
Полная версия
İnsanın Macerası
Güneş saati doğumumuzun zamanını işaretlediğinde birisinin bir emir verdiği anlaşılır: Mekanizma karşı konulmaz bir biçimde çalışmaya başlar. Bu doğum için en doğru andır. İnsanlığın büyük çoğunluğu iki yüz seksen günde yani doğru anda doğar. Daha önce olsa bebek olgunlaşmazdı ve hatta neredeyse yaşayamazdı, daha geç olsa bükülme ve boğulma riskini arttıracak kadar büyük olurdu. Komut, nadir durumlar dışında, en iyi anda verilir ancak bu durumlarda bile ilerlemeyi veya gecikmeyi haklı kılan sebepler vardır.
Nereye bakarsanız bakın hayatın akıllıca davrandığını görürsünüz. Sayısız sırrı bilir, sayısız varlığın merkezindedir, her birini yol boyunca destekler. Zamanın sonsuzluğunda çalıştığı için acelesi yoktur, onun için hiçbir şey çok küçük ve hiçbir şey çok büyük değildir, hiçbir şey işe yaramaz değildir, doğmak yaşamak ölmek gibi her şey önemlidir. Yine de bizi ana rahmine yerleştiren, herhangi bir tehlikeye karşı koruyan, mükemmel bir huzur içinde saklayan, sessiz, karanlık, sıcak bildiğimiz bu şefkatli yaşam birdenbire yüzünü değiştirir. Gülümseme çocuklara işkence eden bir cadı sırıtışına dönüşür. Böylece ilk sancı ile karşılaşırız.
İki devasa el kaba bir şekilde ve şiddetle bizi arkaya doğru eğerek ve başımızla topuk kemiğimize dokunup dansçılar gibi omurgamızı kıvırarak bir kafamızdan bir bacaklarımızdan bizi yakalamış gibiydi. İliklerimizde, omurlarımızda ve sinirlerimizde şiddetli bir spazm hissettik.
Bu acıydı, ne olduğu tam bilinmeyen korkunç bir duyguydu, henüz tam doğmamışken hayatımızın ilk acısı ile karşılaşmıştık. Acı çektik ve dehşete düştük. Ağzımızı ardına kadar açarken küçük kalbimiz hızlı bir tempoyla çarpmaya başladı ancak etrafımızı saran sıvı yüzünden çığlıklarımız duyulmuyordu.
Doktorlar doğmamış bebeğin kalbini steteskop ile dinleyerek ilk acı bittiğinde bebeğin yavaş yavaş sakinleştiğini söylerler ancak takip eden her doğum sancısı ile birlikte bebeğin de nabzı korkudan tekrar yükselmeye başlar. Artık doğum mekanizması çalışmaya başladı ve hiçbir şey onu yolundan alıkoyamaz. Doğum ortalama on iki saat, genellikle yirmi dört saat, bazen de daha uzun sürer. Bebek artık işkence odasına girmiştir.
Bazıları doğumun her bebek için bir işkence olduğunu öğrenince çok şaşırır, hatta en başta inanmazlar, sonra bu fikirden rahatsız olurlar ve en sonunda sinirlenirler. Bizi suçlu ilan ederek “Böyle şeyleri yazmak yasaklanmalı!” diye beyanatta bulunurlar.
Yasak olsun ya da olmasın söylendiği gibi bebekler dünyaya el bebek gül bebek gelmezler, melekler gibi de doğmazlar. Onlar dünyaya kana bulanmış hâlde gelirler.
İlk işkence devrilmedir. Vücudumuz doğum öncesi pek çok başkalaşım geçirmiş olmasına rağmen daha önce hiç geriye doğru, tersine çevrilmiş bir şekilde dikilmemiştir. Baş aşağı, sırtımız öne doğru eğik, dizlerimiz alnımıza dayanmış şekilde bir şebek gibi dururuz. Her sancıda iki devasa el yalnızca omurları geriye doğru büker, hemen sonra ilkel duruşumuza geri dönmemize izin verip sonra tekrar bizi yay şekline sokmaya çalışırlar: On kez, elli kez, yüz kez tekrarlayan şiddetli omurga spazmı yaşarız. Bazıları omurganın bir sapması sebebiyle lordoz ile doğarlar.
İkinci işkence boğulmadır.
Nefes alamasak da oksijene ihtiyacımız var ve bunu göbek kordonu aracılığıyla anne kanından alırız. Ancak her sancıda, kordon tamamen kapanana kadar sıkıştırılır ve tıpkı suda boğulanlar gibi nefes alamaz duruma geliriz ve yalnızca bronşları ve mideyi işgal eden suyla ağzımızı doldurabilmeyi başararak yine boğulanlar gibi nafile ağzımızı ardına kadar açar, göğsümüzü genişletiriz. Otuz saniye sonra, bazen altmış, bazen yüz saniye sonra, sancılar kesilir, acıdan uzaklaşarak oksijenli kana tekrar kavuşuruz. Ancak ara kısa sürer. Sancı tekrar başlar ve boğulma hissi geri gelir, on kez, elli kez, yüz kez tekrarlayan ölüm kalım çizgisinde gidip geliriz. Çoğunluğumuz asfiksiden, balgamdan ve sudan tıkanan solunum yolları ile doğarız.
Üçüncü işkence kasların kasılması ve sıkışmasıdır. Üç kilogramın biraz üzerinde olan küçük, henüz doğmamış bedenimiz korkunç kasılmaların merkezindedir. İlk sancıdan son sancıya kadar geçen on iki saat içinde beş kentallik toplam ağırlığa ulaşan kuvvetler tarafından dövülür, ezilir, itilir, ele geçiriliriz. Tufan şimdiye kadar huzur içinde yaşadığımız o yerden bizi koparır ve boynumuzu bükerek, uzuvlarımızı gererek, göğsümüzü ve karnımızı sıkarak, yüzlerimizi korkunç bir şekilde şişirerek geçilmez geçitlere girene kadar bize baskı yapar. Zorlu isyan kendini on kez, elli kez, yüz kez tekrarlar. Bazıları iç organların sıkışmasına direnmez ve doğmadan ölür.
Dördüncü işkence en korkunç olanıdır, Orta Çağ cellatları buna demir haç derlerdi. O zamanlarda kurbanın başına, alnını ve kafasının arkasını bir vida ile kademeli olarak sıkacak metal bir bant yerleştirilirdi. Kranial kemikleri dayanılmaz bir acı vermek için üç milimetre, deliliğe neden olmak için beş milimetre ve ölüme neden olmak için yedi milimetre sıkmak yeterliydi. Doğumda her bebeğin başı on ila yirmi milimetre arasında sıkıştırılır. Şayet bu sebepten çok fazla ölüm olmuyorsa bu yalnızca kemiklerinin olağanüstü plastisitesi olduğu içindir. Ancak korkunç sıkıştırma nedeniyle neredeyse her zaman her bebeğin kafasında doğum sırasında bir şekil bozukluğu olur: Beyin-omurilik sıvısı omur gövdesine boşaldığında kafa derisinde su ve kan şişmesi belirir. Üstelik bu tek bir sıkışma değildir, sıkışma zavallı bebek kafatasının ilerisinde ve gerisinde dar bir silindirik kanala zorlanarak art arda pek çok kez olur: on kez, elli kez, yüz kez. Serum ve kan beyin zarlarına sızdığı için bazıları hidrosefali ile doğar.
Beşinci ve son işkence için ızdırap demek doğru olur çünkü tamamen ruhun çektiği acıya aittir. Daha yeni dört ağır işkenceye maruz kalmış bedenin acılarına çocuksu ruhun eklenmesi ızdırabı meydana getirir.
Doğmamış çocuğun henüz dünya ile tam tanışmamış özel bir ruhu vardır. Bu duygusallıktan ve düşünceden arınmış bir ruhtur ve serebral korteksi sessiz ve ıssız olarak bırakarak beynin (talamus ve striatuma kadar) yalnızca bir kısmını ele geçirir. Bununla birlikte ne kadar düşünceden yoksun da olsa artık acı çekmiş ve hassaslaşmıştır. Doğum öncesi yaşamın son günlerinde çocuk herhangi bir nedenle bir şok yaşarsa bu hemen nabzını yükseltir ve eğer sersemleme devam ederse doğmamış çocuk mesane spazmı nedeniyle çok acı çeker. Gecenin karanlığında uyanan korkudan çarşaflarını ıslatmış bir çocuk gibi. Bu kırılgan canlı doğum ile bir felakete uğramıştır. Küçük dehşete düşmüş ruhu on iki bitmez tükenmez saat boyunca on kez, elli kez, yüz kez tekrarlanan korkunç bir ızdırap istilası ile tanışır. Yenidoğanların çoğunda muhtemelen yaşadıkları dehşetten kaynaklanan sarılık olur. Aslında sarılık yarı asfiksi ve zahmetli doğumdan yorgun düşmüş bebeklerde daha sık görünür. Üzerinden yıllar geçse de insan doğum öncesi yaşadığı acıyı asla unutamaz çünkü bu acı kendini çocuklukta, ergenlikte, yetişkinlikte ve yaşlılıkta tekrar eder. Tüm yaşamımız boyunca bu ızdırap zaman zaman boğulma, baskı, belirsizlik ve nerede olduğumuzu ve neden olduğunu bilmeden bizi sürükleyen mantıksız bir his ile karışarak bizi yakalar. Bu doğmamış çocuğun acısı, bu insanın acısıdır.
İnsanlar dünyaya eşit olarak gelmezler, eşit şekilde de gelmezler. Doğma şeklimizin tüm yaşamımız üzerinde yakın ve uzak etkileri olacaktır. Nero makat gelişli doğmuştur, yani doğması gereken pozisyonun tam tersi şeklinde.
Doğmamış yüz çocuktan doksan beşi kafatasının üstü öne doğru, baş aşağı durur. Ancak kimisinin yüzü, bir diğerinin alnı rahme dönüktür, bazısı makat gelişli doğar ya da çok azı diz ve ayaklarıyla çıkmaya çalışır. Sonunda bir tanesi ölüm oranı yüksek bir pozisyon olarak omuzdan gelişle doğmaya kalkışır.
Yüz bebekten doksan beşi iyi durumda doğar ve bu oldukça yüksek bir orandır, hayatın daima tetikte olduğunu gösterir. Bu nedenle büyük çoğunluk annenin iyi bir şekilde uyması şartıyla, kendiliğinden, yardıma ihtiyaç duymadan rahmi terk eder. Doğarken daima ölmek riski vardır ancak bu doksan beşi için risk minimal, neredeyse yok denecek kadar azdır. Oysa Oksiput Posterior pozisyonda gelen doksan altıncı bebek için yaşam belirsiz, risk ise ciddidir. Burada uzun saatler boyunca harcanan emek, korkunç bir acı, boğulmalar ve bazı istatistiklerde yüzde otuza ulaşan mortalite ile karşılaşılır. Yüz gelişi ile doğan doksan yedinci için de durum belirsizdir. Vakaların yüzde on beşi ölümle sonuçlanır, diğerleri omurga manevrası kolaylığı ile kurtulur. Bebekler genellikle yüzlerinde anomali ile doğarlar, buna Etiyopya karanlık yüzü denirdi: kan dökülmelerinden kızaran gözlerin etrafında morarmalar, kabarmış dudaklar ve dil, şişmiş yanaklar, trakea düzleşmesi, bundan dolayı kısık ve boğuk ağlama. Yenidoğan gösterilmeden önce doğum uzmanı anne ve aile üyelerini bebeğin bir canavar olduğunu sanmamaları için uyarmalıdır.
Doksan sekizinci ve doksan dokuzuncu makat geliş doğar ve bu üzücü bir alamet taşır. Bu şekilde tersten doğan kişilerin insanlığın büyük belalarından biri olacağına dair bir inanış vardır: sadece Nero değil, Attila, Napolyon ve Hitler. Makat geliş doğan bebekler bazen de anomali ayaklarla doğarlar, ayakları çarpıktır: Bazen doğumsal kalça çıkığı bazen uyluk kemiği ya da alt çene kemiği kırığı ya da omurilik yaralanması veya yüz felci yaşarlar. Bazı durumlarda, onları boğan kendi göbek kordonlarıdır.
Yüzünün sonuncusu omuzdan gelişle doğmaya çalışan tek bebektir, tümünün içinde en uğursuz doğum pozisyonudur. Doğuma doğru bebeğin rahim içinde dik konuma geldiği bir an vardır. Yüz seferde bir kez genellikle bazı maternal kusurlardan dolayı da bebek dik değil yan yatmış hâlde durur bu durum bebeğin hayatını kaybetmesine neden olabilir. Üstelik eğer durumu değiştirmek için müdahalede bulunulmazsa yalnızca bebek ölmez anne de kaybedilir. Doğal güçlere bırakılmış omuzdan gelişli doğum nihayete ermez ve yarım kalır: Anne kurtarılamadan bebeği tarafından öldürülerek can verir. Eski zamanlarda ölü kadının rahmini açma ve hâlâ canlı olan bebeği çıkarma girişimleri yapılırdı. Hatta bazen anne ölümünden bir buçuk saat sonra bile rahmi açtıklarında başarılı oldukları olurdu, böylece sağ bebek ne yazık ki annesiz doğardı. Bugün ise doktorlar hem annenin ve hem de çocuğun hayatını kurtarabiliyorlar. Ancak yine de Avrupa’nın pek çok kırsalında, Hindistan ve Çin ovalarında, Amerika ve Avustralya topraklarında, Afrika ormanlarında, her gün yüzlerce anne, uzun yoldan getirdikleri ve doğamamış çocuklarıyla birlikte korkunç ortak bir acı içinde hayatlarını kaybediyor.
İnsan sevinmek için uygun olan doğasının bu temel kuralını ihlal ederse acıyı reddeder. İlk insan Âdem’den bu yana insanlar kalplerini sıkıştıran acıdan kurtulmak için dualar ettiler, Havva’dan beri insanlar yaralarının üzerine otlar koydular ve böylece uzuvlarının acısının azaldığını gördüler, insanlık o zamandan bu zamana acıyla savaşır durur.
Bin yıl boyunca süren bu savaş iki büyük cephede gerçekleşti: ruhun acılarının yaşandığı Asya’da birincisi; fiziksel sancıların yaşandığı Avrupa’da ikincisi. Asya’da (pozitif bilimler ve ilahiyat biliminin ana vatanı) büyük bir lider vardı: İsmi Gotama Buda’ydı. Bundan yirmi altı yüzyıl önce bir akşam Benares yakınındaki Neranjara Nehri kıyısında bir incir ağacının altında meditasyon yapmak için oturdu. Yirmi yaşındaydı. Avrupa’da ise (doğa ve mekanik bilimlerinin ana vatanı) 1798’de Londra’da bir akşam korkunç bir diş ağrısı çeken Humphry Davy adında bir öncü vardı. O da yirmi yaşındaydı.
Birbirinden çok uzak ve çok farklı bu iki gencin hayatı yine de acıya karşı insanın savaşında, her ikisi de bu savaşı kazandığı için birbirine paraleldir.
Gautama Buda soylu bir aileye aitti, yakışıklı, sağlıklı, güçlü, zengindi eşine âşık bir insandı. Mutlu olmalıydı ya da mutlu olurdu, eğer bir gün muhteşem güzellikteki bahçelerinde bir dilenciyle karşılaşmamış ve böylece sefaletin ne demek olduğunu öğrenmemiş olsaydı; bir cüzzamlıya denk gelmemiş ve böylece hastalığı öğrenmemiş olsaydı, bir cesete rastlamamış ve böylece ölümü öğrenmemiş olsaydı. Bu üç katmanlı karşılaşma kalbinde bir yara açtı ve huzurunu elinden alıp yerine daimi bir hüzün yerleştirdi. Ruhunun acısını dindirip ona derman olacak bir çare aramaya niyetlenerek yavaş yavaş her şeyi terk etmeye başladı. Koskoca bir prensken gezgin bir keşişe dönüştü, hacca gitti, yol boyu çile çekti, çul giydi, gecelerce gözünü uyku tutmadı, günlerce oruç tuttu, onu önce arındırması sonra iyileştirmesi gereken bu bedensel zorlukların çoğunun hiçbir şeye hizmet etmediğini anladı. Bir akşam Neranjara Nehri kıyısında bir incir ağacının altında bir başına oturuyordu. Yanından bir kız çocuğu geçti, kız kemikleri sayılacak kadar zayıf bu münzeviyi gördü; ona acıdı ve ona bir kâse haşlanmış pirinç verdi. Gautama hemen pirinci yedi ve sonra mutlak bir konsantrasyonla tüm gece boyunca süren derin bir meditasyona gömüldü. O saatler boyunca bizzat kendisine ait ruhu, yekpare mutlulukla dolu ve hiçbir acının ulaşmadığı bir patikada yürüdü durdu. Sabaha aydınlanmış olarak gözlerini açan münzevi (o zamandan itibaren Buda olarak anıldı) incir ağacının altından kalktı ve ilk beş öğrencisine durumu ilan etmek için Benares’e gitti. “Ey sizler, dinleyin, ruhu acıdan kurtaran yol bulundu.”
Humphry Davy ise dağlık ve engebeli bir bölge olan Cornwall kontluğunda varlıklarını sürdürebilmek için mücadele eden, fakir bir madenci aileden geliyordu. Doğa bilimlerine ve hepsinden önemlisi kimyaya karşı olağanüstü bir tutkusu vardı, çocukluğunda yalnız başına çalışmalarına başlamıştı bile. O kadar çok ilerleme kaydetti ki, yirmi yaşında, azot oksit, izole edilmiş gazın özelliklerini incelemek üzere görevlendirilen Dr. Beddoes’in pnömatik atölyesine çırak olarak girdi, çeyrek yüzyıl önce Joseph Priestley, buna oksijen gazlı azotlu hava diyordu. Humphry her ne kadar hasta hâlde korkunç bir diş ağrısı çekse de bu çalışma için heyecanlıydı. Bir gece, yorgun olmasına rağmen yanağını şişiren ve ona yatakta huzur vermeyen diş ağrısı yüzünden uyuyamadı. Odanın içinde küçük şişeler ve ampuller arasında avare avare dolaştı. Rastgele bir not defterini açtı ve okudu: “Azot oksit, tatlı bir tada sahip renksiz bir gazdır.” Kendi kendine, “Peki koku nasıl tanımlanabilir?” diye sordu. Küçük bir gaz tüpü aldı ve kokladı: “Bu hafif bir koku.” dedi kendi kendine ancak bu düşünce onda inanılmaz bir gülme isteği yarattı ve her kokladığında kahkayı patlattı, gülmekten çatlayıncaya kadar adamakıllı güldü. O esnada diş ağrısı gitmişti işte Humphry, azot protoksitin olağanüstü erdemlerini keşfetmişti bile. Böylece anestezinin temellerini atmıştı. Bunu tüm dünyaya bildirdi ancak her ne kadar Londra Kraliyet Akademisi Derneği profesörü ve ünlü bilim adamı olsa da kimse onu dikkate almadı. Fiziksel acı herkes için o kadar kaçınılmaz görünüyordu ki Humphry Davy’nin iddialarını ciddi bulmadılar. Oysaki bedeni acıdan kurtaran yol bulunmuştu.
İşkence odasındaki on iki saatlik acı sonunda bitti ve artık doğmak üzereyiz. Kırk hafta içinde bize karmaşık ve takdire şayan bir beden veren, onun yanında daha da karmaşık ve kusursuz bir ruh kazandıran, doğum zamanımızı ve doğru pozisyonu belirleyen, başlangıçta narin sonra acımasız gibi görünen yaşam, şimdi eserini bitirmeden evvel sağlamlığını test eden ve her yönüyle uzun süre inceleyen titiz bir mimarın soğukkanlı ifadesini takınmıştı. Onun için acı önemli değildi, en büyük zorluk öngörüydü.
Hayat bizi on iki saat boyunca iyice analiz etti: Bizi sıkıştırdı, devirdi, iskeletimizi, eklemlerimizi ve organlarımızın sağlamlığını denemek için eğdi büktü. Eğer bir kusur ya da zayıflığımız olsaydı bu denemeyi geçemezdik. Şayet yaşam annemizde bir eksiklik bir kusur bulursa (rahim veya pelvik konformasyonun bir kusuru) sınavı geçmek bizim için çok daha zor olacaktır çünkü kusurlu bir annenin bebeğinin de kusurlu olacağı şüphesi doğar. Anne anomalisi en iyi pozisyon olan baş aşağı gelişe engel olabilir, bunun yerine bizi yüzden, makattan gelişe ya da daha kötüsüne zorlar. Bu durumda doğum daha zahmetli hâle gelir, dolayısıyla sınavımız daha da zorlaşır, dikkat ister.
Doğumumuz sırasında yaşam bir Spartalıya dönüştü. Zayıfları durdurdu ve onları merhametle savaştan korudu. Bizi ancak ölçüp biçtikten sonra savaşa bıraktı. Güçlü ve dünyevi çatışmayla yüzleşebilecek kabiliyette oluşumuzu değerlendirdi. İşte bu yüzden şimdi dünya ışığına kavuşmak üzereyiz. İşte şimdi buradayız.
İşkence odasından çıkar çıkmaz ışıkla karşılaşıyoruz, o esnada nefes alışverişimiz hâlâ yok. Ebe bizi annemizin dizleri arasına bıraktı; göbek kordonu ölmekte olan plasentanın son kan darbelerini taşımaya devam ediyor.
Işık ilk dünyevi karşılaşmamızdır ve acemi olan görme yetimiz için oldukça zorlayıcıdır. Diğer duyularımız ise bu esnada uykularına devam ederler. Sesler kulak zarlarını dolduran bir jöle tarafından geri tutularak bize ulaşmaz. Henüz nefes almıyoruz ve bu nedenle koku ve tat alma duyumuz da sessiz. Bebekler epidermisini tamamen kaplayan verniks kazeoza nedeniyle dokunma duyusunu bile asgari kullanırlar. Bunun yanında şaşkına dönmüş ruhumuz ilk dünyevi fişekleri göz bebeklerine sabitler. Nesneleri ayırt edemez, yalnızca parıltıları görür. Dünyaya geldiğimizde, havadan bile önce ışıkla tanışırız.
Sersemlemiş ve yaralanmış hâlde, morarmış cildimiz, ağrıyan uzuvlarımız, şişmiş kafatasımız ile ölümle kalım arasında arafta beklerken ebe o malum hareketini yapar: Göbek kordonunu bir eliyle yakalar ve keser. Böylece bizi anneden koparır ve yalnız bırakır.
Bizi bir ikilemin karşısında yalnız bırakır. Seçim yapabilmek için ise çok az süremiz vardır: Yaşam mı, ölüm mü? Bu kısacık anlarda iç organlarımız (kalp, akcigerler, timüs, diyafram, karaciğer) göğsümüz ve karnımızda yeni bir pozisyon edinirler, bu kısacık anlarda her zaman kardiyoplasental yolla vücudumuzu dolaşmış olan kanımız aniden kardiyopulmoner yola girer. Eğer derhâl nefes alışverişimiz ile iç organlar ve kandaki bu kargaşaya adapte olamazsak bizi yeni doğanların ünitesine koymak yerine, doğuştan ölülerin kaydına koyacaklardır.
Hayat bizden hep daha güçlü, hatta daha güçlü ve daha da güçlü olmayı istemekten hiç yorulmaz. Şimdi yine bizi son bir riskle karşı karşıya getiriyor: Ya nefes almayı icat edeceğiz ya da ölümü tercih edeceğiz.
Annemiz bize yattığı yerden ilk bakışını atıyor: Göğsünde bu zavallı, küçücük, çıplak ve kanlar içindeki hâlimiz için hemen yer açar.
Kordon kesilmiş ancak biz hâlâ ağlamadık. Anne sıkıntılı hâlde zaten solgun olan gözlerini bize dikiyor. Sonra gözlerini kabaca göğsümüzü ovalayan ebeye çeviriyor. Yine de ilk feryat çığlığı henüz dudaklarımızdan dökülmedi, sessiz ve hareketsiziz. Anne kendini yatakta güçlükle doğruluyor, endişeli ve düşük sesle: “Nefes almıyor mu? Ne yani, nefes almıyor mu?” diye soruyor. Ebe bizi bacağımızdan yakaladı ve ters çevirerek popomuza şaplak atmaya başladı. Nasıl nefes alacağımızı bilmiyoruz, hiç nefes almadık ki, rahmimizin huzurunda buna ihtiyacımız yoktu.
Anne, “Daha sert!” diye bağırıyor. “Daha sert vur! Ağlamazsa ölür!” “İşte!” dedi ebe. “İşte!”
Ve sonunda ilk nefesi alabildik. İlk nefesimizi bir feryat takip ediyor, bu bir ağlama değil, bu bir acı çığlığı. Yine de bu çığlığı duyunca odadaki kadınların yüzü gülüyor. Ebe bizi temizleyip örterek annemizin kolları arasına yerleştiriyor ve bu sıcakta çektiğimiz onca acının sonunda uyuyakalıyoruz. Hayat bir kez daha yüzünü değiştirdi. Artık güç gerektirmiyor, şimdi sevgi zamanı.
DOKUZ YÜZ GÜN
Dokuz yüz gün nedir ki; yalnızca otuz ay veya yalnızca iki buçuk yıl. Otuz ay boyunca altı yaşındaki bir çocuk abeceyi ve sayı saymayı öğrenmek için çabalar durur. Otuz ay içinde on altı yaşındaki bir ergen bir lisans ya da diploma bile alamaz. Otuz ay içinde yirmi yaşında bir genç bir dili veya mesleği tam olarak öğrenmez.
Öte yandan yeni doğmuş bir bebek (kör, sağır, dilsiz, güçsüz, savunmasız ) otuz ay içinde yalnızca görmeyi değil aynı zamanda anlamayı, yürümeyi ve konuşmayı da başarır. Yalnızca dokuz yüz gün içinde yaşama adapte olmuş yeryüzünün batık ruhunun mucizesi.
Bu mucizeler günlük hayatta gözlerimizin önünde gerçekleşir ve bize o kadar olağan gelir ki onlara karşı olan merakımızı kaybederiz. Otuz ay içindeki değişimler şaşkın bir fetusu gülen, koşan, sorgulayan bir bebeğe dönüştürür ancak bu bizi artık şaşırtmaz, bize çok sıradan gelir. Bize varlığın doğasıymış gibi görünen bir değişimdir bu: Hissederiz ama şaşırmayız, yalnızca zamanında gerçekleşmezse şaşırırız. Çocuk gelişimi birkaç gün içinde çiçeklenen bir gül goncası ya da dün yumurtadan çıkmış, şaşkın, ıslak uzanırken bugün yuvarlak, sapsarı, cırlayarak her yeri didik didik eden bir civciv ile aynı düzene sahip gibi görünür. Mütemadiyen değişen bir evrende bebeğin dönüşümü bize tıpkı kaynayan suyun buharlaşması gibi genel bir kural gibi gelir.
Ancak kaynayan suda ne bir çaba ne de bir inisiyatif vardır. Sadece kimyasal ve fiziksel örüntülerinde sabitlenen mekanik bir kanunun kör bir tekrarı vardır.
Ancak goncanın çiçeklenmesinde mevsimlerin ritimlerine dikkat eden bir bitki yasası vardır, bilinçsiz bir genişleme, toprağın karanlığında kök salma, yapraklara doğru bitki saplarını uzatma vardır.
Bir civcivin cıyaklamasında yalnızca uzak bir içgüdü vardır, onu zihinsel alaca karanlıkta bırakarak ona yardım eden ve yönlendiren ve ona eşlik eden bir tür hayvan yasası vardır. Oysa bir bebeğin dönüşümünde kendini birdenbire bir bedenin içinde hapis bulan insan ruhunun bütün genişlemesi var. Gemi enkazı dalgasının onu fırlattığı sahilde uzanır, kalkar, dener, tekrar dener.
Bu her birimizin yaşadığı ve hepimizin tamamen unutmuş olduğu olağanüstü bir maceradır.
Küçük insan yavaş yavaş büyür. Bir tavşan yavrusu ağırlığını altı günde, köpek dokuz günde, kuzu on beş günde, tay altmış günde iki katına çıkarır. Bebeklerde ise bunun için yüz seksen gün gerekir.
Bu ilk çağlarda ağırlığımız tüm vücutta eşit şekilde artmaz, daha ziyade çıkıntılarda artar. Bazı iç organlar genişler ve diğerleri o esnada neredeyse değişmeden kalır, ilk gelişenler kilitli dururken de kilo almaya koyuluruz. Örneğin sternumun arkasında pembe ve etli bir bez olan timus on ay boyunca atar ve sonra hızlı bir şekilde azalır, atrofiye kadar. Doğumdan birkaç gün sonra üreme bezlerinde açıklanamayan bir artış olur. Erkek bebekte erektil, glans hassasiyeti oluşur; kız bebekte ise vulva kırmızımsı bir hâl alır, her ikisinde de meme bezleri şişkindir ve neredeyse süte benzeyen beyazımsı bir sıvı akar. Ancak kısa sürede bu yangın söner ve alevler ergenlik eşiğine kadar kapalı kalır.
İlk iki yüz günde büyüme özellikle sindirim sistemi ve beyin üzerindedir. Altı ay içinde mide kapasitesini çoğaltır ve doğumda neredeyse yok denecek kadar az olan enzimler ve suları salgılamaya odaklanır. Bağırsak yüzde kırk artar ve yararlı bakteri florası zenginleşir. Beyin üç yüz gramdan altı yüz grama ulaşır, kafatasının çevresi on bir santimetre genişler. Bu sırada bacaklar kısa kalır, kemikler yumuşar, kaslar zayıflar. İlk büyümemiz düzensiz denilebilecek düzeyde ve gençliğin ahenkli mükemmeliyetine yol açacak şekilde gerçekleşir.
Yaşamımızın ilk günlerinde şaşkınlık döneminden geçeriz. Uyku ile uyanıklılık arasında genellikle ne uyanık ne de uykuda oluruz ancak mütemadiyen derin bir şaşkınlık yaşarız. İfadesiz bir yüzümüz, bomboş bakışlarımız ve düzensiz vücut hareketlerimiz vardır. Hareketten yoksun hâldeyiz, biri bizi kaldırmaya kalksa başımız rastgele sallanır. Bildiğimiz tek dil ağlamaktır, bir heyecanımızı ifade edebilmek için tek yol hayvani basit bir bağrış olan feryadımızdır.
Bir başkasının sürekli yardımı olmadan açlıktan ölürüz, gözleri ve kulakları kapalı olduğu hâlde bir köpek yavrusunun yapabildiği gibi beslenmek için kendi kendimizi anne göğsüne bile itemeyiz. Çevik hâlde doğan kobay yalnızca koşmakla kalmaz, otları yiyip onları birbirinden de ayırabilir. Her şeyden haberdar olan hücresinden bir karınca çıkar. Hemen antenleri temizler, etrafına bakınır ve çalışmaya başlar. Âdeta yetişkin gibi doğmuştur.
Küçük insanoğlu ise gizemli ve karmaşık içgüdülerin yardımından mahrumdur. Valizinde yalnızca iki rekfleks ile hayata başlar: meme emmek ve göz kırpmak. Eğer dudaklarının arasına bir şey koyarsanız, sadece meme ucunu değil, bir parmağı, bir lastik sükinozu ve başka bir şeyi otomatik olarak emer. Bu temel refleks olmasaydı açlıktan ölebilirdi. Diğeri göz kırpmaktır. Yenidoğan bebeğin gözleri aşırı ışığa maruz kalırsa göz kapakları açılır, kapanır, bu iradenin ya da bilincin müdahalesi olmadan tamamen mekanik bir savunmadır.
Bu ilk günlerde bilincin farkında değiliz, yalnızca basit ve karanlık bir hisse sahibiz. Bu, gecenin ortasında uyandığımız zamanla karşılaştırılabilir bir durumdur, şaşkınlıkla gözlerimizi karanlığa açarız, nerede olduğumuzu, kim olduğumuzu, geçmişi, geleceği bilmeden, her türlü zaman, mekân duygusundan yoksun, yukarı aşağı nedir bilmeden, gecenin siyahı ve belirsizliği içinde şaşkınlıkla kendimizi bulduğumuz temel bir varoluşa indirgeniriz.