Полная версия
Beyaz muhafız
“Panik havası estiriyorsun” dedi, Karas, soğuk bir ifadeyle.
Karas’ın bu çıkışı karşısında Turbin küplere bindi.
“Ben mi? Panik mi yaratıyorum? Sen gerçeklere öylece gözlerini kapatıyorsun. Ben ortalığı velveleye veren tipte biri değilim. Ben sadece içimi döküyorum. Panik mi? Korkma. Ben yarın gidip senin şu Topçu Alayı’na kaydımı yaptırmaya çoktan karar verdim bile. Ve de senin şu Malişev, beni bir doktor olarak almayı kabul etmezse, kendimi erlerin arasına kaydettireceğim. Bütün bunlardan bıktım usandım artık! Panik değil bu…” Boğazına bir parça salatalık takıldı. Şiddetli bir şekilde öksürmeye ve tıkanmaya başladı. Nikolka da sırtına vurarak ona yardım etmeye çalıştı.
“Çok güzel!” Karas masaya vurarak araya girdi. “Erlerin arasına diyor bir de –seni iyileştirelim de alay doktoru ol sen.”
“Yarın hep birlikte gideriz” diye mırıldandı, sarhoş haldeki Mişlayevski. “Hep birlikte. I. Aleksander Lisesi’ndeki sınıfımızın hepsiyle birlikte. Yaşasın!”
“O tam bir pislik” diye devam etti, Turbin. Sesinde nefret vardı. “Neden doğru dürüst Ukraynaca bile konuşamıyor beyefendi! Şerefsiz! Önceki gün o piç Kuritski’ye bir soru sordum. Geçen Kasım ayından beri ne hikmetse beyimiz Rusça konuşmayı unutmuş. Adını da değiştirmiş, kulağa Ukraynaca gelsin diye. Ben de ona Ukraynaca’da ‘kedi’ nasıl söyleniyor diye sordum, ‘kit’ dedi. Ben de peki ‘kit’ kelimesinin Ukraynacası ne diye sordum. Bu onun işini bitirdi. Kaşlarını çattı, ama tek kelime edemedi. Artık bana günaydın bile demiyor.” Nikolka gürültülü bir kahkaha kopardı.
“Seferberlik, ha!” diye devam etti, Turbin. Yüzünde acı dolu bir ifade vardı. “Dün polis karakollarında neler olup bittiğini görmemiş olmanız çok kötü. Bütün karaborsacılar, emir yayınlanmadan üç gün önce seferberlikten haberdardı. Buna ne diyorsunuz? Üstelik her birinin ya fıtığı ya da ciğerlerinde leke vardı. Bu hastalıkları uyduramayanlar da yer yarılmış da içine girmiş gibi ortadan kayboldular. Ve bu, arkadaşlar çok kötü bir işaret. Eğer seferberlik resmi olarak duyurulmadan önce bu bilgi ortalıkta dolaşıyor ve bütün kaytarıkcıların bundan sıyrılma şansı oluyorsa, durum gerçekten çok kötü demektir. Ah gerizekalı ah! Geçen Nisan’da Rus subayları ile güçlendirilmiş birlikler kurmamıza izin verseydi, şimdiye kadar Moskova’yı almış olurduk. Anlamıyor musunuz? Sadece burada, bu şehirde elli bin gönüllü adamdan bir ordu kurabilirdi, hem de ne ordu! En iyilerden oluşan, birinci sınıf bir ordu. Bütün yedek subaylar, bütün öğrenciler ve liseliler, bütün subaylar ki şehirde onlardan binlercesi var, memnuniyetle böyle bu oluşuma katılırlardı. Sadece Petlyura’yı Ukrayna’dan atmakla kalmaz, şimdiye kadar Moskova’ya kadar gider ve Troçki’yi de sinek gibi ezerdik. Şu an Moskova’ya saldırmanın tam sırası olurdu, artık kedileri bile yiyecek kadar düşmüşler. Ve orospu çocuğu Ataman Skoropodski Rusya’yı kurtarabilirdi.”
Turbin’in yüzü kızarıp lekelenirken sözcükler ağzından ince bir salya tabakasıyla beraber ortalığa saçılmaya başladı. Gözleri yanıyordu.
“Hey, sen doktorluk falan yapma, senin Savunma Bakanlığı yapman gerek. Ciddi söylüyorum” dedi, Karas. Yüzünde ironiyle karışık bir gülümseme vardı, fakat Turbin’in konuşması onu hem memnun etmiş, hem de heyecanlandırmıştı.
“Aleksey toplantıların olmazsa olmazıdır, tam bir hatip” dedi, Nikolka.
“Nikolka, sana daha önce de birkaç kez komik olmadığını söylemiştim” diye yanıtladı, ağabeyi. “Nüktedan olmaya çalışmak yerine biraz şarap iç.”
“Fakat şunun farkına varmalısın ki” dedi, Karas. “Almanlar sadık bir ordunun kurulmasına asla izin vermezlerdi. Bu onlar için fazlasıyla korkutucu olurdu.”
“Yanlış!” diye haykırdı, Aleksey, aniden. “İhtiyacımız olan tek şey aklı başında biriydi. Ataman ile bir orta yol kesinlikle bulabilirdik. O zaman Almanları onlar için bir tehdit oluşturmadığımıza ikna da edebilirdik. O savaş bitti ve biz kaybettik. Şimdi başımızda çok daha büyük bir dert var; savaştan daha kötü, Almanlardan çok daha büyük, yeryüzündeki her şeyden çok daha büyük bir dert ve onun adı Troçki. Almanlarla konuşmalıydık; una ve şekere ihtiyacınız var, değil mi? Peki, o halde istediğinizi alın ve askerlerinizi doyurun. Ukrayna’yı da işgal edin isterseniz, ama bize yardım edin. Bırakın da kendi ordumuzu kuralım, bu sizin yararınıza olur. Ukrayna içinde düzeni korumanıza yardım ederiz ve o kahrolası köylülerimizin Moskova hastalığına tutulmasına mani oluruz. Eğer şu anda şehirde Ruslardan oluşan bir ordu olsaydı, Moskova’dan çelik bir duvarla ayrılmış olurduk. Petlyura’ya gelince de… kıh-kıhh…” Turbin elini şiddetli bir şekilde boğazına attı. Kuvvetli bir öksürük krizine yakalanmıştı.
“Dur!” diyerek ayağa kalktı, Şervinski. “Dur biraz, burada Ataman’ı müdafaa etmek durumundayım. Bazı yanlışlar yapıldığını kabul ediyorum, fakat Ataman’ın planı temelde doğruydu. Nasıl diplomatik davranılacağını biliyor. Her şeyden önce bir Ukrayna devleti… Ondan sonra Ataman tam olarak senin söylediğin şeyi yapacaktı –Ruslardan oluşan bir ordu. Mantıklı olan da buydu. Haklı olduğumu da kanıtlayabilirim…” Şervinski ciddi bir ifadeyle pencereyi işaret etti. “İmparatorluğun üç renkli bayrağı Vladimirskaya Caddesi’nde dalgalanıyor.”
“Çok geç!”
“Evet, haklı olabilirsin. Epeyce geç oldu, fakat Ataman hatalarını telafi edilebileceğinden emin.”
“Öyle olması için Tanrı’ya yürekten dua ediyorum” diyen Aleksey Turbin, odanın köşesindeki Meryem Ana ikonuna doğru dönerek istavroz çıkardı.
“Plan şöyleydi” diye söze başladı, Şervinski. Resmi bir ifade takınmıştı. “Savaş bitince Almanlar kendilerini toparlayacak ve bize Bolşeviklere karşı savaşımızda yardım edeceklerdi. Sonra Moskova ele geçirildiğinde Ataman, Majesteleri İmparator II. Nikolas’a Ukrayna’nın sadakatini sunacaktı.”
Bu lafın üzerine odaya ölümcül bir sessizlik çöktü. Nikolka’nın yüzü, çektiği ızdırapla bembeyaz oldu.
“Ama İmparator öldü” diye fısıldadı.
Aleksey Turbin, afallamış bir halde, “Ne diyorsun sen, II. Nikolas öldü mü?” diye sordu. Ve olduğu yerde sallanmakta olan Mişlayevski gözlerini kısarak Şervinski’nin bardağına baktı. Şervinski’nin cesaretini toplayabilmek için çok fazla içtiği belliydi.
Dirseği masada, yana eğdiği başını elinin üstüne koyan Elena, dehşet içinde ona bakıyordu.
Fakat sanılanın aksine Şervinski sarhoş falan değildi. Elini kaldırarak güçlü bir sesle konuşmaya başladı:
“Acele etmeyin. Dinleyin. Sizden rica ediyorum beyler, söyleyeceklerim bitene kadar sessiz kalın. Ataman’nın maiyeti Kayzer Wilhelm’e sunulduğunda neler olduğunu bildiğinizi sanıyorum.”
“En ufak bir fikrimiz bile yok” dedi, Karas, konuyla ilgili görünen bir ifadeyle.
“Ben biliyorum.”
“Hıh! Her şeyi de biliyor” diye alaycı bir tonda lafa karıştı, Mişlayevski.
“Beyler! Bırakın da konuşsun.”
“Kayzer, Ataman ve maiyeti hakkında cana yakın bir şekilde konuştuktan sonra şöyle dedi: ‘Artık sizleri baş başa bırakayım beyler; bundan sonraki konuşmaları yönetecek olan kişi…’ Perdeler aralandı ve Çar II. Nikolas salona girdi. ‘Ukrayna’ya geri dönün beyler’ dedi. ‘Ve alaylarınızı hazırlayın. Zamanı geldiğinde bizzat orduların başına geçeceğim ve birlikte Rusya’nın kalbine, Moskova’ya gideceğiz.’ Bu sözlerin ardından kendini tutamadı ve ağlamaya başladı.”
Şervinski, gözlerinin içi gülerek etrafındakilere baktı. Sonra bir kadeh şarabı tek seferde içip yüzünü buruşturdu. Tekrar yerine oturup bir dilim jambonu midesine indirene kadar da odadaki sessizlik bozulmadı.
“Bunlar var ya, bunların hepsi dedikodudan ibaret” dedi, Aleksey Turbin. Acı bir ifadeyle kaşlarını çatmıştı. “Bu hikâyeyi daha önce de duymuştum.”
“Hepsi öldürüldü” dedi, Mişlayevski. “Çar, Çariçe ve veliaht.”
Şervinski yan tarafa, sobaya doğru döndü. Derin bir nefes alarak söze başladı:
“Eğer buna inanıyorsanız, büyük bir hata yapıyorsunuz. Majesteleri İmparator’un ölümü ile ilgili haberler…”
“Birazcık abartılmış” dedi, Mişlayevski. Bu, sarhoş bir espri denemesiydi.
Elena kızgınlıktan titremeye başlayınca avazı çıktığı kadar bağırdı.
“Kendinden utanmalısın Viktor! Bir de subay olacaksın.”
Mişlayevski tekrardan sise gömüldü.
“…belli bir amaç güdülerek Bolşevikler tarafından uyduruldu” diye devam etti, Şervinski. “İmparator kendisinin sadık eğitmeni yardımıyla kaçmayı başardı, şey, affedersiniz, Çariçe’nin eğitmeninin yardımıyla. Mösyö Gilliard ve birkaç subay onu, şeye, Asya’ya götürdüler. Oradan Singapur’a, sonra da deniz yoluyla Avrupa’ya gittiler. İmparator şu anda Kayzer Wilhelm’in misafiri.”
“İyi de Kayzer’in kendisi de ülkesinden kovulmadı mı?” diye sordu, Karas.
“İkisi birlikte Danimarka’da, Danimarka Prensesi olarak doğmuş olan Majesteleri İmparatoriçe Maria Fyodorovna’nın yanındalar. İsterseniz bana inanmayın ama ben bu haberi bizzat Ataman’dan duydum.”
Nikolka içten bir şekilde inledi. Ruhu şaşkınlık ve şüpheyle kıvranıyordu. Ona inanmak istiyordu.
“O halde, eğer bu doğruysa” diye söze girdi, aniden. Ayağa fırladıktan sonra yüzündeki yaşları sildi. “Kadeh kaldıralım: Majesteleri İmparator’un sağlığına!” Kadeh, üzerine gelen ışıkla parladı. Kenarındaki kesme kristal oklar Alman malı beyaz şarabı delip geçti. Çizmelerin mahmuzları sandalyelerin ayaklarına çarpıyordu. Mişlayevski, sallanarak ayağa kalkıp masaya sıkıca tutundu. Elena da ayağa kalktı. Hilal biçiminde örülmüş altın renkli saçları çözülüp şakaklarına dökülmüştü.
“Ölüp ölmemesi umrumda bile değil” diye haykırdı, Elena. Izdırap dolu bir ifadesi vardı. “Artık ne fark eder ki? Ona içiyorum.”
Aleksey, “Dno İstasyonu’nda tahttan feragat edişi asla affedilmeyecek. Asla. Fakat bugün daha acı bir tecrübeyle öğrenmiş bulunuyoruz ki Rusya’yı ancak Monarşi kurtarabilir. Bu yüzden eğer Çar öldüyse, yaşasın yeni Çar!” diye haykırarak kadehini kaldırdı.
“Hurra! Hurra! Hurra!” şeklinde haykırarak yemek odasını inlettiler.
Vasilisa ise alt katta soğuk terler döküyordu. Birden uyandı, tiz bir çığlık attı. Bu çığlığı karısı Wanda’yı da uyandırdı.
Wanda, Vasilisa’nın geceliğini sıkıca kavrayarak, “Tanrım, Yüce Tanrım…” diye mırıldandı.
“Neler oluyor? Saat sabahın üçü!” Ağlamakta olan Vasilisa siyah renkli tavana bakarak avazı çıktığı kadar bağırdı. “Bu sefer bunlardan gerçekten şikayetçi olacağım!”
Wanda homurdandı. İkisi de bir anda kaskatı kesildiler. Tavandan aşağı doğru oldukça belirgin bir şekilde gelen kalın ve bulanık bir ses dalgası, adeta bir çan gibi çınlayan, kuvvetli bir bariton yankılanıyordu:
“…Tanrı Majestelerini Korusun…“…Rusya’nın Çarını…”Vasilisa’nın kalbi durdu. Ayakları bile soğuk terler döküyordu. Dilinin keçeleştiğini hissediyordu. Doğru düzgün konuşamadı:
“Hayır… olamaz… bunlar çıldırmış… Bizi asla canlı olarak kurtulamayacağımız bir belanın içine sürükleyecekler. Eski milli marşı söylemek yasak! Tanrım, ne halt ediyor bunlar? Sokaktan geçenler seslerini duyacak, Tanrı aşkına!”
Wanda kendini adeta bir taş gibi yatağa bırakıp çoktan uykuya dalmıştı. Fakat Vasilisa yukarıdan gelen son melodiler de söylenip bitene kadar yatamadı.
“Rusya bir tek Ortodoks inancını ve tek bir Çar’ı kabul eder!” diye bağırdı, Mişlayevski, sallanarak.
“Doğru!”
“Bir hafta önce… tiyatroda… Birinci Paul oyununu izlemeye gittim” diye mırıldandı, Mişlayevski, kısık bir sesle. “Ve sahnedeki aktör o sözleri söylediğinde sessiz kalamadım ‘Doğru!’ diye haykırdım -ve ne oldu biliyor musunuz? Herkes alkışladı. ‘Geri-zekalı!’ diye bağıran üst tabakadan birkaç kişi dışında herkes.”
“Kahrolası Yahudiler” diye gürledi, Karas. Artık o da neredeyse Mişlayevski kadar sarhoştu.
Yoğun bir sis onları sarıp sarmaladı… Ding-dong! Dingdong!… Artık daha fazla votka-hatta şarap bile- içilmemesi gereken safhayı çoktan geçmişlerdi. Sırada kendinden geçme ya da mide bulantısı aşamaları vardı. Tavandaki lambanın adeta efsunlanmış gibi sallanarak dans ettiği dar tuvalette her şey bulanıklaşmış ve hiç durmadan dönüyordu. Beti benzi atmış, acınacak haldeki Mişlayevski şiddetli bir şekilde kustu. Kendisi de sarhoş olan Aleksey Turbin yanağındaki kas seğirmesi ile berbat görünüyordu, Mişlayevski’ye yardımcı olmaya çalışırken saçları oldukça ıslak bir halde alnına yapışmıştı.
“Haaarrghh!”
Nihayet Mişlayevski inleyerek kafasını lavabodan kaldırdığında acı içinde bulanık gören gözlerini netleştirmeye çalıştı. Daha sonra pörsük bir çuval gibi Aleksey’in koluna sıkıca dayandı.
“Ni-kolka!” Sisin ve siyah noktaların arasından birinin sesi gürledi. Aleksey’in bunun kendi sesi olduğunu anlaması birkaç saniyesini aldı. “Nikolka!” diye tekrar etti. Bembeyaz tuvaletin duvarı kendiliğinden açıldı ve rengi yeşile döndü. “Tanrım, ne kadar iğrenç, mide bulandırıcı. Yemin ederim bir daha asla votka ile şarabı karıştırmayacağım. Nikol…”
“Ah- ah” diye inledi, Mişlayevski, boğuk bir sesle ve yere oturdu.
Karanlık bir yarık açıldığında Nikolka’nın çavuş rütbesi göründü.
“Nikol… yardım et de onu yerden kaldıralım. Gel şuradan tut, kolunun altından.”
Sevimli bir şekilde kafasını sallarken “Zavallı adam” diye mırıldandı, Nikolka. Daha sonra arkadaşını yerden kaldırmak için kendisini zorladı. Mişlayevski’nin yarı ölü gibi görünen bedeni düşe kalka ilerlerken titreyen bacakları sabit bir yöne hareket edemiyor, sarkık kafası ipe bağlı bir kuklanınki gibi asılı vaziyette duruyordu. Ding-dong diye yine vurdu saat, adeta duvardan düşmüş ve sıçrayarak tekrar yerine dönmüş gibi. Çiçek demetleri vazonun içinde halk dansları yapıyorlardı. Elena’nın yüzünde kırmızılıklar belirdiğinde sağ kaşının üstüne bir tutam saç düşmüştü.
“Aynen böyle. Hadi onu yatağa götürelim.”
“En azından bornoz falan giydirelim üzerine. Bu şekilde çok uygunsuz bir görüntüsü var. Aptal herifler, ağzınızla içemiyorsunuz şunu. Viktor! Viktor! Neyin var senin, Viktor? Vik…”
“Kapa çeneni Elena. Bunun bir faydası yok. Nikolka, beni dinle, çalışma odamda… bir ilaç şişesi var… üzerinde ‘Ammonii Likör’ yazıyor, etiketinin kenarı yırtık, oradan da anlayabilirsin… zaten amonyak tuzunun kokusunu ayırt edebilirsin herhalde.”
“Peki, hemen gidiyorum…”
“Bir doktor olarak kendinden utanmalısın, Aleksey…”
“Tamam, biliyorum…”
“Ne oldu? Nabzı mı atmıyor?”
“Hayır, sadece kendinden geçti.”
“Lavabo!”
“Ah –aah.”
“Tanrım!”
Amonyağın baskın kokusu duyuldu. Karas ve Elena, Mişlayevski’nin ağzını açtılar. Nikolka da, Aleksey adamın ağzına iki defa o beyaz renkli bulanık sıvıyı dökerken ona yardım etti.
“Aah… uhh… arghhh…”
“Kar…”
“Yüce Tanrım. O da yardım edemez ya. Bunu yapmanın tek yolu…”
Alnındaki ıslak bez, su damlatıyordu. Onun altında, dönmüş, beyazları kanlanmış gözlerinin kapakları yarı kapalıydı. Sivri burnunun etrafında da mavimsi gölgeler vardı. Endişeli geçen bir çeyrek saat boyunca hepsi, dirsekleri birbirine çarpacak kadar küçük bir alanda, kendisini kaybetmiş olan subaya yardım etmek için çabaladılar. Ta ki gözlerini açıp boğuk sesler çıkarana kadar:
“Aah… Bırakın beni…”
“Pekala. Artık daha iyi. Burada uyuyabilir.”
Yataklar hızla hazırlandı ve bütün odaların ışıkları söndü.
“Leonid, sen burada kalabilirsin, Nikolka’nın odasının yanında.”
“Pekala.”
Yüzü kıpkırmızı olmuş, fakat neşesinden bir şey kaybetmemiş olan Şervinski topuk selamı vererek çizmelerindeki mahmuzları birbirine vurup başını eğerek saçlarının ayrıldığı bölümü gösterir şekilde selam verdi. Elena’nın divanın üzerindeki yastıkları kabartan elleri titriyordu.
“Lütfen zahmet etme… Yatağımı kendim yaparım.”
“Saçmalama. Bırak şu yastığı çekiştirmeyi, yardım etmene gerek yok.”
“Elini öpmeme izin ver bari…”
“Ne için?”
“Zahmetlerine karşılık bir minnet ifadesi olarak.”
“Şu anda elimin öpülmesine gerek yok… Nikolka, sen kendi yatağında yat. O nasıl oldu?”
“İyi, uyuyor.” Nikolka’nın odasına bakan odada, birbirine dayalı iki kitaplığın arkasında iki tane yer yatağı hazırlanmıştı. Profesör Turbin’in ailesinde bu oda kütüphane olarak bilinirdi.
Kütüphanenin, Nikolka’nın odasının ve yemek odasının ışıkları sönerken, Elena’nın yatak odasından sızan koyu kırmızı bir ışık hüzmesi kapıdaki dar bir aralıktan geçerek yemek odasına kadar süzüldü. Işık ona acı vermiş, bu yüzden o da yatağının başucundaki lambanın üzerini koyu kırmızı renkli bir tiyatro pelerini ile örtmüştü. Elena, bir zamanlar tiyatroya gittiği akşamlarda bu pelerini giyerdi. Kolları, kürkü ve dudakları parfüm kokardı. Yüzü de özenle pudralanmış olurdu. O pelerin başlığının içindeki yüzü tıpkı Maça Kızı operasındaki Liza’ya benzerdi. Fakat pelerin geçen yıl anlaşılmaz bir şekilde hızla eskidi. Kat yerleri buruş buruş oldu, lekelendi. Kurdeleleri pejmürde bir hal aldı. Hâlâ Maça Kızı operasındaki Liza’ya benzeyen kumral saçlı Elena, yatağının kıvrık ucunda üzerinde geceliğiyle oturmuş, ellerini kucağına koymuştu. Çıplak ayakları iyiden iyiye eskimiş ayı postu halının tüyleri arasına iyice gömülmüştü. Hafif sarhoşluğu tamamen geçmiş, derin bir üzüntü benliğini tıpkı kapkara bir pelerin gibi sarıp sarmalamıştı. Yandaki odadan, Nikolka’nın kapalı kapının karşısındaki kitaplığa çarparak azalan ıslığa benzer nefes alış verişi ile Şervinski’nin gür ve kendinden emin horlaması duyuluyordu. Mişlayevski ve Karas’ın olduğu kütüphaneye ise ölüm sessizliği hakimdi. Simsiyah boş pencerelerle birlikte geceliğine vuran ışıkla baş başa oturan Elena, kah yarı sesli, kah fısıltıyla kendi kendine konuşuyordu.
“Gitti…”
Mırıldanırken, dalgın bir şekilde gözlerini kısıyordu. Kendi düşüncelerini bile anlayamıyordu. O gitmişti, hem de böyle bir zamanda. Fakat o son derece aklı başında bir adamdı ve gitmekle doğru olanı yapmıştı… Bu kesinlikle yapılacak en iyi şeydi.
“Ama böyle bir zamanda…”
Elena fısıldayarak derin bir iç çekti.
“Nasıl bir adam bu böyle!” Onu kendi bildiği şekilde çok sevmiş, hatta ona bağlanmıştı. Şimdi ise bu odanın ıssızlığı, bu kapkara pencereler öylesine kasvetliydi ki aniden çok şiddetli bir daralma hissetti. Yine de ne şu anda, ne de bu adamla geçirdiği on sekiz ay boyunca yüreğinin derinliklerinde bir evliliği evlilik yapan o en temel hissiyat yeşermişti. Öyle bir hissiyattı ki bu, yokluğu onlar gibi harikulade bir çifti -güzel mi güzel, kızıl saçlı, kıymetli Elena ve bir genelkurmay subayı, bünyesinde tiyatro pelerinleri, parfümler ve mahmuzlar barındıran ve çocuk gibi sıkıntıları da olmayan bir evliliği- bile sona sürüklerdi. Genelkurmaydan, aklı başında, özenli bir Baltık Alman subayıyla evlenmişti. İyi ama nasıl biriydi? Eksikliği Elena’nın ruhunun derinliklerindeki o boşluk hissini yaratan hayati öneme sahip o özellik neydi?
“Biliyorum, onun ne olduğunu biliyorum” dedi, Elena, kendi kendine sesli bir şekilde. “Aramızda hiç saygı yok. Farkında mısın, Sergey? Sana hiçbir zaman saygı duymadım” diye ekledi. Anlamlı bir şekilde pelerinine doğru bir parmağını uyarı mahiyetinde kaldırmıştı. Bir an için yalnızlığı onu dehşete sürükleyince o anda Sergey’in orada olmasını arzuladı. O gitmişti. Kardeşleri de ona veda öpücüğü vermişlerdi. Bunu yapmalarına gerçekten gerek var mıydı? Tanrı aşkına ben neler söylüyorum? Ne yapabilirlerdi ki? Geri mi çekileceklerdi? Elbette hayır. Belki de böyle bir zamanda burada olmasındansa, gitmesi daha iyiydi. Ama yine de ona yolun açık olsun demeyi reddedemezlerdi. Tabii, bu olmazdı. Gitmesine izin verdiler. İsteksizce onu kucaklamış olsalar bile yürekten nefret ediyorlardı, ondan. Tanrım, -kesinlikle nefret ediyorlardı. Bunca zamandır kendini kandırıyordun ve bir an için düşünmeyi bıraktığında bu apaçık ortaya çıktı, ondan nefret ediyorlar. Nikolka’da ona karşı hâlâ biraz nezaket ve cömertlik kalıntıları vardı, fakat Aleksey… Kaldı ki bu da tam olarak doğru değildi. Aleksey de iç dünyasında nazik biriydi, fakat bir şekilde nefret duygusu daha güçlüydü. Aman Tanrım, ben neler söylüyorum? Sergey, senin için şu söylediklerime bak. Bir anda bütün bağlarımız koptu… O gitti ve ben buradayım…
“Kocam” dedi, iç çekerek. Sonra geceliğinin düğmelerini çözmeye başladı. “Kocam…”
Kırmızı renkli parlak pelerin dikkatle onu dinledikten sonra,
“Peki, nasıl bir adam senin şu kocan?” diye sordu.
“O bir domuzdan başka bir şey değil!” dedi, Aleksey Turbin, kendi kendine. Koridorun diğer ucundaki odasında tek başınaydı. Elena’nın aklından geçenler ona malum olmuş ve onu çok öfkelendirmişti. “O bir pislik ve ben de pısırığın tekiyim. Onu kovmak belki biraz fazla ileri gitmek olurdu, ama en azından ona arkamı dönmeliydim. Canı cehenneme. Ayrıca onu pisliğin biri yapan şey, böyle bir zamanda Elena’yı bırakıp gitmesi değil, bundan daha fazlası, başka bir nedeni var bunun. Ama tam olarak ne? Tabii ki apaçık belli. Terbiyeden zerre nasibini almamış aptal bir balmumu heykel! Ne zaman ağzını açsa, tam bir mankafa gibi konuşuyor, üstelik askeri akademi mezunu. Onların Rusya’nın elit tabakası olması gerekiyor…”
Evde sessizlik vardı. Elena’nın odasından gelen ışık huzmesi de kaybolmuştu. Elena uykuya dalmış, içindeki hisler de yok olup gitmişti. Fakat Aleksey Turbin uzunca bir süre küçük odasındaki yazı masasının başında mutsuz bir şekilde oturdu. Votka ve Alman şarabı ona hiç mi hiç yaramamıştı. Orada öylece oturmuş, kıpkırmızı olmuş gözleriyle eline rastgele aldığı ilk kitabın sayfalarına bakıyor, zihni farkında olmadan sürekli aynı cümleye geri dönüyordu:
“Onur, bir Rus için hiçbir işe yaramayan bir yüktür…”
Üstündekileri çıkarıp uykuya daldığında neredeyse sabah olmak üzereydi. Rüyasında, üzerinde çuval gibi bol, kareli bir pantolon olan ufak tefek edepsiz bir adam gördü. Adam ona alaycı bir şekilde,
“Çıplakken kirpinin üzerine oturmasan iyi edersin! Kutsal Rusya ruhsuz bir ülke, fakir ve tehlikeli. Ve bir Rus için onur işe yaramaz bir yükten başka bir şey değildir” diyordu.
“Git başımdan!” diye bağırdı, Turbin, rüyasında. “Seni pis küçük sıçan, seni yakalayacağım!” Aleksey rüyasında el yordamıyla masasının çekmecesine uzanıp bir tabanca aradı, buldu. O küçük iğrenç adamı yakalayıp vurmaya çalıştırken rüyası sona erdi.
Birkaç saat boyunca derin, karanlık ve rüyasız bir uykuya daldı. Odasının verandaya açılan pencerelerine doğmakta olan güneşin solgun ve zayıf ışığı vurmaya başladığında, Aleksey şehir ile ilgili bir rüya görmeye başlamıştı.
IV
Dinyeper nehrinin kar ve sisle kaplanarak daha da güzelleşmiş tepelerindeki şehir hayatı, çok katmanlı bir bal kovanı gibi uğulduyor ve buğulanıyordu. Gün boyunca sayısız bacadan, kurdeleler gibi yay çizen dumanlar yükseliyordu. Sis caddeler boyunca havada süzülüyor; yerdeki kar, üzerinde yüründükçe gıcırdıyor; evler beş, altı hatta yedi kata kadar yükseliyordu. Gündüzleri karanlık olan pencereler, gece olduğunda karanlık ve koyu mavi gökyüzüne doğru sıra sıra parıldıyordu. Zarif kavisli direklerin ucunda göz alabildiğine yükselen sıra sıra elektrik küreleri, yan yana mücevherleri andırıyordu. Gündüzleri, içleri samanla doldurulmuş ve yabancı bir ülkede tasarlanmış, sarı renkli, güzel görünümlü koltuklarıyla tramvaylar, konforlu ve düzenli seferlerini yapmaya devam ediyordu. Bir tepeden diğerine arabalarını süren taksi şoförleri, yol boyunca bağırıp çağırarak ilerlerken, samur ve tilki kürkü yakalar kadınların yüzlerine ayrı bir güzellik ve gizem katıyordu.
Bahçeler, üzerlerini kaplamış ve hiç bozulmamış bembeyaz karlar ile sessiz ve huzurlu görünüyordu. Ve Kiev’de dünyanın herhangi bir yerinden daha fazla bahçe vardı. Caddeler boyunca kestane, ıhlamur ve akça ağaçlarıyla kaplı balkonlar her yere yayılmışlardı.
Dinyeper kıyılarında yükselen güzel tepeleri taraçalar halinde, genişleyen, bazen milyonlarca güneş lekesine benzeyen alev almış gibi gözüken, bazen de Imperial Gardens’ın daimi, yumuşak, zayıf ışığında dinlenen, dehşet verici sarp kayalıklar karşısında eski, çürüyen siyah kirişlere sahip korkuluklarıyla fazlaca korumasız olan bahçeler daha da güzelleştirmişti. Baştanbaşa karla kaplanan yamaçlar, uzak taraçalara kadar genişleyip yayılıyor, üç hatlı bir toprak set halinde nehir kıyısında kıvrılarak birleşiyordu. Çok uzakta tıpkı dövülmüş çelikten bir kurdele gibi duran karanlık nehir, gözün göremeyeceği kadar sis içinde, hatta şehrin en yüksek yerinden bile görülemeyecek kadar uzakta, Dinyeper sırtlarında, Zaporijya Siçi’ye, Chersonese’ye ve uzak denize doğru akıyordu.
Kış ayları geldiğinde Kiev şehrinin iki yarısındaki -tepelerdeki Yukarı Kiev ve donmuş Dinyeper’in kıvrımlı kıyılarına yayılmış olan Aşağı Kiev- caddelerine ve ara sokaklarına, dünyadaki bütün diğer şehirlerden daha büyük bir sessizlik çökerdi. Şehrin mekanik gürültüsü taş binaların içlerine doğru çekilir, boğuklaşarak kısık bir mırıltıya dönüşürdü. Güneş ışıklarıyla aydınlanan ve gök gürültülü fırtınalarla yankılanan yaz günlerinde biriktirilen enerji, ışıklara harcanırdı. Öğleden sonra saat dörtten itibaren evlerin pencerelerinde, elektrikli ampullerde, gazlı sokak lambalarında, ışıklandırmalı ev numaralarında ve elektrik santrallarının devasa pencerelerinde beliren ışıklar, insanların aklına insanlığın elektriğe bağımlı bir geleceği olması ihtimalinin korkunçluğunu getiriyordu. Bu devasa pencerelerden içeri bakıldığında, durmaksızın dönen korkunç çarkları ile dünyanın çekirdeğini sarsan makinalar görülebiliyordu. Şehir gece boyunca ışıklarla parlıyor, ışıldıyor, sabaha kadar ışıklarla dans ediyordu. Işıklar söndüğünde şehir kendini yeniden duman ve sisin altına gizliyordu.