bannerbanner
İnsanlığın yeme tarihi
İnsanlığın yeme tarihi

Полная версия

İnsanlığın yeme tarihi

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
3 из 6

Bu faktörlerden biri yerleşik yaşama geçiştir. Yerleşik yaşam geçişle birlikte dünyanın çeşitli yerlerindeki avcı-toplayıcıların hareketliliği azalmış; yılın büyük bölümünü tek bir kamp yerinde, hatta sabit bir yeri mesken tutarak geçirmeye başlamışlardır. Tarıma çok daha önceden geçen yerleşik köy topluluklarından çokça örnek verilebilir. Örneğin, Genç Dryas öncesindeki bin yılda gelişme gösteren Yakın Doğu’nun Natufian kültürünü burada sayabiliriz. Benzer şekilde Peru’nun kuzey kıyı şeridindeki ya da Kuzey Amerika’nın Pasifik’in kuzeybatısındakiler de buna örnek verilebilir. Bu örneklerin her birinde yerleşik yaşamı mümkün kılan şey, çoğunlukla, balık ya da kabuklu deniz ürünleri şeklindeki yabani besinlerdir. Normal koşullarda avcı-toplayıcılar belirli bir bölgede ellerinde bulunan besinlerin tükenmesini önlemek ya da mevsimsel koşullara göre oluşan farklı besinlerden yararlanmak için mesken tuttukları yeri terk ederler. Ancak eğer bir nehir kenarında yaşıyorsanız ve yiyecek bulmak da eskisi kadar zor değilse konargöçer bir yaşam sürdürmenin bir gereği kalmayacaktır. Daha sağlam oklar, ağlar ve balık oltaları gibi Taş Devri’nin geç döneminde geliştirilen besin avcılığı teknikleri de yerleşik yaşama geçişi desteklemiştir. Eğer bir avcı-toplayıcı grubu, bulunduğu ortam içerisinde balık, küçük kemirgenler ya da kabuklu deniz ürünleri gibi besinlerden eskiye kıyasla çok daha fazlasını elde edebiliyorsa daimi bir şekilde konargöçer yaşam sürdürmenin gereği ortadan kalkacaktır.

Ancak yerleşik yaşama geçiş her zaman tarıma geçişi beraberinde getirmez. Örneğin, kimi yerleşik avcı-toplayıcı gruplar, tarıma geçmeksizin günümüze dek varlıklarını sürdürebilmişlerdir. Yine de şu söylenebilir: Yerleşik yaşama geçiş büyük ölçüde tarıma geçişi mümkün kılmıştır. Örneğin, yabani tahılları toplayan yerleşik avcı-toplayıcılar gıda arzını dengede tutmak için toprağa tohum ekmeye meyillidirler. Ekip dikme işi, gıda arzındaki değişikliklere karşı bir tür sigorta işlevi görmekteydi. Tahıl taneleri değirmen taşı kullanılarak (Bu taş, bir kamptan diğerine taşınmak zorunda olacağından avcı-toplayıcılar için pek kullanışlı değildi) öğütüldüğünden yerleşik yaşamın yaygınlaşması, tahılları daha cazip bir besin maddesi haline getirmiştir. Tahıl tanelerinin enerji deposu olmalarıyla birlikte kurutulup uzun süre saklanabilmeleri de tercih edilmelerinin bir sebebidir. Elbette olağanüstü bir besin maddesinden bahsetmiyoruz; ancak en hayati anlarda bel bağlanabilecek besin maddesi olduklarına şüphe yoktur.

Yerleşik yaşama geçmiş avcı-toplayıcıların beslenme alışkanlıklarında büyük ölçüde tahılın yer aldığını hayal etmek çok zor değildir. Öncelikle, görece önemsiz bir besin, süreç içerisinde çok daha önemli bir besin maddesi haline gelmiştir. Bunun basit bir nedeni var: ön-çiftçiler diğerleri için yapamadıkları şekilde besinin (ekip biçme ve depolanması yoluyla) elde edilebilirliğini güvence altına alabilmişlerdir. Yakın Doğu’daki arkeolojik bulgular, ön-çiftçilerin öncelikle eldeki yabani tahıl ne ise (örneğin, kızıl buğday) onu toprağa ekmeye başladıklarını göstermektedir. Süreç içerisinde insanların tahıllara olan güveninin artmasına paralel olarak gernik buğdayı gibi verilen emeğe göre daha fazla getirisi olan ürünlere geçilmiştir.

Yerleşik yaşamın bir sonucu olan nüfustaki artış da tarıma geçişte katkısı olan bir diğer faktör olarak değerlendirilebilir. Konargöçer avcı-toplayıcılar, kamp yerlerini terk ettiklerinde bebekleri de dahil her şeylerini yanlarında götürmek durumundaydılar. Çocuk üç ya da dört yaşına geldiğinde yardım almadan uzun mesafeleri yürüyebilme seviyesine ulaşabilirse annesi başka bir çocuk doğurmayı düşünebilirdi. Buna karşın yerleşik topluluklardaki kadınların böyle bir derdi olmadığı için daha fazla çocuk sahibi olmaları önünde bir engel yoktu. Bu durum, mevcut gıda arzının üzerinde bir talebin doğmasına yol açacağından ortaya fazladan bir ekip biçme işi çıkar ve bunun sonucunda da tarıma geçilmiş olurdu. Bu hat üzerinde oluşturduğumuz argümanlarımızın belki de tek eksikliği şudur; örneğin, dünyanın bazı yerlerinde, nüfus yoğunluğunun tarıma başlamadan önce değil de başladıktan sonra büyük ölçüde artış kaydettiği görülmüştür.

Bu anlattıklarımıza dair daha pek çok teori sayılabilir. Dünyanın bazı yerlerinde, öncelikli olarak avladıkları hayvan türlerinin sayısında bir düşüş meydana geldiğinde avcı-toplayıcıların tarıma yöneldikleri görülmektedir. En büyük ziyafete ev sahipliği yapmak için birbirine rakip grupların kıyasıya yarışmalarından ötürü tarımın sosyal rekabet aracılığıyla kışkırtılmış olabileceği de düşünülmektedir. Bu görüş bize, dünyanın kimi yerlerinde, lüks besinlerin temel yiyecek maddesi olmadan önce niçin tarımsal bir ürüne dönüştürüldüğünü açıklamaktadır. İnsanlar tohumları bereket ayinlerini yerine getirmek için ektiklerinden ya da yabani tahılların hasadının kaldırılması sonrasında tanrılarının açlığını gidermek istediklerinden, bu konuda, belki de esin kaynağı din olmuştu. Hatta tahıl tanelerinin tesadüfen mayalanması sonucunda biranın keşfinin tarıma geçişi teşvik ettiği bile söylenmiştir.

Şurası önemlidir ki, bütünüyle yeni bir yaşam tarzına geçişte kimsenin bilinçli tercihi söz konusu olmamış; süreç içerisinde atılan her adımda insan sadece o an kendisine mantıklı gelen ne ise onu yapmıştır: Balık miktarının hayli bol olduğu bir yere yerleşip yaşamak varken niçin göçebe bir hayat sürdürülsün? Eğer yabani besin kaynakları artık ihtiyacı karşılayamayacak derecede azalmışsa, ürün miktarını artırmak için niçin toprağa bir-iki tohum tanesi ekilmesin? Ön-çiftçilerin ekili ürünlere karşı olan artan bağımlılığı ani değil, adım adım yaşanan bir değişimin sonucunda gerçekleşmiştir. Ancak belli bir noktada gözle görülmez bir sınır aşılmış ve insanlar o andan itibaren tarıma bağımlı hale gelmeye başlamıştır. İşte bu sınır, insanların yaşam alanındaki yabani besin kaynaklarının bütünüyle tükenip, artık var olan nüfusu besleyemez hale geldiği andan itibaren aşılmıştır. Tarımın devreye girmesi ile sürdürülen besin üretimi bu andan itibaren artık insanın isteğine bağlı olmaktan çıkmış ve zorunlu bir hal almıştır. Gelinen bu aşamada konargöçer, avcı-toplayıcı yaşam tarzına geri dönüş söz konusu olamaz –ya da en azından kayda değer bir can kaybı olmaksızın bu mümkün değildir.

Çiftçiler mi Yayıldı, Yoksa Tarımsal Faaliyet mi?

Bu noktada tarım, bir başka bulmacayı daha akla getirmektedir: Tarımsal faaliyetler, dünyanın bir-iki yerinde bir kez kök salmaya başladıktan sonra nasıl oldu da yerkürenin neredeyse her tarafında yapılmaya başlandı? Olasılıklardan biri, çiftçilerin yayıldığından bahseder. Gittikleri yerlerde ise çiftçiler avcı-toplayıcıları ya yerlerinden etmişler ya da ortadan kaldırmışlardır. Bir diğer görüşse tarım yapılan alanların ücra yerlerinde yaşayan avcı-toplayıcıların çiftçileri taklit etmeye başlayarak, aynı onların yaptığı gibi, tarımsal ekinleri yetiştirerek ve hayvanları evcilleştirerek kendi kendilerine tarıma geçmiş olabileceklerini söyler. Bu iki olasılık sırasıyla nüfus yayılımı ve kültürel yayılım olarak adlandırılır. Bu noktada, “Yayılan çiftçilerin kendisi midir yoksa sadece tarımsal faaliyet midir?” sorusu akla gelir.

Çiftçilerin, tarımsal bir ürüne dönüştürülmüş ekinler ve tarım tekniğinin bilgisi ile birlikte tarımsal alanlardan dışarıya doğru yayılmış oldukları düşüncesi, dünyanın pek çok yerinden bulgular ile desteklenmektedir. Çiftçiler, üzerinde tarım yapılmamış yerlere gidip buralarda yeni topluluklar oluşturmaya başladıkça tarımsal faaliyetlerin ilk ortaya çıktığı bölgeler, yayılmanın öncü dalgası olarak kabul edilen bir merkezi yere dönüşmektedir. Örneğin, Yunanistan’ın M.Ö. 7000 ile M.Ö. 6500 yılları arasında deniz yoluyla Yakın Doğu’dan gelen çiftçilerce kolonize edildiği anlaşılmaktadır. Burada arkeologlar avcı-toplayıcıların yaşadığı çok az yer tespit etmişlerdir; buna karşın bölgede yüzlerce çiftçi yerleşimi ortaya çıkarılmıştır. Benzer şekilde Çin’den yola çıkıp Kore yarımadası üzerinden Japonya’ya ulaşan çiftçilerin pirinç tarımını buraya M.Ö. 300’lü yıllarda getirdikleri anlaşılmaktadır. Bu konuda dilin yayılmasına dair kanıtlar da tarımsal alanlardan başlayan göç fikrini destekler niteliktedir. Tarımın yayılmasında Avrupa, Doğu Asya ve Avustronezya dil ailelerinin dağılımı, arkeolojik buluntularla büyük ölçüde örtüşmektedir. Bugün dünya nüfusunun yaklaşık yüzde doksanı, kökleri iki tarımsal bölgeye dayanan yedi dil ailesinden birine bağlı bir dili konuşmaktadır. Bu tarımsal bölgelerden biri Mezopotamya ve Doğu Akdeniz’i kapsayan coğrafi bölge yani Bereketli Hilal, diğeri de Çin’in belli başlı bölgeleridir. Bugün konuştuğumuz diller, aynı yediğimiz besinler gibi, ilk çiftçilerce konuşulan dillerden bizlere miras kalmıştır.

Bununla birlikte eldeki diğer bulgular bize, avcı-toplayıcıların dışarıdan gelen çiftçilerce her zaman yerinden edilmediğini ya da toptan yok olmadıklarını göstermektedir. Tersine, bulgular bunların birlikte yaşadığını ve bazı durumlarda ise avcı-toplayıcıların zamanla tarıma geçtiklerini göstermektedir. Bu konuya dair en açık örnek, Güney Afrika’da, Khoisan avcı-toplayıcılarının Avrasya sığırını evcilleştirip sürü çobanlığı yaptıklarının bulunması olabilir. Avrupa çapındaki kimi kazı yerlerinden elde edilen buluntular, çiftçilerin ve avcı-toplayıcıların yan yana yaşadıklarını ve birbirleriyle mal ticareti yaptıklarını göstermektedir. Bir yeri yerleşim yeri olarak belirlemek için bu iki topluluğun birbirinden oldukça farklı gerekçeleri vardır. Avcı-toplayıcılar için uygun çevre şartları olmasına rağmen bu iki grubun niçin birlikte yaşayamadıklarının bir açıklaması yoktur. Ancak çiftçilere komşu olarak yaşayan avcı-toplayıcılar için şartlar giderek zorlaşmış olmalıdır. Çiftçilerin kendi doğal çevrelerindeki yabani besin kaynaklarını aşırı derecede tüketmeleri çiftçileri endişelendirmiyordu, çünkü zaten yeterince ekiyor ve depolama yapıyorlardı. Fakat böyle bir durumda avcı-toplayıcılar er ya da geç ya çiftçi topluluklarına katılacak ya kendi başlarına tarıma geçecek ya da yeni yerlere göç etmeye zorlanacaklardı.

Peki, hangi mekanizma burada daha ağır basmış olabilir? Tarımın gelişiminin yoğun bir şekilde tezlere konu edildiği Avrupa’da araştırmacılar, genetik analizler yoluyla bugün Avrupa’da yaşayan insanların atalarının ağırlıklı olarak yerli avcı-toplayıcılar olup olmadıklarını saptamaya; tarımla mı uğraştıklarını, yoksa Yakın Doğu’dan gelen göçebe çiftçiler mi olduklarını açığa çıkarmaya çalışmışlardır. Kimi araştırmalarda, Bereketli Hilal’in içinde yer alan Anadolu yarımadasındaki (Türkiye’nin batısı) insanlar, genetik olarak tarıma en erken başlayanlar olarak görülmektedir. Benzer şekilde Basklılar da avcı-toplayıcıların torunları kabul edilir. Bu görüş iki nedene dayanır. Birincisi, Bask dili, Avrupa’ya tarımsal faaliyet vasıtasıyla dışarıdan gelen bir dil ailesi olan ön Hint-Avrupa dil ailesi kaynaklı Avrupa dillerine hiç benzemez; bu dil daha çok Taş Devri kökenli bir dildir. (Bask dilinde aletler için kullanılan kimi kelimeler “aitz” ile başlamaktadır ki bu “taş” kelimesi ile aynı anlama gelir. Bu bize kelimelerin taş aletlerin kullanıldığı bir zamandan gelmiş olabileceğini göstermektedir.) İkincisi, Bask halkında diğer Avrupalılarda olmayan belirgin genetik özellikler vardır.

Yapılan yeni bir çalışmada, Basklardan ve Anadolululardan genetik örnekler alınmış, ardından da bunlar Avrupa’nın farklı yerlerinde yaşayan insanlardan alınan örnekler ile karşılaştırılmıştır. Araştırmacılar Basklar ve Anadoluluların genetik katkılarının Avrupa’da önemli ölçüde değişkenlik gösterdiğini ortaya çıkarmıştır. Örneğin, Balkanlara Anadoluluların katkısı yüzde 79, Kuzey İtalya’ya yüzde 45, Güney İtalya’ya yüzde 63, Güney İspanya’ya yüzde 35, İngiltere’ye ise bu katkı yüzde 21’dir. Özetle, çiftçilerin katkısı doğuda en yüksek batıda ise en düşük seviyededir. İşte bu, bulmacanın çözümüdür. Yani tarım, birbiriyle iç içe geçmiş bir sürecin sonucunda yayılmıştır. Göçmen bir çiftçi topluluğu, doğudan Avrupa’ya yayılmış ve farklı ırklara mensup insanlarla evlenilmesi sonucunda da etkinlikleri zamanla azalmıştır. Sonuç olarak nüfus, her iki gruptaki insanların birbiriyle iç içe geçmesinden oluşmuş ve bugünlere kadar da gelmiştir. Muhtemelen dünyanın geri kalan diğer yerlerinde de benzer bir süreç yaşanmıştır.

Tarımla uğraşan toplulukların nüfuslarının artmasına da yol açan tarımsal faaliyetin, giderek kendi alanından çıkıp dışa doğru yayılmaya başlaması, birkaç bin yıl içerisinde çiftçilerin avcı-toplayıcıları sayıca geride bırakmalarıyla sonuçlanmıştır. M.Ö. 2000’li yıllara gelindiğinde insan nüfusunun büyük bir bölümü tarıma geçmişti. Bu öylesine radikal bir değişimdir ki, insan dilinin ve genlerinin yeryüzüne dağılımı, üzerinden binlerce yıl geçmiş olsa da bugün bile tarımın gelişimini yansıtmaya devam etmektedir. Tarımsal birer ürüne dönüştürülme süreci boyunca bitkiler nasıl insanlarca genetik olarak yeniden şekillendirildiyse; tarıma geçmeyle birlikte bu sefer insanlar bitkilerce genetik olarak yeniden şekillendirilmeye başlanmıştır.

İnsan: Tarım Yapan Hayvan

Çiftçiler ve onların tarımsal birer ürüne dönüştürülmüş bitkileri ve evcilleştirilmiş hayvanları, çiftçiler bunu o zaman fark etmemiş olsa da, muazzam bir uzlaşı içerisindeydiler ve bu yüzden kaderleri birbirine bağlı oldu. Örneğin mısırı ele alalım. Tarımsal bir ürüne dönüştürme bu bitkiyi insana bağımlı hale getirdi; ancak mısırın insanla olan birlikteliği bu bitkiyi, kimsenin bilmediği Meksikalı bir bitki olmaktan çıkarıp onu kendi köklerinin çok ötesine taşıdı. İşte bu yüzden mısır, bugün dünyada en çok ekimi yapılan bitkilerden biri konumundadır. Ancak insanın gözünden bakıldığında mısırın tarımsal bir ürün haline getirilmesi, verimi bol yeni bir besin kaynağının ortaya çıkması demektir. Mısırın ekilip biçilen bir bitki olarak kullanılması (aynı diğer bitkiler gibi) insanın yeni bir yaşama, tarıma dayalı yerleşik bir yaşama geçişini mümkün kılmıştır. Mısırı kendi amaçları doğrultusunda sömüren insan mıdır, yoksa tersine mısır mı insanı sömürmektedir? Bir bitkiyi tarımsal bir ürüne dönüştürmenin bu anlamda çift yönlü bir etkisi olduğu görülmektedir.

İlk çiftçilerin bitkileri tarımsal birer ürüne dönüştürmeleri ve hayvanları evcilleştirme sürecine başlamalarından binlerce yıl sonra bugün bile insan türü tarımla uğraşan bir tür konumunda olduğu gibi, besin üretimi de hâlâ insanlığın birincil uğraşı olmaya devam etmektedir. Tarım bugün insan ırkının yüzde 41’ini istihdam etmektedir. Bu, diğer ekonomik faaliyetlere kıyasla çok yüksek bir orandır. Ayrıca tarımsal faaliyetler, dünya yüzeyinin yüzde 40’ını kapsayan bir alanda yapılmaktadır (Tarımsal faaliyetlerin yapıldığı alanın yaklaşık üçte birlik kısmı tarımsal üretim için kullanılırken geri kalan üçte ikilik kısım hayvan sürülerinin otlatılması için kullanılır). Dahası dünyanın en erken uygarlıklarının temelini oluşturan üç besin bugün hâlâ insanın varoluşunun özünü meydana getirmektedir. Buğday, pirinç ve mısır, insan türünce tüketilen kalorinin önemli bir kısmını sağlamaya devam ediyor. Geri kalan kalorinin önemli bir bölümü ise tarımsal bir ürüne dönüştürülmüş bitki ve evcilleştirilmiş hayvanlardan elde edilmektedir. Bugün insanların tükettiği besinin oldukça küçük bir kısmı yabani doğadan karşılanır; bunlar arasında balıklar, kabuklu deniz ürünleri, küçük taneli yabani meyveler, kabuklu yemişler, mantarlar vs. yer almaktadır.

Bu nedenle bugün tükettiğimiz neredeyse hiçbir besinin tamamen doğal olduğunu söyleyemeyiz. Bunların neredeyse hepsi seçici çiftleştirme yönteminin damgasını taşırlar. Bu işlem ilk başlarda farkında olmadan yapılıyordu; ancak daha sonra çiftçilerin kendi ihtiyaçlarına elverişli yeni, tarımsal birer ürüne dönüştürülmüş türleri elde etmek amacıyla doğada bulunan en kıymetli özellikleri üretmeye başladığı andan itibaren bu iş daha bilinçli ve daha özenli bir şekilde yapılmaya başlanmıştır. Mısır gibi inekler ve tavuklar da doğada kendiliğinden bir süreçle oluşmazlar, dahası bugün bunlar insanın müdahalesi olmaksızın da var olamazlar. Öyle ki, turuncu havuçlar bile insan ürünüdür. İlk başlarda havuçlar beyaz ve mor renkliydi. Havucun tatlı ve turuncu renkli olan çeşidi on altıncı yüzyılda William Oranj’a3 hediye etmek amacıyla Hollandalı bahçe uzmanları tarafından üretilmişti. Havucun eski mor çeşidinin 2002 yılında İngiltere’de süpermarketlerde satışa çıkarılması girişimi başarısızlıkla sonuçlandı, çünkü müşteriler alışkın oldukları turuncu havuçları tercih ediyorlardı.

Tüm tarımsal ürüne dönüştürülmüş bitki ve evcilleştirilmiş hayvanlar insan ürünü teknolojilerdir. Dahası bugün bel bağladığımız bu “teknolojiler”in neredeyse tamamı köken olarak antik çağlara dayanmaktadır. Bunların oldukça büyük bir bölümü M.Ö. 2000’e kadar olan sürede; çok küçük bir bölümü ise bu tarihten sonra evcilleştirilmiştir. Evcilleştirilmiş on dört büyük hayvandan sadece biri –rengeyiği– son bin yılda evcilleştirilmiştir. Aynı şey bu bitkiler için de söylenebilir: yabanmersini, çilek, kızılcık, kivi, macadamia cevizi, pi-kan cevizi ve kaju fıstığı. Tüm bu bitkilerin tarımsal ürüne dönüştürülmesi diğerlerine nazaran daha yenidir ve hiçbiri de bugün temel besin maddesi grubunda yer almaz.

Geride bıraktığımız yüzyılda, yalnızca suda yaşayan türlerin hayli önemli bir bölümü evcilleştirilmiştir. Kısacası ilk çiftçiler, binlerce yıl önce bitkilerin büyük bir bölümünü tarımsal birer ürüne dönüştürmeyi ve hayvanların büyük bir kısmını evcilleştirmeyi başarmışlardı. İşte bu, evcilleştirilmiş hayvan ve tarımsal birer ürüne dönüştürülmüş bitkilerin niçin büyük ölçüde doğal sanıldığını açıklayabildiği gibi, modern genetik mühendisliği teknikleri kullanılarak bitki ve hayvanların ileri düzeyde geliştirilmesi amacına yönelik ortaya konan çabaların eleştirileri niçin böylesine üzerine çekip korkuları kışkırttığını da açıklayabilmektedir. Oysa böylesi bir genetik mühendisliği, on bin yıllık bir tarihe sahip olan, teknoloji alanındaki tartışmasız en yeni değişikliklerden biridir. Bitki öldürücü kimyasallara duyarlı mısır doğada bulunmaz, burası doğru; ama diğer mısır türleri de doğada hazır bir şekilde bulunmaz.

Basitçe söylemek gerekirse, tarım son derece gayri tabii bir etkinliktir. Herhangi bir insan aktivitesi ile kıyaslandığında gerek dünyayı değiştirme, gerekse çevre üzerindeki etkisi bakımından katkısı muazzamdır. Geniş ölçekli ormansızlaştırmaya, çevresel yıkımlara, “doğal” vahşi yaşamın yerinden edilmesine olduğu kadar, hayvan ve bitkilerin kendi doğal ortamlarından alınıp binlerce mil ötede başka yerlere nakledilmesi gibi sonuçlara da yol açmıştır. Tarım, doğada bulunmayan ve genellikle de insanın müdahalesi olmaksızın hayatta kalması mümkün olmayan gayri tabii türlerin oluşturulması amacıyla bitki ve hayvanların genetik modifikasyon işlemlerini bünyesinde barındırır. Tarım ayrıca on binlerce yıl boyunca insani varoluşun temelini oluşturan avcı-toplayıcı yaşam tarzını alt üst etmiş; insanı kışkırtarak onun avcı-toplayıcıların değişken ve konargöçer yaşam tarzlarının zor ve zahmetli yapısından çıkmasına yardımcı olmuştur. Şayet bugün tarım “icat edilmiş” olsaydı herhalde buna müsaade edilmezdi; yine de tarım tüm olumsuzluklarına rağmen uygarlığımızın altyapısını oluşturmaya devam etmektedir. Özetle, evcilleştirilmiş hayvan ve tarımsal ürüne dönüştürülmüş bitkiler bugün içinde yaşadığımız modern dünyanın temellerini atmıştır.

2. BÖLÜM

Besin ve Toplumsal Yapı

3

Besin, Zenginlik ve Güç

Zenginliği elde etmek kolay değildir, ancak yoksulluk her daim yanı başımızdadır.

–MEZOPOTAMYA ATASÖZÜ, M.Ö. 2000

Tamirci, Terzi, Asker ve Denizci

Standart Meslekler Listesi uygarlığın doğuşundan günümüze miras kalan bir belgedir. Küçük kilden tabletler üzerine çivi yazısıyla işlenmiştir. Belgenin M.Ö. 3200’lere kadar giden en eski nüshaları, yazının ve şehirlerin ilk ortaya çıktığı bölge olan Mezopotamya’daki Uruk şehrinde (bugünkü Erek) bulunmuştur. Kâtipleri yetiştirmek için kullanılan standart bir metin olduğu için nüshaların çoğu uzun süre varlığını korumuştur. Liste, en önemli meslekler yukarıda olacak şekilde sıraya göre yazılmış 129 meslekten oluşmaktadır. Tabletlere işlenen ve bugün çoğunun ismini bilmediğimiz meslekler arasında şunlar vardır: “yüksek yargıç”, “belediye başkanı”, “bilge”, hükümdarın maiyetinde bulunan “nedim” ve “ulak nezaretçisi”. Liste, o zamanlar muhtemelen dünyadaki en büyük şehir olan Uruk’un nüfusunun (kimilerinin diğerlerine göre daha önemli sayıldığı) farklı mesleklere bölünmüş tabakalı bir yapıda olduğunu göstermektedir. Bu, bize yaklaşık beş bin yıl önce bölgede ortaya çıkan çiftçi köylerinden tamamıyla farklı bir tablo sunmaktadır. İşte besin, bu dönüşümün temelini oluşturur.

Küçük eşitlikçi köy topluluklarından büyük, tabakalı şehir toplumlarına geçiş, nüfusun bir kısmının kendi ihtiyacının ötesinde bir besin üretimini gerçekleştirmesi, diğer bir deyişle tarımın daha yoğun bir şekilde yapılması sayesinde mümkün olabilmiştir. Elde edilen bu fazla besin (artı ürün) de nüfusun diğer bölümünü geçindirmek için kullanılabildiğinden, herkesin doğrudan doğruya tarımsal faaliyette bulunması gereği de ortadan kalmıştır. Uruk şehrinde nüfusun yalnızca yüzde seksenlik bir bölümü tarımla uğraşmaktaydı. İnsanlar, on millik bir yarıçapa sahip devasa bir çember içerisinde şehri çepeçevre saran tarlalarda çalışıyorlardı ve ürettikleri artı ürünlere, toplumun tepesindeki yönetici seçkinlerce el konuluyordu. El konulan artı ürünün bir kısmı yeniden dağıtılıyor, geri kalanı ise yönetici seçkinlerin kişisel tüketimlerine gidiyordu. Toplumdaki bu tabakalaşmayı mümkün kılan tarımsal artı üründür ve bu yalnızca Mezopotamya’da değil, dünyada tarımın yapıldığı hemen her köşede böyle olmuştur. İnsani varoluşun doğasını değiştirmedeki işlevi göz önüne alındığında besinin insanlık tarihinde oynadığı ikinci önemli rol budur. Tarıma geçmeyle insanlar yerleşik yaşama adım attılar. Tarımsal üretimdeki artış da beraberinde insanların zengin ve yoksul, yöneticiler ve çiftçiler diye ayrılmasını mümkün kıldı.

İnsanların farklı işleri ve meslekleri olduğuna ve kimilerinin diğerlerine göre daha zengin olduğuna dair görüş, bugüne kadar doğal bir durum olarak kabul edilmiştir. Gelgelelim insani varoluşun büyük bir bölümü için böylesi bir durum geçerli değildir. Gerek avcı-toplayıcıların gerekse de ilk çiftçilerin büyük ölçüde eşit derecede servetleri vardı ve günlerini de topluluk içindeki diğer insanlar gibi benzer işlerle uğraşarak geçirirlerdi. Bizler besini ya bir masa etrafında toplanmada ya da mecazi olarak ortak bir yöresel ya da kültürel mutfağı paylaşıyor olmaktan dolayı, insanları bir araya getiren bir şey olarak düşünürüz. Oysa besin “ayırmaya” ve “bölmeye” yol açar. Antik dünyada besin zenginlik demekti. Besinin kontrolünü elde tutmak ise iktidarı elde tutmakla eş anlamlıydı.

Tarıma geçişle birlikte besin üretimindeki değişimler ile sosyal yapıda buna bağlı olarak gerçekleşen dönüşümler eş zamanlı olduğu gibi bunlar, birbiriyle iç içe geçen süreçlerdi. Ne toplumun yönetici seçkin tabakası, aniden ortaya çıkıp insanları tarlalarda ölesiye çalıştırmaya zorladı, ne de üretimdeki artış, hemen akabinde bir artı ürünü açığa çıkarıp, kazananın başına taç takıp kral olduğu bir savaşın başlamasına yol açtı. Buna karşılık, avcı-toplayıcı yaşam tarzının terk edilmesi, daha önce kişilerin mal biriktirip saygınlık elde etmede (her ikisi de avcı-toplayıcıların onaylamadığı şeylerdi) önlerindeki engellerin artık kalkması anlamına geliyordu. Yine de gelişmiş toplumların ortaya çıkması belli bir zaman aldı. Mezopotamya’da basit köy topluluklarından gelişmiş şehirlere olan geçiş yaklaşık beş bin yıl sürdü. Benzer şekilde bu geçiş Çin’de ve Amerika kıtasında binlerce yılı buldu.

Besinin kontrolü güç demekti, çünkü insanların ve hayvanların beslenmesini mümkün kıldığı ölçüde besin diğer her şeyin sürekliliğini sağladı. Çiftçilerin ürettiği artı ürüne el koymak, toplumun yönetici seçkinlerine kendi kâtiplerini, askerlerini ve zanaatkârlarını beslemede gerekli imkânı yaratmıştı. Toprağın ekilip biçilmesi işiyle uğraşan çiftçiler herkese yeten besin üretimini gerçekleştirmekteydi; bu da ister istemez beraberinde nüfusun belirli bir bölümünün inşaat işleri gibi hizmetlere kaymasını sağladı. Sonuç olarak elde biriken artı ürün yepyeni şeyler oluşturmada, bu artı ürünü elinde tutan kişiye bir güç verdi. Bununla savaşlar finanse edildi; tapınaklar ve piramitler inşa edildi; özel heykeltıraşlar, dokumacılar ve metal işçilerince üretilen görkemli sanat eserlerinin üretimine destek olundu. Besinin insanlara sağladığı bu gücün kökenlerine inmek için işe avcı toplayıcı toplulukların yapısını incelemekle başlamak ve insanların eskiden, besin ve güç birikimini niçin bu derece tehlikeli ve istikrarsızlaştırıcı bir şey olarak kabul ettikleri –ve bunun niçin değiştiği– sorusunu sormak burada anlam kazanmaktadır.

На страницу:
3 из 6