Полная версия
Cennetin bu yakası
Amory ilk başlarda sadece uçsuz bucaksız yeşil çimenlikleri aşıp gelen gün ışığının kurşuni pencere camlarında dans edişini, kulelerin sivri tepelerinde ve mazgallı duvarlarında süzülüşünü fark etti. Bir süre sonra taşıdığı bavulun farkına varıp yeni âdet edinmiş olduğu üzere yanından geçen biri olduğunda doğruca karşıya bakarak gerçekten de üniversite meydanında yürüdüğünü idrak etti. Yanından geçtiği adamların birkaç defa kafalarını çevirip kendisine eleştirel bakışlar attığına yemin edebilirdi. Bir ara acaba kıyafetlerimde bir kusur mu var diye düşündü ve içinden keşke o sabah trende tıraş olsaydım diye geçirdi. Yürüyüşlerindeki özgüvenden üçüncü ya da dördüncü sınıf öğrencisi oldukları anlaşılan beyaz fanilalı, şapkasız gençlerin arasında kendini gereksiz derecede gergin ve uyumsuz hissetti.
Aradığı 12 numaralı üniversite pansiyonu büyük, yıkık dökük bir konaktı; genelde bir düzine birinci sınıf öğrencisine ev sahipliği yapıyor olsa da Amory oraya vardığında henüz boştu. Ev sahibesiyle alelacele konuştuktan sonra, etrafı keşfetmek için dışarı çıktı; ama henüz bir sokak ilerlemeden dehşete düşerek kasabada şapka takan tek adam olabileceğinin farkına vardı. 12 numaralı pansiyona geri döndü, melon şapkasını odasına bırakarak yeniden dışarı çıktı. Şapkasız bir şekilde Nassau Caddesi’nden aşağı doğru yürümeye başladı, içlerinde futbol takımının kaptanı Allenby’nin de bulunduğu bir dizi sporcunun fotoğrafına bakmak için bir dükkânın önünde durdu; daha sonra dikkatini tabelasında “Jigger Dükkânı” yazan bir pastane çekti. Bu tabir ona tanıdık gelmişti, ağır adımlarla içeri girdi ve uzun taburelerden birine yerleşti.
Zenci garsona “Çikolatalı dondurma,” dedi.
“Duble çikolatalı jigger mi? Başka bir şey ister misin?”
“Aa, tabii.”
“Pastırmalı çöreğe ne dersin?”
“Aa, tamam.”
Bunları epey lezzetli buldu ve dört tanesini mideye indirdi; ardından üzerine bir ferahlık gelene dek duble çikolatalı bir jigger daha yedi. Duvarları süsleyen yastık kılıflarını, deri flamaları ve Gibson Kızları resimlerini dikkatle inceledikten sonra dükkândan ayrılarak elleri ceplerinde Nassau Caddesi’ndeki yürüyüşüne kaldığı yerden devam etti. Birinci sınıf şapkaları bir sonraki pazartesiye kadar kendini göstermeyecek olsa da Amory çok geçmeden üst sınıfları ve yeni gelen öğrencileri birbirinden ayırmayı öğrendi. Kendini apaçık ve son derece endişeli bir şekilde evindeymiş gibi göstermeye çalışanlar birinci sınıflardı. İstasyona uğrayan her yeni tren onlardan bir bölük daha getiriyor, onlar da çabucak tek işlevi sokak boyunca bir aşağı bir yukarı sürüklenmek izlenimi veren kitap yüklü bavullarıyla beyaz ayakkabılı, şapkasız kalabalığa katılıp yepyeni pipolarından büyük duman bulutları saçıyorlardı. Öğleden sonra Amory her yeni gelen grubun kendisini biraz daha üst sınıftanmış gibi gösterdiğini fark ederek o zamana kadar insanların yüzlerinde gözlemleyebildiği son derece itinalı, zarif bir ilgisizlik ve sıradan bir ciddiyet ifadesi takındı.
Saat beş olduğunda kendi sesini duyma ihtiyacı hissederek gelen giden kimse var mı diye bakmak için pansiyona döndü. Her an çökecekmiş gibi sallanan merdivenlerden çıktı ve teslimiyetçi bir tavırla odasına göz gezdirdi, sınıf bayrakları ve kaplan resimlerinden daha ilham verici bir dekorasyon fikri bulmaya çalışmanın boş bir çaba olduğuna kanaat getirdi. Derken kapı çalındı.
“Buyurun!”
Eşikte gri gözlü ve gülünç tebessümlü zayıf bir yüz beliriverdi.
“Çekicin var mı?”
“Yok, üzgünüm. Belki Bayan On İki ya da adı her neysede bir tane vardır.”
Yabancı, odaya girdi.
“Sen de mi bu tımarhanenin mahkûmlarındansın?”
Amory başını sallayarak onayladı.
“Ödediğimiz paraya karşılık korkunç bir ahır.”
Amory öyle olduğunu kabul etmek zorundaydı.
“Aslında kampüs yurdunda kalmayı düşünmüştüm,” dedi “ama orada o kadar az birinci sınıf oluyormuş ki, arada harcanıyorlarmış. Sırf oyalanmak için oturup ders çalışmak zorunda kalınıyormuş.”
Gri gözlü adam kendini tanıtmaya karar verdi.
“Benim adım Holiday.”
“Ben de Blaine.”
Son derece zarif bir şekilde ileri atılarak el sıkıştılar. Amory’nin ağzı kulaklarına vardı.
“Hazırlığı nerede okudun?”
“Andover, peki ya sen?”
“St. Regis.”
“Ah, öyle mi? Orada bir kuzenim vardı.”
Uzun uzun kuzenden bahsettiler, sonra Holiday saat altıda yemek için kardeşiyle buluşması gerektiğini söyledi.
“Sen de gelip bizimle bir şeyler atıştırsana.”
“Pekâlâ.”
Amory, Kenilwort’te Burne Holiday’le tanıştı, gri gözlünün adı da Kerry idi. Sulu bir çorba ve pörsümüş sebzelerden oluşan tatsız yemek boyunca son derece kaygılı küçük gruplar ya da evindeymiş gibi rahat gözüken son derece büyük gruplar halinde oturan diğer birinci sınıfları izlediler.
Amory “Üniversite yemekhanesinin çok kötü olduğunu duydum,” dedi.
“Öyle diyorlar. Ama mecburen orada yiyeceksin ne de olsa yemesen bile parasını ödüyorsun.”
“Bu, suç!”
“Bu, zorbalık!”
“Ah, Princeton’da ilk senende her şeye katlanmak zorundasın. Lanet olası bir hazırlık okulu gibi.”
Amory onayladı.
“Çok azim gerektiriyor, zor iş,” diye yineledi. “Yine de bir milyon verselerdi bile Yale’e gitmezdim.”
“Ben de.”
Amory büyük kardeşe “Özel olarak ilgilendiğin bir şey var mı?” diye sordu.
“Benim yok. Burne ise Prince olmaya, yani The Daily Princetonian’a girmeye hevesli, üniversite gazetesini biliyorsundur.”
“Tabii, biliyorum.”
“Senin özel olarak ilgilendiğin bir şey var mı?”
“Aa, evet. Birinci sınıf futbol takımında şansımı deneyeceğim.”
“St. Regis’te oynamış mıydın?”
Amory alçakgönüllülükle “Biraz,” diye yanıt verdi “ama giderek zayıflıyorum.”
“Zayıf değilsin ki.”
“Geçen sonbahar daha gürbüzdüm.”
“Ah!”
Yemekten sonra sinemaya gittiler. Amory önünde oturan adamın boşboğaz yorumları kadar çılgın bağırış çağırışlarından çok etkilenmişti.
“Yahu!”
“Ah, tatlı bebek ne kadar büyük ve güçlüsün ama ah bir o kadar da hassassın!”
“Sarıl!”
“Ah, sarılsana!”
“Öp şunu, öp şu kadını çabuk!”
“Ahhh!”
Bir grup ıslıkla “By the Sea”yi çalmaya başladı ve izleyiciler hep bir ağızdan onlara eşlik etti. Bunu birçok ayak vuruşu içerdiğinden ne olduğu pek anlaşılmayan bir şarkı izledi, ardından sonu gelmeyen ahenksiz bir ağıta geçildi.
“AhhhhhO kız bir reçel fabrikasında çalışıyorVe belki bunda bir sorun yokturAma beni kandıramazÇünkü ben ÇOK İYİ biliyorumTüm gece reçel YAPMADIĞINI!Ahhhh!”İtişe kakışa dışarı çıkarken etraflarını saran insanlarla merakla bakıştılar. Amory sinemayı sevdiğine karar verdi; filmlerden, önünde oturan, ellerini arkadan bağlayıp eleştirel zekâ ve tavizkâr eğlencenin bir karışımı olan İskoçça iğneleyici yorumların sahibi o üst sınıftan çocuklar kadar zevk almak istiyordu.
Kerry “Dondurma ister misiniz, ah yani jigger demek istedim,” dedi.
“Elbette.”
Ağır bir akşam yemeği yediler ve aheste adımlarla 12 numaranın yolunu tuttular.
“Harikulade bir gece.”
“Harika.”
“Siz gençler bavullarınızı mı açacaksınız?”
“Sanırım. Hadi, Burne.”
Amory bir süre verandanın merdivenlerinde oturmaya karar verdiğinden onlara iyi geceler diledi.
Alacakaranlığın en uzak ufuklarında ağaçların oluşturduğu dokuma örtü karanlığa gömüldü ve ağaçlar birer gölge halini aldı. Yeni doğan ay, kemerleri soluk mavi ışıklarla doldurmuştu; geceyi ince bir ağla ören yarıklardan sızan ay ışığı bir şarkı eşliğinde uçuşuyordu. Öyle bir şarkı ki, içinde hüzünden çok daha fazlası vardı: Ebediyen fani, ebediyen pişmandı.
Doksanlı yılların mezunlarının kendisine anlattığı Booth Tarkington’ın eğlencelerinden birini hatırladı: Gecenin köründe okul yerleşkesinin ortasında dikilerek yıldızlara tenor şarkıları söyler ve koltuklarına kıvrılmış öğrencilerin o an içinde bulundukları ruh haline göre karmaşık duygulara kapılmasına sebep olurdu.
Şimdi gölgeli bir çizgi gibi gözüken üniversite meydanın ötesinde beyazlara bürünmüş bir güruh karanlığı dağıttı. Uygun adımlarla yürüyen beyaz gömlekli, beyaz pantolonlu figürler kol kola girip başları dimdik, ahenkli bir şekilde salınarak yolun karşısına geçtiler:
Geri dönmek… Geri dönmek,Nassau salonuna… Geri dönmekGeri dönmek… Geri dönmek,Hepsinin… En iyisi olan… O eski yereGeri dönmek… Geri dönmek,Bu… Dünyevi balodanGeri döndükçe… Sileceğiz izleriNassau salonuna… Geri döneceğizAmory bu hayali alay kendisine yaklaşırken gözlerini kapadı. Şarkı öylesine yükselmişti ki tenorlar dışında herkes susmuştu, onlar da melodiyi ustalıkla en tiz notalara çıkardıktan sonra tekrar normal ritme indirdi ve olağanüstü nakarat yeniden başladı. Sonra Amory göreceklerinin, armoninin yaratmış olduğu bu berrak hayali bozacağından biraz korkarak gözlerini açtı.
Sabırsızlıkla iç çekti. Beyazlı grubun en önünde futbol takımının kaptanı, zarif ve asi Allenby yürüyordu, sanki bu yıl üniversitenin tüm umutlarını kendine bağladığının farkında gibiydi. Yetmiş iki kiloluk bu adamın koyu mavi ve kızıl çizgilerin14 arasından sıyrılarak zafere ulaşması bekleniyordu.
Amory kol kola girmiş her bir sıra yanından geçerken büyülenmiş bir şekilde onları izledi, polo tişörtlü adamların yüzleri birbirinden ayrılmıyordu, sesleri bir zafer nidasıyla birbirine karışıyordu. Sonra kafile, gölgeler içindeki Campbell Kemeri’nden geçti ve kampüsün doğusuna doğru ilerleyen sesleri giderek zayıfladı.
Dakikalar geçti. Amory olduğu yerde sessizce oturdu. Belirli bir saatten sonra birinci sınıfların sokağa çıkmasını yasaklayan kural yüzünden kederlendi, çünkü güzel kokularla kaplı gölgeli yollarda boş boş yürümek istiyordu. Witherspoon’un tavan arasındaki çocukları Whig ve Clio’nun üzerine karanlık bir anne gibi kanat germişti, Little’ın gotik yılanı Cuyler ve Patton’ın üzerine çöreklenmişti.15 Göle doğru inen tepenin yamacından gözüne çarpan gizemler bundan ibaretti.
Gündüz vakit Princeton’ın ne halde olduğu yavaş yavaş aklında yer ediyordu: 1860’ları hatırlatan West ve Reunion, kırmızı tuğladan mağrur Seventy Nine Salonu, mağazalar arasında yaşamaktan pek de hoşnut olmayan asil Elizabeth dönemi hanımları gibi görünen Yukarı ve Aşağı Pyne, hepsinin tepesinde berrak mavi bir özlemle gökyüzüne uzanan Holder ve Cleveland kulelerinin hülyalı sivri tepeleri.
Amory daha ilk andan itibaren Princeton’ı sevmişti. Durgun güzelliği, tam kavranamamış önemi, curcunanın keyfini çıkaran başıboş ay ışığı, spor müsabakalarını izlemeye gelen yakışıklı zengin kalabalıklar ve tüm bunların altında yatan sınıfının başarılı kişilerinden olmak için verilen mücadelenin havası. Okul armalı montlarını giyen bitkin ve gözü dönmüş birinci sınıfların spor salonuna doluşup liseden birini sınıf başkanı, Lawrenceville’den tanınmış birini başkan yardımcısı, St. Paul’lü hokey yıldızını yazman seçtiği günden başlayıp ikinci sınıfın sonuna kadar aralıksız devam eden akıllara durgunluk verici bu sosyal sistem, bu tapınma, ara sıra adı anılsa da asla tamamen kabul edilmeyen “Büyük Adam”ın hortlağından ibaretti.
İlk başlarda gruplaşma okullarla sınırlıydı. Amory St. Regis’ten gelen tek kişi olduğundan kalabalıkların yeni gruplar oluşturup genişlemesini, sonra tekrar dağılışını izliyordu: St. Paul, Hill ve Pomfret’ten gelenler açıkça belirtilmemiş olsa da yemekhanede kendilerine ayrılan masalarda oturup spor salonunda kendilerine özel köşelerde giyinerek farkında olmadan giderek önemini yitiren, fakat sosyal açıdan kendilerini kafa karıştırıcı lise samimiyetinden korumaya yarayan duvarlar örüyorlardı. Amory bunun farkına vardığı andan itibaren güçlülerin kendilerini, zayıf yancılardan ve güçlü zannedenlerden ayırmak için uydurdukları yapay nitelikler oldukları için toplumsal sınırlara içten içe öfkeleniyordu.
Sınıfının ilahlarından biri olmaya karar verdikten sonra birinci sınıfların futbol takımının antrenmanlarına katıldı; ama oyun kurucu olarak oynadığı ikinci hafta Princetonian’ın köşelerinde bileğini çok kötü burktuğu için sezonun geri kalanında sahaya çıkamayacağına dair haberler çıkmaya başladı. Bu da Amory’yi emekliye ayrılarak durumu tekrar değerlendirmeye zorladı.
“Pansiyon 12” bir sürü soru işareti barındırıyordu: Lawrenceville’den sessiz sakin ve ehemmiyetsiz üç dört ürkek çocuk, New York’taki özel bir okuldan iki yabani özenti (Kerry Holiday onlara “adi sarhoşlar” adını takmıştı), Yahudi bir genç ki o da New York’tandı ve Amory için bir teselli halini alan kısa zamanda ısındığı Holiday kardeşler.
Holiday kardeşlerin ikiz oldukları söyleniyordu ama aslında kahverengi saçlı olan Kerry, sarışın Burne’den bir yaş büyüktü. Kerry uzun boyluydu, neşe saçan gri gözleri ve aniden beliriveren çekici bir gülüşü vardı. Her şeye karışanların kulaklarını çeken, kibire kapılanların önüne geçen eşsiz, iğneleyici mizahıyla çok geçmeden pansiyonun akıl hocası olmuştu. Amory, geleceğe taşınacak arkadaşlıklarını, onun üniversitenin ne demek olduğu ve ne olması gerektiği yönündeki düşünceleriyle şekillendiriyordu. Kerry bir şeyleri ciddiye almaya pek alışık olmasa da Amory’nin bu uygunsuz zamanda toplumsal sistemin çapraşıklığını kurcalıyor oluşundan duyduğu memnuniyetsizliği nazik bir şekilde dile getiriyor; ama yine de onu seviyor, arkadaşlığından keyif ve ilham alıyordu.
Sarışın Burne, sessiz ve azimliydi. Pansiyonda işi başından aşkın bir hayalet gibi dolaşır, gece sessizce eve gelir ve çalışmak için sabahın erken saatlerinde çıkıp kütüphaneye giderdi. Princetonian’a girmek için çabalıyor ve birincilik için kendisi gibi kırk öğrenciyle yarışıyordu. Aralık ayında difteriye yakalanıp yatağa düşünce yarışmayı başkası kazandı, ama Şubat ayında üniversiteye geri döndüğünde tekrar ödülün peşine düştü. Amory’nin onunla olan tanışıklığı bir dersten diğerine yürürken zaman buldukları üç dakikalık sohbetlerden öteye gitmiyordu, bu yüzden Burne’ün bu ilginç takıntısının altında yatanları tam olarak kavrama fırsatı bulamadı.
Amory durumundan hiç de memnun değildi. St. Regis’te tanınan ve sevilen biri olarak kazanmış olduğu konumu özlüyordu. Yine de Princeton onu heyecanlandırıyordu, ileride karşısına içindeki Machiavelli’yi uyandıracak birçok fırsat çıkacağını ve tek ihtiyacının biraz destek olduğunu düşünüyordu. Geçen yaz isteksiz bir lise mezunu olarak göz attığı seçkin üniversite kulüpleri şimdi dikkatini çekiyordu: Ivy (Sarmaşık) tarafsız ve son derece aristokratikti; Cottage (Kulübe) olağanüstü maceracılarla iyi giyimli çapkınların muazzam bir karışımıydı; Tiger Inn (Kaplan Hanı) hazırlık okulları tarafından ince ince işlenerek hayat verilen geniş omuzlu sportif kişilerin yeriydi; Cap and Gown (Kep ve Cübbe) alkol karşıtı, biraz dindar ve politik açıdan güçlüydü; şatafatlı Colonial (Sömürgeci); edebi Quadrangle (Avlu) ve farklı yaş ve pozisyondaki daha niceleri…
Alt sınıftan bir öğrencinin ön plana çıkmasına sebep olan bir şey hemen lanetli “modası geçmiş” lafıyla etiketleniyordu. Filmler, sert yorumlar sayesinde zenginleşiyor, ama her nasılsa bu yorumları yapanların modası geçiyordu. Kulüplerden bahsetmenin modası geçiyordu. Bir şeyi, örneğin içkili partileri ya da içki düşmanlığını fazla desteklemenin modası geçiyordu. Şahsi olarak dikkatleri üzerine çekenlere tahammül gösterilmiyordu, etkili adam kendini bir şeye adamamış olandı; ikinci sınıftaki kulüp seçimlerine kadar herkesin üniversite kariyerlerinin sonuna kadar bağlı kalacakları bir taraf seçmeleri bekleniyordu.
Amory Nassau Literary Magazine’de yazmak faydasızken Daily Princetonian’ın yayın kurulunda olmanın herkesi etkileyebileceğini anlamıştı. İngiliz Tiyatro Birliği’nde ölümsüz gösterilere imza atma hayalleri, en parlak beyin ve yeteneklerin her sene büyük Noel turnelerine çıkan müzikal komedi topluluğu Triangle Kulübü’nde toplandığını öğrenmesiyle suya düştü. Kafasında yeni arzuların ve hırsların oluşmaya başladığı bu sıralarda yemekhanede kendini son derece yalnız ve huzursuz hissediyordu. İlk dönemi başkalarının çabuk kazanılan başarılarını kıskanarak ve Kerry’yle neden hemen sınıfın seçkinleri arasına kabul edilmediklerine dertlenerek geçirmişti.
Birçok öğleden sonrayı Pansiyon 12’nin penceresinin önüne uzanıp yemekhaneye girip çıkan sınıf arkadaşlarını izleyerek geçiriyorlardı. Kimi kendini önemli kişilerin yanına atmış bir uydu gibi onları takip ediyordu. Kimisi aceleci adımlarla başlarını yerden kaldırmadan yürüyen, kalabalık grupların arasında olmanın verdiği güveni kıskanan çalışkan ve yalnız ineklerdi.
Amory bir gün kanepede uzanmış derin düşüncelere dalarak bir paket Fatima’yı16 bitirmekle meşgulken Kerry’ye “Biz lanet olası orta sınıfız, olan bu!” diye dert yandı.
“Pekâlâ, neden olmasın? Biz de aynı şeyi küçük üniversiteler için söyleyebilelim diye Princeton’a geldik; daha fazla özgüven, daha iyi bir giyim tarzı, daha çok gösteriş…”
Amory “Ah, bunu söylerken aklımda yanardöner kast sistemi yoktu,” dedi. “Tepemizde birkaç popüler çocuk olmasını seviyorum, ama lanet olsun Kerry, ben de onlardan biri olmalıydım.”
“Ama şu an için ne yazık ki sadece terli bir burjuvasın.”
Amory konuşmadan bir süre öylece yattı.
En sonunda “Uzun süre böyle kalmayacağım,” dedi. “Ama çabalayarak bir yere gelmekten nefret ediyorum. Ter dökmem gerekir, biliyorsun.”
Kerry “Onurlu terler,” dedi ve başını birden sokağa doğru uzattı. “Neye benzediğini görmek istiyorsan işte Langueduc, arkasında da Humbird var.”
Amory ayağa fırlayarak pencereye doğru koştu.
Bu değerli kişileri baştan ayağa süzerek “Oo,” dedi. “Humbird epey göz alıcı ama şu Langueduc, sert tiplerden değil mi? Öylelerine hiç güvenmem. İşlenmemiş tüm elmaslar büyük gözükür.”
Heyecan yatışınca Kerry “Ee,” dedi, “Edebi deha sensin. Gerisi sana kalmış.”
Amory duraksayarak “Merak ediyorum,” dedi, “acaba gerçekten edebi bir deha olabilir miyim? Bazen gerçekten öyle olduğumu düşünüyorum. Bunu söylemem çok korkunç, senden başkasına böyle bir şey söyleyemezdim.”
“Peki, hadi durma. Saçlarını uzat ve Lit’teki şu D’Invilliers denen adam gibi şiirler yaz.”
Amory uyuşuk bir şekilde masanın üzerinde duran dergi yığınına uzandı.
“Son yazdığını okudun mu?”
“Hiç kaçırır mıyım? Eşsizler.”
Amory dergiye şöyle bir göz attı.
Şaşkınlıkla “Hey!” dedi. “O da birinci sınıfta, değil mi?”
“Evet.”
“Şunu dinle! Aman Tanrım!”
“Bir hizmetçi kadın konuşuyor:Siyah kadifeden izler toplanıyor gün yüzündeBeyaz şeritli mumlar hapsolmuş gri çerçevelereTitriyor cılız alevleri gölgeler gibi rüzgârdaPia, Pompia, gel… Gel buraya…”“Tanrı aşkına şimdi bu, ne anlama geliyor?”
“Bu bir yemek odası sahnesi.”
“Kilitlenmiş ayak parmakları uçan bir leyleğinkiler gibiUzanmış yatağına, beyaz çarşaflar üzerineElleri kıpırtısız göğsünün üzerinde tıpkı bir azizinkiler gibiBella Cunizza, hadi gel ışığa!”“Aman Tanrım Kerry, bu da neydi böyle? Yemin ederim onu hiç anlamıyorum, bir de ben edebiyat meraklısıyımdır.”
Kerry “Çok çetrefilli,” dedi, “okurken yalnızca musalla taşını ve bozuk sütü düşünmelisin. Diğer yazdıkları kadar vurucu değil.”
Amory dergiyi masanın üzerine fırlattı.
İç çekti, “Elbette henüz ne olacağım belli değil. Sıradan biri olmadığımı biliyorum, yine de sıradan olmayan diğer insanlardan iğreniyorum. Zihnimi tiyatroya adayıp büyük bir oyun yazarı mı olmalıyım yoksa Golden Treasury antolojilerine nanik yaparak Princeton’lı parlak bir çocuk mu, henüz karar veremedim.”
Kerry “Ne diye karar veresin ki?” dedi. “En iyisi benim gibi başıboş dolaş dur. Ben Burne’ün smokininin kuyruğuna takılıp önemli biri olacağım.”
“Ben başıboş dolaşamam, ben ilgi çekmek istiyorum. Başkaları adına bile olsa torpilli olmak, Princetonian kurulunda yer almak ya da Triangle kulübünün başkanı olmak istiyorum. Ben hayran olunmak istiyorum, Kerry.”
“Kendini çok fazla düşünüyorsun.”
Amory bunun üzerine yerinden doğrulup oturdu.
“Hayır. Seni de düşünüyorum. Şu an züppelik hâlâ eğlenceliyken dışarı çıkıp sınıftakilerle kaynaşmalıyız. Mesela haziran ayındaki baloya genç bir kız getirmek istiyorum ama onu ödül olarak oraya getirilen salon güllerine, futbol takımının kaptanına ve diğer basit insanlara tanıtmam beni şirin göstermeyecekse bunu yapamam.”
Kerry sabırsızca “Amory,” dedi, “boşa kürek çekiyorsun. Önemli biri olmak istiyorsan dışarı çık ve bir şeyler dene, eğer yapamıyorsan boş ver gitsin.” Esneyerek devam etti, “Hadi bırakalım bunları. Aşağı inip futbol antrenmanını izleyelim.”
Amory eninde sonunda bu bakış açısını kabullendi, bir sonraki sonbaharda kariyerini resmen başlatma kararı alarak kendini Kerry’nin Pansiyon 12’den yarattığı eğlenceleri izlemeye bıraktı.
Yahudi gencin yatağını limonlu turtayla doldurdular. Her akşam Amory’nin odasındaki jikleye hava üfleyip Bayan On İki’yi ve yerel tesisatçıyı hayretler içinde bırakarak tüm evdeki gazı kestiler. “Adi sarhoşlar”a sataşmak için tüm resimlerini, kitaplarını ve eşyalarını banyoya taşıdılar ama Trenton’daki bir âlemden döndüklerinde sarhoş kafayla olan biteni gören ikili bunu şaka olarak algılayınca büyük hayal kırıklığı yaşadılar. Akşam yemeğinden güneş doğana kadar red-dog, yirmi bir ve poker oynadılar. Pansiyondakilerden birinin doğum gününde adamı bolca şampanya almaya ikna ederek gürültülü bir kutlama yaptılar. Kerry ve Amory’nin içki içmeyen parti sahibini kazara merdivenlerden iki kat aşağı düşürmesi üzerine adamın revirde geçirdiği bir hafta boyunca ona utangaç ve tövbekâr diye seslendiler.
Kerry bir gün Amory’nin mektuplarının çokluğundan dert yanarak “Söyle bakalım, kim bu kadınlar?” diye sordu. “Son zamanlarda posta pullarına bakıyorum, Farmington ve Dobbs ve Westover ve Dana Hall’dan geliyorlar, neler oluyor?”
Amory sırıttı.
“Hepsi de St. Paul ve Minneapolis’ten,” diyerek isimleri saymaya başladı. “Marylyn De Witt güzeldir, kendi arabası var, çok kolay bir kız. Sally Weatherby epey şişmanlamaya başladı. Myra St. Claire eski bir hikâye, kolay öpülen biri, eğer böylesinden hoşlanıyorsan tabi…”
Kerry “Nasıl tavlıyorsun onları?” diye sordu. “Ben her şeyi denedim ama tutucu tipler benden hiç çekinmiyor bile.”
Amory “Sende ‘iyi çocuk’ tipi var da ondan,” dedi.
“Aynen öyle. Anneler kızlarının benim yanımdayken güvende olacağını hissediyor. Cidden, çok sinir bozucu! Birinin elini tutmaya kalksam bana gülüp sanki el onlara ait değilmiş gibi izin veriyorlar. Ben o eli tutar tutmaz sanki el onların olmaktan çıkıyor.”
Amory “Somurt,” diye öneride bulundu. “Onlara çılgın biri olduğunu, seni yola getirmek zorunda olduklarını söyle, kızıp eve git yarım saat sonra geri dön ve onlara bağır.”
Kerry başını salladı.
“Hiç şansım yok. Geçen sene St. Timothy’den bir kıza içten bir mektup yazmıştım. Bir yerde boş bulunup ‘Ah Tanrım seni ne çok seviyorum!’ demişim. Kız tırnak makasıyla ‘Tanrım’ kısmını kesip mektubun geri kalanını tüm okula göstermiş. Hiçbir işe yaramadı. Ben yine ‘bizim güvenilir Kerry’ olarak kaldım, hepsi saçmalık.”
Amory gülümsedi ve kendini ‘güvenilir Amory’ olarak hayal etmeye çalıştı, ama çabası boşunaydı.
Şubat ayı kar ve yağmurla geldi, birinci sınıfın orta dönemi aynı döngüde geçip gitti, Pansiyon 12’deki hayat amaçsız ama bir o kadar ilginç bir şekilde sürüp gidiyordu. Amory günde bir defa “Joe”ya giderek kulüp sandviç, mısır gevreği ve patates kızartması yemeyi âdet haline getirmişti. Yanında genelde Kerry ya da Alec Connage olurdu. Alec, Hotchkiss’ten sessiz ve kayıtsız bir parlak çocuktu. Komşu pansiyonda kalıyor ve bütün sınıfı Yale’e gitmiş olduğu için Amory’nin zoraki yalnızlığını paylaşıyordu. “Joe” salaş ve biraz da pasaklı bir mekândı, ama müşterilerine sınırsız veresiye hesabı açıyor oluşu Amory için bulunmaz nimetti. Babası maden hisseleriyle maceralara atılıyordu, bu yüzden Amory’nin harçlığı hâlâ hatırı sayılır miktarda olsa da beklentilerini karşılamıyordu.
Ayrıca “Joe” üst sınıfların meraklı bakışlarından sakınılabilen bir yer olma avantajına da sahipti. Böylelikle Amory her öğleden sonra saat dörtte yanına bir arkadaş ya da kitap alarak yeni tatlara yelken açıyordu. Bir gün mart ayında bütün masaların dolu olduğunu görünce duvarın dibindeki masada önündeki kitaba gömülerek oturan birinci sınıfın karşısındaki sandalyeye oturdu. Başlarıyla şöyle bir selamlaştılar. Yirmi dakika boyunca Amory bir yandan pastırmalı çöreklerini yerken bir yandan da Mrs. Warren’s Profession’ı okudu (Shaw’u dönem ortasında kütüphanedeki kitaplara göz atarken tesadüfen keşfetmişti). Diğer birinci sınıf da kendi kitabıyla ilgilenmiş, bu sırada üç bardak çikolatalı süt içmişti.
Ara sıra Amory’nin gözleri merakla masanın diğer ucundaki ahbabın kitabına kayıyordu. Tepetaklak olan başlığı okudu: Marpessa, yazarı Stephen Phillips. Bu isim ona hiçbir şey ifade etmedi, kendisine verilen müstesna eğitim Come into the Garden, Maude gibi pazar klasiklerinden ve son zamanlarda zorla okutulan Shakespeare ve Milton seçkilerinden ibaretti.