bannerbanner
Deliler saltanatı
Deliler saltanatı

Полная версия

Deliler saltanatı

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
3 из 4

“Şam eyaletinin vergi gelirlerini ihsan buyurunuz, Sultanım!” dedi.

Sultan İbrahim, nikâhlı karısının tombul kollarını okşayarak:

“Peki, mademki böyle arzu ettin… Şam eyaletini sana verdim!” dedi.

Bu haber, aynı gün içinde sarayın içinde yayıldı. Saraydaki bütün hasekiler ve cariyeler bu haber karşısında ne yapacağını şaşırdı. Vilayetlerin en zenginlerinden biri olan Şam gibi bir vilayet nasıl olur da bu Ermeni karısına verilebilirdi! Herkes hayretler içindeydi. Kıskançlıkları bu haberle daha da artmıştı. Hasekiler kıskançlıklarıyla kendilerini yiyip bitirirken, Şam gibi bir memleketin bütün haklarına sahip olan Üsküdarlı Ermeni kızı, on beş gün zarfında, saray âdetlerini kavramış ve en gözde cariyelerden başlayarak hasekiler de dâhil olmak üzere bütün kadınları kendi hüküm ve nüfuzu altına almak istemişti.

Saraydaki her şeyden haberi olan Kösem Sultan, Ermeni kızının bu hamleleri karşısında konumu en fazla tehlikeye düşenin kendisi olduğunun farkındaydı. Ayrıca Valide Sultan, Şivekâr Sultan’ın Kara Mustafa Paşa tarafından Padişaha sunulduğunu da öğrenmişti. Bu haberle iyice hiddetlenen Valide Sultan, Paşa’dan intikam almanın yollarını aramaya başladı.

Kösem Sultan’ın kendisinden intikam alabileceğini hesap edemeyen Kara Mustafa Paşa ise, Şivekâr Sultan’ı Padişaha sunarak, Padişahın gözüne girmeyi amaçlamıştı. Ayrıca eğer Sultan İbrahim, yeni bir kadınla uzun müddet meşgul olursa, kendisi de saray haricindeki işlerle uğraşacak vakti daha rahat bulacaktı. Hatta hükümet erkanı arasından mali işlerden anlayan tek kişi olan Mustafa Paşa, ilk fırsatta, halkı sıkıştırmaya ve birikmiş vergileri zorla almaya başlamıştı bile!

Bir anda halkın üstüne karabasan gibi çöken Paşanın zulmünden bıkan ipekçiler, dericiler ve zahirecilerden mürekkep çalgı esnafı, Edirnekapı’da ve Çukurbostan’da bir araya gelerek sadrazamdan gördükleri zulüm ve zorlamaları Padişaha şikâyet etmeye karar verdiler. Aralarından birkaç kişi seçerek saraya yolladılar.

Esnafın belirlediği kişiler Padişahın huzuruna çıkarıldılar ve kararlaştırdıkları istekleri Padişaha şöyle bir izahatle sundular:

“Kara Mustafa Paşa’nın zulmünden, artık terk-i diyar etmeye karar verdik, Padişahım! Defterdar tarafından tahsil edilen vergiler yeterli gelmiyormuş gibi, bir de Mustafa Paşa’ya vergi vermek gücümüze gidiyor, Padişahım! Siz emrediniz, canımızı, malımızı, bütün varımızı verelim!”

Padişah, esnafın bu şikayetini duyunca fena halde hiddetlendi. Heyete iltifat ederek onları yolladı, dairesine geçti. Kösem Sultan’la görüştükten sonra adamlarına “Çabuk Kara Msutafa Paşa’yı çağırın!” emrini verdi.

Kara Mustafa Paşa, o gün Rumelihisarı’ndaki Feridun Bahçesi’ne gitmişti. Paşayı çağırmak için hisara atlılar gönderildi.

Duydukları karşısında oldukça hiddetlenen Sultan İbrahim’in aslında aklı iktisada ve maliye dairesindeki işlere ermezdi. Birikmiş vergilerin toplanmaya teşebbüs edilmesini Sadrazamın ortalığı haraca kesmesi olarak anlamıştı

Sultan İbrahim, bu olayı bir türlü hazmedemedi. O kadar sinirlendi ki, Kara Mustafa Paşa Feridun Bahçesi’nden geri dönünceye kadar onu Sadrazamlık konumundan azletti.

Akşamüstü hiddeti iyice artan Padişah “Mustafa’yı gözüm görmesin!” deyip Sadrazamlık mührünü ondan alarak Sultanzâde Mehmet Paşa’ya verdi.

Kara Mustafa Paşa, tüm bu olanları duyup, Sadrazamlık makamını kaybettiğini öğrenince, gizlice Yeniçeri Ocağına geçip, elli altmış kişiyi gizliden gizliye Padişah aleyhine teşvik ederek ocağı baştan basa ayaklandırmayı denemeye karar verdi.

Ancak Kara Mustafa Paşa’nın bu tehlikeli teşebbüsünden, Kösem Sultan hemen haberdar oldu. Kara Mustafa Paşa’dan intikam almanın yollarını arayan Kösem Sultan’ın fırsat ayağına gelmişti. Mustafa Paşa’nın vücudunu ortadan kaldırmak ve bu suretle intikamını almak için, bu olaydan daha iyi bir sebep bulamazdı.

Valide Sultan’ın, Mustafa Paşa ile günlerden beri devam eden mücadelesinin kanlı bir facia ile nihayet bulacağı zaten başından beri belliydi.

Mustafa Paşa’yı artık mağlup edeceğini anlayan Kösem Sultan bir yandan da eğlencesine devam ediyordu. Bir gece Çengi Afet’i gizlice odasına çağırıp eğleniyordu.

Tebdil-i kıyafetle Mustafa Paşa’yı adım adım takip eden Kösem Sultan’ın kethüdası Behram Ağa, yatsı ezanından yarım saat sonra Çengi Afet’le eğlenen Valide Sultan’ın dairesine gitti.

Behram Ağa, eğlenceyi bölerek:

“Affedersiniz Sultanım!” dedi, “Saraya hücum hazırlığı tamamlanmak üzeredir. Şimdi bu saatte Kara Mustafa sarayın etrafında dolaşmaktadır. Eğer arzu ederseniz herifçiği derhal tutuverelim.” dedi.

Kösem Sultan, hasmını mağlup etmek için bu fırsatı kaçırmak istemedi. Derhal oğlunun yanına giderek “Yeniçeriler sarayı basmadan herifi hemen yakalatalım. Yoksa tacını başından alıp vücudunu Âdem’e gönderecekler!” dedi. Padişahın gözleri korkudan fal taşı gibi açıldı. Valide Sultan’ın elini öperek Bostancıbaşına “Şimdi o melunu yakalayıp huzuruma getirin!” diye emretti.

Bu emirle hemen sokağa fırlayan Bostancıbaşı, Kara Mustafa Paşa’yı kimseye görünmeden kucakladığı gibi saraya getirdi.

Tedbiri elden bırakmak istemeyen Kösem Sultan, bu esnada, muhafız kollarını silâhlandırıp sarayı içeriden koruma altına aldırdı.

Kara Mustafa Paşa’nın Bostancıbaşı tarafından yakalandığı duyulur duyulmaz, Yeniçeri Ocağında Mustafa Paşa’yı destekleyenleri bir korku aldı. Çünkü Mustafa Paşa’nın peşine takılacak olan elli altmış kişi, çok az olduklarını görerek, esasen, birer birer ocağa dönmeye ve tehlikeye düşen kellelerini de bu suretle cellâtların yağlı satırlarından kurtarmaya karar verdiler.

Yeniçeriler korkuyla ocaklarına dönerken, Kara Mustafa Paşa, Sultan İbrahim’in huzurunda hiç endişeye kapılmadı. Adamlarına güveni tam olan Paşa kendi kendine, “Ben Padişahı oyalarım. Bu müddet zarfında, ocaktan kazan kaldıran yeniçeriler de sarayı basmış ve beni kurtarmış olurlar,” diyordu.

Sultan İbrahim, Mustafa Paşa’yı karşısında görünce hiddetlendi.

“Bre nankör,” dedi, “Hazineyi soyduğun yetmedi mi? Şimdi de yeniçerileri ayaklandırıp devlete ihanet edersin!” diye haykırdı.

Mustafa Paşa, Padişahın gazabından kurtulmak için, binbir yeminle olayı inkâr etti.

“Ben nankör değilim, Padişahım!” dedi, “Size Kuran üzerine yemin ederim ki, kulunuzun Yeniçeri Ocağıyla en ufak bir alâkası bile yoktur. Ben bu derece hakarete lâyık değilim.”

Sultan İbrahim, eski Sadrazamının sözlerine inanmadı.

Mustafa Paşa’nın başı dik, cesaretle cevap verdiğini gören Padişah, hiddetle yerinden fırladı ve cellâtlara hitaben “Ne duruyorsunuz? Götürün bu melunu!” diye bağırdı.

Padişah dairesinden divanhaneye geçerken, Mustafa Paşa da diğer kapıdan çıkıp gitti.

Bostancıbaşı, eski Sadrazamın idam edileceğini hatırından bile geçirmediği için, Padişahın götürün sözünü dışarı çıkarın olarak yorumlamış ve işin arkasını takip etmemişti.

Fakat yarım saat sonra Padişah, Bostancıbaşını çağırarak:

“Mustafa’nın başı nerede?” diye sordu ve Mustafa Paşa’nın kaçtığını öğrenince hiddetinden küplere bindi.

“Şimdi o godoşu bulup başını gövdesinden ayıracaksın. Yoksa ben senin başını kopartacağım!”

Bostancıbaşı, eski Sadrazamı bulamadığı takdirde kendi kellesenin gideceğini anlayınca, derhal bütün Bostancıları Paşayı aramaları için saraydan yolladı. Cellâtlar sokak sokak aradılar. Şüpheli evleri bastılar. Su mahzenlerine indiler. Fakat Mustafa Paşa’yı hiçbir yerde bulamadılar.

Hâlbuki Mustafa Paşa, Bostancıbaşının gafletinden istifade ederek, Padişahın dairesinden ayrılınca, hemen sarayın bahçesine inmiş ve büyük havuz etrafındaki sazlıkların arasında gizlenmişti.

Yeniçerilerden umduğunu bulamayan Kara Mustafa Paşa, kendi fikrince, cellâtların elinden kurtulduktan sonra, sular kararana kadar sazlıklar arasında kalacak ve gece karanlığından istifade ederek eski cariyelerden birinin evine gidecekti.

Kara Mustafa Paşa, henüz derin bir nefes almışken havuzun etrafında iki kişinin ayak seslerini duydu.

“Eyvah, beni arıyorlar!” dedi. Korkudan yüreği ağzına geldi.

Cellâtlar, Kara Mustafa Paşa’yı bulmakta gecikmediler ve Paşayı sazların arasında yatarken gördüler. Üzerine çullandılar.

Mustafa Paşa cellâtlara karşı koymak istediği için, bir kazma darbesiyle başı yarıldı ve sol gözü kör oldu.

Kara Mustafa Paşa’nın yakalandığı haberini Kösem Sultan’la görüşürken alan Sultan İbrahim, Bostancıbaşıya:

“Melunun başını kesip, şimdi, buraya getirsinler,” dedi.

Aradan on dakika bile geçmeden, cellâtlardan biri Mustafa Paşa’nın kesik başını sakalından tutarak Padişahın huzuruna geldi.

Kösem Sultan, Sadrazamın başını görünce, Paşa’nın bu feci sonuna içten içe üzüldü. Bu hadise yeni Sadrazam için de bir ibret dersi teşkil etti. Sultanzâde Mehmet Paşa esasen lüzumundan çok ağırbaşlı, erdem sahibi bir adamdı. Yerine geçtiği bu adamın feci akıbetinden şahsen bir işe karışmış olduğunu keşfetmekte gecikmedi ve Valide Sultan’a Padişahtan fazla hürmet etmeye başladı.

Sultan İbrahim, kendisine sık sık nasihat eden Sadrazamın kellesini harem kapısı önünde tam beş gün teşhir ettirdi . Bu yolla, “Bana ihanet etmek isteyenlerin akıbetini görün de ibret alın!” mesajını vermiş oldu.

Kara Mustafa Paşa olayı İstanbul uleması arasında ufak bir heyecan oluşturmuşsa da Şeyhülislâm Yahya Efendi vasıtasıyla, bu heyecan da yayılmadan yatıştırıldı.

Yeni Sadrazam Mehmet Paşa, selefinin akıbetine uğramayıp kendisini sevdirmek için ilk iş olarak bir müddet vergi işlerinin ihmal edilmesini emretti. Halkı memnun ederek, kendi lehinde taraftarlar toplamaya çalışıyordu.

Fakat bu ihmal çok sürmedi ve süremezdi. Çünkü saraydaki hasekilere ve kadınlara para, servet ve padişaha samur ve amber lâzımdı.

Mustafa Paşa’nın öldürülmesinden sonra, Kösem Sultan yeniden vaziyete hakim oldu ve devlet işlerini eskisi gibi eline aldı.

Ancak Kösem Sultan’ın icraatlarına zaman zaman engel olmak isteyen Şivekâr Sultan, Kösem Sultan’ın sinirini oynatıyordu. Sarayda onun dışında kimse Kösem Sultan’a karışmaya cesaret edemiyordu.

Üsküdar’da evinin suyunu bile, çeşmeden kendisi taşıyan otuz beşlik bu Ermeni karısı sarayda Padişahın zevcesi olup yerini sağlamlaştırınca, ilk günlerde iltifat ettiği hasekilere fazla yüz vermemeye ve onlarla sık sık düşüp kalkmamaya başlamıştı.

Hatta, Şivekâr Sultan, saraydaki kadınların birbirlerini kıskandıklarını görünce, Padişaha daha fazla hükmetmenin ve diğer hasekilere mağlûp olmamanın yollarını aramaya başlamıştı.

Bu amaçla bir akşam, Turhan Sultan’ı odasına çağırıp;

“Sarayda en çok seni sevdim. Daima seninle görüşmek istiyorum,” dedi.

Şivekâr’ın başına konan devlet kuşunun ihtişamını görmeye bile tahammül edemeyen Turhan Sultan:

“Ben odamda çocuğumla meşgulüm, sizinle sürekli vakit geçirmeme imkân yoktur!” dedi.

Bu cevabı duyan Şivekâr Sultan ısrar etti;

“Peki, ama burada bizi yekdiğerimize yaklaştıracak kuvvetli bir sebep vardır. Sen ve ben İsa ümmetinden değil miyiz?”

Oysa Turhan Sultan, dinini çok önceleri değiştirmişti:

“Ben göğsümde taşıdığım haçı geçen sene havuza attım ve şimdi ellerimi yukarı kaldırdığım zaman İsa yerine Muhammed’i çağırıyorum!” dedi, “Seninle arkadaş olmamıza, bütün bu sebeplerin dışında, onlardan çok daha kuvvetli bir engel var. Kalbim! Çünkü ben de Padişahın eşiyim ve onu seviyorum, seni onun iltifatına nail olurken görmeye dayanamıyorum!” sözlerini Turhan Sultan’ın ağzından duyan Şivekâr Sultan, sözü daha fazla uzatmaya cesaret edemedi.

O günden itibaren, bu iki kadın, bir ipte oynamaya çalışan iki cambaz gibi, daima birbirini atlatarak birbirlerini Padişahın gözünden düşürecek sebepler aramaya başladılar.

Şivekâr Sultan’ın, gün geçtikçe artan nüfuzu ve arasıra Kösem Sultan’a bile meydan okumaya kalkışması, saraydaki bazı kadınların birlik ederek onun aleyhinde konuşmalarına vesile teşkil etmişti.

Hatta Kösem Sultan’la Turhan Sultan da, o günlerde, Şivekâr’a karşı daha samimi ve daha kalabalık bir cephe almaya ve Ermeni karısının sarayda gittikçe artan nüfuzunu kırmaya karar vermişlerdi.

Bir gün, Kösem Sultan, Turhan Sultan’ı dairesine çağırıp;

“Turhan, yavrum! Sen, henüz çocuk denecek yaşta, genç ve tecrübesiz bir kızsın. Seninle mücadele etmekte olan Şivekâr son günlerde, Üsküdar’da ne kadar akrabası varsa, hepsine memuriyetler, köşkler, yalılar, bahçeler hediye etmeye başladı ve Padişahımız bunları seve seve kabul etmeye devam ediyor. Bu tevcih ve ihsanlara bakılırsa, Şivekâr’ın Sultan İbrahim’i tamamıyla avucunun içine aldığı anlaşılıyor. Bugün, Şam vilâyetinin gelirlerini almaya başlamış olan bu mendebur kadının, yarın, daha zengin vilâyetlerimize de el uzatması işten bile değil. Ben bu kadının hakkından gelmek için bir çare buldum. Senin de yakinen tanıdığın Hamza Bey’in bizi bu dertten kurtaracağını düşünüyorum. Hamza Bey, çok cesur bir gençtir. Ona mühim bir şey vaat edelim ve Şivekâr’ın vücudunu ortadan kaldırmasını kendisinden rica edelim.” dedi.

Turhan Sultan, bu teklif karşısında şaşaladı.

“Peki ya bu tekmenin bizden geldiği anlaşılırsa?”

“Hamza bu işi kimseye belli etmeden yapmalıdır.”

“Fena bir fikir değil, Sultanım! Bu şirretin elinden ve dilinden bir an önce kurtulmalıyız.”

“Ben bu fikrin husulünü en ziyade senin selâmetin için istiyorum. Fakat ben Hamza’ya böyle bir iş teklif edemem. Bu karar ve arzumuzu ona, gizlice, sen söylemelisin!”

Turhan Sultan “Peki,” diyemedi. Düşündü. Kösem Sultan, genç kadının tereddüdünü çok normal karşıladı.

“Yavrum,” dedi, “ben sana git de Şivekâr’ı öldür demiyorum. Onu öldürebilecek adamın kim olduğunu söylüyorum. Eğer karşında sürekli Şivekâr’ı görmek ve her gün onunla mücadele etmek istemiyorsan, bu işi bir an evvel bitirmelisin!”

Turhan Sultan, Şivekâr’ı mağlûp edecek herhangi bir fikir ve kararı yerine getirmek için taraftar görünmeye mecburdu. Turhan Sultan:

“Hamza Bey’i nasıl görebilirim?” diye sordu.

Aslında Valide Sultan bu planına, Turhan Sultan’ın zannettiği kadar inanmıyordu. Valide Sultan, başka hedeflerin peşindeydi. Evvelâ, bu teklifi ile Turhan’ın böyle bir cinayete âlet olup olamayacağını, bu sayede de Hamza Bey’le münasebetinin derecesini anlamak istiyordu. Ayrıca, Turhan bu işi kimseye sezdirmeden yapmaya muvaffak olursa kendisini de himaye edecekti. Çünkü Şivekâr’ın vücudunun ortadan kaldırılması demek, Kösem Sultan’ın eski hüküm ve nüfuzuna sahip olması, oğlu İbrahim’e daha fazla söz geçirmesi demekti. Bu bakımdan bu planla birçok iş başarmış olacaktı.

Eğer Hamza Bey işi kabul ederse Kösem Sultan, o gece, sarayda bir havuz âlemi, bir altıntop eğlencesi tertip ederek Padişahı oyalayarak cinayetin önemini kaybettirmeye çalışmayı düşünüyordu.

Valide Sultan tüm bunları kafasında tasarlarken, Turhan Sultan’ın Hamza Bey’i nasıl görebilirim şeklindeki sorusuna tebessümle başını sallayarak;

“Behram’ı senin emrine vereyim. Ona işin iç yüzünü anlatmamak şartıyla her şeyi söyler ve istediğini yaptırabilirsin! Vakit geçirmeye gelmez. Hemen bugünden işe başlamalı ve Behram’ı gönderip Hamza’nın nerede olduğunu araştırmalısın!” dedi.

* * *

“Gözümün içine neden bakmıyorsun, Sultanım! Sizi görmeyeli hayli zaman oldu! Beni şimdiye kadar niçin hatırlamadınız? Özlemediniz mi yoksa?”

“Bir türlü fırsat bulamadım. Sana olan aşkımın gittikçe derinleştiğini hissediyorum, Hamza! Seni bundan sonra her gün görmek istiyorum.”

“Her gün görmek… Bu, imkânsızdır. Çünkü benim her gün hareme girip çıktığımı Kızlarağası görecek olursa, derhal Kösem Sultan’a haber verir. Hem, siz beni niçin Behram Ağa ile çağırttınız? Onun esen rüzgârları bile Valide Sultan’a haber veren gammaz bir adam olduğunu bilmiyor musunuz?”

“Bana sadakati vardır. Sözümden dışarı çıkmaz!”

“Kösem Sultan’ın kâhyasını ben sizden iyi tanırım, güzelim! Onun sağı solu belli olmaz. Bu gün beyaz dediği şeye, sultanı siyah demişse, o şey derhal siyah olur. Ben böyle renksiz insanlarla konuşmaktan çekinirim. Ve size de tavsiye ederim. Bu herife iltifat ve itimat etmeyiniz.”

Turhan Sultan, Kösem Sultan’la yaptıkları planı bir türlü söylemeye cesaret edemiyordu.

Behram Ağa’ya ve Kösem Sultan’a karşı bu derece güveni olmayan Hamza’ya, Turhan Sultan, Şivekâr aleyhinde hazırlanmış facia planını nasıl söylemeye cesaret edebilirdi?

Aradan biraz zaman geçtikten sonra kendisini cesaretlendirmeye çalışan Turhan Sultan, Hamza’nın zayıf tarafının kendi aşkı olduğunu bildiğinden, bir tek buna güvenerek planı Hamza Bey’e söylemeye karar verdi.

“Hamza, sana mühim bir meseleden bahsetmek istiyorum. Ben sarayda çok zor ve tehlikeli bir vaziyete düştüm. Bu vaziyetten beni ancak sen kurtarabilirsin!” dedi.

Hamza Bey, sevgilisinin söylediklerini aşkla dinliyordu.

“İçine düştüğünüz bu tehlikeli vaziyeti bana anlatınız, Sultanım!” diyerek iyice sevgilisine sokuldu.

Turhan Sultan biraz çekinerek:

“Senden bir fedakârlık isteyebilir miyim, Hamza?” dedi.

Hamza Bey tereddütsüz:

“Sizin herhangi bir tehlikeden kurtulmanız için canımı fedaya hazırım, Sultanım!” dedi.

Bu cevaptan güç alan Turhan Sultan:

“Bu kadar büyük fedakârlığa ihtiyaç yok. Bir başkasının ölümü, beni bu tehlikeli vaziyetten kurtar maya yeterli olacaktır.” dedi.

“Başkasının ölümü mü?”

“Evet. Ve bunu bir tek sen yapabilirsin!”

“Sizi bu derece korkutan adamın kafasını derhal koparmakta tereddüt etmeyeceğimden emin olunuz, Sultanım!”

“Zaten, ben de senin, beni kalben sevdiğine, ancak bu fedakârlığına şahit olduktan sonra inanacağım.”

“Aşkımdan şüphe etmeyiniz Sultanım! Ben, sizi sevdiğim günden beri, aklını kaybetmiş bir serseri gibi dolaşıyorum. Ne yaptığımı, ne yediğimi, ne söylediğimi bilmeden yaşıyorum.”

“Fedakârlıklarla takviye edilmeyen aşklar, bence, en hafif esen bir hazan rüzgârı karşısında bile sarsılır, söner gider.”

“Size biraz evvel de söyledim ya, Sultanım! Bana ismini verin bu hilekârın. Hemen gidip kellesini gövdesinden ayırayım.”

“Sözünden dönmeyeceksin, değil mi?”

“Ben tükürdüğümü yalayan kancıklardan değilim. Beni hâlâ tanıyamadınız mı?”

“Fakat dikkat et, bu sır ölünceye kadar aramızda kalacak. Eğer günün birinde ağzından bir lâf kaçırırsan, ikimiz de cellâdın palası altında can verdik demektir.”

“Merak etmeyin. Benim adım Behram değil! Ben sarayda daima ağzı kilitli gezerim.”

“Onu ne vakit ve nasıl öldüreceksin?”

“Eğer kuvvetli biriyse, tuzağa düşürünceye kadar çalışacağım.”

“Kolları zayıf ve korkak bir kimseyse?”

“Derhal! Beş dakikada başını yere düşürürüm. Hem siz benim, çardaktan sarkan dalından asma kabağı keser gibi bir vuruşta, insanın kafasını gövdesinden ayırdığımı görmediniz değil mi?”

Bu cevabı işiten Turhan Sultan’ın tüyleri ürperdi. Bir an içinde cellâtlarla sevişen kadınların halini hayal etti ve kendine acıdı. Peri masalı adeta bitmişti. Fakat kendisine bu derece fedakârlık göstereceğini vaat eden bir erkeğe karşı sahte de olsa samimi davranmaya mecburdu.

“Beni bu kadar çok sevdiğini ümit etmiyordum, Hamza!” dedi, “Şimdi biraz daha gözüme girdin!”

Hamza Bey, bu kelimelerin altında gizlenen alaycılığı farketmedi.

“Haydi, Sultanım, kimdir bu mendebur?” dedi. “Çabuk söyleyin. Onu mademki idama mahkûm ettiniz. Bu lâtif ve temiz havayı daha fazla teneffüs etmesine müsaade etmeyelim!”

Şivekâr’ın ismini söylemeye bir türlü cesaret edemeyen Turhan Sultan, yanında duran zakkum saksısından bir çiçek kopardı. Yapraklarını yolarak avucunun içinde ovuşturdu. Ufaladı ve yere attı.

“Onu böyle bir anda mahvolmuş görmek istiyorum, Hamza! O, Padişahı bile avucunda oynatıyor. Sen ve ben, hepimiz onun esiri, oyuncağıyız!”

Turhan Sultan’ın ağzından ismi bir çırpıda alamayacağını anlayan Hamza Bey, öldüreceği kişiyi tahmin etmeye çalıştı:

“Kösem Sultan’dan mı bahsetmek istiyorsunuz yoksa? Eğer bana onu öldürtmek istiyorsanız, o, sizin zannettiğiniz kadar zayıf biri değildir!”

Turhan, iradesini kaybetmiş bir çılgın gibi, gözlerini açarak haykırdı.

“Sus, Hamza! O kadar iyi bir kadın hakkında, bu derece fena düşünmeni istemem!”

“Anladım, Sultanım! Anladım. Öldürmek istediğiniz kadının kim olduğunu anladım. Ben Padişahı bile sizin için belki öldürebilirim. Fakat Kösem Sultan’ı öldüremem.”

“Sus diyorum, Hamza! Ben sana onun ismini vermedim. Ben sana başka bir kadından bahsediyorum!”

“Saklama, sevgili Sultanım! Saklama. Siz bana ondan bahsediyorsunuz. Fakat ben ondan korkarım. Kılıcım yalnız onu kesemez.”

Turhan Sultan korkusundan tir tir titriyordu. Hamza Bey’e Şivekâr’ın adını söyleyemeyeceğini iyice anladı. Fakat Hamza Bey’in Kösem Sultan’ı kastettiğini düşünmesi çok kötü olmuştu. Onu bu düşünceden nasıl vazgeçereceğini düşünürken aklına öldürmek istediği kişiyi cariyelerin arasından birisi olarak göstererek bu işten sıyrılabileceği geldi. Hemen bu fikrini uygulamaya koydu:

“Son günlerde beni fazla rahatsız eden kadın Kösem Sultan değil, onun nedimesi Ferahfeza’dır,” dedi ve kendini tutamayarak ağlamaya başladı.

Turhan Sultan’ın aklına direkt Ferahfeza’nın isminin gelmesi oldukça tuhaftı. Çünkü Ferahfeza oldukça sessiz, sakin, terbiyeli bir kızdı. On sekiz yaşında, marifetli, uzun boylu, ince belli, buğday tenli olan Ferahfeza, Kösem Sultan’dan başkasını tanımayan, Padişahın dairesine bir kere bile geçmemiş bir kızcağızdı.

Hamza Bey’in yanlış anlaması Ferazfeza’nın ölümüne mi sebep olacaktı?

Turhan Sultan, bu ismi söylediğine çok pişman oldu fakat iş işten geçmişti, söz ağızdan bir kere çıkmıştı.

Hamza Bey, birden oturduğu yerden fırlayarak:

“Beni burada bekleyiniz, Sultanım! Size şimdi onun başını getireceğim,” deyip çıktı gitti.

Turhan Sultan, Hamza Bey’in arkasından hayretle baktı.

“Yalan söyledim. Gel. Gitme!” diye bağırmak geçti içinden fakat Hamza Bey, çoktan sarayın loş dehlizleri arasına karışarak gözden kaybolmuştu.

Turhan Sultan, çok tehlikeli bir işe girdiğini anlamıştı.

Şimdi ne yapacaktı?

Odasında yalnız kalınca düşünmeye başladı.

Şimdilik Şivekâr Sultan’ı öldürme imkânı yoktu. İsmini söyleyemezken Hamza Bey’in aklına bile gelmemişti. Demek o kadar öldürülmez bir kadındı Şivekâr.

Kendi kendine konuşmaya başladı.

“Hamza, içi sırlı bir küp gibi, her şeyi içinde saklayan bir gençtir. Ferahfeza’yı öldürse bile, bunu ondan ve benden başka kimse bilmez. Ve o vakit, bana çok daha fazla âşık olacağı için, kendisini kolaylıkla tahrik edebilirim. Demek ki Şivekâr’ın mezara gitmesi için, ondan evvel Ferahfeza’nın kurban gitmesi lazımmış.”

Turhan Sultan, yavaş yavaş kendini teselli etmeye çalışıyordu. Hamza’nın bu fedakârlığı Turhan’ı memnun etmişti. Hamza Bey’in senin uğrunda canımı fedaya hazırım sözü, sarayda entrika çevirmek isteyen bir kadın için elbette ihmal edilemezdi.

* * *

Hamza Bey, Turhan Sultan’ın dairesinden çıktıktan sonra az bir zaman geçmişti ki Valide Sultan, Turhan Sultan’ın dairesine geldi.

Sabah Sadrazam Mehmet Paşa’yla kavga ettiği için sinirli olan Valide Sultan:

“Turhan” diyerek söze başladı; “Ben şimdi Mehmet Paşa’nın yanına gidiyorum. Şivekâr, bu adamla benim aramı açtı. Bu sabah kendisiyle başlayan kavgamızı tatlıya bağlamaya çalışacağım.”

Turhan Sultan, birazdan Hamza Bey’in geri döneceğini bildiğinden Valide Sultan’ı dairesinden uzaklaştırmak için;

“Ben de biraz sonra Hamza ile o iş hakkında görüşmek üzere Behram Ağa’nın odasına gideceğim!” yalanını uydurdu.

“Aman Turhancığım, bu işi bugün ne yap ne et hallet. Çünkü Şivekâr, sarayda, dondurucu bir poyraz gibi her saat esmeye başladı.”

“Merak etmeyin, Sultanım! Ben Hamza’yı ikna etmek için elimden geleni yapacağım.”

“Turhan! Ben bu işin aksi tarafını da düşünüyorum. Eğer Hamza bu işi üzerine almaz, Şivekâr’ı öldürmek istemezse ne yapacağız?”

Sohbetin uzayıp daha fazla yalan söylemesine sebebiyet vermek istemeyen Turhan Sultan:

“Ben bu ihtimali düşünmedim, Sultanım. Hamza, Şivekâr’ın vücudunun ortadan kalkmasına taraftar görünürse, onu öldürmekte tereddüt etmez diye düşünüyorum” dedi.

“Şivekâr’dan çekinmesi ihtimali bu gece, beni sabaha kadar uykusuz bıraktı. Kendi kendime eğer dedim, bu işi Hamza yapamazsa, acaba Turhan becerebilir mi?

Kösem Sultan bu sözü söylerken, gözünün ucuyla da Turhan Sultan’ın yüzündeki manaları anlamaya çalışıyordu.

Valide Sultan’ı odadan göndermenin yollarını arayan Turhan Sultan, ilk başta bu sözün ne maksatla söylendiğini anlayamadı.

“Düşmanımı öldürmekte hiçbir zaman tereddüt etmem!” diye cevap verdi.

Kösem Sultan, ayakta sözüne devam etti.

“Bu kadının vücudu ortadan kalkarsa hepiniz rahat edersiniz!”

“Padişah bir şey hissetmez mi, Sultanım?”

“Ben şimdiden, Padişaha takdim edilmek üzere yeni cariyeler hazırladım.”

”Efendimiz son günlerde şişman kadınlardan hoşlandığı için, yeni cariyelerin de şişman olması ve Şivekâr’ı aratmaması gerekiyor Sultanım.”

На страницу:
3 из 4