bannerbanner
Deliler saltanatı
Deliler saltanatı

Полная версия

Deliler saltanatı

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
4 из 4

“Bunu ben de düşündüm. Hazırladığım cariyelerin biri yetmiş, diğer ikisi de yetmiş beşer okka ağırlığında.”

Hamza Bey meselesini ve küçük yalanını unutan Turhan Sultan, rakibesinin vücudu ortadan kalkmışçasına sevindi.

“Şivekâr geberdikten sonra Efendimizin yüzünü sık sık görebileceğim, değil mi Sultanım?”

“Şüphesiz. İbrahim artık sizin olacak! Bilhassa senin. Çünkü o, seni diğer hasekilerden fazla sever!”

“Eskiden haftada iki üç defa Efendimizin iltifatına mazhar olurdum. Acaba şimdi haftada bir defa olsun beni hatırlayacaklar mı?”

“Hiç şüphe etme, yavrum! Sen Sultan İbrahim’i idare etmesini herkesten iyi bilirsin!”

“Padişahımızın, tıpkı bir çocuk gibi, zaman zaman mizaç ve zevkleri değişir. Fakat mavi gözlerimi her şeyden fazla sevdiğini söyler. Benim gözlerimi süzerek bakışım Efendimizin çok hoşuna gidermiş.”

Kösem Sultan’ın da hiddeti geçmişti.

“Mavi gözü ben de severim, Turhan!” dedi. “Ferahfeza’yı da mavi gözleri için yanımdan ayırmıyorum!”

Bu esnada, kapının önünde bir ayak tıkırtısı işitildi. Ferahfeza’nın adı geçtiği an işitilen tıkırtılar sebebiyle Turhan Sultan’ın benzi sapsarı oldu. Dışardan Hamza Bey’in sesi geliyordu.

“Sultanım, kapıyı açınız, düşmanınızın başını getirdim! Hâdiseyi tevil etmenin imkânı yoktu.”

Turhan Sultan’ın dizleri de titremeye başladı. Bir türlü kapıya gidemiyordu.

Ayakta duran bir heykel gibi donup kaldı. Kösem Sultan kapıyı açınca Hamza ile karşılaştı.

“Nereden geliyorsun, Hamza?”

Hamza Bey, Turhan’ın odasında göreceğini hiç tahmin etmediği Valide Sultan’la karşılaşınca önce şaşaladı ve gözlerini açarak Turhan’a hitaben ”Aferin Sultanım,” dedi, “beni ne kadar çok sevdiğinizi şimdi anladım. Ben aslında anası babası belirsiz insanlara itimat etmemeye yemin etmiştim.” dedi ve kanlı bir bohça içinde getirdiği bir insan başını odanın ortasına fırlatarak kaçtı.

Kösem Sultan evvelâ meselenin mahiyetini anlamadığı ve Turhan Sultan’ın sohbetin başında söylediği yalanı hiddetinden unuttuğu için, Hamza’ya bir şey söylemedi. Bu arada yerdeki bohçadan kanlar sızmaya başladı.

Kösem Sultan, Turhan’ın yüzüne bakarak güldü.

“Bu işin bu derece çabuk halledileceğini doğrusu hiç ümit etmezdim. Hamza, acaba, Şivekâr’ın gövdesini nereye sakladı? Padişah meseleyi haber alınca etrafı araştırır.”

Kösem Sultan lâfını bitiremedi. Oda kapısının önünde bekleyen Behram Ağa’nın sesi işitildi.

“Sultanım, Mehmet Paşa odasında teşrifinizi bekliyor!”

Kösem Sultan bohçaya elini sürmeden benzi sararan Turhan’ın yanına sokulup saçlarını okşadı.

“Hakkın var yavrum, sen daha çocuksun! Bu gibi cinayetlere sarayda sık sık tesadüf edecek ve günün birinde alışacaksın! Şivekâr’ı mezara göndermeye muvaffak olan bir genç kadın, artık iman ettim ki, Padişahı parmağında çevirmeye hazırdır!”

Turhan korkusundan sesini çıkaramadı. Söylemek istediği şeyler boğazında düğümlendi.

Kösem Sultan kapıdan çıkarken, şu sözleri ilâve etti:

“Bu başı ortadan kaldır. Gizli bir köşeye sakla. Sonra müsait bir zamanda Haliç’e gönderip attırırsın veya saray bahçesinin izbe bir yerine gömersin. Dikkat et, yavrum! Şivekâr’ın ölümü önemsiz bir olay değildir. Çok merak ediyorum, acaba gövdesi nerede?”

Kösem Sultan Turhan Sultan’ın cevabını beklemeden gitti.

Turhan Sultan, kapıyı kapayıp göz ucuyla bohçaya baktı.

İlk bakışta yerde duran bohçanın içinden akan kanlar, Acem halılarının üzerinde net görünmüyordu.

Turhan Sultan kapıyı kapattıktan sonra ilk iş olarak bohçayı açtı, aslında Turhan Sultan, bohçadan kimin başının çıkacağını tahmin ediyordu, zaten bu yüzden Hamza Bey geldikten sonra, Kösem Sultan’ın karşısında ağzından tek bir kelime bile çıkmamıştı.

Bohçanın içindeki Ferahfeza’nın başı canlı gibiydi, Turhan Sultan bu başı görünce bütün tüyleri ürperdi:

“Ferahfeza! Sen misin?” diye bağırdı.

Genç kızın çehresi solmuştu. Kesik boynundaki inci gerdanlığı kan pıhtılarıyla boğazına yapışmıştı.

Turhan Sultan ne yapacağını bilemez bir halde, odanın içinde deli gibi aşağı yukarı dolaşıyor “Ben ne yaptım?” diyordu. “Biraz sonra bu başın kime ait olduğu anlaşılırsa, bunu nasıl açıklayacağım?”

Bir yandan zihnini toparlamaya çalışırken, bir yandan da kesik başı bir köşeye götürüp sakladı.

Kösem Sultan, dairesine geçince, her şeyden önce nedimesini arayacaktı! Bulamayınca kıyametler kopacaktı!

Turhan Sultan, korkuyla bunları düşünürken aklına bir çare geldi: Bir başkasının daha kanına girerek bu işin içinden sıyrılacaktı.

Turhan Sultan’ın planına göre Hamza’yı feda edecek, Hamza’nın kendisine bir gösteriş yapmak için Ferahfeza’yı öldürdüğünü söyleyecek, böylece bütün cinayetin mesuliyetini bu zavallı gence yükleyecekti.

* * *

Bu esnada Padişah sokağa çıkmak için hazırlanıyordu. Sarayın en güzel cariyelerinden biri olan Şekerpare, Sultan İbrahim’in sakalını incilerle süslüyerek hazırlanmasına yardım ediyordu.

Kadın çeşitliliğinden çok hoşlanan ihtiraslı Padişah, genç kızın memelerini sıkıştırarak mırıldanıyordu:

“Şekerparem! Sen, kırmızı dudaklarınla, pembe beyaz vücudunla gözüme o kadar güzel görünüyorsun ki… Cennet meyvesi gibi, seni bir hamlede yiyip bitirmek istiyorum.”

Şekerpare’nin kıvrık kirpikleri ve iri siyah gözleri gerçekten de Padişahın başını döndürüyordu.

Sultan İbrahim, daha fazla dayanamayıp genç kızın beline kollarını doladı ve onu öpüp sıkıştırmaya başladı.

Hasekilerin hepsinden güzel ve biraz da cüretkâr bir kız olan Şekerpare;

“Padişahım, beni çok sıkmayınız. Belim kırılacak!” diye bağırınca, Sultan İbrahim büsbütün coştu.

“Aşüfte,” dedi, “benim halvetim senin için bir saadettir. Bana mani olma. Saçlarını dök. Göğsünü aç. Bak kalbim nasıl çarpıyor! Gerçekten, senden çok hoşlandım. Turunçlarını boynuma sür. Haydi, durma!”

Şekerpare, Padişahın zayıf damarını bulunca, her zaman ele geçmeyen bu fırsatı kaçırmak istemedi.

“Padişahım,” dedi, “benden hoşlanıyorsunuz ama, bana hiç iltifat etmiyorsunuz! Benim diğer hasekilerden ne eksiğim var? Boyum, posum, yüzüm hepsinden güzel değil mi? Biricik Şekerpare’niz de diğer hasekileriniz arasında bulunursa ne olur?”

Bu sözler üzerine Padişah sokağa çıkmaktan vazgeçti, hemen bir eğlence tertip etti, nar şerbetleri amberler sırayla Padişahın dairesine getirildi. Keyfi yerinde olan Padişahla cariyesi baş başa kalınca sabaha kadar eğlendiler. Sabahleyin güneş doğarken, geceki eğlencenin yorgunluğuyla bitkin bir halde yatağında yatan Padişahın huzuruna Kızlarağası geldi.

Kızlarağasını gören Sultan İbrahim, genç cariyesi Şekerpare’ye hitaben “Senin ismin de bundan sonra Şekerpare Sultan olsun!” dedi. Şekerpare, bu sözlerini duyunca Efendisinin ayaklarına kapanarak teşekkür etti.

Kızlarağası duydukları karşısında şaşkınlığından neredeyse küçük dilini yutacaktı. Cariye Şekerpare bir anda Padişah karısı olmuştu!

Kızlarağası gözlerine ve kulaklarına inanamıyordu.

Nasıl inansın ki? Şekerpare’nin daha üç gün evvel bizzat Padişah tarafından eski vezirlerden birinin oğluna verilmesi emredilmişti.

Hâlbuki Şekerpare, vezir oğluna varmak istemiyordu. Onun en büyük emeli sultan olmaktı.

Genç kızın böyle bir istekte bulunma hakkı vardı. Öyle ya. Genç kız neden sultan olmasındı?

Şekerpare’nin diğer hasekilerden ne farkı vardı? Diğerleri kadar terbiyeli, hatta hepsinden daha güzel ve sevimliydi.

Şivekâr Kadın, Üsküdar sokaklarından saraya getirilir ve resmen Padişah karısı olur da sülün gibi zarif, güzel Şekerparecik neden sultan hanım olamazdı?

Padişahın dairesine cariye olarak giren Şekerpare’nin, sultan olarak çıktığını duyan diğer cariyeler ve hasekiler hemen kıskançlığa ve dedikoduya başladılar:

“Ben size söylemedim mi, bu şırfıntıyı Hünkârın yanına sokmayalım diye?”

“Efendimiz de bu maskaranın neresini sevmiş, bilmem ki.”

“Zaten, devlet kuşu böyle miskinlerin başına konar!”

“Bu habere inanmak için deli olmalı!”

“Neden?”

“Nedeni var mı a canım? Padişah, Şekerpare’yi, daha üç gün önce Hüseyin Paşa’nın oğluna vermedi mi?”

“Hünkârın keyfinin kâhyası değiliz ya. O gün verdiyse, bugün de geri alması güç bir iş değil!”

“Ah Yarabbi. Ne saadet bu? Bir günlük sultanlık için, bütün ömrümü veririm.”

“Deli!”

“Ben, sen. Hepimiz deliyiz. Bir kişi dışında…”

“O da kim?”

”Turhan.”

“Haaa. Şu Rus dönmesi mi?”

“Beğenemedin mi?”

“Nesini beğeneyim?”

“Şeytanlıkta hepimizi geride bıraktı. Arasıra Efendimizin iltifatına da mazhar oluyor. Şivekâr’la arası açık olduğu halde, Padişah onu hoş görüyor.”

Şekerpare, bu dedikoduları duyunca daha önceki bir iftira olayında bir gecelik halvet karşılığında kendisini kurtaran Sadrazam Mehmet Paşa’nın yanına koşarak:

“Aman Paşacığım, bir halvete daha razıyım, yeter ki şu kadınları susturmanın bir çaresini bulun!” dedi.

Sadrazam Mehmet Paşa, Şekerpare’ye teminat verdi.

“Yavrum,” dedi, “onların ağzını ben kapatırım ama sen de böyle, ara sıra hatırımı sormaya gelirsin. Beni unutmazsın, tamam mı?”

Şekerpare, Mehmet Paşa’nın odasında iki saatten fazla kaldıktan sonra çıkıp gitti.

Hâlbuki Mehmet Paşa’nın, kadınlar üzerinde hiç de nüfuzu yoktu. Hasekilere ayrı ayrı rica etse bile, sarayda her gün bin fitne icat eden yüz elli cariyenin ağzına nasıl kilit vuracaktı?

Turhan Sultan Zindanda

Hamza Bey iki günden beri ortalarda gözükmüyordu. Kösem Sultan, sevgili Ferahfeza’sının başsız bedenini görünce, derhal Padişaha giderek “Ferahfeza’yı öldürmüşler. Turhan’dan şüphe ediyorum!” demişti. Valide Sultan, Turhan’ı sevse de böyle bir olay karşısında sessiz kalamazdı.

Padişah da, Ferahfeza’nın ölümüne önem vermedi. Kösem Sultan da Turhan’ı tamamıyla ele vermek istemediğinden;

“Ben hakikati araştırıyorum. Kesin sonucu alıncaya kadar ferman buyurunuz da Turhan’ı bir müddet menetsinler” dedi.

Padişah “Pekâlâ. Öyle olsun!” dedi.

O akşam Turhan Sultan’ı yakaladılar ve zindana attılar. Sultan İbrahim, Turhan’ı tamamıyla ihmal etmek istemediğinden, annesine:

“Bu cinayeti benim aklım almadı. Turhan, geçen sene havuz başında ufak bir güvercini bile kesememişti! Böyle bir elmaspâreye nasıl kıydı acaba?” demiş ve her zamanki gibi alın hainin başını tarzında muamele etmemişti.

Turhan Sultan’ı zindana attıkları günün akşamı, sarayda Şivekâr Sultan tarafından muhteşem bir ziyafet tertip edildi.

Sultan İbrahim bu ziyafette sancılanıp yatağına yatırıldı.

Şivekâr Sultan, Padişahın bu ani rahatsızlığıyla meclisten uzaklaşmasına memnun oldu. Bir kolunu Şekerpare’nin diğer kolunu da Dilâşup Sultan’ın omuzuna atan Pdişah odasına götürülüp yatağına yatırılınca Dilâşup Sultan masallarla Padişahı eğlendirmeye, Şekerpare de elindeki yelpazeyle onu rahatlatmaya çalışıyordu.

Sultan İbrahim, Şivekâr Sultan’ın dairesinden çıkarken “Elmasparem, sen eğlencene devam et, ben biraz rahatsızlandım, odama geçip dinleneceğim” demişti.

Şivekâr Sultan, Padişah odadan çıkınca cariyeleri dağıtıp, müziği durdurmak istedi;

“Efendimiz rahatsızlandı. Görmüyor musunuz? Saz, söz, her şey duracak!” diye söylenirken, kadına ve eğlenceye bir türlü doymak bilmeyen çılgın hükümdar, hastalandığı halde bile, saz ve kadın sesinin durmasını istemiyordu.

“Kapıları açık bırakın. Müziğin sesini yattığım yerden işiteyim!” diye emir veren Padişah bu sözü söylerken baygınlık geçiriyordu.

* * *

Padişahın emriyle devam eden eğlencede Şivekâr Sultan, Turhan Sultan’ın zindana atılmasından o kadar memnundu ki, mütemadiyen şarap içiyor, amber tütsüsü ile odanın havasını zehirlemeye çalışıyordu.

Saz devam ederken Şivekâr Sultan, dalında çatlayan olgun nar gibi memelerini şarapla yıkayan cariyelere “Padişah bana Şam eyaletini hediye etti ama” dedi, “Mısır hazinelerini galiba başka bir Hasekiye ihsan edecek!”

Şivekâr Sultan, bu korkusunda haklıydı, çünkü Padişahın o günlerde sık sık odasına kabul ettiği Şekerpare’den başka, çok güzel bir kızla da münasebette bulunduğu duymuştu.

Şarap kadehleri dolaşır ve kafalar dumanlanırken, Şivekâr Sultan, olası tehlikelerden kendini kurtaracak tedbirler düşünüyordu.

Padişahı gizli gizli oyalayan bu kadın acaba kimdi?

Bu düşüncelerle zihni dumanlanan Şivekâr’ın kulağına bir şey girmiyor, içtiği şarap başını bile döndürmüyordu.

Şivekar Sultan, Padişahın yeni gözdesinin kim olduğunu bulmaya çalışırken bir yandan da Artin ismindeki üvey kardeşini sarayda önemli vazifelere getirmenin yollarını arıyordu.

Samur ticareti ile uğraşan Artin, etraftan aldığı samurların en kıymetlilerini saraya satıp samur tacirlerinden daha fazla para kazanan bir tüccardı.

Hatta bir gün Şivekâr Sultan, Behram Ağa’nın bulduğu çok kıymetli bir samuru Kösem Sultan’ın Padişaha hediye ettiği öğrenince hemen Artin’den daha kıymetli bir samur bulmasını istemişti. Ablasından beklentileri olduğu için bir dediğini iki yapmayan Ar-tin, hemen istenilen samuru ayarladı. Artin’in getirdiği samur gerçekten de İstanbul’daki samurların en büyüğü ve en güzeliydi.

O günlerde Padişah tarafından iltifat görmeyen Şivekâr Sultan, Artin’in getirdiği bu büyük samuru atlas bir bohçaya sararak Kızlarağasının koluna verdi. Kendisi de Kızlarağasını peşine takıldı ve Padişahın dairesinin kapısına gittiler. Onlar kapıya geldikleri sırada bostancılar kapının önünde nöbet tutuyordu.

Şivekâr Sultan bostancıların nöbet tutmasından, Hünkârın içerde bir kadınla meşgul olduğunu derhal anladı, fakat sesini çıkarmadı ve hiçbir şey anlamamış gibi görünerek, Kızlarağasına hitaben:

“Haydi, ne duruyorsun? Efendimizin emanetini götür ve bizzat kendisine teslim et. Seni bekliyorum!” dedi.

Bu telkin üzerine Kızlarağası huzura girdi.

Padişah bu sırada Şekerpare’ye sarılıp dolanmıştı. Sultan İbrahim, böyle heyecan dakikalarında irade ve muhakemesini tamamen kaybederek kendinden geçer, ne yapacağım bilmezdi

Kızlarağasını karşısında görünce, sinirden gözleri döndü.

“Kelleni uçurtmaya mı geldin hınzır fellâh?” diye haykırdı.

Korkudan dudakları çatlayan Arap, cellâdın elinden başını kurtarmak için, hemen bohçayı açarak “Padişahım, kölenizi mazur görünüz,” dedi, “size dünyanın en güzel ve en kıymetli samurlarından birini getirdim. Ümit ederim ki, Mısır püskülü gibi parıldayan şu güzel samur, yatakta duyduğunuz zevke bedeldir!”

Bu sözleri duyan Sultan İbrahim, baygın nazarlarını samurun üzerinde gezdirmeye başladı.

“Çevir bakayım. Biraz beri gel!”

Kızlarağası yatağın kenarına kadar sokularak, elinde tuttuğu samuru evirip çevirmeye başladı.

Şekerpare yatakta, utancından yüzünü örtmüştü.

“Sevgili Padişahım, samurla sonra meşgul olursunuz!” diye mırıldandı.

Ancak sarı bir samur parçasını koynundaki, sarayın en güzel ve işvebaz kadınına tercih edecek kadar çılgınlık gösteren Padişah, birden yataktan fırladı.

Şehvet kaynağına benzeyen gözlerini ovuşturarak sordu.

“Ben bu kadar güzel bir samur parçasını ilk defa görüyorum. Bu kıymetli hazine senin eline nereden geçti?”

Ve samuru göğsüne koyarak, bir çocuk gibi sevip öpmeye başladı.

“Bak Şekerpare, bak! Sen böyle parlak ve uzun tüylü samur gördün mü? Sıhhatli bir çocuk kadar sevimli… Âdeta insanın yüzüne gülüyor.”

Şekerpare, hasekilerin en az zengin olanıydı. Onun üç beş parça Edirne samurundan başka, hiç de böyle kıymetli bir samuru hiç olmamıştı. Şekerpare bu anı fırsata çevirmek isteyerek,

“Şevketlim,” dedi, “bunu bana ihsan buyurmaz mısınız?”

“Hayır, onu kimseye veremem.”

“Çok sevdim de…”

“Samura ihtiyacın varsa, ben sana bir kaç tane veririm! Fakat bunu yatağımın başına asacağım. Görüyorsun ki, odamda bundan daha kıymetli bir samur yoktur!”

Kızlarağası, Padişahın neşe ve memnuniyetini görerek derin bir nefes aldıktan sonra, kulağına üfler gibi yavaşça “Padişahım, bu samuru Efendimize takdim eden Şivekâr Sultan huzurunuza girmek üzere kapının dışında bekliyor,” dedi.

Samurun büyüsüne kapılıp yataktaki Şekerpare’yi unutan Sultan İbrahim:

“Gelsin” dedi.

Kızlarağası odadan çıktığı zaman, kapıda kimin beklediğini bilmeyen Şekerpare başını yorganın altından çıkararak “Şevketlim beni unuttunuz mu?” diye sordu.

Sultan İbrahim, bir dakika sonra kopacak kıyametin farkında değildi. Titrek sesiyle haykırdı.

“Sus. Başını ört. Sesini kıs ve yorganın altında patla!” Padişah samurla oynarken, Şekerpare sesini kesti ve başını yorganın altına soktu. Şekerpare, odaya kimin gireceğini bilmiyordu. Korku ve heyecan içinde, sinirleri gevşemiş, kalbi tekrar çarpmaya başlamıştı.

Kapı açıldı.

Şivekâr Sultan bir aylık hasretten sonra, nihayet Padişahın huzuruna girmeyi başarmıştı.

Sultan İbrahim, elinde okşadığı samuru göstererek zevcesinin yanına sokuldu.

“Gel bakayım Şivekârım,” dedi, “bu samuru sen nereden ele geçirdin?”

“Paramla bir köylüden satın aldım, Padişahım!

Sultan İbrahim, Şivekâr’ı yanına oturttu.

“De bakalım,” dedi, “bir aydan beri niçin görünmedin?”

“Bir aşüftenin sözüne kapılarak söylediklerinizi unuttunuz mu saadetli Padişahım!”

“Dün ne yaptığımdan haberim yok. Hatırım perişandır. Söyle bakayım, ben ne ettimdi sana?”

Şivekâr fırsatı kaçırmak istemedi:

“Şekerpare’nin sözüne bakarak seni gözüm görmesin defol git demiştiniz! Bundan sonra gazabınıza uğramaktan korktum ve gözünüze görünmemek için köşe bucak kaçtım.”

Sultan İbrahim, yatakta yatan Şekerpare’yi tamamen unutmuştu. Şivekâr’ın boynuna sarılarak dolgun yanaklarından öpmeye ve göğsünü sıkıştırmaya başladı.

“Şöyle açıl, saçıl bakayım, Şivekâr!” dedi. “Ben bu cılız kadınlardan bıktım. Koynuma yılan gibi girip beni zehirliyorlar. Hâlbuki sen şişmansın. Dolgun kalçalarını bir yandan öbür yana çevirmek için hayli zahmet çekiyorsun! Yatakta beni hiç üzmeden, yormadan memnun ediyorsun! Mademki, benim hazinemde eşi olmayan bu samuru bana hediye ettin! Ben de senin şerefine bu akşam Sarı Kameriye altında bir eğlence tertip edeceğim. Hasut kadınlar ve cariyeler senden ne kadar çok hoşlandığıma şahit olsunlar!”

Şivekâr Sultan gidince, Padişah bitap bir halde yatağa düştü ve belini, kollarını ovdurmak için iki halayık çağırttı.

Yorganın altında hiddet ve ıstırabından ne yapacağını şaşırıp öylece kalakalan zavallı Şekerpare, yavaşça başını dışarı çıkardı. Padişah, gözlerini kapamış baygın bir halde yanında yatıyordu.

Genç kadının sabrı tükenmişti.

Öksürdü.

Göğsünü şişirerek nefes almaya başladı.

Sultan İbrahim, gözünün aralayıp yanında yatan kadını görünce Şekerpare’yi hatırlamış ve kendi kendine gülmeye başlamıştı.

Şekerpare, Efendisinin tebessümünden cesaret alarak,

“Üst üste iki defa kalbinizi kırdınız, Padişahım! Özünüzle sözünüz birbirine uymadı. Bizim gibi ince belli gülfidanları yılana benzettiniz. Hâlbuki bir yandan öbür yana çabucak dönemeyen, dolgun kalçalı Ermeni güzeli, bakın Efendimize ne işkence etti!” dedi.

Padişahın cevap vermeye mecali yoktu.

Gözlerini kapadı.

Elleri göğsündene koyup, kalbinin çarpıntısını dinlemeye çalıştı.

Bu arada çağırdığı iki halayık geldi.

Padişahın kollarını ve bacaklarını ovuşturmaya başladılar. Şekerpare’ye de yavaşça odadan savuşup gitmek düştü.

* * *

Hekimbaşı, Şivekar’ın eğlencesinde rahatsızlanan Hünkârı tedavi etmeye geldi. Yaklaşık iki ay önce, yine böyle bir durum olmuştu ve Hekimbaşı iradesini kaybederek “Padişahım böyle yaşamaya devam ederseniz öleceksiniz” demişti.

O zaman Sultan İbrahim, hiddetlenmiş ve “Sen nasıl bir hekimsin ki, öleceğimi bildiğin halde beni tedavi etmezsin?” diyerek Hekimbaşını cellâda teslim etmişti.

Şeyhülislâm Yahya Efendi’nin ricası üzerine bir tesadüf eseri olarak başını kurtaran Hekimbaşı, Padişaha ölüm tehlikesiyle karşılaştığı halde bile söylemeye cesaret edemezdi.

Padişah, Hekimbaşının yine aynı şeyi söyleyeceğini düşünerek:

“A hekimbaşı, ben ne edeyim?” dedi. “Böyle nice civanlar kumral saçlı ateş pareler gözümün önünde birer melek gibi uçuşurlarken, kör nefis nasıl söz dinlesin?”

Hekimbaşı, Padişahın bir müddet kadınlardan uzak yaşaması gerektiğini düşünüyordu. Fakat bunu söylemeye, cesareti yoktu.

Zaten Padişahın rahatsızlığı iki günden uzun sürmedi, Padişah yine ayaklanıp zevküsefa dolu hayatına geri döndü.

Padişahın Şivekâr’a vaadettiği Sarı Kameriye eğlencesi yapıldı hatta unutuldu.

Şivekâr Sultan, Padişahla arasındaki gerginlik bitmesine rağmen Şekerpare’yi kıskanmaya devam ediyor, Padişahın ona daha fazla iltifat etmesine dayanamıyordu. Şekerpare’yi Padişahın yanından uzaklaştırmak isteyen Şivekâr, tüm gece bir çare düşündü ve sonunda aklına yeni bir kumpas geldi.

“Turhan Sultan’a iftira atarak zindana düşüren Şekerpare’dir!” diyecek ve Turhan’ın yerine Şekerpare’yi zindana attıracaktı. Çünkü Turhan Sultan’ın kendi aleyhinde neler düşündüğünden, Hamza Bey’le neler yapmak istediğinden haberdar olmayan Şivekâr, Turhan Sultan’la barışmaya karar vermişti.

Planını bir an önce uygulamak isteyen Şivekâr, o gece geç vakit, kimseye görünmeden sarayın zemin katına indi ve Turhan Sultan’ın yattığı zindanın penceresinin önünde durdu.

Zindanın penceresinden ince bir erkek sesi geliyordu.

Şivekâr Sultan yolun köşesinden başını uzattı ve zindanda Kızlarağasının başını ve cübbesini gördü.

Bir adım geriledi.

Kısa bir konuşma, ona, kendi aleyhinde dönen bazı fırıldakların iç yüzünü öğretmeye yetti.

Kulak verdi.

Kızlarağası yavaş yavaş anlatıyordu.

“Sultanım! İki gündür Hamza Bey’i arattırıyorum. Bu dakikaya kadar bulamadık. Sanki yer yarılmış da içine girmiş.”

“Hamza Bey’i Haliç’te ve Topkapı’da bulmak mümkündür. O İstanbul’dan başka bir yere gidemez.”

“Sultanım! Elden geldiği kadar gayret ettik. Gene de edeceğiz. Fakat bulduramazsak, onun göreceği hizmeti kulunuz yapamaz mıyım?”

“Hayır. Hayır. Ona çok ihtiyacım var. Başladığı bir işi tamamlamadan savuştu. Benim başımı da belâya soktu. Ferahfeza’nın katlinde benim parmağım yoktur.”

“Hakikaten köleniz de bu işin esasını bir türlü anlayamadım, Sultanım! Çok merak ediyorum, Ferahfeza’nın başını acaba kim kopardı?”

“Ben de bu işe akıl erdiremedim. Yalnız kuvvetle tahmin ettiğim bir şey var. Şivekâr, beni Padişahın gözünden düşürmek için bu oyunu oynamış olabilir.”

Turhan Sultan, olayı bu şekilde inkâr etmeye mecburdu.

Zaten o, Kösem Sultan’la böyle tehlikeli bir olaya giriştiğine çoktan pişman olmuştu.

Hamza Bey’i aratmasındaki sebep de aşikârdı. Ferahfeza’nın ölümü Turhan Sultan’da gittikçe derinleşen bir vicdan azabı oluşturmuştu.

Ancak bu vicdan azabı, Şivekâr Sultan’ın vücudunu ortadan kaldırmak için duyduğu isteği yok edemiyordu.

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «Литрес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

Конец ознакомительного фрагмента
Купить и скачать всю книгу
На страницу:
4 из 4