bannerbanner
Beyaz muhafız
Beyaz muhafız

Полная версия

Beyaz muhafız

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
5 из 7

Fakat şehirdeki en parlak ışık, Vladimir Tepesi’ndeki devasa Aziz Vladimir Heykeli’nin elindeki beyaz haçtı. Çok çok uzaklardan görülebiliyordu. Özellikle de yaz aylarında koyu renkli yoğun siste, sıra sıra söğütlerin ve dolambaçlı kıvrımların ortasında sandalcılar onu görür ve onun ışığına bakarak şehre ve şehrin rıhtımlarına giden yolları bulurlardı. Bu haç, kış aylarında ise yoğun kara bulutların arasında parlayan, nehrin hafif meyilli doğu yakasının üzerinde, çok geniş iki köprünün arasında duran bir yer işaretiydi. Bu köprülerin bir tanesi sağ kıyıdaki banliyölere doğru uzanan Zincir Köprüsü, diğeri ise yüksek, ince ve üzerinden trenlerin geçerek bir ok hızıyla uzaklara, başka bir şehre, korkutucu ve gizemli Moskova’ya gittiği köprüydü.

Şehir, 1918 yılı kışını, yirminci yüzyılda tekrar etme ihtimali pek olmayan bir gariplik ve sıra dışılıkta yaşadı. Taş duvarların ardındaki bütün apartman daireleri aşırı bir kalabalıkla doldu. Evlerin daimi sakinleri, diğer taraftaki gizemli kentten -tıpkı bir oka benzeyen o köprünün üzerinden geçip- bu tarafa gelen mültecilere yer açmak için sürekli daha küçük alanlarda yaşamaya zorlanıyorlardı.

Bu mültecilerin arasında kır saçlı bankacılar ve eşleri, Moskova’da arkalarında sadık vekillerini bırakmış ve onlara Moskof krallığında oluşmaya başlayan yeni dünya ile bağlantıyı koparmamalarını öğütlemiş kabiliyetli iş adamları, mülklerini gizlice güvenilir yöneticilere emanet etmiş mülk sahipleri, sanayiciler, tüccarlar, avukatlar, politikacılar vardı. Moskova’dan ve Petersburg’dan gelen ahlaksız, doyumsuz ve korkak gazeteciler. Fahişeler. Aristokrat ailelerden gelen saygıdeğer hanımlar ve onların narin kızları. Kıpkırmızı boyalı dudaklarıyla Petersburg’dan gelen soluk tenli yoldan çıkmış kadınlar. Devlet kurumlarındaki yöneticilerin sekreterleri. Tembel ve genç homoseksüeller. Prensler ve hurdacılar, şairler ve tefeciler, zaptiyeler ve İmparatorluk Tiyatrosu’ndan oyuncular. Farklı farklı yerlerden gelen bütün bu insanlar, o daracık yoldan geçerek Kiev’de bir araya geliyorlardı.

İlkbahar mevsimi boyunca, Ataman’ın seçilmesinden itibaren mülteciler şehre akıp durdu. İnsanlar kendi evlerinde divanların ve koltukların üzerinde uyudular. Zenginlerin evlerinde büyük kalabalıklar halinde yemek yediler. Açılan sayısız küçük lokanta gecenin ilerleyen saatlerine kadar hizmet veriyor; kafeler hem kahve, hem kadın satıyor; yeni ve butik tiyatrolarda ünlü aktörler iki başkentin mültecilerini güldürebilmek için kılıktan kılığa giriyor, denenmedik yöntem bırakmıyorlardı. Ünlü tiyatro salonu Siyah Leylak açılmıştı. Şairler, aktörler ve sanatçılara hizmet veren bir gece kulübü olan Toz ve Kül, Nikolayevski Caddesi’nde gün ağarana kadar eğlence sunmaya devam ediyordu. Yeni dergiler bir gecede piyasaya çıkıyor ve Rusya’nın en usta kalemleri Bolşevikler hakkında çirkin sözler içeren yazılar yazıyorlardı. Taksi şoförleri gün boyunca müşterilerini restorandan restorana taşırken, geceleri kabarede orkestra sahne alıyor ve sigara dumanlarının arasından bitkin, beyaz yüzlü, uyuşturucu almış fahişelerin olağanüstü güzellikteki yüzleri parlıyordu.

Şehir, mayalanmaya bırakıldığı tepsiden taşan bir hamur gibi büyümüş, dolup taşmıştı. Kumarhaneler, kimi buralı, kimi Petersburglu, Rusların korktuğu ve saygı duyduğu soğuk ve kibirli tavırlarını muhafaza eden Alman binbaşıların, teğmenlerin, Moskova kulüplerinden gelmiş hilebazların, hayatları ve mülkleri pamuk ipliğine bağlı Rus-Ukraynalı mülk sahiplerinin bulunduğu kumarbazlarla dolup taşıyor, sabaha kadar harıl harıl işliyordu. Maksim’in kahvesinde şişman, büyüleyici bir Romanyalı’nın kemanı adeta bir bülbül gibi şakıyordu. Muhteşem gözlerinin mavimsi beyazları üzgün ve yorgun, saçları kadife gibiydi. Çingene şallarıyla üzerleri örtülmüş lambalar iki türlü ışık yayıyordu: Aşağıya doğru beyaz renkli, yukarıya ve yanlara doğru ise turuncu. Tavan yıldız şeklinde belirsiz mavi ipek kumaşlarla kaplanmıştı. Büyük elmaslar göze çarpıyor, samimi loş köşelerde kestane rengi gür kürkler parıldıyordu. Ortam pişmiş kahve, ter, votka ve Fransız parfümü kokuyordu.

1918 yılının yaz ayları, taksi şoförleri için çok kârlı geçti. Mağazaların vitrinleri çiçeklerle, altından tabakalar gibi asılı duran lezzetli mersin balığı filetolarıyla ve üzerinde iki başlı kartal ambleminin parıldadığı leziz Rus şampanyası Abrau şişeleriyle dolup taştı. Şehre yeni gelenlerin yarattığı baskı yaz boyunca arttı -kemikli beyaz yüzleri ve kırlaşmış kısa fırça bıyıkları olan adamlar, parlayan cilalı çizmeleri ve küstah bakışlarıyla opera tenorları, kelebek gözlükler takan eski Devlet Duma’sı6 üyeleri, adları kulaklarda çınlayan fahişeler. Bilardo oyuncuları, kızları mağazalara götürüp onlara ruj, oje ve en mühim yerlerini açıkta bırakan hafif şifon iç çamaşırları alıyorlardı.

İnsanlar, bu girdabın tek kaçış noktası olarak gördükleri emniyetsiz Polonya üzerinden (Bu arada hiçbirinin orada neler olduğu ve bu yeni ülke Polonya’nın nasıl bir yer olduğu hakkında en ufak bir fikri yoktu) Almanya’ya, o dürüst Cermenlerin şanlı milletine mektuplar yolluyorlardı. Çok geç olmadan bu korkunç iç savaş ve Bolşevik rejiminin gümbürtüsünden bütünüyle kurtulabilecekleri güvenli bir yerlere gidebilmek için Rus topraklarından tamamen çıkmanın gerekliliğini sezip vize için yalvarıyor, para transfer ediyorlardı. Fransa’da, Paris’te yaşamayı hayal ediyorlardı. Oraya ulaşmanın imkansız olmasa da, fazlasıyla zor olduğu düşüncesi ızdırap vericiydi. Fakat başkalarının evlerindeki divanlarda geçen uykusuz gecelerde ansızın akıllara gelen belirsiz ve daha korkutucu başka düşünceler de vardı.

“Peki, ya… Çelik kordon kırılırsa… Gri renkli ordu buraya akın ederse. Ne büyük felaket…”

Çok çok uzaklarda gümbürdeyen silah seslerinin duyulması, bu tarz düşünceleri ortaya çıkarıyordu: Şehir dışındaki silah sesleri, metalik gri Almanlar çevrede barış ortamını muhafaza ederken de, ışıl ışıl parlayan sıcak yaz ayları boyunca duyulmaya devam etti. Şehrin içinde de dış mahallelerde tüfeklerle yapılan çatışmalardan aralıksız gelen boğuk silah sesleri duyuluyordu. Kimin kime ateş ettiğini hiç kimse bilmiyordu. Bunlar hep geceleri oluyordu. Gündüzleri ise insanlar Alman süvari erlerinin ana cadde Kreşçatik ya da Vladimir Caddesi üzerinde ara sıra görünmeleriyle kendilerini güvende hissediyorlardı. Peki, bunlar hangi alaya bağlıydı? Kibirli yüzlerini çevreleyen kürklü başlıkları; taş sertliğindeki çenelerini sıkıca saran pullarla kaplı, pirinçten yapılmış miğfer kayışları; uçları birbirinin aynı, yukarı doğru iki ok gibi duran kızıl renkli “Kayzer Wilhelm” bıyıkları vardı. Birbirine yakın vaziyette, dörtlü sıralar halinde ilerleyen atlı birliğe ait on yedi tane doru at, altı yüz askerin tamamı mavi-gri renkli tuniklerin içinde, Berlin şehrini baştan aşağı donatan, üniformaları dökme demirden Alman kahramanların heykellerine benziyorlardı.

Onları gören insanlar alkış tutuyor, kendilerini yeniden güvende hissediyor ve sınırdaki dikenli telin diğer tarafında öfkeyle dişlerini gıcırdatan Bolşeviklerle alay ediyorlardı.

Onlar, Bolşeviklerden nefret ediyorlardı. Fakat bu nefret, kişiyi savaşmaya ve öldürmeye teşvik eden değil, karanlık köşelerde korkakça fısıldaşmaya yönelten bir nefretti. Geceleyin içlerine dolan nefret hissiyle korkudan nefes nefese kalıyor, gündüz ise restoranlarda Bolşeviklerin, subayları ve bankacıları tüfekleriyle başlarının arkasından nasıl vurduklarını ve Moskova esnafının hastalıklı at etlerini nasıl sattığını anlatan gazeteleri okuyorlardı. Hepsi -tüccarlar, bankacılar, sanayiciler, avukatlar, aktörler, mülk sahipleri, fahişeler, eski Danıştay üyeleri, mühendisler, doktorlar ve yazarlar aynı şeyi hissediyordu– nefret.


Bir de kuzeyden ve batıdan –eski ön cephe– kaçıp şehre gelmiş subaylar vardı. Sayıları çok fazlaydı. Her geçen gün de artıyordu. Buraya gelmek için hayatlarını riske atmışlardı. Çünkü subaylar genellikle parasızdılar ve üzerlerinde mesleklerini belirten silinmez bir mühür vardı. Onları sınırdan geçirecek sahte evrakları hazırlamak diğer mültecilere kıyasla çok daha zordu. Yine de sınırı geçmeyi başarmışlardı. Korku dolu gözleri ve tıraşsız berbat görünümlü yüzleri ile üzerlerinde rütbeleri olmadan hayatta kalma ve yemek bulabilme yollarını da keşfetmiş olarak şehirde boy gösteriyorlardı. Aralarında eskiden de bu şehirde yaşayan ve akıllarında aynı fikirlerle -dinlenmek, eski sağlığını yeniden kazanmak ve yeni bir hayat kurarak her şeye en baştan başlamak, fakat bir asker hayatı değil, normal bir insan yaşamı- eve dönen Aleksey Turbin gibileri de vardı. Ayrıca Petersburg veya Moskova’da kalmaları söz konusu bile olmayan yüzlercesi de artık buradaydı. İçlerinden bazıları -Zırhlı Süvariler, Şövalyeler, Atlı Muhafızlar Mızraklı Muhafızlar- şehrin bu sıkıntılı zamanlardaki belirsiz pisliğine kolayca uyum sağlamışlardı. Ataman’ın korumaları şahane üniformalar giyiyorlardı ve Ataman’ın masasında saçlarını yapıştırarak taramış, çürümüş sapsarı dişleri ve altın dolguları olan iki yüz kadar kişi için yer vardı. Ataman’ın koruması olamayanlar Lipki’de, şehrin en kalburüstü bölgesinde daha da rahat edecekleri, pahalı kürkler giyen varlıklı kadınların kaldığı lambri döşemeli apartmanlara, restoranlara veya otel odalarına yerleştirilmişti.

Dağıtılmış veya yasaklanmış alaylara mensup kurmay yüzbaşılar, Albay Nai-Turs gibi çatışmaların en yoğun olduğu bölgelerde bulunmuş hafif süvariler, yüzlerce asteğmen ve teğmen, Karas gibi eski öğrencilerin ve Viktor Mişlayevski gibi üniversitedeyken orduya yazılmış, fakat bir daha asla okula geri dönüp eğitimine devam edememiş üsteğmenlerin kariyerleri savaş ve devrim tarafından yerle bir edilmişti. Lekelenmiş paltoları, hâlâ iyileşmemiş yaraları, omuzlarının her birinde, eskiden rütbelerinin olduğu yerde parçalanmış siyah şeritlerle şehre gelmiş, kendilerinin ya da başkalarının evlerinde sandalye üstlerinde, paltolarını battaniye gibi kullanarak uyumuşlardı. Votka içmiş, ortalıkta dolaşmış, yapacak bir şeyler bulmaya çalışmış ve sinirden deliye dönmüşlerdi. Bolşeviklerden, onları savaşmaya teşvik edecek şekilde doğrudan ve ateşli bir öfkeyle nefret edenler işte bunlardı.

Bir de harp okulu öğrencileri vardı. Devrim patlak verdiği sırada şehirde dört tane harp okulu vardı –bir mühendislik okulu, bir topçu okulu, iki tane de piyade okulu. Bu okullar isyancı askerlerin saldırısına uğrayınca liselerden yeni mezun olanlar ve birinci sınıf öğrencileri yaralı ve sakat bir halde sokakta kaldılar. Bunlar ne çocuk, ne de yetişkindiler. Ne asker, ne de sivildiler. Bunlar, Nikolka Turbin gibi on yedi yaşında genç erkeklerdi…

“Elbette Ukrayna’nın, Ataman’ın iyiliksever yönetiminde olmasından çok memnunum. Fakat adının önündeki sıfat, yirminci yüzyıldan ziyade on yedinci yüzyıla daha uygun olan bu görünmez despotun kim olduğunu şu ana kadar öğrenme şansım olmadı ve muhtemelen ölene kadar da olmayacak.”

“Evet —gerçekten kim bu Ataman, Aleksey?”

“Eski bir Şövalye Birliği subayı. Bir general. Zengin bir toprak sahibi. Adı Pavel Petroviç Skoropodski…”

Kaderin garip bir cilvesi, onun kazandığı seçimi, 1918 yılının Nisan ayına, gelecekteki tarihçilere hiç şüphesiz fazlasıyla komedi malzemesi sunacak şekilde, bir sirk gösterisine denk getirdi. Fakat insanlar, özellikle de iç savaşın ilk sarsıntılarını çoktan yaşamış olan şehir sakinleri, sadece durumun komikliğini görememekle kalmadılar, bunda herhangi bir mantık olmadığının da farkına varamadılar. Seçim olağanüstü bir hızda gerçekleştirildi. İnsanların çoğunluğu daha neler olup bittiğini anlayamadan her şey tamamlanmıştı -Tanrı Ataman’ı korusun. Hem zaten ne fark ederdi ki? Uzun zamandır dükkanlarda ekmek ve et bulunabiliyordu. Ayrıca sokaklarda vurulma olayları da olmuyordu. Bunlardan daha da önemlisi, Bolşevikler dışarıda tutulmuş, sıradan insanlar yağmadan korunmuştu. Yani bütün bunlar az çok Ataman’ın etkisiyle olmuştu –hatta epeyce bir etkisi olduğu aşikardı. En azından Moskova ve Petersburglu mülteciler ile şehir halkının büyük çoğunluğu, ki kendi aralarında Ataman’ın durumunun garipliğine gülseler ve Yüzbaşı Talberg gibi bu durumu komik bir opera olarak adlandırsalar da, Ataman’a yürekten şükrederler ve birbirlerine “Tanrı’nın izniyle o hep başımızda olsun” derlerdi.

Fakat bunun ne kadar uzun süreceğini Ataman’ın kendisi de dahil hiç kimse bilmiyordu.

Şehirdeki hayatın kayda değer bir normallikle devam ettiği gerçeği bir yana -şehirde polis, devlet kurumları, hatta bir ordu ve değişik isimlerde gazeteler bile vardı- şehirdeki bir kişinin bile Kiev’in dışında ve çevresinde milyonlarca insanın yaşadığı, Fransa’dan bile büyük bir ülke olan Ukrayna’da gerçekte neler olup bittiği hakkında en ufak bir fikri bile yoktu. Hakkında bir şey bilmedikleri yerler, ülkenin uzak bölgeleri değildi sadece. Her ne kadar saçma görünse de tam bir kara cahillik içinde şehrin otuz-kırk kilometre yakınlarındaki köylerde olan bitenden bile haberleri yoktu. Gerçek Ukrayna’nın durumu hakkında ne bir malumatları vardı, ne de bu umurlarındaydı. Bu ülkeden tamamen nefret ediyorlardı. Ve ne zaman adına kırsal denen o gizemli yerler hakkında, Almanlar’ın köylüleri soydukları, onları acımasızca cezalandırdıkları ve makineli tüfeklerle ateş ederek onları ekin gibi biçtikleri gibi söylentiler duyulsa, Ukraynalı köylüleri savunmak adına kızgın bir ses duyulmamakla kalmıyor, bir de misafir odalarındaki ipeksi abajurların altında kurtlar gibi dişlerini gösterek sırıtıp, homurdanıyorlardı:

“İyi oluyor onlara! Biraz daha abartsalar da bir şey olmaz. Ben olsam daha kötüsünü yapardım. Devrim nasıl olurmuş görsünler. Kendilerini yönetenleri beğenmediler, baksınlar bakalım başkası neler yapıyormuş!”

“Çok yanılıyorsun.”

“Sen ne demek istiyorsun, Aleksey? Onlar sadece bir grup hayvan, başka bir şey değil. Almanlar onlara gösterecek…”

Almanlar her yerdeydi. En azından Ukrayna’nın her yerindeydiler. Fakat uzaklarda, kuzeyde ve doğuda, mavi-kahverengi ormanların en uzak ucunun da ötesinde Bolşevikler vardı. Sadece bu iki kuvvet dikkate alınıyordu.

V

Sonra birden, o devasa satranç tahtasının üzerine, damdan düşer gibi üçüncü bir güç ortaya çıktı. Zavallı satranç oyuncusu, düşmanlarıyla arasına piyonlardan oluşan bir çit çekmiş (uygun bir benzetme. Çünkü metal miğferleriyle Almanlar, piyona çok benziyorlar) ve oyuncak kralını da daha güçlü taşlarla -subaylarıyla- çevrelemeyi planlıyor. Fakat rakibin veziri kenardan sinsice bir yol buluyor, en son çizgiye kadar ilerliyor, piyonları ve atları birer birer alarak korkudan tir tir titreyen şahı tehdit ediyor. Vezirin açtığı yoldan, hızla hareket eden bir fil ile zikzaklar çizerek atlar geliyor, göz açıp kapayıncaya kadar oyuncunun hükmü veriliyor: Şah-mat.

Bütün bunlar çok hızlı gerçekleşti. Ama bir gecede de olmadı. Ayrıca öncesinde bunların olacağını gösteren işaretler de vardı.

Mayıs ayında bir gün, şehir turkuaz üzerindeki bir inci gibi uyur, güneş yükselip ışıklarıyla Ataman’ın krallığını aydınlatır, vatandaşlar tıpkı karıncalar gibi o küçük hayatlarına devam etmek için işlerine gider, uyku mahmuru tezgahtarlar kepenklerini açarken şehrin ötesinde korkunç ve kaygı verici bir gümbürtü koptu. Hiç kimse daha önce bu kadar yüksek bir ses duymamıştı. Bu ne silah sesine benziyordu, ne de fırtınaya. Fakat o kadar güçlüydü ki birçok pencere kendiliğinden savrularak açıldı, bütün camlar zangırdadı. Sonra ses yeniden duyuldu. Gümbürdeyerek Yukarı Kiev’e, oradan Podol’a doğru ilerledi, Aşağı Kiev’e geldi. Koyu mavi renkli güzeller güzeli Dinyeper’in üzerinden geçip Moskova istikametine doğru azalarak kayboldu. Hemen ardından Yukarı Kiev’den, Peçyorsik tarafından gelen şoka girmiş ve her tarafları kanlar içinde koşuşturan, inleyen, çığlık çığlığa insanlar göründü. Ve ses üçüncü kez duyuldu. Bu defa öylesine şiddetliydi ki Peçyorsik’teki evlerin camları kırılmaya başladı. Ayak bastıkları toprak bile sarsılıyordu. Birçok kişi, üzerlerinde iç çamaşırından başka bir şey olmadan korkunç sesler çıkararak çığlık çığlığa koşuşturan kadınlar gördü. Sesin kaynağı kısa süre sonra anlaşıldı. Ses, şehrin dışından, Dinyeper’in hemen üstündeki yüksek miktarda cephane ve barutun saklandığı Çıplak Dağ’dan geliyordu. Çıplak Dağ’da bir patlama olmuştu.

İnsanlar olaydan sonraki beş gün boyunca Çıplak Dağ’dan aşağıya zehirli gazların geleceği korkusuyla yaşadı. Fakat patlamalar durdu, herhangi bir gazın geldiği görülmedi. Üzerleri kanlı insanlar ortadan kayboldu ve şehrin her tarafı eski huzurlu haline geri döndü. Tek istisna Peçyorsik’in küçük bir bölümünde yıkılan birkaç evdi. Alman komutan sıkı bir inceleme başlattı, fakat şehirdekiler, elbette patlamaların nedeni hakkında en ufak bir bilgi bile edinemedi. Ortada çeşitli söylentiler dolaşıyordu.

“Fransız casuslar yapmış.”

“Hayır, patlamanın sorumlusu Bolşevik casuslarıymış.”

Sonunda insanlar patlamaları unuttular.

İkinci işaret yazın, şehir yemyeşil tozlu yapraklarla kaplıyken ortaya çıktı. Gökyüzü yarılırcasına gürlüyor, Alman teğmenleri okyanus dolusu maden sularını içiyorlardı. İkinci işaret gerçekten dehşet vericiydi.

Bir gün, Nikolayevski Caddesi’nde, güpegündüz taksi durağının hemen yanında Ukrayna’daki Alman kuvvetlerinin komutanı, Kayzer Wilhelm’in o kibirli ve dokunulmaz askeri yöneticisi Mareşal Eichhorn vurularak öldürüldü! Onu öldüren kişi ise tabii ki bir işçi ve aynı zamanda bir sosyalistti. Yirmi dört saat sonra Almanlar sadece suikastçıyı değil, aynı zamanda onu olay yerine getiren taksi şoförünü de astılar. Bu gerçek anlamda hiçbir sonuç vermedi. Vefat eden seçkin Mareşal yeniden canlanmadı, ama bir grup entelektüelin olayla ilgili ürkütücü fikirlere kapılmasına yol açtı.

O gece, örneğin, açık bir pencerenin önünde güçlükle soluyan Vasilisa, kaba ipekten gömleğinin düğmelerini çözmüş, elinde bir fincan limonlu çay ile orada oturmuş ve Aleksey Turbin’e şunları fısıldamıştı:

“Bütün bu olanları düşününce hayatlarımızın hiç mi hiç güvende olmadığı düşüncesinden kurtulamıyorum. Bana öyle geliyor ki (Vasilisa küçük, tombul parmaklarını havada salladı) Almanların ayağının altındaki toprak kayıyor. Bir düşün, Eichorn’u düşün… ve olayın olduğu yeri. Ne demek istediğimi anlayacaksın.” (Vasilisa’nın gözlerindeki dehşet görülebiliyordu.)

Aleksey onu dinledikten sonra yanağı tatsız bir ifadeyle gerildi. Sonra da oradan ayrıldı.

Ancak tam da ertesi gün yeni bir işaret ortaya çıktı. Bu sefer adres Vasilisa’nın ta kendisiydi. Erken, çok erken saatlerde, güneş sabahın ilk neşeli ışık demetlerinden birini arka bahçeden Vasilisa’nın dairesine giden iç karartıcı bodrum koridoruna doğru yansıtırken, Vasilisa pencereden dışarı baktığında gün ışığında dikilmekte olan işareti gördü. Kadın, otuz yaşının kendisine verdiği o ışıltıyla, gerdanında kraliçelere layık bir kolye, düzgün çıplak bacakları ve dolgun cömert göğüsleriyle eşsiz görünüyordu. Dişleri parıldıyor, kirpikleri yanaklarına solgun, leylak rengi bir gölge düşürüyordu.

“Bugün elli kopek” dedi, işaret. Leylak rengi bir sesle elindeki bir kova sütü gösteriyordu.

“Ne?” diye inledi, Vasilisa, hüzün dolu bir ifadeyle. “Tanrı aşkına Yavdoka! Önceki gün kırk demiştin, dün kırk beş, bugün de elli mi oldu? Bu böyle gitmez!”

“Benim suçum yok. Süt her yerde pahalı” diye yanıtladı, leylak renkli ses. “Pazarda dediklerine göre, bazı yerlerde bir rubleye kadar çıkıyormuş.”

Dişleri yine parıldadı. Vasilisa bir an için sütün fiyatını unuttu, her şeyi unuttu ve midesinde yaramaz ama çok güzel bir kıpırdanma oldu –Vasilisa, muhteşem ve pırıl pırıl bu suret, karşısında her belirdiğinde bu soğuk titremeleri yaşıyordu. (Vasilisa daima karısından daha önce kalkardı.) Her şeyi unutup ormandaki bir açıklığı hayal etti, çam kokularını. Ah, ah…

“Bak Yavdoka” dedi, Vasilisa. Dudaklarını yaladıktan sonra karısının gelme ihtimaline karşın hızlı bir bakışla etrafı kolaçan etti. “Devrimden bu yana serpildin. Dikkatli ol, yoksa Almanlar sana dünyanın kaç bucak olduğunu gösterirler.” ‘Onu öpmeye cüret edebilir miyim, edemez miyim?’ diye merak etti, Vasilisa. Kahır içinde, karar veremeyecek durumdaydı.

Süt, kaymaktaşı renginde geniş bir kurdele gibi köpürerek sürahinin içini doldurdu.

“Eğer bize dünyanın kaç bucak olduğunu göstermeye kalkarlarsa, biz de onlara yakın zamanda bunun işe yaramayacağını gösteririz” diye aniden yanıtladı, işaret. Parlayarak, ışıldayarak, kovasını tıngırdatarak, boyunluğunu ve bedenini savurarak, güneş ışığından bile parlak, bodrumdan bahçeye doğru ışık huzmelerinin aydınlattığı merdivenleri çıktı. “Ah, bacakların güzelliğine bak” diye inledi, Vasilisa, kendi kendine.

Tam o anda karısının sesi geldi. Vasilisa arkasını döndüğü gibi onunla çarpıştı.

“Kiminle konuşuyordun sen?” diye sordu, aşağıdan yukarı hızlı ve şüpheci bir bakış atarak.

Vasilisa kaçamak bir tonda, “Yavdoka’yla” diye yanıtladı. “Süt bugün elli kopek olmuş, inanabiliyor musun?”

“Ne?” diye bağırdı, Wanda. “Olacak iş değil! Bu ne yüzsüzlük! Bu çiftçiler de çekilecek gibi değil… Yavdoka! Yavdoka!” diye bağırdı, pencereden dışarı eğilerek. “Yavdoka!”

Fakat kadın artık görünmüyordu, geri de dönmedi.

Vasilisa karısının zarafetten yoksun görünüşüne bir bakış attı. Sarı saçlarına, kemikli dirseklerine, kurumuş bacaklarına baktı. Hayatını düşününce bir anda midesi bulandı. Neredeyse Wanda’nın etek uçlarına kusacaktı. İç çekerek kendini tutarak kısmen karanlık olan dairesine doğru yürüdü. Onu bunaltan şeyin tam olarak ne olduğunu söyleyebilecek durumda değildi. Acaba bunun nedeni aniden Wanda’nın bir at arabasının şaftı gibi dışarı fırlamış, sarımsı köprücük kemikleriyle ne kadar da çirkin olduğunun farkına varması mıydı? Yoksa o nefis suretin söylediği, rahatsız edici bir şey miydi?

“Ne demişti? ‘Onlara bunun işe yaramadığını göstereceğiz’ miydi?” diye mırıldandı, Vasilisa, kendi kendine. “Şu pazarcı kadınlar yok mu! Buna ne buyrulur? Bir kere Almanlardan korkmamaya başladılar mı… Bu sonun başlangıcı demektir. ‘…Onlara bunun işe yaramadığını göstereceğiz’ kesinlikle! Ama ne güzel dişleri vardı, saadet…”

Birden Yavdoka’nın, bir tepenin üzerindeki bir cadı gibi önünde çırılçıplak durduğunu hayal etti.

“O yanakları… ‘onlara göstereceğiz’… Ya o göğüsleri… Tanrım…”

Düşünceleri öyle rahatsız ediciydi ki Vasilisa kendini kötü hissetti. Gidip soğuk suyla yüzünü yıkamak zorunda kaldı.

Sonbahar daha önce hiç olmadığı kadar sessizce, kendini hissettirmeden yaklaşıyordu. Olgun, altın rengi bir Ağustos ayının ardından aydınlık, toz yüklü bir Eylül ve o Eylül ile birlikte önceleri tamamıyla önemsiz görünen -fakat bir işaret de olmayan- bir olay meydana geldi.

Aydınlık bir Eylül akşamıydı. Ataman hükümetindeki o konularla ilgili yetkili tarafından imzalanmış bir kağıt parçası şehir hapishanesine geldi. Bu, 666 numaralı hücredeki mahkumu serbest bırakma emriydi. Hepsi bu kadar.

Hepsi bu kadar mı?! Hiç şüphesiz yaşanacak olan bütün o sözü edilmeyen anlaşmazlıkların, felaketlerin, çatışmaların, dökülen kanların, zulüm ve işkencelerin, çaresizlik ve dehşetin nedeni o kağıt parçasıydı…

Mahkumun adı oldukça sıradan ve dikkat çekmeyen bir isimdi: Semyon Vasiliyeviç Petlyura. Hem kendisi, hem de Aralık 1918’den Şubat 1919’a kadar geçen dönemde çıkan şehir gazeteleri bunun yerine ilk adının Fransızlaştırılmış halini kullandılar: Simon. Simon’un geçmişi tam bir bilinmezliğin içine gömülmüştü. Bazıları eskiden katip olduğunu söylüyordu.

“Hayır, muhasebeciydi.”

“Hayır, öğrenciydi.”

Eskiden Kreşçatik ve Nikolayevski caddelerinin köşesinde kocaman bir tütün dükkanı vardı. Uzun dikdörtgen tabelasında güzelce yapılmış, fes giymiş bir Türk resmi bulunuyordu. Bu Türk, nargile içiyordu. Ayaklarında uç kısımları yukarı doğru kalkık sarı renkli terlikler vardı. Yakın zamanda Simon’u orada, tezgahın arkasında güzelce giyinmiş ve Solomon Cohen’in fabrikasında üretilmiş sigara ve tütünlerden satarken gördüklerine yemin eden insanlar vardı. Ama aynı zamanda şöyle söyleyenler de:

“Öyle bir şey olamaz. Belediyeler Birliği’nin katibiydi o.”

“Hayır, Belediyeler Birliği’nde değil, Zemstvo Birliği’ndeydi” diye bir karşı bir görüş de ortaya atılıyordu. “Tam bir Zemstvo memuru.”

Dördüncü bir grup (mülteciler) hatırlamak ister gibi gözlerini kapatıp mırıldanıyordu:

“Hayır, bir dakika… Düşünmeme izin verin…” dedikten sonra, on yıl önce -hayır pardon, on bir yıl önce- onu bir gece Moskova’da, Malaya Bronnaya Caddesi’nde koltuğunun altında siyah bir beze sarılmış gitarıyla nasıl gördüklerini anlatıyorlardı. Ayrıca doğduğu şehirden bazı arkadaşlarının verdiği bir partiye gittiğini ekliyorlardı. Gitar bunun içindi. Anlaşılan bu parti, bir sürü Ukraynalı hoppa ve güzel kız öğrenci ve şişeler dolusu Ukrayna malı erik brendisiyle dolu, Ukraynalı bir orkestra ve Ukrayna şarkılarıyla renklenen bir partiydi.

“Sinekkaydı tıraşlıydı dedin, değil mi?”

“Hayır, galiba… Evet, hatırladım… Bıyığı vardı.”

На страницу:
5 из 7