bannerbanner
İnsanlığın yeme tarihi
İnsanlığın yeme tarihi

Полная версия

İnsanlığın yeme tarihi

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
6 из 6

Tanrıları Beslemek

Toplumsal örgütlenme daha girift bir hale dönüşürken, toplumdaki yönetici seçkinlerin zorla vergi toplamalarına kozmolojik bir temel sağlayan dini uygulamalar da benzer şekilde girift bir hale dönüştü. Dini inançlar ve gelenekler dünyanın ilk uygarlıkları içinde büyük ölçüde farklılık göstermektedir, ancak pek çok durumda kitlelerin seçkinlere ödediği vergiler ile seçkinlerin tanrılara bahşettiği ya da feda ettiği şeyler arasında açık bir mutabakatın olduğu görülür. İlahi güç doğaya hayat vermeye ve insanlara besin sağlamaya devam edebilsin diye tanrılara bahşedilen şeylerle, enerjinin kendi ilahi kaynağına geri dönüşü olduğu yönünde bir inanç hâkimdir. Çok üstün güçlere sahip olmalarından ziyade tanrıların var olmak için insanlara bağlı olduğu, benzer şekilde insanların da var olmak için tanrılara ihtiyaç duyduğu düşünülür. M.Ö. 2070’lerden kalma bir Mısır metni, insanlardan, tanrının “öküz”ünün yaratıcısı olarak bahseder. Bununla tanrının hem insanları koruyup kolladığı, hem de tanrının kendi var oluşu için insanlara ihtiyacı olduğu anlatılmak istenir. Benzer şekilde pek çok kültürde, dua etme ve kurban kesme şeklinde kendisine “manevi besin” sağlamaları için tanrının insan türünü yaratmış olduğu inancı hâkimdir. Bunun karşılığında tanrılar da bitki ve hayvanların büyüyüp gelişmesini mümkün kılarak insanlara fiziki besinler sağlar. Tanrılara adakta bulunmak, bu döngünün sürekliliğini sağlamada en olmazsa olmaz araçlardan biri kabul edilmektedir.

Bazı Meksika ve Orta Amerika kültürlerinde, evrenin varlığını ve insan türünün hayatta kalmasını güvence altına almak için tanrıların zaman zaman ya kendilerini ya da birbirlerini karşılıklı olarak feda ettikleri inancı hâkimdir. Örneğin Mayalar, içinde ilahi gücü taşıdığı düşünülen mısır bitkisinin tanrıların bedeni olduğuna inanırlar ve hasat zamanında tanrıların, insanlığın yok oluşuna engel olmak için kendilerini feda ettiklerini düşünürler. Bu ilahi güç yemek yedikleri sırada insanlara geçer ve özellikle de kanda yoğunlaşmış bir şekilde yer eder. Kanın bedenden dışarı akıtıldığı, yani insanın kurban edildiği durumlar, bu borcu geri ödemenin ve ilahi gücü tanrılara geri döndürmenin bir yoludur. Tanrılara bahşetmek için bazen besinler kullanılıp tütsüler yakılsa da tüm bunlar arasında en önemli bağış, insanın kurban edilmesidir.

Aztekler de benzer şekilde insanın kurban edilmesini tanrılara borçlu olunan enerjinin geri ödenmesinin bir yolu olarak kabul ederler. Onlara göre Toprak Ana insanın kanıyla beslenmiştir ve mahsul de ancak Toprak Ana’ya yeterli kan sağlandığı ölçüde büyüyebilecektir. İnsanın tanrılar için kendini kurban etmesi bir şeref nişanesi olarak görülse de kurbanların yönetici seçkinlere bağlı kişiler arasından seçildiği pek söylenemez. Kurbanların daha çok suçlular, savaş esirleri ve çocuklardan seçildiği görülür. İnsanın eti ve kanının mısırdan yapıldığı inancı hâkim olduğu için insanın kurban edilmesi evrenin döngüsel işleyişinin devamını sağlar: Mısır kana dönüşür, kan da daha sonra mısıra dönüşür. Kendini feda eden kurbanlar “tanrıların ekmekleri” olarak adlandırılırlar. İnkalar da tanrıları beslemede kurban ibadetinin gerekli olduğunu düşünmekteydi. Bu amaç için İnkalar tanrılarına lamalar, gine domuzları, kuşlar, pişirilmiş sebzeler, mayalı içecekler, kakao, altın, gümüş ve dokunması sırasında harcanan enerjinin açığa çıkması için yakılan ince dokunmuş kumaşlar bahşederlerdi. Mısırdan yapılan yiyecek ve alkollü içeceklerin tanrıların özellikle kabul ettikleri şeyler olduğuna dair İnkalarda bir inanış vardır. Ama tüm bu şeyler arasında insanın kendini kurban etmesi her şeyin üzerinde kabul ediliyordu. Yeni bir bölgeyi kendi buyrukları altına aldıktan sonra İnkalar bölgenin en güzel insanlarını tanrıları için kurban ederlerdi.

Mısır tapınaklarında hayvanlar öldürüldükten sonra etleri tanrıların tasvirlerine takdim edilirdi. Mısır’da tanrıların, adaklardaki yaşam gücünü ele geçirmek için günde üç kere tasvirlerin içine yerleştiklerine dair bir inanış vardır. Bu şekilde tanrılar evrenin düzenli işlemesi için sarf ettikleri enerjiyi yenilemiş olurlar. Tanrılara dönüşmüş ölülerin yaşam gücünün devamlılığını sağlamak için besinler de adak olarak kullanılmaktaydı. Adaklar genellikle ölmüş firavunlara sunulur; mezarları da kavanozlarca besinle doldurulurdu. Bu şekilde firavunun öbür dünyada bedenini koruması, canlı tutması amaçlanırdı. Benzer şekilde Çin’deki Shang Hanedanı’nda gerek tanrılara gerekse de hanedan soyundan gelen kişilere tahıl, darı birası, köpek, domuz, koyun ve sığır gibi hayvanlar ve çoğu savaş esiri olan insanlar bahşedilirdi. Tanrıların kurban edilmiş insanların kanını içtikleri inancı hâkimdi. Ama en özenli adaklar Shang krallarının atalarına bahşedilirdi. Shang kralları, eğer ataları yeterince doyurulmazsa kendilerinin açlık, askeri yenilgiler ve salgın hastalıklarla cezalandırılacaklarına inanırlardı.

Mezopotamyalılara göre insanların, tapınaklarında günde iki öğün yemek olacak şekilde tanrılarına besin ve mesken sağlama vazifesi bulunmaktaydı. Tanrılar insanlardan elde ettikleri bu besinlere muhtaçtı: Mezopotamya’daki bir tufan hikâyesine göre tanrılar insanlığı yerle yeksan etmişler; ama sonra açlıkla yüz yüze gelince yaptıkları bu işten pişmanlık duymuşlardı. Ancak Enki isimli tanrı, Utnapiştim’i (İncil’de Nuh olarak geçen ismin Mezopotamya’daki karşılığı) gelecek tufana karşı uyarır ve ona bir gemi inşa etmesini salık verir. Ne zaman ki Utnapiştim gemisiyle ortaya çıkar ve tanrılara kavrulmuş bir kurban bahşeder, işte o zaman, tanrılar kavrulmuş etin dumanının etrafına “sinekler gibi” üşüşmeye başlarlar; çünkü günlerdir ağızlarına giren tek lokma bu olmuştur. Bu yemeğin ardından tanrılar, birkaç insanın hayatta kalmasına müsaade ettiği için Enki’yi affeder. Mezopotamyalılar tanrıların insanlar olmaksızın hayatta kalabileceğine inanırlardı; ama bu her şeyden önce tanrıların kendi besinlerini üretebilmelerine bağlıydı. Zaten tam da bu yüzden tanrılar insanı yaratmış ve onlara tarımı öğretmişlerdi.

Verdiğimiz tüm bu örneklerde, bahşedilen adaklar, tanrıları ve ataları besleme amacıyla enerjinin manevi bir besin olarak doğaüstü âleme geri yollanmasına aracılık etmektedir. Tanrılar da bunun karşılığında zirai döngünün sağlıklı işlemesini mümkün kılarak insan soyunun beslenmesi vazifesini yerine getirirler. Adakların tanrılara takdim edilmesiyle, tanrılarla tarım işçileri arasında arabuluculuk rolü üstlenen seçkinlere çok önemli bir görev verilmiş olur. Seçkinler sulama sistemlerinin inşası, onarımı ve bakımı gibi işleri yürütüp askeri savunma sistemleri geliştirirken çiftçiler de bunun karşılığında vergi ödeyip dünyevi düzen ve istikrarın sağlanması için sahip oldukları besini elden çıkarırlar. Seçkinler de benzer şekilde kâinatın düzeni için tanrılara adak bahşederek, evrenin istikrarı ve toprağın bereketinin sağlanması karşılığında onlara manevi besin sağlarlar.

Birbirine benzeyen bu tarz dini ideolojilerin farklı zaman ve mekânlarda en erken uygarlıklarda ortaya çıkmış olması asla tesadüf değildir. Hayatta kalmak için tanrıların insanlardan gelen adaklara bağlı olduğu görüşü bu kültürlere özgü olan bir görüştür; çünkü yönetici seçkinlerin mensupları için bunun hayli işe yarar bir tarafı vardır. Bu görüş, zenginliğin ve gücün adaletsiz dağılımını meşrulaştırdığı gibi, yönetici seçkinler olmadığı müddetçe dünyanın bir sona sürükleneceği fikrini de aşılamaktaydı. Gerek çiftçiler gerek onların hükümdarları, gerekse de tanrılar, hayatta kalmak için birbirlerine muhtaçtır. Eğer gruplardan biri, üzerine düşen sorumluluktan kaçınırsa toplum büyük bir felakete sürüklenecektir. Ancak nasıl ki çiftçilerin seçkinlere besin sağlama konusunda ahlaki sorumlulukları varsa, seçkinlerin de insanları koruyup kollama, onları sağlıkta ve güvende tutma konusunda sorumlulukları vardır. Özetle söylemek gerekirse, ortada, çiftçiler ve yöneticileri arasında (tabii buna tanrılar da dahildir) kurulan bir toplumsal sözleşme mevcuttur: Eğer biz sizin ihtiyaçlarınızı gideriyorsak, siz de bizim ihtiyaçlarımızı gidermekle yükümlüsünüz. Sonuç olarak, gerek dünyevi besin şeklinde yöneticilere, gerekse de manevi besin şeklinde tanrılara bahşedilen şeyler, dini ideoloji ile meşrulaştırılarak toplumsal düzen güçlendirilmiş olur.

Eşitsizliğin Tarımsal Kökenleri

Modern dünyada besinin zenginlik ve güçle kurulan denklemi artık geçerliliğini kaybetti. Tarım toplumlarındaki insanlar için besin bir tasarruf aracı, para ve zenginliğin bir göstergesi olarak iş görmektedir; zaten tam da bu yüzden insanlar besinin üretimi için gün boyu ırgat gibi çalışmak durumundadır. Ancak modern kent toplumlarında tüm bu rolleri para yerine getirir. Para, zenginliğin çok daha esnek olan bir formudur; kolayca saklanması ve taşınmasının yanında süpermarket, bakkal, kafe ve restoran gibi yerlerde anında besine dönüştürülebilmektedir. Besin, yazılı tarihin büyük bir bölümünde olduğu gibi ya çok az bulunduğu ya da çok pahalı olduğu zamanlarda zenginliğin ve gücün eşdeğeri olarak işlev görür. Ancak tarihsel bir perspektifle konuya yaklaşıldığında besin bugün görece çok daha bol ve ucuzdur; en azından gelişmiş dünya için bu böyledir.

Besin yine de zenginlikle olan ilişkisini bütünüyle koparmış sayılmaz. Zaten aksini düşünmek anlamsız olurdu; zira besin ve zenginlik arasındaki ilişki çok eskilere dayanmaktadır. Bugünkü modern toplumlarda bile, gerek kullandığımız sözcüklerde gerekse gelenek ve göreneklerimizde besinin eskiden ekonomide merkezi bir rol oynadığına dair sayısız kanıt bulmak mümkündür. Örneğin İngilizcede, haneye asıl gelir getiren kişi için “ekmeğini kazanan” (breadwinner) ifadesi kullanılır ve paradan da zaman zaman “ekmek” ya da “arpa” olarak söz edilir. İnsanların hep birlikte yedikleri yemekler de hâlâ toplumsal paranın merkezi bir formu olarak işlev görür: Özenle hazırlanmış yemekli davetler, bir sonraki seferde benzer bir ziyafet ile karşılığını bulmak durumundadır. Abartılı ziyafetler, zenginlik ve statü göstermede olduğu kadar iş dünyasında patronun kim olduğunu hatırlatmada da yaygın olarak kullanılan bir gelenektir. Dahası, pek çok ülkede yoksulluk sınırı, temel besin maddelerinin asgari düzeyde karşılanması için gerekli olan parasal gelir temelinde belirlenmektedir. Yoksulluk, besine erişimden mahrum kalmak olduğundan zenginlik de, üstü kapalı bir şekilde, insanların bir sonraki öğünde yiyecek bulup bulamayacakları gibi bir dertlerinin olmaması anlamına gelir.

Zengin toplumların ortak bir özelliği, toprakla olan eski bağlarının kaybolduğu hissi ve bunu geri kazanma arzusudur. En zengin Romalı soylular için tarımın bilgisi ve büyük bir çiftlik üzerindeki sahiplik, soyundan geldikleri kendi halklarının gösterişten uzak mütevazı çiftçi yaşamını unutmamış olduklarını göstermenin bir yoluydu. Benzer şekilde, devrim öncesi dönemde Fransa’da Kraliçe Marie-Antoinette, Versay Sarayı’nın arsasına inşa edilmiş masalsı bir çiftlikte yaşardı. Burada kraliçe ve onun çoban ve sütçü kızları olarak giyinip kuşanmış nedimeleri ile titizlikle bakılan ve sağılan inekleri vardı. Bugün dünyanın gelişmiş çoğu bölgesinde insanlar gerek bahçelerinde, gerekse kendi küçük toprakları üzerinde besinlerini yetiştirmenin keyfini sürmeye çalışırlar. Çoğu durumda insanlar, nihai olarak elde edilen sebze ve meyveleri aslında hiçbir güçlük çekmeden satın alabilmektedir; ancak kendi besinlerini yetiştiriyor olmak insanlara toprakla bağ kurmalarının yolunu açar. Aynı zamanda bu, keyif verici bir faaliyettir; insanlara taze besinler sağlar ve modern dünyadan kaçmaları için onlara bir kapı aralar. (Kimyasal madde kullanmaksızın besin yetiştirmek bu tür çevrelerde sıklıkla tercih edilmektedir.) Kaliforniya’da, yani dünyadaki en zengin ülkenin, en zengin kısmında, İtalyan köylülüğünün en çok kutsanan temel besini budur. Hindistan’da Bangalore’nin teknoloji bölgesinin yakınlarında bir turistik köy bile açılmıştır. Yeni zengin orta sınıflar bu köye gidip kendi atalarının hayatlarını nasıl idame ettirdiklerini, kendi kendilerine yaşayarak görebilirler. Zenginliğin ayrıcalıklarından biri, insanlara kırsal yoksulluğu birebir yaşama fırsatını tanımış olmasıdır.

Zenginlik insanları toprakta çalışmaktan alıkoyma eğilimine sahiptir. Aslına bakılırsa çiftçi durumunda olmamak, zenginliği bir başka açıdan tanımlamaktır. Bugün en varlıklı toplumlar, besin için harcanan giderin oranı ile besin üretiminde istihdam edilen işgücünün miktarının en düşük olduğu toplumlardır. Amerika ve Britanya gibi zengin ülkelerde çiftçiler, yaklaşık olarak nüfusun sadece yüzde 1’lik bir kısmını oluştururlar. Ruanda gibi fakir ülkelerde ise tarımda istihdam edilen nüfusun oranı hâlâ yüzde 80’in üzerindedir. (Bu oran 5500 yıl önce Uruk şehri için de böyleydi.) Gelişmiş dünyada çoğu insan tarımla doğrudan bağı olmayan işlerde uzmanlaşmıştır; günün birinde aniden tüm besinlerini kendileri üretmek zorunda kalsalar, bu işte epey zorlanacakları gün gibi ortadadır. İnsanların eşitlikçi avcı-toplayıcı yaşam tarzını bırakıp tarıma ilk geçtikleri zaman başlayan farklı uzmanlıklara ayrılma süreci bugün mantıksal sonucuna gelip dayanmıştır.

Günümüzde gelişmiş dünyada avukat, tamirci, doktor ya da otobüs şoförü gibi belirli mesleklerde uzmanlaşmış olmak, aslında geride bıraktığımız birkaç bin yıl boyunca tarımsal üretkenlikteki kesintisiz artıştan elde edilen artı ürünün açık bir neticesidir. Elde edilen tarımsal artı ürünün bir diğer neticesi de toplumun zengin ve yoksul; güçlü ve zayıf olarak bölünmüş olmasıdır. İnsanın var oluşunda büyük bir yer kaplayan avcı-toplayıcı yaşantısında böylesi ayrımları ya da farklılıkları bulmak mümkün değildir. Avcı-toplayıcıların sahip olduğu servet ya çok sınırlıdır ya da servetleri yoktur. Ama sırf bu yüzden onların fakir olduğunu söyleyemeyiz. Kendi üyeleri, mal biriktirebilme durumunda olan yerleşik çiftçi topluluklarının üyeleriyle mukayese edildiği zaman avcı-toplayıcıların “yoksulluğu” görünürlük kazanmaya başlar. Bir diğer deyişle, zenginlik ve yoksulluk, tarım ve onun “çocuğu” olan uygarlığın kaçınılmaz bir sonucu gibi görünmektedir.

3. BÖLÜM

Küresel Besin Ticareti

5

Yeryüzündeki Cennetin Parçalanması

Hint diyarına gelinceye kadar uğradığımız adalarda alım satımı kesmedik. Karanfil ve zencefil gibi çeşit çeşit baharatlar satın aldık. Sonra da Sind diyarına doğru yola çıkıp, alım satım faaliyetlerimize devam ettik. Bu Hint denizlerinde emsali görülmemiş şeylerle karşılaştım.

–“Denizci Sinbad”, Binbir Gece Masalları

Baharatların Gizemli Cazibesi

Uçan yılanlar, dev etobur kuşlar ve yarasa benzeri vahşi yaratıklar… Antik Yunan tarihçilerine göre bunlar, uzak diyarlarda baharat toplamaya yeltenen maceracıları bekleyen tehlikelerden yalnızca birkaçıdır. “Tarihin babası” olarak bilinen ve M.Ö. 5. yüzyılda yaşamış olan Yunan tarihçisi Herodot, Çin tarçını bitkisini toplamanın, gözler dışında vücudun hemen her tarafını sıkıca saran öküz derisinden yapılma bir kıyafeti giymeyi gerektirdiğinden bahseder. Ancak bu kıyafet sayesinde kişi, “azgın ve çığlık gibi korkunç sesler çıkaran yarasa benzeri kanatlı yaratıklara karşı” kendini koruyabilir. “Çin tarçını bitkisi toplanırken bu yaratıkların kişinin gözlerine saldırmasına engel olunmalıdır.”

Herodot’un anlattığı çok daha ilginç olan bir detay, tarçını toplama sürecinin bizzat kendisidir. “Bu bitkinin nerede yetiştiği tam olarak bilinmemektedir,” diye yazar Herodot. “Arapların söylediğine göre, kinamomon5 isimli kuru çubuklar Arabistan’a dev kuşlarca getirilmiştir. Kuşlar bu kuru çubukları, kimsenin tırmanamadığı dağın dik yamaçlarındaki çamurdan yapılmış yuvalarına taşıdı. Tarçın çubuklarını elde etmek için icat edilen yöntem esasında şöyledir: İnsanlar ölü öküzlerin vücutlarını parçalara ayırır ve bu parçaları kuş yuvalarına yakın yerlere bırakırlar. Sonra da gözden kaybolurlar. Bir müddet sonra etin kokusunu alan kuşlar, yuvalarından aşağı uçarak etleri alırlar ve tekrar yuvalarına dönerler. Ne var ki, çamurdan yapılmış yuvalar etlerin ağırlığına fazla dayanamaz ve bir süre sonra dağılıp aşağı düşer. Sonrasında adamlar saklandıkları yerden çıkıp tarçın çubuklarını toplamaya başlarlar. Bu şekilde elde edilen tarçın çubukları diğer ülkelere ihraç edilir.”

M.Ö. 4. yüzyılda yaşamış olan Yunan filozofu Theophrastus’un bu konuda anlattığı hikâye biraz farklıdır. İşittiğine göre tarçın bitkisi, içinde öldürücü yılanların yer aldığı derin derelerde yetişmektedir. Bitkiyi toplamanın en güvenli yolu, koruyucu eldivenler ve ayakkabılar giymekten geçer. Bitkiyi topladıktan sonra eldeki hasadın üçte birlik bölümü hediye olarak güneşe bırakılır. Güneş de kendisine sunulan bu hediyenin alev alıp yanmasını sağlar. Bir başka hikâye ise aselbent ağaçlarını koruyan uçan yılanlardan bahseder. Herodot, baharat toplayıcılarının ayı fındığı bitkisini yakıp ortaya bir tütsü dumanı çıkarmaları suretiyle yılanların def edilebileceğinden bahseder.

M.S. 1. yüzyılda yaşamış olan Romalı yazar Büyük Plinius6 dikkatini bu hikâyelere yoğunlaştırmıştı. Şöyle diyordu: “Bu eski hikâyeler, malların fiyatını artırmak için Araplar tarafından uydurulmuş hikâyelerdir.” Plinius, baharatlar hakkında anlatılan uzun hikâyelerin, aynı zamanda, bu bitkilerin asıl anavatanlarının Avrupalı müşterilerden gizlenmesine hizmet ettiğini de belirtmiştir. Aselbent Arabistan’dan gelmiş olabilir; ancak tarçın için bu doğru değildir. Tarçının kökleri çok daha uzaklara, Güney Hindistan ve Sri Lanka’ya kadar uzanır. Tarçın, Hint Okyanusu üzerinden, biber ve diğer baharatlarla beraber gemilerle dünyaya yayılmıştır. Ancak kendi yerel hoş kokulu bitkileriyle birlikte bu ithal malları çöllerden geçip Akdeniz’e develer üzerinde taşıyan Arap tüccarlar, malların gerçek anavatanlarını açıklamamayı, bu konuyu bir sis perdesi içinde bırakmayı tercih etmişlerdir.

Tabii bu çok işe yaramıştı. Arap tüccarların Akdeniz çevresindeki müşterileri bu baharatlar için çok büyük paralar ödediler; baharatların egzotik oluşları ile nereden geldiği belli olmayan özellikleri bu durumda büyük ölçüde etkili olmuştu. Baharatların özü itibariyle değerli oldukları diye bir şey söz konusu değildir; zira bunlar esasen kurutulmuş bitki özleri ve reçinelerden, ağaç kabuklarından, bitki köklerinden, tohumlardan ve kurutulmuş yemişlerden elde edilmektedir. Ne var ki, baharatlara alışılmadık kokuları ve tatları dolayısıyla değer biçilir. Bu özelliklerinden ötürü baharatlar pek çok durumda, zararlı böcekler ya da hayvanları def etmede koruyucu bir mekanizma olarak işlev görür. Aslında baharatlar, beslenme yönünden gerekli besinler değildir. Ortak özellikleri arasında uzun ömürlü ve kolay taşınabilir olmaları, elde edilmelerinin zor olması ve sadece belirli yerlerde bulunabilmeleri yer alır. Bu sebeplerden ötürü baharatlar, uzun mesafe ticaretine konu olmuştur. Ne derece uzun mesafe taşımacılığına konu olurlarsa o kadar egzotik olmakta, beğenilmekte ve değerleri de yine o ölçüde artmaktadır.

Baharatlar Niçin Bu Kadar Özeldir?

İngilizcede kullanılan baharat (spice) kelimesi Latincedeki tür (species) kelimesinden türemiştir. Species kelimesi, aynı zamanda, özel (special), özellikle (especially) gibi kelimelerin de kökenini oluşturur. Bu kelimeyi harfi harfine “tip” ya da “tür” diye çevirebiliriz ki zaten kelime bugün biyolojide hâlâ bu anlamıyla kullanılmaktadır. Ancak kelimenin dilde yer edişi, değerli malları ifade etmeye yöneliktir, çünkü getirisi olan “tip”teki ya da “tür”deki maddelere atfen kullanılır. M.S. 5. yüzyıldan kalma “İskenderiye Tarifesi” isimli Roma belgesi, gümrük vergisine tâbi maddeler

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «Литрес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

1

!Kung Buşmanlar, Güney Afrika’daki Kalahari Çölü’nde yaşayan, avcı-toplayıcı bir topluluk. (e.n.)

2

Akre, Britanya, Kanada ve ABD’de kullanılan arazi ölçüsü birimidir. Bir akre, yaklaşık olarak 4.047 m2’ye eşittir. (e.n.)

3

“Sessiz William” ya da “I. William Oranj Prensi” olarak da bilinir. (ç.n.)

4

Yaratıcının çöldeki yolculukları sırasında İsraillilere bahşettiği besin maddesi. (e.n.)

5

“Tarçın” kelimesinin İngilizcesi “cinnamon”dur. “Kinamomon” ile “cinnamon” kelimeleri arasındaki ses benzerliği dikkat çekmektedir. (ç.n.)

6

Uzun adı Gaius Plinius Secundus’tur; kısaca Büyük Plinius ya da Yaşlı Plinius olarak da bilinir. (ç.n.)

Конец ознакомительного фрагмента
Купить и скачать всю книгу
На страницу:
6 из 6