
Полная версия
İnsanlığın yeme tarihi
Bir üçüncü teori ise etrafının doğal bir şekilde çevrelenmiş olduğu tarım arazileri üzerindeki rekabetin, topluluklar arasında savaşların yaşanmasına yol açtığından bahseder. Örneğin, Peru’da, And Dağları’ndan başlayıp hayli kurak bir çöl içerisinde elli millik bir yolculuktan sonra kıyı şeridine dökülen yetmiş sekiz nehir bulunmaktadır. Nehir kenarlarında tarım yapmak mümkündür, ne var ki tarıma elverişli alanların hemen hepsi çöl, dağlar ve okyanuslarla çevrelenmiştir. Mısır’da Nil Nehri boyunca bereketli arazinin dar şeridi üzerinde tarım yapmak mümkündür; ama bunun ötesindeki çölde imkânsızdır. Mezopotamya’nın alüvyal ovaları üzerinde, sadece Dicle ve Fırat nehirlerine yakın yerlerde tarım yapılabilir. İlk başlarda bu yerler birkaç çiftçinin mesken tuttuğu seyrek nüfuslu yerlerdi. Nüfusun artmasına paralel olarak (Çünkü yerleşik yaşama geçiş ve tarıma başlama, avcı-toplayıcı topluluklarınkine kıyasla nüfusun çok daha fazla artmasına yol açar) yeni yeni köyler kurulur. Üzerinde tarım yapmaya müsait alanlar bir kere kullanılmaya başlandıktan sonra çiftçiler üretimi yoğunlaştırıp, daha gelişmiş set ve sulama sistemleri kurarak sabit bir toprak parçası üzerinden çok daha fazla verim almaya başlarlar.
Tarımsal üretkenlik bir süre sonra yetersiz gelmeye başlayınca köyler birbirlerine saldırmaya başlar. Köylerden biri diğerini mağlup edince, savaştan galip çıkan köy diğerinin toprağına el koyar ya da elde edilen hasattan her yıl kendisine belli bir miktar pay verilmesi için mağlup köyün halkına baskı yapar. Bu şekilde, bölge içerisindeki en güçlü köy yönetici sınıf olarak ortaya çıkmaya başlar; zayıf olan köylerse ürettikleri artı ürünü elden çıkarmaya zorlanır. Bu durumun sonucunda kurulmaya başlanan sistemde fakirler, zenginlerin karnını doyurmak için çalışır. Bu teorinin iddia ettikleri akla yatkın geliyor; ne var ki tabakalı toplumların ilk ortaya çıktığı yerlerin hiçbirisinde insanların tarımsal üretkenliğin sınırlarına gelip dayandıklarına dair bir kanıt yoktur. Ama kuraklık ya da kötü bir hasat zamanında, besin depolarının dolu olduğu köylerin besin kıtlığının yaşandığı komşu köylerden gelen saldırılara maruz kalabileceğini hayal etmek çok zor olmasa gerek.
Tüm bu teorileri kapsayan daha genel bir görüş ise gelişmiş toplumların (Yani güçlü bir şeflik ile belirgin bir toplumsal hiyerarşinin olduğu toplumlar) daha üretken, daha dirençli, zorluklar karşısında hayatta kalmada daha esnek ve kendilerini savunmada daha kararlı olacakları görüşüdür. Bu yüzden, güçlü şeflerin ortaya çıktığı köyler, etraftaki daha az örgütlü köylere üstün gelebileceğinden, yaşamak için (En azından şefin otoritesi altında bulunmayı sorun etmeyecek kişiler için) daha çekici yerler haline gelir. Güçlü şeflerin ortaya çıkışının genelde zora dayalı olduğu düşünülür; halbuki insanlar başlangıçta ürettikleri artı ürünün bir kısmını ya da tamamını toplumun şefine kendi rızaları ile veriyordu. Çünkü karşılığında sorunsuz işleyen sulama sistemleri, daha iyi bir güvenlik, toprağın bereketini sürdürmeye yönelik düzenlenen dini ritüeller, çıkan çatışmalarda arabuluculuk üstlenilmesi gibi hizmetlerden faydalanmayı bekliyorlardı. Bunun için de şefe sunulan artı ürün verilmeye değer bir ödül olarak görülüyordu. Öncelikle, toprağa yerleşip evde, tarlada ve sulama sistemlerinde işçi çalıştırmaya başlandığı zaman kişinin artık bulunduğu yerden ayrılması için bir gerekçesi yoktur; isterse topluluğun şefi çıkıp “küçük dağları ben yarattım” desin ya da kendisinin tanrıdan geldiğini iddia etsin, bu gerçeklik değişmez.
Peki, ne olduğunu nasıl anlatabiliriz? Arkeolojik bulgulara göre toplumsal tabakalaşma süreci dünya üzerinde hemen hemen aynı şekilde yaşanmış; dünyanın farklı yerlerinde (Ancak farklı zamanlarda) büyük ölçüde Bronz Çağı uygarlıklarına benzer uygarlıkların ortaya çıkmasıyla bu süreç doruk noktasına ulaşmıştır. Örneğin, M.Ö. 3500’lerde Mısır ve Mezopotamya uygarlıkları; M.Ö. 1400’lerde Kuzey Çin’deki Shang Hanedanı; M.S. 300’lerden itibaren Güney Meksika’daki Maya Uygarlığı’nın yükselişi ve hemen hemen aynı zamanlarda Güney Amerika’da M.S. 15’inci yüzyılda İnka İmparatorluğu’nun kuruluşu.
Sorun şu ki, arkeolojik bulgular toplumsal tabakalaşma sürecinin nasıl işlediğine dair bize fazla bir şey söylemiyor. Değişimin ilk emareleri genellikle, mezarlarda bulunan eşyaların farklılıklarında ve detaylı işlemeleri olan yöresel çanak çömlek tarzlarının ortaya çıkışında gözlemleniyor. Bu çanak çömlekler, M.Ö. sırasıyla 5500’lerde Mezopotamya’da, 2300’lerde Kuzey Çin’de ve 900’lerde ise Amerika kıtasında karşımıza çıkmaktadır. Bu çanak çömlekler bize, toplumda belirli derecede bir uzmanlaşmanın olduğunu göstermektedir. Buradan da yönetici seçkinlerin ortaya çıkışı ile tam-zamanlı çalışan zanaatkârların beslenebilmesinin mümkün olduğu anlaşılmaktadır. Standart boyutlarda yapılmış çok sayıda çanak çömlek, M.Ö. 3500’lerde Mezopotamya’da karşımıza çıkmaktadır. Bu bize, çanak çömleklerin yapımının merkezi bir kontrol altında yürütüldüğünü, gerek tahıl gerekse de diğer malların standart ölçümlerinin vergi ödeme ve yiyecek dağıtımı süreçlerinde kullanıldığını göstermektedir.
Kuzey Çin’de, Longshan dönemindeki (M.Ö. 3000-2000) yerleşimlerin büyük duvarları vardı. Ayrıca burada mızrak ve sopa gibi silahlar da yaygın bir şekilde kullanılmaktaydı. Mezopotamya’da ise binalarda L şeklinde girişler, mancınıklarda kullanılan taşların depolandığı mahzenler ve savunma amaçlı kullanılan toprak hafriyatları karşımıza çıkar. Tüm bunlar bize savunma amaçlı bir örgütlenmenin olduğunu göstermektedir. Bunları, yazının ortaya çıkışına doğru atılan ilk adımlar olarak görmek gerekir. Batı Asya’da yazı, ülke içi yönetimi düzenlemek için kullanılan semboller ve mühürler şeklinde açığa çıkarken, Kuzey Çin’de, işinin ehli büyücülerce kemikler üzerine kazınan semboller olarak karşımıza çıkar. Köylerin şehirlere dönüşmesiyle ortaya çıkan daha büyük yerleşimler eskiye nazaran çok daha büyük bir siyasi örgütlenmeye ihtiyaç duyar. Çünkü anlaşmazlıklar baş gösterdiğinde nihai kararı verecek bir yetkili makamın olmaması, köylerin belirli bir ölçünün ötesinde büyümesini engeller.
M.Ö. 1850’lerde Çin’de Shang Hanedanı’nın kuruluşuyla birlikte zanaat atölyeleri ortaya çıkar. Dahası, bazı yerleşim yerlerinde, belli bir üretimde bulunan atölyelerin olduğu, bazı yerlerde ise bu tür atölyelerin olmadığı göze çarpmaktadır. Bu durum da yerel düzeyde planlı bir uzmanlaşmanın yaşandığını gösterir. Yakın Doğu ve Çin’de bronz işleme; Güney Amerika’da ise altın işleme becerisi, zanaattaki uzmanlaşmaya dair bir diğer işarettir. Mezarlarda ortaya çıkan eşyaların hayli kaliteli madeni malzemelerden yapılmış olmasıysa olağanüstü ölçülerdeki toplumsal tabakalaşmaya dair bir kanıt sunmaktadır. Tarihi M.Ö. 2500’lere kadar giden Mezopotamya’nın Ur şehrinde bulunan “kraliyet” mezarlarında ölenin altın, gümüş ve kıymetli taşlarla süslü eşyalarla gömülü olduğu görülmektedir. Hatta bu mezarlarda ölenle birlikte düzinelerce kölenin, müzisyenin ve muhafızın, hatta arabalarını çekmek için öküzlerin bile yer aldığı görülmektedir. Bu mezarlar (ve Çin’deki diğer benzer örnekleri) bize toplumsal tabakalaşmaya dair çok çarpıcı ve tüyler ürpertici kanıtlar sunmaktadır.
İlk şehirler ortaya çıkarken, hem uzman zanaatkârları ile birlikte şehirler bölgelere ayrıldı, hem de tapınak ve piramitler gibi devasa yapıların inşa edilmesine başlandı. Bu hareketlilik, toplumsal tabakalaşmanın ortaya çıktığına dair hiçbir şüpheye mahal bırakmamaktadır. Aslında bunun doğrudan doğruya yazılı bir kanıtı mevcuttur. Çin’deki belgeler soyluların girift hiyerarşik yapısına dair oldukça detaylı bilgiler sunar. Her soylunun kendi toprağı ve bu soyluların başlarında da bir kral bulunur. Mezopotamya’nın şehir devletlerinde, kil tabletler bize burada vergilerin ödendiğinin, ticarete konu olan malların üretildiğinin ve yiyeceklerin dağıtıldığının kanıtını sunar. Ayrıca bira imalatçılarından yılan oynatıcılarına kadar içinde bir dizi meslek grubunun yer aldığı esnaf birliklerine kayıtlı mesleklerden oluşan üyelik listeleri de burada yer almaktadır. Mısır’da piramitlerin inşa edildiği döneme denk düşen Dördüncü Hanedanlıkta, Kralın Tüm İşlerinden Sorumlu Denetçi’nin memur ve kâtiplerden oluşan büyük bir personel grubu vardı. Bu memur ve kâtiplerin görevleri, tam zamanlı çalışan kalabalık bir duvarcı ekibinin çalışma saatlerini tutmak, erzakları dağıtmak ve işçileri organize etmekti. Tabii tüm bu görevler, bir yığın erzak listesinin oluşturulması ile zaman çizelgelerinin ayarlanması işlerini kapsamaktaydı.

Bir Mezopotamya şehrinin tasviri. Tasvirde, kralın denetiminde olan farklı uzmanlıklara sahip işçiler göze çarpmaktadır.
Bugün dünyada varlığını hâlâ sürdüren pek çok örnekte olduğu gibi anıtsal yapıların ortaya çıkması, hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde, ilk uygarlıkların toplumsal tabakalaşmasına dair bize belki de en açık kanıtı sunmaktadır.
Böylesi büyük inşaat işleri, ancak düzenli işleyen bir idari sistem altında gerçekleştirilebilirdi. Bu idari sistem ile artı ürünü depolayıp, bunu inşaat işçilerine günlük erzak olarak verebilir ve oluşturduğunuz ideoloji ile de insanları, inşaat projesinin gerekli ve önemli olduğu konusunda ikna edebilirsiniz. Kısacası, güçlü bir kralın yönetimi altında olan hiyerarşik bir toplumsal düzenden bahsetmiş oluyoruz aslında. Mezarların, tapınakların ve sarayların öne çıkan özelliği, bunların olması gerektiğinin ötesinde hem çok büyük, hem de girift yapılar olmalarıdır. Bu binalar sahip olunan gücün bir simgesidir ve toplumların zamanla tabakalaşmasına paralel olarak bu binalar daha da önemli hale gelecektir.
Mısır’ın piramitleri, Mezopotamya’nın zigguratları ile Orta ve Güney Meksika’nın merdivenli tapınakları, tarımsal artı ürün ve toplumsal yapıda buna bağlı olarak ortaya çıkan farklılaşma sayesinde inşa edilebilmiştir. Avcı-toplayıcı topluluklar böylesi yapıları inşa etmeyi hayal edemezlerdi; hayal etseler bile binaların yapımı için ellerindeki tüm araçlarını (artı ürün şeklindeki servetleri ile böylesi bir iş için gerekli olan örgütsel yapıları) tüketmiş olurlardı. Bu heybetli yapılar ilk uygarlıkların yükselişinin birer abidesi olarak boy gösterir. Diğer taraftan bu yapılar o zamana dek eşi benzeri görülmemiş bir eşitsizlik ve toplumsal tabakalaşmanın ortaya çıkışını da simgelemektedir.
4
Besinin İzinde
Man4 yağdırdı onları beslemek için,
Göksel tahıl verdi onlara.
–ZEBUR, BÖLÜM 78, ÂYET 24Besin: Seçkinlerin Gücünün Anahtarı
Mayıs ayında bir sabah vakti, güneşin doğuşundan hemen önce, üzerlerinde abartılı kıyafetler olan ve sayıları altı yüzü aşkın İnka genci kutsal bir alanda birbirine paralel iki sıra şeklinde dizilmişlerdi. Etraflarında mısır sapları vardı. Güneşin ilk parıltısıyla beraber gençler şarkı söylemeye başladılar. İlk başlarda şarkıyı usulca söylüyorlardı. Güneşin gökyüzünde yükselmesiyle birlikte grup birbirine daha da yakınlaşmaya başladı. Söyledikleri şarkı, onların haylli dedikleri askeri bir marştı. Sabah saatleri boyunca marş belli bir tonda söylendi; öğle vaktine gelindiğinde marşın tonu en yüksek noktasına çıkmıştı. Öğleden sonra ise marşın tonu gitgide yavaşladı ve gün batımında marş sona erdi. Günün alacakaranlık vaktinde, hepsi İnka soylunun evlatları olarak yetiştirilmiş gençler, hasadı kaldırma işine giriştiler. İnkaların her sene geleneksel olarak devam eden mısırla ilgili bu mizansenleri, toplumdaki yönetici seçkinlerin ayrıcalıklı konumlarını pekiştirip, bunu gözler önüne seren âdetlerinden sadece biridir.
Bir diğer örnek ise her yılın Ağustos ayında düzenlenen mısır ekimi törenidir. İnkaların başkenti Cuzco’nun merkezinden görülebilen Picchu Tepesi üzerindeki iki büyük sütun arasında güneşin batışı gerçekleştiğinde kral, büyüme mevsimini başlatır. Kral, yalnızca soylu sınıfının üyelerince sürülüp işlenen kutsal tarlalardan birini sabanla sürüp, bitki ekip dikme işi ile bu görevini icra etmeye başlar. Bir görgü tanığının anlattığına göre “Kral, bitki ekip dikme zamanında gidip toprağı sürer. Kralın bu işi yaptığı gün dini bir bayram günüdür ve bu bayrama imparatorluğun başkenti Cuzco’nun tüm efendileri katılır. Toprağın sürülüp tarlanın düzleştirildiği bu yerde efendiler tanrılarına altın ve gümüşle birlikte kendi çocuklarını bahşederler.” Sonrasında tarlayı sürme işi İnka’nın soylularınca devam ettirilir. Ama süreci ilk başlatan kişinin kral olduğunu unutmayalım. Başka bir gözlemcinin anlattıkları da şöyle: “Diyelim ki kral bu işi yapmadı; böyle bir durumda kimsenin toprağı sürmeye cesareti olmadığı gibi, ürün elde etmek için toprağı ilk süren kişinin kral olmasına gerek yok diye düşünmeyi de akıllarından geçirmezler.” Mısır ekip dikme işinin başlamasıyla lama ve gine domuzlarından daha fazlası tanrılara bahşedilmeye, kurban edilmeye başlanır. Tarlanın orta yerinde rahibeler chicha isimli bir mısır birasını beyaz lamanın cüssesi boyunca toprağa dökmeye başlar. Yapılan tüm bu şeyler tarlaları ayazdan, sert rüzgârdan ve kuraklıktan korumaya yöneliktir.
İnkalar için tarım ile savaş durumu birbiriyle yakından ilişkilidir: Toprak, aynı bir savaşta olduğu gibi, saban ile mağlup edilmiştir. Bu yüzden hasat zamanındaki törenler genç soylularca düzenlenir, çünkü savaşçılar olarak bunun onlar için özel bir anlamı vardır. Toprağa karşı kazandıkları zaferi kutlamak için mısır hasadını kaldırırken haylli denilen marşlarını söylerler. Bir sonraki büyüme mevsiminin başlangıcında hem toprağı mağlup etmede hem de zirai döngünün sürekliliğini garanti altına almak için toprağın üretken gücünü ele geçirmede, sadece kralın hükmü geçer. İşte bu yüzden toprağı ilk süren kral olur. Tabii diğer taraftan bu ritüel, kralın kendi halkı üzerindeki gücünü pekiştirmesine de olanak sağlar. Bir bakıma bu, kral olmadan halk açlıktan kırılır demektir. Toprağın sembolik olarak mağlup edilmesi, aynı zamanda, İnkaların ilk mısır ekimi öncesinde yenilgiye uğrattıkları Cuzco’nun yerli halkı Hualla ile ilk İnkaların arasındaki muharebenin yeni baştan sahnelenmesi anlamına gelir. İnkalar burada iki türde zafer kazanmışlardır: Hem yerel vahşileri mağlup etmiş, hem de tarımı uygulamaya başlamışlardır. Yönetici seçkin olan kral, bu ilk muharebenin galiplerinin soyundan geldiğini iddia etmektedir. Yapılan törenler de kralın bu soy bağını öne çıkarmaya hizmet eder. Böylece toplumun hiyerarşik bir şekilde yapılanması zihinlere aşılanırken, kralın kitleleri yönetme hakkını elinde bulundurması düşüncesi de doğallaştırılmaya çalışılır. Aslında verilmek istenen mesaj şudur: Kral ve onunla birlikte soylular devrilirlerse, geride ekinlerin büyümesini sağlayacak kimse kalmayacaktır.
Besinle bağlantılı bu tarz törenler, ilk uygarlıklarda toplumun seçkinlerinin ayrıcalıklı konumlarını tanımlamak ve pekiştirmek için yaygın bir şekilde uygulanmaktaydı. Ayrıca, besin ya da besin üretimi kapasitesi vergi ödemede kullanılmaktaydı. Besin, askeri başarıların ardından haraç olarak alınıyordu. Evrenin istikrarının sağlanmasında ve zirai döngünün devamının güvence altına alınmasında ya besin bağışında bulunulur ya da besin adak edilirdi. Besinin erzak olarak ve ücret olarak şölenlerde ve festivallerde usule uygun bir şekilde dağıtımı, besinin ve dolayısıyla gücün nasıl dağıldığının da bir göstergesiydi. Modern dünyada, gücün nerede yattığını ortaya çıkarmak için parayı takip edersiniz. Ancak geçmişte, yani eski dünyada, gücün kimin elinde bulunduğu besin ile ortaya konabiliyordu. İlk uygarlıkların nasıl örgütlendiklerini aydınlığa kavuşturmak istiyorsanız besinin izini sürmelisiniz.
Para Birimi Olarak Besin
Besin, ilk uygarlıklar döneminde gerek takas işlemlerinde gerekse ücret ve vergi ödemelerinde para gibi kullanılmaktaydı. Besin, çiftçilerden yönetici seçkinlere doğru farklı kanallar altında el değiştirmekte ve sonrasında da seçkinlerin inşaat, idare, savaşların finanse edilmesi gibi işlerini destekleme amacıyla ücret ve erzak olarak tekrardan dağıtılmaktaydı. Uygarlıkların ortaya çıkışında artı ürüne el konulması her şeyden önce merkezi bir önem taşıdığından, tarımsal artı ürünün bir kısmının ya da tamamının el değiştirmesi gerektiği ilkesi ilk uygarlıların neredeyse tamamı için ortak olan bir durumdu. Elbette her toplumda bu farklı şekillerde yaşanmıştır, ancak hepsinde, insanların çalıştığı, geçimlerini sağladıkları ve minnetle bağlı oldukları toplumun yapısını besin tayin etmekteydi.
Mısır’da ve Mezopotamya’da dolaysız vergiler besin olarak, dolaylı vergiler ise tarlada çalışma şeklinde ödenmekteydi. Mısırlı çiftçilerin çoğunun kendine ait bir toprağı yoktu, bunun yerine çiftçiler toprak sahiplerinden toprağı kiralar; karşılığında ise toprak sahipleri, elde edilen ürünün belli bir kısmı üzerinde hak talep ederdi. Devletin mülkiyetinde çok geniş topraklar olduğu için bu yolla büyük bir besin geliri elde edilmiş oluyordu. Diğer topraklar devletin memurlarına, tapınaklara, soylulara ve firavunun kendisine aitti. Firavunun mülkiyetinde olan topraklar da çiftçilere kiralanır, karşılığında elde edilen üründen firavuna bir pay ayrılır, ayrılan payın bir kısmı da devlete vergi olarak giderdi. Alınan kira ve ödenen vergi, toprağın tarımsal potansiyeline, yani toprağın kuyulara, kanallara ve her yıl yaşanan Nil baskınlarının düzeyine bağlıydı.
Tarihi M.Ö. 1950’lere kadar giden ve “Hekanakhte Mektupları” diye bilinen bir dizi mektup, işleyen bu sistem hakkında bize önemli detaylar sunmaktadır. Mektuplar, bir papaz tarafından malikânesinden ayrı olduğu bir zamanda ailesine gönderilmek üzere kaleme alınmıştır. Mektuplarda Antik Mısır’daki günlük yaşama dair izler bulmak da mümkündür. Yazılanlardan Hekanakhte’nin mülkiyeti tapınağa ait olan bir toprağın sorumlusu olduğu anlaşılmaktadır. Hekanakhte mektuplarında, toprağın hangi bölümlerinin ekime uygun olduğu ve bu bölümlerden ortalama ne kadar ürün elde edilebileceği; toprağın çiftçilere kiraya verilmesi durumunda kaç çuval arpanın alınması gerektiği ve toprakta çalışan işçilere, harcadıkları emek karşılığında kaç çuval arpanın verileceği gibi şeylerden bahsetmekte, ne yapılmasına dair ailesine tavsiyelerde bulunmaktadır. Mektuplardan zamanın kötü bir zaman olduğu, besin miktarının da sınırlı olduğu gerçeğini öğreniyoruz. Bu durumda Hekanakhte ailesine, herkes açlık çekerken karınlarını iyi doyurmaları gerektiğinden bahseder. Mektupta, evin genç oğlu Snofru’yu gereğinden fazla şımarttığı için, Senen isimli bir hizmetçi kızla ilgili tartışmaya da yer verilmiştir. Borçlar ve kiralar arpa ve buğday üzerinden toplanmakta, bazı durumlarda da ödeme aracı olarak yağ küpleri kabul edilmektedir: Bir küp yağ, iki çuval arpa ya da üç çuval buğday değerindedir.
Kira benzeri vergiler de besin olarak ödenmekteydi. Vergi tahsildarları, topladıkları besinleri bölge idari merkezlerine getirir; bu merkezlerden dağıtım gerçekleştirilir; memurlara, zanaatkârlara ve devlete çalışan çiftçilere buradan ödemeler yapılırdı. İşçiler sulama sistemlerini inşa edip bunların onarım ve bakımlarını yaparlar; mezar ve piramitlerin inşaatında çalışırlar; madenlere inerler ve askeri hizmetlerini icra ederlerdi. Bazen birkaç ay süren çalışma sürecinde işçilerin yeme, içme, barınma ve kıyafet ihtiyaçları devlet tarafından karşılanırdı. Piramitleri inşa edenler işte bu işçilerdi. Günümüze dek varlığını korumuş erzak alım listeleri, işçilerin günlük olarak ekmek ve bira aldıklarını, bunun yanında kendilerine soğan ve balık verildiğini göstermektedir. Benzer bir durum, toprağın varlıklı aileler, tapınaklar, şehir konseyleri ya da sarayca mülk edinildiği Mezopotamya için de geçerlidir. Çiftçiler topraktan aldıkları ürünün bir kısmını kiralanan toprak için ayırırlar. Kral da sarayın mülkiyetinde olmayan topraklardan vergi alır. Bu şekilde artı ürünün büyük bir bölümü krala, tapınaklara ve toprak sahiplerine gitmiş olur. Mısır’da olduğu gibi Mezopotamya’da da büyük inşaat projelerinde işçilerin çalıştırılması söz konusudur.
Gelgelelim bazı kültürlerde vergiler yalnızca işçilerin harcadığı emekle ödenmektedir. Çin’deki Shang Hanedanı’nda taşrada yaşayan kabileler kendi tarlalarında çalışır; aynı zamanda başka tarlalarda da ekip dikme işleri yaparlardı. Elde edilen ürün de krala, taşra yöneticilerine ve memurlara giderdi. Benzer şekilde İnka’daki çiftçi aileler kendi tarlalarını olduğu kadar kabilelerine (yani ayllu) ait topraklarda da ekip dikme işi yaparlardı. Ayllu’nun tarlalarından elde edilen ürün şeflere ve dini işlere ayrılırdı. Çiftçiler ayrıca devlet topraklarında olduğu kadar tapınakta ve tanrılara ait topraklarda da çalışırlardı. İşleyen bu düzen aslında bir antlaşmadan ortaya çıkmıştır. Bu antlaşma, daha önce özerk topluluklar olan ayllu’nun İnka Krallığı’na dahil edilmesiyle yürürlüğe girmiştir. Antlaşmaya göre kabileler, kendi toprakları ve ekinleri üzerinde hak sahibi olmak için, devlet toprakları üzerinde çalışmayı kabul ederler. Bu şu anlama gelmektedir: İnka kralına halkı tarafından vergi olarak herhangi bir besin verilmez ki zaten bu hareket, kralı kendi halkına karşı borçlu durumuna düşürecektir; ama bunun yerine halk, kralın toprağında çalışır ve üretilen mahsul de krala kalır. İnka çiftçileri ayrıca zaman zaman inşaat, maden ve askeri hizmet gibi angarya işlerde de çalışmak durumundaydı. Yapılan tüm bu işler quipus denen renkli, düğümlü ipler kullanılarak kayda geçiriliyordu.
Aztek toplumu calpullis denen toprak sahibi gruplarına bölünmüştü. Tüm üyelerinin bir şef altında eşit sayıldığı İnka ayllu’sun-dan farklı olarak calpullis, Aztek soyluluğuna bağlı birkaç yüksek rütbeli ailenin yönetimi altında bulunmaktaydı. Her aile hem kendi tarlasını, hem de ortak kullanılan tarlaları işler ve elde edilen ürünün tamamı, calpulli soylularını, tapınakları, eğitmenleri ve askerleri beslemek için kullanılırdı. Calpullis’lar, ayrıca Aztek devletine belirli miktarda vergi ödemek ve devlete çalışacak işçi bulmak zorundaydı. Bununla birlikte, hem kralın, hem devlet kurumları ile soyluların, hem de savaşçıların kendi toprakları bulunmaktaydı. Bu topraklarda karın tokluğuna topraksız çiftçiler çalışır; geri kalan mahsulün tamamı ise doğrudan doğruya toprak sahiplerine giderdi.
Öte yandan besine haraç olarak da el konulmaktaydı. Bu daha çok bir savaş yenilgisi sonrasında askeri gücün zorlamasıyla mağlup edilen halktan egemen devletlerce zorla alınmaktaydı. Örneğin, Mezopotamya’da bir şehir devletinin diğeri tarafından mağlup edilmesinin akabinde kaybeden devlet yağmalandığı gibi, galip gelen devlete düzenli olarak haraç ödemeye de zorlanırdı. M.Ö. 2300’lerde Mezopotamya şehir devletlerinin fethini gerçekleştirip bunları bir imparatorluk altında birleştiren Akad’lı Sargon yenilgiye uğrattığı her devletin çok büyük miktarda haraç ödemesini zorunlu kılmıştı. Kitabeler, bütün tahıl ambarlarının haraç olarak verildiğinden bahseder. Bu sistem, Sargon’un üstünlüğünü göstermesinin yanında, ona bağlı şehirlerin güçsüz, başkentinin ise güçlü olmasına neden olmuştur. Dahası Sargon bununla 5400 adamdan oluşan devasa bir kitleyi besleyebiliyor ve bununla da övünüyordu. Hükümdarlar, elde edilen haracı kendi emrindeki kişiler arasında dağıtmakla toplumdaki liderlik konumlarını pekiştirirken askeri seferler için arkalarındaki desteği canlı tutmaya da çalışmışlardır.
Burada belki de haraç toplamanın en iyi örneği, Aztekler’in Tenochtitlan, Texcoco ve Tlacopan arasında kurdukları “üçlü ittifak”tır. Bu üç şehir devleti de bütün bir Orta Meksika boyunca haraç toplamıştır. Meksika Vadisi içinde ve çevresinde yer alan bağımlı devletler büyük miktarlarda besin temin etmek zorundaydı. Texcoco’nun şefi her gün yeterli miktarda mısır, fasulye, kabak, biber, domates ve tuz elde ediyor; bunlarla iki bini aşkın sayıda insanın karnını doyuruyordu. Biraz daha uzakta olan devletlerse pamuk, kumaş, kıymetli metaller, egzotik kuşlar ile mamul mallar tedarik etmekteydi. Ödenen haracın miktarı devletlerin bu üç merkeze olan uzaklığına bağlı olarak değişmekteydi. İttifakın uzakta olan devletler üzerindeki kontrolü zayıftı; bu yüzden bu devletlerden daha az haraç alınmaktaydı. Ayrıca ödenen haracın miktarı, devletin mücadele verip vermemesine göre de değişmekteydi. Savaşa girişmeksizin boyun eğen devletler daha az haraca bağlanırdı. Besin ve diğer malların imparatorluğun merkezine kesintisiz bir şekilde akması, gücün bulunduğu yer konusunda akıllarda hiçbir şüpheye yer bırakmazdı. Aztek hükümdarları topladıkları bu haraçlar ile memurların maaşlarını öder, ordunun ihtiyaçlarını giderir ve bayındırlık işlerini finanse ederlerdi. Soylular sınıfına verilen haraçlar, hükümdarın konumunu sağlamlaştırdığı gibi bu durum, besin kaynaklarına haraçlar üzerinden el konulmuş bağımlı devletlerin hükümdarlarının zayıflaması anlamına gelmekteydi. Kısaca daha az besin, daha az güç demekti.