Полная версия
Deliler saltanatı
O gece, Kara Mustafa Paşa’nın karısı ve gözdeleri de bu eğlenceye davet edileceklerini düşündükleri halde, Turhan Sultan’ın onları çağırmaması birçok dedikoduyu da beraberinde getirdi.
Halbuki Turhan Sultan, Kösem Sultan’dan aldığı talimatlara göre hareket ediyordu.
Valide Sultan, “Onların meclisimizde bulunmasını uygun bulmuyorum!” dedikten sonra Sadrazamın ve gözdelerinin davetine imkan var mıydı?
Kutlama gecesi, Sultan İbrahim sakallarına inciler donatarak Şekerpare ile birlikte Turhan Sultan’ın dairesine gelecek ve Üsküdarlı çengilerin göbek atışlarını seyredecekti.
Saraydakiler de dedikodularıyla kutlamaya kimlerin katılacağını ve Padişahın kutlama için nasıl hazırlandığını yayıyorlardı:
“Seni çağırdı mı?”
“Beni çağırmadı.”
“Eğlencede kimler olacak?”
“En başta padişah.”
“Emin misin?”
“Kulağımla işittim. Dün gece kahvesini götürdüğüm zaman, Şekerpare yanında oturuyordu. Padişahımız ‘Turhan’ın eğlencesinin olduğu gece erken gel ve bana beş dirhem amber getir!’ dedi.
“Beş dirhem amberi de ne yapacakmış?”
“Sevdiklerine dağıtır. Padişahımızın huyunu öğrenemedin mi daha?”
“Son zamanlarda Turhan’ı unutmaya başlamıştı. Yine nereden hatırladı bu kâfiri?”
“Kim ne derse desin, Efendimiz ondan çok hoşlanıyor.”
“Sadece hoşlanıyorsa zararı yok. Ya seviyorsa?”
“Zannetmem.”
“O zaman bunca hazırlık neden?”
“Anlamıyor musun?”
“Kösem Sultan’la aralarından su sızmıyor. Muhabbetleri o kadar derinleşti ki!”
“Tabii Katibenin gözleri mavi… Anlarsın ya…”
“Anlıyorum, Kösem Sultan gönlünü eğlendirecek!”
* * *Kara Mustafa Paşa, o gece ne yapıp ne edip Turhan Sultan’ın eğlencesine gitmeyi kafaya koymuştu.
Sultan İbrahim sakallarını süsleyip, Şekerpare’siyle gitsin de, sadrazam odasında mı otursundu?
Mustafa Paşa, “Kâfirin keyfini burnundan getireyim de görsün!” diye söylenerek gizlice hazırlanmaya başladı.
* * *Turhan Sultan’ın dairesinden müzik sesleri gelmeye başlamıştı. Kösem Sultan, Hint şallarıyla süslenmiş büyük bir divana kurulmuş, ferahfeza faslını dinliyordu.
Valide Sultan’ın sağında ayakta duran sülün gibi ince ve uzun boylu bir cariye, elindeki altın buhurdanla öd ağacı ve amber dumanını savuruyor, odanın havasını zehirleyerek gözleri dumanlanan sazende ve hanendeleri coşturmaya çalışıyordu.
Kösem Sultan’ın dudaklarının arasından bir kelime işitildi:
“Ferahfeza!”
Buhurdanlığı savuran genç kız, Valide Sultan’ın yanına eğildi.
“Emrediniz, Sultanım!”
“Buhurdanın içine biraz daha amber koy!”
Ferahfeza, koynundan bir ufak kutu çıkardı ve içinden fındık tanesi büyüklüğünde bir parça amber alıp buhurdana attı. Buhurdanı yine sağa sola savurmaya başladı.
Rus dilberi, Kösem Sultan’ın çabucak neşelenmesinden çok memnun olmuştu.
Üsküdarlı çengiler de raks etmek için sabırsızlanmaya başlamışlardı.
Kösem Sultan, “Padişah gelmeden Üsküdarlılar ayağa bile kalkmayacak” demişti.
Sultan İbrahim’in çocuk gibi bir tabiatı olduğunu bilen Kösem Sultan, hünkar gelmeden Üsküdarlı çengilerin oynamasına izin verirse padişahın buna tahammül edemeyeceğini biliyordu.
Turhan Sultan, Kösem Sultan’ın yanına oturunca ikili ana kız gibi sohbet etmeye başladılar.
“Bu gece bana bu saadeti yaşattığınız için size ilelebet minnettar kalacağım, Sultanım! Frenkler doğdukları günü hep böyle kutlarlar, bu bir âdettir.”
Kösem Sultan, baygın bakışlarını Rus dilberine çevirerek:
“Sakın padişahın yanında bu âdetten bahsetme, yavrum! Onun Frenk adetlerine pek aklı ermez. Senin gavurluğunu hatırlayarak canı sıkılır. Artık sen, Osmanlı toprağında ve Osmanlı sarayında hem de Padişahın zevcesi olarak yaşıyorsun. Hristiyanlığı ve Hristiyan âdetlerini unutmaya çalışmalısın.” dedi.
Sultanlar kendi arasında konuşurken, Kösem Sultan ferahfeza faslını çok sevdiği için çalgıcılar mütemadiyen bu faslı geçiyorlardı.
Valide Sultan en sevdiği cariyesine de Ferahfeza ismini bu sevgisinden ötürü kendisi koymuştu.
Yeni bestelenmiş şarkılar çalındıkça, Kösem Sultan “Ferahfeza” diye sesleniyor ve genç kız derhal koynundan ufak amber kutusunu çıkarıp, buhurdana bir parça amber atıyordu. Cariyelerin sinirlerini gevşeten bu kokular, Turhan Sultan’ı da sersemletmişti.
Ferahfeza amber dumanını savururken, sersemleyen Turhan Sultan’ın aklına genç aşığı Hamza Bey geldi.
Hamza Bey, o gece Turhan Sultan’la gece yarısı Bağdat Kameriyesi’nde buluşmak için gündüzden sözleşmişti. Bu buluşmayı gerçekleştirmek için de soluğu kendisini çok seven Bostancıbaşı’nın yanında almıştı.
Bostancıbaşı Hamza’yı küçüklüğünden beri tanır ve ona baba şefkatiyle muamele ederdi.
Hamza Bey, Bostancıbaşı’nın odasına gitti ve o geceki eğlenceyi uzaktan seyretmesine müsaade etmesini rica etti:
“Kuzum, ağam, bu gece oynayacak Üsküdar çengilerini uzaktan da olsa görmek istiyorum. Ne olur bana müsaade et de Çamlı Köşk’ün penceresinden kimseye fark ettirmeden eğlenceyi seyredeyim.”
Bostancıbaşı, Hamza’nın Turhan Sultan’la seviştiğini bilmiyordu, zaten Bostancıbaşı bu yakınlığın farkına varırsa Hamza’nın kellesini Padişaha sormadan kendisi koparırdı. Bu yüzden Hamza’nın da en çok korktuğu şey bu ilişkinin Bostancıbaşının kulağına gitmesiydi.
Bostancıbaşı sarayda mevcut cellatların en zalimi ve en merhametsiziydi. Diğer bostancılar bile ondan korkarlardı. Hamza Bey, bu zalim Bostancıbaşından izin almayı ve Çamlı Köşk’e gitmeyi başarmıştı.
Hamza Bey, Çamlı Köşk’e doğru yol alırken, Turhan Sultan da Kösem Sultan’a kavuk sallamaktan sıkılmıştı.
Ferahfeza’nın elindeki buhurdandan sürekli savurduğu şehvet kokuları ile yeterince mest olan Turhan Sultan, meclisin coşkunluğundan istifade ederek yavaşça dışarı çıktı ve arkasına bakmadan doğruca Bağdat Kameriyesi’ne gitti.
Hamza Bey de sözleştikleri gibi kameriyenin altında sarı gül ağacının yanında sevgilisini bekliyordu.
Hamza Bey, uzaktan gelen gölgenin kim olduğunu anlamakta gecikmedi,
“Siz misiniz Sultanım?” dedi ve sevgilisinin ahenktar sesini işitince derin bir nefes aldı.
Birbirlerine sarıldılar, öpüştüler, koklaştılar.
Turhan Sultan, o gece gökteki ayı işaret ederek “Her şeyi göze aldım da geldim” deyip aşkını itiraf etti:
“Seni seviyorum Hamza! Seni çok seviyorum! Sen karşıma nereden çıktın?”
Hamza Bey, duydukları karşısında dili tutulmuşa döndü. Birkaç dakika bir şey söyleyemedi. Cevap veremedi. Taştan heykel gibi cansız ve hareketsiz kaldı.
Hamza Bey, kendisinin Turhan Sultan tarafından bu derece derin bir aşkla sevildiğini nasıl tahmin edebilirdi?
Genç âşık seni çok seviyorum hitabı karşısında ne yapacağını, ne söyleyeceğini şaşırıp kalmıştı.
Biraz zaman geçtikten sonra bu tatlı rüyadan uyanan Hamza, bir Padişah karısıyla seviştiğini hatırlayarak derhal kendine gelmeye çalıştı.
“Aman Sultanım, beni affediniz! Bir çocukluktur yaptım. Padişahımız bizi burada görürse, etlerimizi cımbızla yoldurur, derimizi çardağa asar! Bana müsaade ediniz de gideyim.”
Damarlarında hissettiği ateşi bir türlü söndüremeyen Turhan Sultan, turunçtan sert memelerini genç ve kuvvetli aşkının göğsüne dayayarak:
“Hamza” dedi, “Valide Sultan’dan en değersiz cariyelere kadar, saraydaki bütün kadınların coşup eğlendiği bir saatte, iki sevgilinin birbiriyle kucaklaşıp öpüşmesini günah mı sanıyorsun? Sarıl boynuma! Ve demirden kuvvetli kollarını belime dola! Beni, gözü dönmüş bir aslan gibi kucakla! Kudurmuş bir boğa gibi sık. Parçala! Haydi, niçin duruyorsun? Neden beni parçalarcasına, boğarcasına sıkıp sevmiyorsun? Benim sevilmeye çok ihtiyacım var, Hamza! Ben, sakalının tellerini incilerle süslemekten zevk alan bir mecnunun esiriyim. O mecnun ki şimdi geçeceği yollara acem halıları döşeten ve duvarları amberli sularla yıkatan bir hükümdardır! Basra Körfezi’nden İran’a kadar nüfuzu olan koskaca bir ülkede, vazifesi yalnız amber toplamaktan ibaret olan bir hükümdar…”
Hamza Bey bu sözleri şimdiye kadar bırakın bir kadının ağzından duymayı, yaşadığı müddetçe hiç kimseden duymamıştı.
Korkusundan şaşkına döndü. Titredi. Ve sevgilisinin omuzlarına dökülmüş saçlarını okşadı.
“Sultanım siz binbir cariyenin kolları arasında yaşayan hissiz bir padişahtan daha çok benim gibi dudakları da kalbi kadar ateşli bir gence layıksınız!” dedi.
Uzaktan işitilen bir ayak sesi, Turhan Sultan’la Hamza’nın sevişmelerine nihayet verdi.
Turhan Sultan “Yarın akşam güneş battık bir saat sonra yine burada buluşalım” dedi ve Hamza Bey’in cevabını beklemeden oradan uzaklaştı.
Saraya geri dönen Turhan Sultan’ın dizleri merdivenleri çıkarken o kadar çok titriyordu, kalbi o kadar hızlı çarpıyordu ki, eğer Kösem Sultan elini Turhan Sultan’ın göğsüne götürecek olsa kalbindeki esrarı keşfetmekte gecikmeyecekti.
Turhan Sultan odaya girdiği zaman ferahfeza faslı devam ederken, cariyeler odanın ortasında çıplak ayaklarıyla raks etmeye başlamışlardı.
Valide Sultan, Turhan Sultan’ı görünce elini uzatarak “Yanıma gel!” diye işaret etti.
Turhan Sultan, heyecanını dindirmek için sürekli gülümseyerek etrafındakilerin kendisiyle ilgilenmesine fırsat vermemeye çalışıyordu.
Kösem Sultan, ince uzun parmaklarını yanına gelen Rus dilberinin çıplak omuzlarında gezdirerek:
“Deminden beri neredeydin Turhan?” diye sordu.
Turhan Sultan afallayarak:
“Yatak odasına gitmiştim Sultanım!” dedi.
Kösem Sultan:
“Vücudun buz gibi soğuk…” dedi ve manalı bir tebessümle genç kızın gözlerinin içine bakarak “Yoksa pencerenin önünde oturup esen rüzgardan dolayı mı bu kadar üşüdün?” dedi.
Turhan Sultan başıyla “Evet, Sultanım” anlamına gelecek bir hareket yaptı.
Kösem Sultan, Turhan Sultan’ın tavırlarında gözle görülecek kadar bariz bir gariplik sezmişti. Fakat bu konudaki hissi ve tahmini kendisini üzecek kadar önemli değildi. Zaten Kösem Sultan, daha önceden Hamza Bey’in çok iyi bir genç olduğunu söyleyerek Turhan Sultan’a onun meziyetlerinden bahsetmişti.
Turhan Sultan böyle anlamlı bir hoşgörülülük ile karşılanmasına şaşırmakla birlikte suçlu olduğunu da aklında tutarak sessiz kalmayı tercih etti.
Bu arada eğlencenin başından beri çalınan ferahfeza faslı bitti.
Raks eden cariyeler yerlerine oturdular.
Sazendeler yorulmaya başladı.
Kösem Sultan da amber şerbeti içiyordu.
Turhan Sultan aradaki sessizliği bozarak, Kösem Sultan’a;
“Bu gece ne kadar mesudum bilseniz Sultanım!” dedi, “Fakat efendimiz neden hala teşrif buyurmadılar?”
Kösem Sultan cevaben:
“Neredeyse gelir. O hınzır Şekerpare, Padişahı daima böyle oyalar” dedi.
“Efendimiz şimdi de Şekerpare’nin mi esiri oldular?”
“Sultan İbrahim’in hali malum, yavrum! Sakallarının otuz iki teline inci takmak da kolay iş değil doğrusu. Bazen bu iş iki saatten fazla sürüyor.”
“Padişahımız bundan nasıl bir zevk alıyorlar acaba?”
“Ona herkes gibi ben de şaşıyorum! Sultan İbrahim’e bu alışkanlık bir Hint masalından gelmiştir.”
“Ne garip bir alışkanlık Sultanım!”
“Sen o Hint masalını dinledin mi?”
“Hayır. Dinlemek isterim.”
Kösem Sultan, oğlu İbrahim’i herkese güldüren bu garip alışkanlığının sebebi olan masalı anlatmaya başladı:
“Evvel zaman içinde Hindistan’da çok zalim bir padişah varmış. Bu padişah, hazinesini yalnızca incilerle doldururmuş. Artık ülkede inci bulunmaz olmuş. Fakat zalim padişah bir türlü bu alışkanlığından vazgeçemiyormuş, herkesi inci bulması için görevlendiriyormuş. Padişahın hazinesi dünyanın en kıymetli incileriyle dolmuş. Bir gün, padişah hazinesine girdiği zaman inci yığınları arasında ince telleri inicilerle süslenmiş kesik bir sakal görmüş. Buğday demetine benzeyen bu sakalın her telinde dizilmiş yüzlerce inci varmış!
Hint padişahı bu sakalın kime ait olduğunu anlamak istemiş.
Günlerce, aylarca, senelerce sormuş soruşturmuş. Bunu bulmak için kendi yandaşlarından birçoğunun başını vurdurmuş. Hiç kimse sakalın kime ait olduğunu söylememiş.
Bir gece padişah rüyasında sakalı kesilmiş bir ihtiyar adam görmüş. Bu adam padişaha “Ben dünyanın en fakir adamıyken, bir inciyi nasılsa bir gün sakalıma taktım ve birdenbire zengin oldum. İncilerin adedi gittikçe artmaya başladı. Fakat elde ettiğim inciyi en azından bir defa sakalıma takmam gerekiyordu. Böyle yapmazsam incilerim artmıyordu. Bir sabah halkın boynundan zorla inci toplayan memurlarınız beni de yakaladılar ve incili sakalımı kesip size getirdiler! Siz de sakalınızı incilerle süslerseniz dünyanın en zengin hükümdarı olursunuz!” demiş. İşte, bu rüyadan uyanan Hint padişahı derhal hazinesine giderek en iyi incileri toplamış ve incilerin ortalarını deldirerek onları sakalının tellerine taktırmaya başlamış. Hint padişahı bu rüyadan sonra hakikaten dünyanın en zengin hükümdarı olmuş!
Sultan İbrahim de bu masalı dinleyince sakalının tellerini inci ile süsleme sevdasına düştü ve halkta ne kadar inci varsa toplatarak hazinesine getirdi.”
Turhan Sultan bu komik masalı dinledikten sonra, Kösem Sultan’a;
“Efendimiz de Hint padişahı gibi dünyanın en zengin hükümdarı oldular mı?” diye sordu.
Kösem Sultan dudaklarını ısırarak güldü ve:
“Mısır’dan ve Anadolu vilayetlerinden para gelmese hazinede fareler cirit atar, yavrum! Sultan İbrahim her gün sakalını incilerle süslemekten bıkmadı. Fakat hazineye açıktan para gelmesi şöyle dursun, son günlerde sakalına takacak inci bile bulamayacak neredeyse!” dedi.
Amber tütsüsü Kösem Sultan’ın da başını döndürmüştü.
Devlet işlerindeki hakimiyetinin yanında, zevküsefa alemlerinde de padişahtan geri durmayan Valide Sultan, baygın gözlerini ovuşturarak “Çengiler oynasın, söz dursun saz devam etsin!” dedi.
Sultan İbrahim’in ortalarda görünmemesine daha fazla tahammül edemeyen Kösem Sultan’ın bu emrinin üzerine Üsküdar çengileri derhal ayağa kalktılar.
Evvela Çengi Afet meydana çıktı.
Saz, ferahfeza faslından yeni bestelenmiş bir şarkıyı çalmaya başladı. Amber tütsüsünün mavi bir bulut halinde istila ettiği odada Çengi Afet de oynamaya başladı.
Çengi Afet, kıvrak ve ince vücuduyla, dolgun kalçalarıyla, Kösem Sultanın o kadar çok hoşuna gitmişti ki, bu esnada Kara Mustafa Paşa tarafından gelen cariye ile görüşmeye bile vakit bulamamıştı.
Sultan İbrahim’in neden hâlâ gelmediğini anlamaya gerek duymayan Valide Sultan, yanında oturan Turhan’la görüşürken birden, Sadrazamın cariyesine gözü ilişti.
Bu hafiyenin Turhan Sultan’ın odasında ne işi vardı?
Kösem Sultan cariyeyi yanına çağırdı.
“Kız, seni buraya kim gönderdi?”
Sadrazamın cariyesi, Kösem Sultan’ın üç defa eteğini öperek, korkak bir tavırla cevap verdi:
“Paşa hazretleri gönderdi Sultanım!”
“Ne istiyor?”
“Beş dakika huzurunuza kabulünü rica ediyor.”
“Bu gece hiç kimseyle görüşmeye vaktim olmadığını söylersin!”
“Çok mühim bir iş için görüşmek istediğini söyledi.”
“Ne varmış?”
“Ne olduğunu söylemedi Sultanım! Fakat cariyeniz meseleyi biliyorum.”
“Zaten sen, bacak kadar boyunla her şeyi biliyorsun! Söyle bakalım neymiş paşanın derdi?”
Sadrazamın cariyesi, iyice Kösem Sultan’ın yanına sokuldu.
“Sultanım, Efendimiz, Üsküdar’a gitmeye hazırlanıyorlar. Sadrazam paşa hazretleri, Efendimizin gece yarısı sokağa çıkmalarını arzu etmiyorlar.”
Kösem Sultan bu haberi alınca kaşlarını çattı. Yanında ayakta duran Ferahfeza’ya işaret ederek “Saz dursun!” dedi ve cariyenin kolundan çekti.
“Padişah sakallarına inci dizdirmiş mi?”
“Evet, Sultanım! Paşa da bunun için Efendimizin sokağa çıkmasına mani olmak istiyor.”
“Padişah şimdi nerede?”
“Kendi dairelerinde.”
“Yanında kim var, biliyor musun?”
“Biraz evvel Şekerpare vardı. Şimdi o da çıktı.”
“Mustafa Paşa odasında mı?”
“Hayır Sultanım, Efendimizin kapısında bekliyor!”
Kösem Sultan, padişahın bu halde sokağa çıkmasını ve halkın gözünde komik duruma düşmesini hiç istemiyordu.
“Sultan İbrahim’in bu manasız arzusuna engel olmak lazım,” dedi ve cariyenin kulağına eğilerek:
“Paşaya söyle, ben şimdi geliyorum!” diye ekledi.
Padişahın Yeni Aşkı
Kösem Sultan, Turhan Sultan’a bir şey söylemeden sofaya çıktı ve Padişahın kapısının önünde bekleyen Kara Mustafa Paşa’nın yanına geldi.
Sadrazam telaşla Valide Sultan’ı selamlayarak “Sultanım” dedi, “Millete rezil olacağız! Efendimiz incili sakalıyla gece yarısı sokağa çıkmak istiyorlar!”
“Mani olamadınız mı?”
“Sokakların karanlık olduğunu, yarın çıkmak isterlerse daha uygun olacağını söyledim.”
“Ne cevap verdi?”
“Haydi çık dışarı! Benim zevkime kimse karışamaz! dedi. Huzurundan çıkmak zorunda kaldım ve siz Sultanıma meseleyi arz etmeye mecbur oldum.”
“Peki, nereye gitmek istediğini söyledi mi?”
“Paşakapısı’na gitmek istiyorlar.”
“Gece yarısı bu rüzgarlı havada Üsküdar’a geçilmez!”
“Kulunuz da aynı fikirdeyim Sultanım!”
“Peki, siz odanıza gidin, ben Padişahı yolundan çeviririm!”
Kösem Sultan bunları söyleyip Padişahın dairesine girecekken Sadrazam, Sultana bir adım daha yaklaştı:
“Sultanım” dedi, “size bir şey daha söylemek isterim.”
Kösem Sultan’ın izin vermesini beklemeden devam etti:
“Padişahımız geçen gün Üsküdar’a geçtiklerinde yolda bir Ermeni kızına tesadüf etmişlerdi. Ermeni kızı boğa gibi şişman ve otuzunu geçkindi. Köleniz de yanındaydım. Bendenize hitaben Mustafa şu yosmaya bak dedi, ne dolgun kalçaları, ne dolgun baldırları var, dedi. Fazlasını söylemeye cesaretim yok, Sultanım! Yüz okkadan fazla ağırlığı olan bu şişman kadın, padişahın çok hoşuna gitti.”
Kösem Sultan gözlerini yere indirdi:
“Sen ne cevap verdin?”
“Ne diyebilirim, Sultanım? ‘Gönül kimi severse, güzel odur’ dedim.”
“Sonra ne oldu?”
“Kadını Efendimizin yanına getirdiler. Sultanım, görseniz Padişahımız bu mendebur kadından o kadar hoşlandi ki!”
“Kadını oradan uzaklaştırmak aklına gelmedi mi?”
“Nasıl cesaret edebilirdim Sultanım! Sokakta aleme rezil olamayı göze alamadım.”
“Üsküdar sevdası yavaş yavaş anlaşılıyor Paşa!”
“Haklısınız Sultanım! Efendimizin bu kadını görmek için Üsküdar’a geçmek istediği âşikar. Bu işi bir tek siz engelleyebilirsiniz!”
Kösem Sultan, şüpheli bir tavırla sordu:
“Bu Ermeni kızı kaç yaşında?”
“Otuzunu geçkin, Sultanım!”
“Güzel miydi?”
“Yüzü muşmuladan, göbeği ramazan davulundan farksızdı sultanım!”
“Bu kadını saraya sokmamak için Üsküdar’dan uzaklaştıramaz mısın Paşa?”
Mustafa Paşa manalı bir tebessümle sakalını okşayarak: “Bu işi kulunuz yapamam, Sultanım!”
“Niçin?”
“Çünkü Sultan İbrahim, bu sevimli kadını çok sevdim dedi. Padişahımızın sevgilisini nasıl ondan uzaklaştırmaya cesaret edebilirim?”
“Yoksa sen de onun saraya gelmesine taraftar mısın?”
“Estağfurullah Sultanım! Köleniz saraya böyle bir şırfıntının gelmesini nasıl arzu ederim? Fakat Efendimiz bu kadını çok seviyorsa, yapabileceğim bir şey yoktur!”
Kösem Sultan, “Alçak! Sen de Padişahına uydun değil mi?” diye bağırdı.
Sadrazam, bu tepki karşısında yalvarır bir sesle, “Kulunuz ne arzu ederseniz onu derhal yapmaya hazırdır Sultanım!” dedi.
Kösem Sultan, Sadrazamın renk vermeyen tavrı yüzünden fena halde sinirlendi.
Acaba Mustafa Paşa, Padişahı Ermeni karısını alması için teşvik mi ediyordu?
Valide Sultan, Mustafa Paşa’nın zaman zaman padişahı yabancı kadınlarla meşk etmesi için teşvik ettiğini işittiğinden daha da sinirleniyordu.
“Alçak, ben sana yapacağımı bilirim!” dedi. “Sen her zaman saman altından su yürütürsün! Eğer, bu işte senin parmağın varsa emin ol ki Bostancıbaşına, kör bıçakla derini yüzdürür ve çifte naraların üzerine gerdiririm!”
Kösem Sultan bu sözü söyledikten sonra, hiddetle ilerledi ve Padişahın dairesinin kapısına yöneldi.
Valide Sultan, kapıya yönelirken bir yandan da Padişahı nasıl yolundan çevireceğini düşünüyordu. Ancak Padişahı, dairesinde yakalayacak zaman kalmamıştı. Kendisi Mustafa Paşa’yla konuşurken Padişah süslenmiş, hazırlanmış bir şekilde Yeniçeri Ağalarından Hüseyin Paşa ile beraber odasından çıktı. Sultan İbrahim, sofada Valide Sultan’ı gördüğü halde görmezden gelerek yanından geçip gitmeye yeltendi.
Fakat Kösem Sultan, yüksek sesle Padişahın arkasından Yeniçeri Ağasına hitaben, “Hüseyin, böyle gece yarısından sonra nereye gidiyorsunuz?” dedi.
Hüseyin Paşa, iki elini ağzına yaklaştırarak fısıldar gibi cevap verdi:
“Üsküdar’a Sultanım.”
Kösem Sultan, yeniden haykırır gibi söylendi:
“Zevkinize karışmak istemem ama gece sokaklarda kuduz köpekler dolaşıyor, karanlıkta bir kazaya uğramanızdan endişe ederim.”
Sultan İbrahim, kuduz köpeklerden çok korkuyordu. Bu sözü işitince birden sanki bir kuduz köpek tarafından kovalanıyormuş gibi korkarak arkasını dönüp dairesine girdi.
Hüseyin Paşa ve bostancılar hayretle oldukları yerde kalakaldılar. Herkes şaşkınlık içindeydi.
Öyle ya! Bir padişahta bu derecede korkaklık olağan bir şey miydi?
Sokakta Padişahın korktuğu kuduz köpekler dolaşıyorsa, bunların Padişahın adamları tarafından öldürülmesi güç bir iş miydi?
Kösem Sultan bile sözlerinin Padişahtaki tesirini görünce şaşırıp kalmıştı. Bu işin bu kadar kolay hallolacağını hiç tahmin etmemişti.
Kösem Sultan meselenin hallolmasından mutluluk duyarken, gezinin gerçekleşmeyeceğini anlayan Hüseyin Paşa’nın morali bozuldu. Çünkü Hüseyin Paşa, o gece ilk defa Padişahla dışarı çıkacaktı. Halk onu Padişahın yanında görecek, itibarı artacaktı. Kuduz köpek meselesi yüzünden hayalleri suya düştü, ancak yapacak bir şeyi yoktu.
Padişahın kapısında kalakalan Hüseyin Paşa’ya Padişah bir cariye aracılığıyla “Hüseyin palasını kınından çıkarsın ve kapımdan ayrılmasın. Olmaya ki sokaktan bir kuduz köpek gele ve beni helak ede!” emrini iletti.
Sultan İbrahim, o gece kuduz köpeklerin imhası için emirler verdi ve Şekerpare’yi koynuna alıp yattı.
Sarayda tüm bunlar yaşanırken, Turhan Sultan’ın dairesinde de eğlence olanca neşesiyle devam ediyordu. Çengiler, sazendeler, hanendeler ve göbeklerine şal saran ince belli cariyeler; Dönsün peymaneler, raks eylesin mestaneler şarkısıyla coşuyorlardı.
Eğlence son sürat devam ederken, daireye telaşla giren Behram Ağa herkesin dikkatini çekti. Kösem Sultan’ın kethüdası olan Behram Ağa, Turhan Sultan’a hitaben “Efendimiz rahatsızlandı. Çengilerin sesini duymak istemiyor.” dedi. Bu sözler üzerine gözleri mahmurlaşan cariyeler, korkuyla köşelerine sindiler. Sazendelerin büyük bir şevkle çaldıkları Âşıkların bayramıdır, zevk-i sefa hengamıdır şarkısı tamamlanamadan eğlence bitti. Kösem Sultan’ın nedimesi Ferahfeza divanhaneye, çengiler, sazendeler ve hanendeler de evlerine gittiler.
* * *Ertesi sabah, Kara Mustafa Paşa, gizlice ağalardan birine “Şimdi Üsküdar’a gidip Ermeni kızını saraya getirmeni istiyorum. Eğer bu işi başarırsan seni terfi ettiririm!” dedi.
Yeniçeri Ağası, o gün öğlene kadar Üsküdar’da dolaştı ve Padişahın beğendiği kadını çeşmeden su taşırken gördü, kolundan tuttuğu gibi saraya getirdi.
Saraya gelen Ermeni kızını yıkadılar, süslediler. Kırmızı kılaptanla işlenmiş zarif bir elbise giydirerek hasekilere görünmeden Padişaha sundular.
Sülün gibi ince, zarif ve sarışın kızlardan usanan Sultan İbrahim, doksan okka ağırlığında, kara gözlü, kara saçlı, çatık kaşlı bu şişman kadını karşısında görünce sevincinden ne yapacağını şaşırdı. Hemen nikah hazırlıkları başladı.
Sultan İbrahim üç gün zarfında, Şeyhülislâm Yahya Efendi’nin huzurunda, Kara Mustafa Paşa’nın şahitliğinde şişman Ermeni kızı ile nikahlandı ve yedinci haseki olan Ermeni kadın, Şivekâr Sultan unvanını aldı.
Nikâhın hemen ardından düğün hazırlıklarına başlandı. Sadrazam Mustafa Paşa bu hazırlıkların başındaydı. Sarayın en zenginlerinden biri olan Mustafa Paşa, düğün günü Padişaha yirmi araba eşya hediye etti. Hediyelerin arasında sarayda çok kullanılan sarı ve kırmızı kılaptan, Edirne samuru, Bağdat şalları, Acem halısı ve büyük kavanozlar içine konulmuş şahiler vardı.
Padişahın, bu yaşlı ve şişman Ermeni kızına çokça iltifat ettiğini gören diğer hasekiler ve gözdeler onu kıskanmaya başladı. Kösem Sultan başta olmak üzere, Muazzez ve Turhan Sultan “Ermeni karısına tahammül edemeyiz.” diyerek kıskançlıklarını belli etmeye başladılar.
Saraydaki kadınlar kıskançlıklarından çıldırırken, Padişah onların kıskançlığını arttıracak bir hamle daha yaptı. Bir gün Padişah, Şivekâr Sultan’la havuz başında otururken:
“Bütün bu hediyeleri sana verdim, Şivekâr! Fakat bu eşyanın içinde, benim hazinemden verilmiş hiçbir hediye yoktur. Sana kendi hazinemden, kıymetli bir hediye vermek istiyorum, ne dilersin, söyle bakayım!” dedi.
Böyle bir teklifi günlerdir bekleyen Şivekâr Sultan, fırsatı kaçırmak istemedi: