir. Sinir sistemi olmadan bile duyarlı olabilirsiniz, küstüm çiçeği kendisine dokunulduğunda anında geri çekilir.
Zihin ne beyinden ne onun şeklinden, ne özünden, büyüklüğünden ne de kıvrımlarından meydana gelir. Arı küçük ve basit bir beyne sahiptir. Oysa bu küçük beyin işçi bir arı için yeterlidir çünkü gözleri sadece şekilleri görmekle kalmaz ultraviyole dâhil tüm renkleri de görür çünkü yalnızca kulak zarlarıyla duymazlar aynı zamanda ultrasonu duyabilecek kadar hassas tüyleriyle de duyarlar çünkü keskin kokular gamını heyecanla hissederler, yüksek dokunsal hassasiyete sahiplerdir; tatlı, acı, ekşi, tuzlu olanı sadece ağzıyla değil aynı zamanda ayaklarıyla da tadarlar.
Peygamberdevesinin beyni minimaldir ancak bizim karmaşık elektronik beyinlerimizden daha hızlı çalışır. Mikrosaniyenin bir kısmında peygamberdevesi hızı, rotayı, pozisyonu hesaplar ve yanılmaz bir şekilde etrafına yanıp sönen böceği ortalayarak vurur. Uçaksavar elektronik beyinleri bunu çok daha uzun zaman alarak yapar.
Zihin beyinden meydana gelmez ancak beyin zihinden meydana gelir: Zihin her zaman vardır, madde içinde kış uykusuna yatar ve madde ölü değildir, uyanmakta olan uykuda bir şeydir.
Bazılarına evrenin geri planında ve her canlının, arıların, hatta peygamberdevesinin bile arkasında bir bilgeliğin var olduğunu kabul etmek itici gelir. Diğerlerine göre böyle bir bilgelik öylesine açıktır ki onun varlığını inkâr etmek güneşin varlığını inkâr etmekten daha kötüdür. Onu bilgelik diye anmak istemeyen ona hayat der çünkü hayat bilgeliktir. Kristelleri düzenleyen bilgelik amipleri hareket ettirir, arıları yönetir, peygamberdevelerine rehberlik eder. İnsanda ise bilgeliğin ışığı belirli bir ölçüde beynin gri maddesi aracılığı ile süzülüyor gibi görünür, böylece bilincimiz aydınlanır ve zekâ alev alır, insana hata yapmaya izin veren bir tür özgürlük doğar.
Bizim hatalarımızın aracı ansefaldir. Doğmak üzereyken, kocaman bir kafamız vardır, vücudun dörtte biri ve yarısı ağırlığındadır. Yalnızca beyin tek başına yarım kiloyu aşar ve bizi aşağı iterek rahimde baş aşağı durmaya zorlar. Beden hareket etmeye çalışır ancak yuvarlak beyin balasına bağlı olduğu için nafile uğraşır.
Bu ağırlıkta, bu gri membranlarda, sinir köprülerinde, bu ventriküllerde, bu hemisferlerde, sarmallarda, beyin zarında insanın büyüklüğü saklı olsa da başkalaşımlarımızın sürdüğü iki yüz seksen gün boyunca, hiçbir düşünce beynimize uğramaz. Ağır serebrumubuz hareketsiz akciğerlerimiz gibi sessiz bekler.
Ancak işte nihayet zamanın gizemli yüzüne özellikle bir tarih damgasını vurdu. Annemiz işaretimizi anladı: Böbreklerinden başlayarak tüm göbeğini saran sancı çanları çaldırdı. Bu ilk doğum sancısı su altındaki huzurlu hayatımızı da heyecanlandırdı.
Doğma zamanı geldi, bu muazzam bir maceradır. Yeni bir bebek için doğma zamanı geldi; bu umutların başlangıcıdır. Dokuz ay içinde evrensel deneyimi özetleyen ve şimdi insan deneyimini özetlemeye hazırlanan bir çocuk için doğma zamanı geldi.
AĞLAYANIN DRAMASI
Doğum vakti geldiği zaman, acı çekme vakti de gelmiştir. Dokuz ay boyunca annemiz tüm ağırlığımızı taşıdı ve bizim için türlü acılar çekti: bulantı, bitkinlik, sarhoşluk, bol melankoli. Ancak artık güneş saatinin akrep ve yelkovanı şimdi bizim saatimizi vuruyor: doğma ve acı çekme zamanı.
Doğum ağrıları hakkında konuşurken, her zaman annenin acılarından bahsederiz, oysa çocuğun acıları çok daha büyüktür. Tamamen masum olan bebeğin başına gelenler işkence odası acılarıdır. Ancak kimse onu umursamaz; genel dikkat anneye, onun huzursuzluğuna ve yakarışlarına yönelir. Çocuk visteral dünyada kapalı bir organ gibi görünür.
Oysa bu dramanın başkahramanı bizzat bebektir, bizzat kendisidir. Geri kalanların tümü ikinci plandadır: nefes nefese bir anne, çabalayan bir ebe, uzak ve unutulmuş bir baba.
Ancak bu kötü yazılmış ve acımasız bir dramadır. Başaktör her zaman arka plandadır. Nihayet sahneye geldiğinde perde düşer ve her şey biter. Ebe ellerini yıkamak için ortadan kaybolur.
Kahramanın sadece perde arkasında olduğu yetmezmiş gibi üstüne bir de ağzı da kapanmış, sesi bile gelmez. Gizlice işkence görür ve bağırmasına izin verilmez.
Yine de bazı nadir durumlar ve özel koşullarda işkence içindeki, görünmeyen ve henüz tam doğmamış bu bebeğin yüzüne doğru bir parça açık hava vurur. Bu küçük havayla feryat figan acılarını ifade etmeye çalışır; bu membranlar açıldıktan sonra rahim içinden gelen fetus ağlamasıdır ancak öyle zayıf, korkunç, karanlık, insani olmayan, doğum öncesi bir dünyadan gelen, o dünyadan bizimkine ulaşan acı verici bir sestir ki onu kim duysa tir tir titrer. Anne özlemini durdurur, ebe ilgisizliğini kaybeder. İki kadın doğmadan önce ağlayan bir bebek duyunca dehşet içinde birbirlerine bakarlar.
Kimse doğum saatini aniden belirleyen sebepler üzerine düşünmez. Böylesi bir şiddet olayını tetikleyen sebeplerin gerçekten güçlü sebepler olması gerekir. Plasentanın kendi döngüsüne sahip olduğu ve nihayetinde ömrünün tükeneceği bilinir. Ancak plasenta ölüme tek başına gider, kırk hafta boyunca beslediği, büyüttüğü bebeğin hayatına karşı kurban edilmiştir.
Plasenta ölmek üzeredir ve yeni canlı doğmaya hazırdır. Sonra bir hormon patlaması yaşanır, bir dakika öncesine kadar rahimle ilgilenmezken aniden sayıca artarak güç elde ederler. Peki hormonal bezleri daha fazla salgılamaya teşvik eden kim?