bannerbanner
Beyaz muhafız
Beyaz muhafız

Полная версия

Beyaz muhafız

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
6 из 7

“Moskova Üniversitesi’ne mi gidiyordu?”

“Şey, hayır ama bir yerlerde öğrenciydi…”

“Alakası yok. İvan İvanoviç tanırdı onu. Taraşça’da öğretmenlik yapıyordu.”

Kahretsin, belki de Malaya Bronnaya’da yürüyen o değildi, o kadar karanlık ve sisliydi ki o gün… Kim bilir? Gitar… Güneş altındaki bir Türk… Nargile… Gitardan gelen akorlar, hepsi öylesine belirsiz ve muğlaktı ki. Tanrım, o günlerdeki karmaşa ve belirsizlik… Muhafız Harp Okulu çocuklarının uygun adım yürüyerek geçişleri, kan lekesi gibi gölgeli pusuda bekleyen çehreler, koşuşturan belli belirsiz görüntüler, dağınık, uçuşan saçlarıyla kızlar, silah sesleri, kar ve gece yarısı Aziz Vladimir’in haçının üzerindeki ışık.

Uygun adım yürüyüşleri ve söyledikleri şarkılarMuhafız Harbiyelilerin,Çalınan trampetler ve davullarZiller…

Ziller çalıyor, mermiler çelikten bülbüller gibi ölüm ıslığı çalıyor, askerler insanları tüfekleriyle öldüresiye dövüyor, siyah pelerinli Ukraynalı süvariler kızgın atlarıyla geliyorlar.

Kıyameti çağrıştıran bu rüya, Aleksey Turbin’in yatağının başucuna bir gürültüyle hücum ediyor, o uyurken solgun, terli bir tutam saç alnına yapışmış duruyor, pembe abajurlu lamba hâlâ yanıyordu. Bütün ev uykudaydı. Kütüphaneden Karas’ın horlama sesleri, Nikolka’nın odasından ise Şervinski’nin ıslığa benzer nefes alış verişleri duyuluyordu… Karanlık, kafaları karışık insanlar… Aleksey’in yatağının yanında, yerde açılmış ama okunmamış bir Dostoyevski duruyordu. Elena mışıl mışıl uyurken Ecinniler’in karakterleri geleceğe dair kötü kehanetlerde bulunuyorlardı.

“Beni dinle: Öyle birisi yok. Şu Simon Petlyura denen adam hiç var olmadı. Öyle bir Türk de yok, Malaya Bronnaya’da ferforje demirden sokak lambası direğinin altında gitar falan da yok, hiçbir zaman Zemstvo Birliği’nde de bulunmadı, bunların hepsi saçmalık.” Olan şu ki, o korkunç 1918 yılının belirsizliği ve karışıklığı içinde böyle bir efsane ortaya atıldı ve büyüdü.

…Fakat başka bir şey daha vardı –güçlü bir nefret. Ortada dolaşan 400 bin Alman ve 400 binin kırk katı kadar da öfkesi bastırılamayan köylü vardı. Bugün bu öfkeye sahip olmak için geçerli bir nedenleri vardı. Genç Alman üsteğmenler sopalarla yüzlerine vurmuş, itaatsizlik eden köyler şarapnel yağmuruna tutulmuş, Ataman’a bağlı Kazaklar tarafından sırtlarına tüfek harbileriyle vurulmuştu. Alman ordusunun binbaşıları ve teğmenleri tarafından kağıt parçalarına imzalanmış borç senetlerinin üzerinde şunlar yazılıydı:

“Bu dişi Rus domuzuna, domuzcuğu için yirmi beş mark öde.” Bu pusulaları şehirdeki Alman karargahına getirenlere alaycı bir şekilde gülünüyordu. El koyulan atlar, haczedilen tahıllar, Ataman’ın yönetimi altındaki mal varlıklarını geri almak için dönen şişman suratlı toprak sahipleri. “Rus Subayları” dendiğinde bütün harfler kabaran bir nefretle tınlıyordu.

Durum bundan ibaretti.

Bir de Ataman’ın uygulamaya koyması beklenen toprak reformu vardı… Ne yazık ki bu da 1918 yılının Kasım ayındaydı. Şehrin çevresindeki silah sesleri ilk duyulmaya başladığı zaman. Aralarında Vasilisa’nın da olduğu pek çok izan sahibi insanın, köylülerin de Ataman Bey’den adeta kuduz bir köpekmiş gibi nefret ettiklerini nihayet anladığı zaman. Ve köylülere göre Ataman’ın sözde “reform” dediği şey, toprak sahiplerinin menfaatine olan bir dalavereydi. Yapılması gereken köylülerin yüzyıllardan beri özlemini duyduğu gerçek bir reformdu:


Bütün toprakların köylülere dağıtılması.

Kişi başı bin iki yüz dönüm.

Toprak sahibi diye bir şey olmadan.

Bu bin iki yüz dönümlük toprak için doğru dürüst bir tapu, bu malın kalıcı sahipliğinin dededen babaya, babadan oğula geçeceğini ve böyle devam edeceğini gösteren, üzerinde yetkili mercilerin mührü bulunan resmi bir belge.

Şehirden gelip tahıl isteyen çakallar olmayacak. Tahıl bizim olacak. Bizden başka hiç kimse sahip olmayacak ve yemediğimizi toprağa gömeceğiz.

Şehir bize gazyağı sağlayacak.


Hiçbir Ataman -ya da başka biri- bu gibi reformları yapamaz, yapmaz. Ortada dolaşan bazı arzulu söylentilere göre hem Ataman’ın, hem de Almanların icabına bakabilecek tek güç Bolşeviklerdi. Gelgelelim Bolşevikler de onlardan daha iyi bir halt değillerdi: Bir avuç Yahudi ve komiser. Ukrayna’nın zavallı köylüleri için durum ümitsizdi, hiçbir tarafta kurtuluş yoktu.

Fakat ülkede savaştan yeni dönmüş, bizzat o nefret ettikleri Rus subayları tarafından silah kullanma eğitimi verilmiş on binlerce adam vardı. Alman askerî mahkemeleri tarafından uygulanan yargısız adalete, havalarda uçuşan tüfek harbilerine ve şarapnel ateşine rağmen toprak altına gömülmüş, ot yığınlarının arasına ve ahırlara saklanmış ve teslim edilmemiş yüz binlerce tüfek, aynı toprağa gömülmüş milyonlarca fişek, her beş köyden birinde gizlenmiş bir tanksavar, iki köyden birinde makineli tüfekler, bütün küçük kasabalarda saklanmış bombalar, ordu paltoları ve kürk kalpaklarda dolu gizli depolar vardı.

Ve aynı küçük kasabalarda, kaderleri Rusya ordusunda teğmen olarak çizilmiş sayısız öğretmen, hastane hademesi, küçük çiftlik sahibi, bu topraklarda doğmuş Ukraynalı adlarıyla kurmay yüzbaşılar -hepsi Ukraynaca konuşan ve hepsi de Rus toprak sahiplerinden ve Moskovalı makamlardan kurtulmuş, hayallerindeki Ukrayna’nın özlemini duyan- ve binlerce Avusturya Galiçya Cephesi’nden dönmüş savaş mahkumu vardı.

Bunların hepsine bir de on binlerce köylü eklenince, sonuç ancak bela olabilirdi…

Bir de şu mahkum vardı… Gitarlı adam mıydı, Cohen’in tütün dükkanındaki adam mı, Simon mu, bir defalık Zemstvo memuru mu? Hepsi saçmalıktı elbette. Öyle bir adam yoktu. Palavra, tam bir uydurma, katkısız bir serap. Fakat bilge Vasilisa, o Kasım günü dehşet içinde başını ellerinin arasına alıp “Quem deus vult perdere, prius dementat!”7 diye feryat ederek Petlyura’yı o iğrenç şehir hapishanesinden çıkarıp serbest bıraktığı için Ataman’a küfrettiğinde artık çok geçti.

“Saçmalık, bu mümkün değil” dediler. “O Petlyura olamaz, başka biridir. Hayır o başka birisi.”

Fakat işaretlerin zamanı artık geçmişti. İşaretler yerlerini olaylara bıraktı. İkinci kritik olay efsanevi bir karakterin hapisten çıkması kadar küçük bir olay değildi. O kadar büyük bir olaydı ki tüm insanlık gelecek yüzyıllar boyunca bunu hatırlayacaktı. Uzaklarda, Batı Avrupa’da şalvarımsı kırmızı pantolonları içindeki Galya horozları, çelik grisi Almanları sonunda ele geçirmişlerdi. Korkunç bir manzaraydı: Kafalarında kukuletalarıyla savaşçı horozlar, zaferleriyle övünüyorlardı. Zırhlı birlikler halindeki Almanların üzerine akın etmiş, zırhlarına vurdukları pençeleriyle hem zırhlarını, hem de altındaki et parçalarını koparıp almışlardı. Almanlar çaresizce savaştılar, süngülerinin uzun bıçaklarını hasımlarının deri kaplı göğüslerine sapladılar ve dişlerini sıktılar. Ama fazla direnemediler ve Almanlar –o meşhur Almanlar!– merhamet dilediler.

Sonraki olay bununla yakından ilintiliydi ve doğrudan bunun yol açtığı bir gelişmeydi. Bütün dünya hayretler içerisinde, uçları tıpkı on beşlik çiviler gibi yukarı doğru kıvrık bıyıkları en az kendi adı kadar meşhur, içinde bir kıymık dahi bulunamayacak, o saf çelikten mamul adamın görevinden azledildiğini öğrendi. İmparatorluk mevkisinden alınmıştı. Şehirdeki herkes korkudan titredi: Her bir Alman subayının pahalı malzemelerden üretilmiş mavi-gri üniformaları birer paçavraya dönüşürken yüzlerindeki rengin kayboluşunu izlediler. Şehirde bütün bunlar birkaç saat içinde cereyan etti. Bütün Almanların yüzleri soldu, subayların tek camlı gözlüklerindeki ışıltı kayboldu ve o geniş yuvarlak camların ardında yoksulluktan başka bir şey kalmadı.

Durumun gerçekliği, ellerinde ham deriden yapılmış bavullarıyla Bolşevik kampını çevreleyen dikenli tellerin üzerinden atlayıp kaçarak şehre sığınmış, üst seviyede zekaya sahip erkeklerin ve onların zengin karılarının kafalarına o anda nüfuz etmeye başladı. Bu akıbetin onları kaybeden tarafla ilişkilendirdiğinin ayırdına vardıklarında yürekleri korkuyla doldu.

“Almanlar kaybetti” dedi, domuzun biri.

“Kaybeden biziz” dedi, zeki olan domuz.

Ve Kiev halkı bir şeyin daha farkına vardı. Ancak daha önce kaybetme hissini yaşamış biri bu kelimenin gerçek anlamını bilirdi. Parti yapılan evde elektriklerin kesilmesi gibi bir şeydi. Canlı ve habis yeşil renkli küfün, duvar kağıdının üzerinde ağır ağır ilerlediği bir oda gibi, raşitizm hastası çocukların ziyan olmuş bedenleri gibi, kokuşmuş yemek yağı gibi, karanlıkta bağıra çağıra ağıza alınmayacak küfürler eden kadınların sesleri gibi. Uzun lafın kısası, ölüm gibi bir şeydi.

Tabii ki Almanlar Ukrayna’dan ayrılacaklardı. Bunun sonucu olarak şehirdeki insanlardan bazıları kaçmak zorunda kalacak, diğerleri ise şehirde kalacak ve şehrin yeni, kim olacağı tahmin edilemeyen davetsiz misafirleriyle yüzleşeceklerdi. Elbette bazıları da şüphesiz ölmek durumundaydı. Kaçıp gidenler ölmeyeceklerdi. O halde ölecek olanlar kimlerdi?

Sonbahar geçip mevsim kışa dönerken, ölüm ilk karın yağışıyla birlikte Ukrayna’ya geldi. Ormandan makineli tüfek sesleri gelmeye başladı. Ölümün kendisi görünmezliğini koruyor, fakat hata yapmaz habercisi, ham bir dalga, soğuk ve karın arasında dolaşan cinnet geçirme halinin dizginsiz hoyrat öfkesi, parçalanmış ağaç ayakkabılardaki öfke, mat renkli saçlarındaki samanlar halinde uğuldayan bir öfke gibi her yana yayılıyordu. Ellerinde kocaman bir sopa tutuyordu, anlaşılan o sopa olmadan Rusya’da büyük bir değişiklik olabilmesi söz konusu değildi. Kimi yerlerde “kızıl horozun ötüşü”, çiftliklerin ve ot yığınlarının ateşe verilmesi ile kendini gösterirken, kimi yerlerde mor renkli gün batımında Yahudi bir hancının cinsel organından asılması biçiminde tezahür ediyordu. Polonya’nın güzel başkenti Varşova’da tuhaf görüntüler de oluştu: O, Henryk Sienkiewicz8 kaidesinin üzerinde acımasız bir hoşnutluk ile gülümsüyordu. Çok geçmeden adeta cehennemdeki bütün iblisler salıverildi. Hemen yanlarında bulunan, pencereleri tüfek ateşiyle kırılıp dökülen okul binalarında insanlar devrim şarkıları söylerlerken, rahipler küçük kiliselerinin çanlarını, kilisenin kubbelerini sallarcasına çaldılar.

İnsanı boğan bir belirsizliğin kol gezdiği bir zaman ve yerdi. Cehhenneme kadar yolu vardı! Hepsi uydurmaydı! Petlyura bir uydurmaydı. Öyle biri yoktu. Tıpkı eskiden sözü edilen var olmamış Napolyon Bonapart gibi müthiş bir uydurma. Ama ondan çok daha renksiz. Fakat bir şeyler yapılması gerekiyordu. Bu dizginsiz köylülerin öfkesi öyle ya da böyle bir yola kanalize edilmeliydi, çünkü bunu yok edecek bir sihirli değnek yoktu.

Aslında her şey çok basitti. Sorun vardı, fakat bu sorunu giderecek adamlar bulunamıyordu. Derken Yüzbaşı Toropetz ortaya çıktı. Avusturya ordusundan daha aşağı bir yerden gelmediği anlaşıldı…

“Ciddi olamazsın!”

“Seni temin ederim ki öyle.”

Onun ardından Vinniçenko adında bir yazar peyda oldu. Bu yazar iki şey ile ünlüydü – romanlarıyla ve 1918 yılının başında kaderin onu Ukrayna adındaki sorunlu deniz yüzeyine savurması ve bunun üzerinden bir saniye geçmeden St. Petersburg’un hiciv gazetelerinin onu bir hain olarak damgalamasıyla.

“Hak ettiği cezayı buldu…”

“Ben o kadar da emin değilim. Bir de şu hapishaneden salıverilen gizemli adam var.”

Eylül ayı geldiğinde bile şehirdeki hiç kimse, bilinen tek meziyetleri, Belaya Çerkov gibi silik bir yerde, tam da doğru zamanda ortaya çıkmak olan bu üç adamın neyin peşinde olduğunu bilmiyordu. Ekim ayında, Alman subaylarla dolu o ışıl ışıl trenler şehirden yola çıkarak yeni kurulan Polonya devleti denen boşluğa, oradan da Almanya’ya doğru giderken insanlar onlar hakkında çılgınca tahminlerde bulunuyorlardı. Telgraflar havada uçuştu. Onlarla birlikte elmaslar, kurnaz gözler, arkaya doğru yapıştırılmış saçlar ve para da gitti. Güneye doğru kaçtılar, güneyden de deniz kıyısındaki Odessa şehrine. Kasım ayı geldiğinde ne yazık ki herkes neyin yaklaşmakta olduğunu korkunç bir kesinlikle biliyordu. Telgraf formlarının gri renkli kağıtlarındaki Petlyura kelimesi bütün duvarlarda yankılandı. Sabahları gazetelerden kahvelerin içine düştü ve tropik bitkiden yapılan içecekler bir anda iğrenç kahverengi bulaşık sularına dönüştü. Bu kelime, dilden dile dolaştı, telgraf operatörünün parmakları tarafından mors alfabesi ile kodlandı. Almanların “Peturra” şeklinde yanlış olarak telaffuz ettikleri o isim sayesinde şehirde olağanüstü şeyler meydana gelmeye başladı.

Şehrin varoşlarında, sarhoş bir şekilde tek başına, sallana sallana dolaşmak gibi kötü bir alışkanlıkları olan Alman askerleri geceleri ortadan kaybolmaya başladılar. Bir gece ortadan kayboluyor, ertesi gün de öldürülmüş olarak bulunuyorlardı. Bu kanunsuzluklara bir son vermek için şehrin değişik yerlerine ellerinde fenerlerle ve başlarında metal başlıklarla dolaşan Alman devriyeler gönderilmeye başlandı. Fakat insanların zihinlerinde şekillenmeye başlayan şüpheleri yok etmeye hiçbir fenerin aydınlığı yetmezdi.

Wilhelm. Dün üç Alman öldürüldü. Tanrım, Almanlar gidiyorlar, duydun mu? İşçiler Moskova’da Troçki’yi tutuklamış. Bir grup orospu çocuğu Borodyanka yakınlarında bir treni durdurup tamamen soymuş. Petlyura Paris’e bir elçi göndermiş. Tekrar Wilhelm. Odessa’da siyahî Senegalliler varmış. Gizemli bilinmeyen bir isim, Consul Enno. Odessa. General Denikin. Yeniden Wilhelm. Almanlar gidiyor, Fransızlar geliyor.

“Bolşevikler geliyor, kardeşim!”

“Böyle şeyler söyleme!”

Almanların, üzerinde hareketli ibresi olan özel bir cihazı varmış. Cihazı yere koyuyorlarmış ve eğer toprağın altında gömülü silah varsa ibre sallanarak dönüyormuş. Bu sadece bir şakadan ibaret. Petlyura Bolşeviklere bir elçi göndermiş. Bu daha da saçma bir şaka. Petlyura. Petlyura. Petlyura. Peturra…

Peturra denen bu adamın Ukrayna’da ne yapmak istediğini bilen tek bir kişi bile yoktu. Bir yandan da herkes onun gizemli ve kimliği meçhul olduğundan (hatta gazeteler sürekli birbirinden farklı Katolik piskoposların fotoğraflarını yayınlayıp Simon Petlyura diye başlık atıyordu) ve Ukrayna’yı zapt etmek istediğinden emindi. Bunun için ilerleyecek ve şehri ele geçirecekti.

VI

Madam Anjou’nun mağazası Le Chic Parisien şehrin tam göbeğinde, Tiyatro Caddesi’nde, Opera Binası’nın arkasında, çok katlı büyük bir binanın birinci katındaydı. Caddeden üç basamak yukarı çıktıktan sonra girilen mağazanın cam kapısının iki yanındaki geniş vitrin camlarının üzerinde tozlu tüller asılıydı. Madam Anjou’nun başına ne geldiğini ya da mağazanın neden böylesi ticaret yapılmayan bir hale büründüğünü hiç kimse bilmiyordu. Sol kanatta renkli bir kadın şapkası çizimi ve üzerinde altın renkli harflerle “Chic Parisien” yazısı vardı. Fakat sağ kanatın iç tarafına sarı renkli kartondan bir poster yapıştırılmıştı. Posterin üzerinde Topçu Birliği’nin birbiriyle çapraz konumdaki toplardan oluşan amblemi vardı. Üzerinde ise şu sözler yazılıydı:

“Kahraman olmayabilirsiniz -ama mutlaka gönüllü olmalısınız.”

Çapraz topların altında da şöyle yazıyordu:

“Havancı Alayı için gönüllü olanlar adlarını buraya yazabilirler.”

Mağazanın önünde park halinde bakımsız ve kirli sepetli bir motosiklet duruyordu. Yuvarlak bir kapı tokmağı olan kapı sürekli açılıp, çarparak kapanıyor, her açıldığında da çok hoş bir çan sesi duyuluyor –trrring-trrring– ve bu ses Madam Anjou’nun eski güzel günlerini anımsatıyordu.

Mişlayevski ve Karas, Aleksey Turbin’in evinde birlikte sarhoş oldukları gecenin sabahında hemen hemen aynı anda kalktılar. Her ne kadar saat biraz geç olsa da -işin aslı öğle civarıydı-tamamen ayık kafalarla uyanmalarına çok şaşırdılar. Görünüşe bakılırsa Nikolka ve Şervinski çoktan gitmişlerdi. Şervinski Merkez Karargahtaki görevine dönerken Nikolka da sabah çok erken saatlerde içinde ne olduğu bilinmeyen bir bohça hazırlayıp parmak uçlarında yürüyerek evden sıvışmış ve bağlı olduğu Piyade Birliği’ne gitmişti.

Mişlayevski, Anyuta’nın mutfağın arkasındaki odasına giderken üstünü çıkardı. Perdenin arkasına gizlenmiş termosifonlu banyo bölmesine girip boynuna, sırtına ve kafasına buz gibi soğuk suyu boca etti ve keyifli bir ürperti ile bağırmaya başladı. “Ah! Oh! Enfes!” Kendisiyle birlikte çevresindeki bir metrekare çapındaki her yeri de yıkadı. Sonra kendini Türk havlusuyla kuruladı, giyindi, saçına briyantin sürdü, saçlarını taradı ve Aleksey’e,

“Eee, Alyoşa… Bana bir iyilik yapıp mahmuzlarını ödünç verir misin? Eve gitmeyeceğim ve mahmuzlarım olmadan dolaşmak da istemiyorum” dedi.

“Çalışma odasındalar, masanın sağ çekmecesinde.”

Mişlayevski çalışma odasına gitti. Beceriksizce etrafı arayıp taradı ve odadan şıngırdayarak çıktı. Kara gözlü Anyuta, yatıya kaldığı teyzesinin evinden o sabah dönmüş, elinde tüyden yapılmış bir toz fırçasıyla oturma odasındaki sandalyelerin üzerindeki tozları alıyordu. Boğazını temizleyen Mişlayevski kapıya doğru baktıktan sonra biraz yürüyüp usulca konuşmaya başladı:

“N’aber Anyuta?”

“Elena Vasilievna’ya söylerim” diye fısıldayarak cevap verdi, Anyuta, otomatik bir refleksle. Ölüm cezasına çarptırılmış, celladının baltasını bekleyen bir mahkum gibi gözlerini yumdu.

“Şaşkın kız…”

Beklenmedik bir anda Aleksey Turbin kapı girişinde belirdi. Bir anda suratı asıldı.

“Tüylü toz fırçasını mı inceliyorsun Viktor? Anlıyorum. Güzel alet, değil mi? Sen işine gitsen daha iyi olmaz mıydı? Anyuta şunu aklından çıkarma, olur da sana seninle evleneceğini söylerse sakın ona inanma, kesinlikle evlenmez.”

“Aman be, sadece selam veriyordum.” Mişlayevski hak etmediği hakaret karşısında kıpkırmızı oldu, göğüs kafesi şişti ve şıngırdaya şıngırdaya misafir odasına doğru gitti. Yemek odasında zarif görünümlü kumral Elena’yı görünce tedirgin oldu.

“Günaydın Lena tatlım. Eee… Hmm” (Mişlayevski’nin metalik tenor sesi yerine, boğazından kalın boğuk bir bariton ses çıktı.) “Lena, hayatım” diye ağzından çıkıveren sözcükler, içindeki hisleri olduğu gibi yansıtıyordu. “Bana darılma. Ben seni çok seviyorum ve senin de beni sevmeni istiyorum. Lütfen dün geceki iğrenç davranışlarımı unut. Benim gerçekten öyle bir hayvan olduğumu düşünmüyorsun, değil mi?”

Bunları söylerken Elena’yı sımsıkı kavrayarak yanaklarından öptü. Aynı anda misafir odasındaki tüylü toz fırçası pat diye yere düştü. Teğmen Mişlayevski ne zaman Turbinlerin evine gelse Anyuta’nın başına hep garip şeyler gelirdi. Her türlü ev gereci elinden kayıp düşmeye başlardı. Eğer mutfaktaysa ya bıçaklar elinden kayıp gider ya da raftaki tabaklar devrilirdi. Anyuta’nın dikkati tamamen dağılırdı. Sebepsiz yere koridora koşar, Mişlayevski ayrık çenesi ve geniş omuzları, mavi pantolonu ve kısa, çok alçak mahmuzlarıyla kasıla kasıla oradan çıkıp gidene kadar orada şosonlarla oyalanır, eline bir bez parçası alıp onları silerdi. Onun gidişinin hemen ardından gözlerini kapatır, ayakkabı dolabının içindeki daracık saklanma yerinden yan yan çıkardı. Şu anda ise misafir odasında tüylü toz alma fırçasını elinden düşürmüş, öylece duruyor ve basma kumaştan yapılmış perdelerin arasından boş boş uzaklara, gri renkli bulutlu gökyüzüne bakıyordu.

“Oh Viktor, Viktor” dedi, Elena, özenle fırçalanmış ve üzerinde bir taç takılı olan saçlarını sallayarak. “Sağlıklı biri gibi duruyorsun, dünkü halin neydi öyle? Otur bir kahve iç, iyi gelir.”

“Sen de bugün harikulade görünüyorsun Lena. Tanrım, gerçekten öylesin. Bu pelerin sana inanılmaz yakışmış, gerçekten inanılmaz” dedi, Mişlayevski, kendini sevdirmeye çalışır bir ifadeyle. Gerginleşen bakışları, cilalanmış büfenin üzerinde bir ileri, bir geri gidiyordu. “Baksana şu pelerine Karas. Dünyanın en güzel koyu yeşili, değil mi?”

Karas, cömert ve tamamen içten bir ifadeyle, “Elena Vasiliyevna çok güzel bir kadın” dedi.

“Işıklar sayesinde rengi bu kadar güzel görünüyor” diye açıklama yaptı, Elena. “Hadi artık Viktor bırak bu lafları, istediğin bir şey var, değil mi?”

“Doğrusunu istersen Lena, hayatım, dün gece yaşananlardan sonra migren ağrılarım en küçük bir olayla tetiklenebilir ve migrenimle uğraşırken dışarı çıkıp savaşamam…”

“Pekala, anladım, büfeye bak.”

“Teşekkür ederim. Sadece ufak bir bardak, dünyadaki bütün aspirinlerden daha faydalı.”

Mişlayevski, yüzünü acı çekiyormuşçasına buruşturarak iki bardak votkayı kafasına dikerken, arada da dün akşamdan kalan vıcık vıcık olmuş dereotlu salatalık turşusundan ağzına attı. Sonra da kendini yeni doğmuş bir bebek gibi hissettiğini söyleyerek bir bardak limonlu çay rica etti.

“Sen kendini üzme Lena” dedi, Aleksey Turbin, boğuk bir sesle. “Uzun sürmez. Sadece gidip gönüllü olarak bir imza atmam gerekiyor. Sonra doğrudan eve geleceğim. Merak etme çatışma falan olmayacak. Sadece burada oturup bekleyeceğiz ve o Petlyura pisliğini buradan püskürteceğiz.”

“Başka bir yere göndermesinler seni?”

Karas onu teskin etmeye çalışan bir ifade takındı.

“Merak etme, Elana Vasiliyevna. Öncelikle şunu belirteyim, alayın dört günden önce hazır olması mümkün değil. Hâlâ ne atımız, ne de cephanemiz var. Hazır olduğumuz zaman da şehirden bir yere ayrılmayacağımız kesin. Hazırladığımız ordu, şehri korumaya yönelik. Daha sonra da tabii ki Moskova’ya ilerlemek üzere…”

“Tamamen varsayımlara dayalı konuşuyorsun. Ben ancak neler olduğunu gördüğüm zaman inanırım…”

“Bunlardan önce Denikin’le bağlantı kurmalıyız…”

“Beni rahatlatmak için bu kadar zahmete girmenize gerek yok” dedi, Elena. “Korktuğumdan değil. Tam tersi, yaptığınız şeyi ben de destekliyorum.”

Elena’nın sesi gerçekten cesur ve kendinden emin çıkıyordu. Yüzündeki ifadeye bakınca günlük hayatın olağan sıkıntılarını çoktan kendi içinde halletmiş gibi görünüyordu. Şeytanın orada olduğu bu günlerde bu kadarı yeterliydi.

“Anyuta” diye seslendi, Elena. “Anyuta hayatım, Teğmen Mişlayevski’nin kirli kıyafetleri dışarıda verandada. Onları önce iyice fırçalayıp sonra da yıkar mısın?”

Elena’yı en çok rahatlatan kişi, orada haki renkli tuniği ile sakin bir şekilde oturmuş, kaşları çatık vaziyette sigara içen kısa boylu tıknaz Karas’tı.

Koridorda birbirleriyle vedalaştılar.

“Tanrı hepinizi korusun” dedi, Elena. Yüzünde tatsız bir ifade vardı. Önce Aleksey’in üzerinde istavroz çıkardı. Sonra aynısını Karas ve Mişlayevski’ye de yaptı. Mişlayevski ona sarıldı. Paltosunun gövde kısmındaki kemeri iyice sıkılmış olan Karas’ın yanakları kızardı ve nazikçe kadının iki elini de öptü.


“Bir durumu arz edebilir miyim, Albayım?” dedi Karas. Topuk selamını verirken mahmuzları usulca şıngırdadı.

Albay mağazanın ön tarafındaki yükseltilmiş bir platformun üzerinde, küçük bir masanın arkasında yeşil renkli, alçak ve oldukça kadınsı bir koltukta oturuyordu. Onun arkasında, üzerinde “Madam Anjou Kadın Şapkaları” yazan mavi kartondan şapka kutular yükseliyor ve bu kutular, dantelli tüllerin asılı olduğu tozlu pencerelerden gelen ışığın bir bölümünü engelliyordu. Albay elinde bir kalem tutuyordu. Kendisi aslında bir albay değil, omzundaki altın renkli apoletlerindeki üç yıldız, iki tane renkli çizgi ile uzunlamasına bölünmüş ve üzerinde de altın renkli, çapraz duran toplar ile bir yarbaydı. Albay yaş olarak Aleksey Turbin’den çok az büyük gibiydi –otuz, en fazla otuz iki yaşlarındaydı. Yüzü dolgun, temiz tıraşlıydı ve Amerikan tarzı kırpılmış bir bıyığı vardı. Son derece canlı ve zeki görünen gözleri onlara doğru bakıyordu, belirgin bir şekilde yorgun fakat dikkatlice.

Albayın etrafında ise ilkel bir kargaşa göze çarpıyordu. Albayın oturduğu yerin iki adım ötesinde küçük siyah bir sobanın içinde yanan ateşin çıtırtıları duyuluyor, mağazanın arka taraflarındaki derinliklere kadar uzanan uzun, köşeli, siyah soba borularından da ara sıra kurum damlıyordu. Hem yükseltilmiş platformun, hem de mağazanın geri kalanının zeminine kağıt ve mağazada kullanılan dokuma parçaları saçılmıştı. Daha yüksekte, Albayın başının üzerinde yükselen bir balkonda bir daktilo -sinirli bir kuşun bir şeyleri gagalarken veya gevezelik ederken çıkardığı gürültülere benzer sesler çıkaran bir daktilo- vardı ve Aleksey Turbin başını kaldırınca, daktilonun neredeyse mağazanın tavanı yüksekliğinde bir tırabzanın arkasında geride durmuş, adeta bir kuş gibi şakıdığını gördü. Korkulukların arkasında mavi pantolonlu birinin bacakları ve kalçası gözüne ilişti. Fakat bu kişinin başı, tavandaki kiriş tarafından önü kapandığı için görünmüyordu. Mağazanın sol kenarında çalışmakta olan ikinci bir daktilonun sesi duyuluyordu. Gönüllü bir katibin ancak parlak apoletleri ve sarı saçlarının ayırdına varılabiliyordu. Kol ve bacakları karanlık bir oyukta kalıyor, görülmüyordu.

Albayın çevresinde, altın renkli topçu rütbesi taşıyan sayısız insan vardı. Bir tarafta kablolar ve sahra telefonlarıyla dolu çam ağacından bir sandık, onun yanında mukavva kutularda ahşap saplı reçel kavanozlarına benzeyen el bombaları, onların yanında sarmal halinde üst üste yığılmış makineli tüfek askıları duruyordu. Albayın sağ bacağının hemen yanından bir makineli tüfeğin uç kısmı dışarı doğru uzanırken, solunda pedallı bir dikiş makinesi duruyordu. Mağazanın arka taraflarının alacakaranlığının içindeki pırıltılı bir kornişe asılmış bir perdenin arkasından gergin bir ses geliyordu. Sesin telefonla konuştuğu belli oluyordu: “Evet, evet, benim… Evet, benim… Evet, benim!” Brrring-drrring diye çaldı, telefon. Oyuğun içinde bir yerlerdeki bir sahra telefonu “Biiip” diye çaldı. Arkasından genç kalın bir ses yükseldi:

На страницу:
6 из 7