bannerbanner
Cennetin bu yakası
Cennetin bu yakası

Полная версия

Cennetin bu yakası

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
3 из 6

Monsenyör Darcy’nin evi nehre bakan bir tepenin üzerine kurulmuş, zamanla çeşitli eklemeler yapılarak genişletilmiş eski bir evdi. Evin sahibi, ülkenin başına geçmesi için çağrılmayı bekleyen sürgün bir kral gibi, dünyanın farklı Katolik bölgelerine yaptığı seyahatlerden vakit bulduğunda burada yaşardı. O zamanlar kırk dört yaşında olan Monsenyör, simetrik denemeyecek iri fakat hareketli bir yapıya, altın sarısı saçlara ve insanı sarmalayan parlak bir karaktere sahipti. Tepeden tırnağa mor renkteki tören kıyafetiyle bir odaya adım attığında Turner’ın tablolarındaki gün batımlarını akıllara getirerek hem takdirleri hem de dikkatleri üzerine toplardı. İki roman yazmıştı: Din değiştirmeden önce yazdığı tam anlamıyla Hıristiyanlık karşıtıyken ondan beş yıl sonra yazdığı diğerinde, önceleri Hırıstiyanlara yöneltmiş olduğu eleştiri oklarını çok daha zekice taşlamalara çevirmiş ve Anglikanlara yöneltmişti. Dini ritüellere son derece bağlı, şaşırtıcı derecede tesirli biriydi, tanrı fikrini evlenmeyip cinsel ilişkiden uzak durmaya yemin etmesine yetecek kadar çok severdi, komşusunu da en az o kadar.

Çocuklar ona bayılırdı, çünkü kendisi de çocuk gibiydi. Gençler ona içlerini dökerdi, çünkü o da hep gençti ve anlattıkları hiçbir şey onu şaşırtamazdı. Doğru yerde ve zamanda doğmuş olsa bir Richelieu olabilecekken mevcut durumda çok ahlaklı, çok dindar (sofuluk derecesinde olmasa da) bir din adamıydı; nerede ne konuşması gerektiğini bilir, hayatın her yönüyle tadını çıkarmasa da hakkını verirdi.

O ve Amory daha ilk görüşte birbirlerinden hoşlanmışlardı. Elçilik balosundakilerin bile başlarını döndürebilecek bu şen şakrak, etkileyici adam ve ilk uzun pantolonunu giyen bu yeşil gözlü, hırslı genç, yarım saatlik bir sohbetin ardından birbirlerini baba oğul gibi görmeye başlamışlardı.

“Sevgili oğlum, yıllardır seni görmeyi bekliyordum. Kendine koca bir sandalye çek de şöyle bir laflayalım.”

“Şimdi okuldan geliyorum, St. Regis’i bilirsiniz.”

“Annen söylemişti ki kendisi harikulade bir kadındır, sigara al, eminim içiyorsundur. Eğer sen de benim gibiysen fen ve matematik derslerini hiç sevmiyorsundur…”

Amory hiddetle başını sallayarak onayladı.

“Hepsinden nefret ediyorum. İngilizce ve tarihten de.”

“Elbette. Okuldan da bir süre nefret edeceksin ama St. Regis’e gidiyor olmana sevindim.”

“Neden?”

“Çünkü orası tam bir beyefendi okulu, kalıtımsal sınıf farkı ve ayrımcılık gibi konularla erkenden tanışmamış olursun. Nasılsa üniversitede buna bolca maruz kalacaksın.”

Amory “Princeton’a gitmek istiyorum,” dedi. “Sebebini bilmiyorum ama bütün Harvard’lıların eskiden benim olduğum gibi hanım evladı olduğunu düşünüyorum. Bütün Yale’liler de mavi hırkalar giyip pipo içen tipler.”

Monsenyör kendini tutamayıp güldü.

“Ben de onlardan biriyim, biliyorsun.”

“Ama siz farklısınız… Princeton’lı olmayı aylak, yakışıklı ve aristokrat olmak gibi görüyorum… Tıpkı bir bahar günü gibi, anlarsınız ya. Harvard ise dört duvar arasında olmak gibi…”

Monsenyör “Yale de Kasım gibi, canlı ve hareketli,” diye tamamladı.

“Aynen öyle.”

Sarsılmaz bir yakınlık kurmaya başlamışlardı.

Amory “Ben Bonnie Prince Charlie’nin tarafındaydım,” dedi.

“Elbette öylesindir… Peki ya Hannibal’ın?”

“Evet, bir de Güney Konfederasyonu’nun.” İrlandalı bir vatansever gibi gözükmek konusunda şüpheleri vardı (İrlandalı olmanın sıradan olmak anlamına geldiğini düşünürdü) ama Monsenyör İrlanda’nın kaybedilmiş romantik bir kavga, İrlandalılarınsa çok cana yakın insanlar olduğunu söyleyerek onu rahatlattı. Üstelik kendisinin bu konuda peşin hükümlü olduğunu memnuniyetle dile getirdi.

Yoğun geçen bir saatin ve onlarca sigaranın ardından Monsenyör Amory’nin Katolik olarak yetiştirilmediğini duyunca dehşete düşmemiş olsa da epey şaşırdı ve başka bir misafir daha beklediğini söyledi. Bu misafir Boston’lı saygıdeğer Thornton Hancock’tı: The Hague’un eski bakanı, ünlü Ortaçağ Tarihi’nin bilgili yazarı ve tanınmış, vatansever, parlak bir ailenin hayattaki son üyesi.

Monsenyör bir sır veriyormuşçasına “Buraya biraz dinlenmek için geliyor,” dedi. Amory’ye sanki akranı gibi davranıyordu. “Beni bilinemezliğin verdiği yorgunluğu atabileceği bir liman olarak görüyor, sanırım onun o ağırbaşlı ihtiyar aklının aslında karışık olduğunu ve kilise gibi tutunacak bir dal aradığını gören tek insan benim.”

Birlikte yedikleri ilk öğle yemeği Amory’nin hayatının ilk dönemlerine dair unutulmaz bir anıydı. Amory sıradışı bir parlaklık ve cazibeyle ışık saçıyordu. Monsenyör soru ve önerilerle onun en iyi yanlarını ortaya çıkarıyor, Amory de büyük bir şevkle heveslerinden, arzularından, pişmanlıklarından, inançlarından ve korkularından bahsediyordu. Sohbet o ve Monsenyör arasında geçiyordu ve yaşlı adam daha ihtiyatlı, daha az kabullenici fakat yine de mesafeli olmayan bakış açısıyla bu ikisinin arasında geçen konuşmaları dinleyip tatlı gün ışığının keyfini çıkarıyordu. Monsenyör çoğu insanda gün ışığı etkisi yaratırdı. Amory de gençliğinde, biraz da yaşlılığında öyleydi ama bu, asla ikisinin arasındaki gibi böylesine karşılıklı ve içten olmayacaktı.

Her iki kıtanın da ihtişamını görmüş, Parnell, Gladstone ve Bismarck’la sohbet etmiş olan Thornton Hancock “Pırıl pırıl bir genç,” diye düşünmüştü. Sonrasında da Monsenyör’e şöyle demişti: “Fakat onun eğitimi bir okulun ya da üniversitenin insafına bırakılmamalı.”

Ama sonraki dört yıl boyunca Amory’nin zihni popülerlik mevzuları, üniversitedeki sosyal sistem eşitsizlikleri ve Biltmore Teas ile Hot Springs arasındaki golf sahalarında boy gösteren Amerikan sosyetesiyle meşgul olacaktı.

Muhteşem bir haftanın sonunda Amory’nin aklı tersyüz oldu, yüzlerce teorisi doğrulanmış ve yaşama sevinci binlerce yeni gayeyle taçlanmıştı. Sohbetin eğitimle alakası yoktu, Tanrı korusun! Amory, Bernard Shaw’un kim olduğuna dair pek fikre sahip olmasa da, Monsenyör, The Beloved Vagabond ve Sir Nigel’ı11 ele alış tarzıyla Amory’nin bir kez bile kendini yetersiz hissetmesine sebep olmadı.

Yine de Amory’nin kendi kuşağıyla yaşayacağı ilk çatışmanın yaklaştığı hissediliyordu.

Monsenyör “Gittiğin için üzgün değilsin, tabii. Bizim gibi insanlar için ev, o an olmadığımız yerdir,” dedi.

“Üzgünüm…”

“Hayır, değilsin. Senin ya da benim için bu dünyada vazgeçilmez kimse yoktur.”

“Pekâlâ…”

“Hoşça kal.”

Egoistin Çöküşü

Amory’nin St. Regis’te geçirdiği ilk iki yıl kimi zaman acılarla dolu kimi zaman da sevinçliydi; ama Amerikan hazırlık okulu genel olarak bir Amerikalının hayatında üniversitenin gölgesinde kalmaya mahkûm olduğundan bu yılların Amory’nin hayatına da ciddi bir etkisi olmadı.

Başlarda yanlış hareket etti; kibirli, kendini beğenmiş ve her şeyden nefret ediyormuş gibi davrandı. Pervasız bir mükemmeliyet ve kendini terbiyesinin müsaade ettiği ölçüde tehlikeden korumak arasında gidip gelerek vaktinin çoğunu futbola ayırıyordu. Çılgın bir panik anında kendi cüssesindeki bir çocukla mücadeleden kaçtığı için yuhalanırken bir hafta sonra çok daha büyük bir çocuğa kafa tuttuğu için çok fena dayak yemiş, ama kendiyle gurur duymuştu.

Üzerinde otorite kuran herkesten nefret ediyordu ve bu durum derslerine karşı sergilediği kayıtsızlıkla birleşince okuldaki her öğretmeni öfkeden çıldırtıyordu. Bu tutum onun şevkini kırarak kendini nefret edilen biri gibi görmesine sebep olduğu için köşelere çekilip somurtuyor ve ışıklar kapandıktan sonra kitap okumaya devam ediyordu. Yalnız kalmaktan ödü koptuğu için birkaç arkadaş edinmişti; fakat bu arkadaşlar okulun elit tabakasından olmadığından onları kendi yansıması olarak düşünür ve kendisi için vazgeçilmez olan tavırları sergileyebileceği bir izleyici kitlesi olarak görürdü. Dayanılamaz derecede yalnız ve çok mutsuzdu.

Onu rahatlatan bir iki şey vardı. Amory suya dalacak olsa dibe en son batan şey onun kendini beğenmişliği olurdu. Bu yüzden okulun yaşlı kadın hademesi Wookey-wookey, ona gördüğü en yakışıklı çocuk olduğunu söylediğinde Amory’nin gözleri ışıl ışıl parıldamıştı. Okulun futbol takımındaki en çelimsiz ve en genç oyuncu olmak hoşuna gidiyordu. Doktor Dougall’un çok hararetli bir tartışmanın ardından eğer isterse okuldaki en yüksek notları alabileceğini söylemesi de hoşuna gitmişti. Ama Doktor Dougall yanılıyordu. Amory’nin okuldaki en yüksek notları alması mizacı itibarıyla mümkün değildi.

Acınası, kısıtlanmış, hem öğretmenler hem öğrenciler arasında sevilmeyen… İşte Amory’nin ilk dönemi böyle geçti. Ama yeni yıl geldiğinde ketum ve sevinçli bir halde Minneapolis’e döndü.

Frog Parker’a tepeden bakan bir edayla “Ah, başlarda biraz toydum,” dedi, “ama iyi uyum sağladım, takımdaki en hafif adam benim. Yatılı okula gitmelisin Froggy. Muhteşem bir şey.”

İyi Niyetli Profesörle Yaşananlar

İlk dönemin son gecesi başöğretmen Bay Margotson çalışma salonuna haber göndererek saat dokuzda Amory’yi odasına beklediğini söyledi. Amory nasihatlerin yolda olduğunu düşündü, ama saygılı olmaya karar verdi; çünkü Bay Margotson ona iyi davranırdı.

Davet sahibi onu yüzünde bir gülümsemeyle karşılayarak sandalyeye oturmasını işaret etti. Çok hassas bir mevzuyla karşı karşıya olduğunu bilen bir adam tavrıyla tereddüt ederek konuşuyor ve bilinçli olarak nazik gözükmeye çalışıyordu.

“Amory,” diye söze başladı. “Seni özel bir mesele için çağırttım.”

“Evet, efendim.”

“Bu sene dikkatimi çektin ve senden… Senden memnunum. Bence sen… Sen çok iyi bir adam olabilecek yapıdasın.”

Amory neler olup bittiğini anlamaya çalışarak “Evet, efendim,” dedi. İnsanların kendisinden kabullenilmiş bir başarısızlık gibi konuşmasından nefret ederdi.

Yaşlı adam aldırış etmeden “Ama şunu fark ettim ki,” diye devam etti, “çocuklar arasında pek sevilmiyorsun.”

Amory dudaklarını yalayarak “Evet, efendim,” dedi.

“Ah, ben düşündüm de, şey… Yani neyden hoşlanmadıklarını tam anlayamamış olabilirsin. Bunu sana söyleyeceğim, çünkü inanıyorum ki, ah… Eğer bir çocuk sorunlarının ne olduğunu bilirse bunların üstesinden daha kolay gelebilir… Yani başkalarının kendinden beklentilerine uyum sağlayabilmek için.” İtina gerektiren bir suskunluğun ardından yine tereddütle devam etti: “Senin şey olduğunu düşünüyorlar, şey… Çok küstah…”

Amory daha fazlasına katlanamazdı. Sandalyesinden doğruldu, konuşurken sesini zar zor kontrol ediyordu:

“Biliyorum… Ah, bildiğimi düşünmüyor muydunuz?” Sesi yükseldi. “Ne düşündüklerini biliyorum, bunu bana söylemek zorunda olduğunuzu sandınız!” Duraksadı. “Ben… Ben şimdi geri dönmeliyim… Umarım kaba davranmıyorumdur…”

Aceleyle odadan çıktı. Serin havada odasına doğru yürürken kendisine önerilen yardımı reddetmekten sevinç duyuyordu.

“Aptal bunak!” diye bağırdı. “Sanki bilmiyorum!”

Bunun tekrar çalışma salonuna dönmemek için iyi bir bahane olduğuna karar vererek odasına dönüp koltuğa kuruldu, kurabiye yiyerek Beyaz Birlik’i12 bitirdi.

Harikulade Kız Hadisesi

Şubat ayında parlak bir yıldız vardı. Uzun zamandır beklenen bir olaymış gibi Washington’ın doğum gününde13 tüm New York’un ilgisini çekmişti. Yıldızın lacivert gökyüzünde bıraktığı bir anlık parlak beyazlık, Binbir Gece Masalları’ndaki şehirlerin akıllarda canlandırdığı tüm ihtişama denkti. Ama bu defa Amory onu sokak lambalarının, Broadway’daki ışıklı at arabası tabelasının ve St.Regis’ten Paskert’la birlikte yemek yediği Astor’daki kadınların gözünden görüyordu. Paskert’la asabi konuşmalar, akort edilen kemanların gürültüsü, boya ve pudranın baştan çıkarıcı yoğun kokusuyla karşılandıkları tiyatronun salonuna girerken Amory muazzam bir zevk ve haz duygusuna sürüklendi. Her şey onu büyülüyordu. Oyun, George M. Cohan’ın “The Little Millionaire”iydi. Oyundaki esmer genç kızın dansını ışıldayan gözlerle kendinden geçerek izlemişti.

Ah… Sen… Harikulade kızNe harikulade kızsın sen…

diye söylüyordu tenor ve Amory sessiz ama tutkulu bir şekilde onayladı.

Senin… Tüm… Güzel sözlerinHeyecanlandırıyor beni…

Kemanlar gittikçe yükselerek son notaları titretti, kız sahnede kıvrak bir kelebeğe dönüştü ve tüm salonda bir alkış koptu. Ah böyle âşık olmak, böylesine büyüleyici bir melodinin sarhoş edici ahengine kapılmak…

Son sahne bir terasta geçiyordu, çellolar ayın müziğine iç çekti. Sahne, hafif macera ve derinliksiz sabun köpüğü komedi arasında gidip geliyordu. Terasların müdavimi olmak, bunun gibi bir kızla, hayır hayır! Daha iyi bir kızla, anlaşılmaz bir garson, dirseğinin üzerinden şampanyalarını doldururken saçları altın rengi ay ışığıyla kaplanmış hayallerindeki o kızla tanışmak için yanıp tutuşuyordu. Perde son kez indiğinde öylesine uzun bir iç çekti ki ön sıradakiler dönüp ona baktılar ve rahatça duyacağı bir ses tonuyla şöyle dediler:

“Ne dikkate şayan görünüşlü bir çocuk!”

Bu sözler hemen dikkatini oyundan alıp götürdü, acaba New York ahalisine gerçekten de yakışıklı mı görünüyorum diye merak etti.

Paskert ve Amory otellerine doğru yola koyuldular. İlk konuşan Paskert oldu. On beş yaşındaki titrek sesi Amory’nin hayallerine melankolik bir iz bırakarak daldı.

“Bu akşamki kızla evleneceğim.”

Hangi kız olduğunu sormasına gerek yoktu.

Paskert “Onu eve götürüp ailemle tanıştırmaktan gurur duyarım,” diye devam etti.

Amory kesinlikle etkilenmişti. Bunları söyleyenin Paskert değil kendisi olmasını dilerdi. Kulağa çok olgunca geliyordu.

“Şu aktrisleri merak ediyorum, hepsi gerçekten de ahlaksız insanlar mı?”

Tecrübeli genç üstüne basa basa “Hayır, bayım, hiç alakası yok,” dedi “ve o kızın altın gibi pırıl pırıl olduğunu biliyorum. Buna eminim.”

Broadway kalabalığına karışarak yürümeye devam ettiler, kafelerden taşan melodilerle hayallere daldılar. Karşılarında sayısız ışıklar gibi yeni yüzler beliriverdi, solgun boyalı yüzler, yorgun fakat bıktırıcı bir heyecanla hayata tutunan yüzler… Amory onları büyülenmişçesine izledi. New York’ta yaşayacak, her restoran ve kafe tarafından tanınacak, akşamın ilk saatlerinden sabahın ilk ışıklarına kadar takım elbise giyip öğleden önceki sıkıcı zamanları uyuyarak geçirecekti.

“Evet, bayım, bu akşamki kızla evleneceğim!”

Genel Olarak Kahramanca

St. Regis’te geçirdiği ikinci ve son yılın ekim ayı Amory’nin hafızasında önemli bir yere sahipti. Groton’la oynanan maç öğleden sonra ferahlatıcı serin bir havada başlamış, aradan geçen üç saatin sonunda dondurucu bir sonbahar karanlığı çökmüştü. Oyun kurucu olarak oynayan Amory çılgın bir çaresizlikle takım arkadaşlarını ikaz ediyor, karşı takımın top taşıyıcısını mucizevi şekilde durduruyor, sesi kısılıp öfkeli bir fısıltı halini alana dek arkadaşlarına işaret veriyor yine de başındaki kanlı bandajdan, birbirine çarpan, birbirini ezip geçen bedenlerin görkemli kahramanlığından ve ağrıyan uzuvlarından zevk alıyordu. Bu cesaret dakikaları bir kasım alacakaranlığında şarap gibi akıp gidiyordu. O, tıpkı eski İskandinav kadırgalarının pruvasındaki kürekçi, Roland ve Horatius, Sir Nigel ve Ted Coy gibi ölümsüz bir kahramandı; gemiyi dengede tutabilmek için dişini tırnağına takmış, sonra kendi iradesiyle uçuruma savrulmuş, dalgalarla dövülürken uzaklardan gelen sevinç çığlıklarını duymuştu… Sonunda yara bere içinde ve yorgun fakat hâlâ tarif edilemez bir coşkuyla dönerek, kıvrılarak, temposunu bir artırıp bir azaltarak, kollarını uzatıp rakiplerini iterek bacaklarına yapışmış iki adamla Groton, kale çizgisini geçip yere düştü. Maçın ilk ve son sayısını yapmıştı.

Parlak Çocuğun Felsefesi

Son sınıftaki üstünlüğü ve başarısı sebebiyle Amory bir sene önceki durumunu alaycı bir hayretle hatırlıyordu. Amory Blaine’in değişmesi ne kadar mümkünse o kadar değişmişti. St. Regis’e başladığında bu genç adam Amory, artı Beatrice, artı Minneapolis’te geçirilen iki yıldan ibaretti. Ama Minneapolis yılları “Amory artı Beatrice”i yatılı okuldaki meraklı gözlerden saklayabilecek kadar kalın bir katman oluşturamadığı için St. Regis Beatrice’i ondan son derece acı verici bir şekilde söküp çıkarmış ve onun yerine esas Amory’yi oluşturacak yeni ve daha sıradan bir zemin hazırlamıştı. Ama hem St. Regis hem de Amory, bu esas Amory’nin kendi içinde değişmemiş olduğunu fark edememişti. Önceleri ona sıkıntı veren huysuzluğu, sahte tavırlar takınma eğilimi, tembelliği, kendine aptal süsü verme aşkı artık birer sorun olmaktan ziyade yıldız oyun kurucu, zeki bir aktör ve St. Regis Tattler’ın editörü olan bu delikanlının tuhaflıkları olarak görülüyor, Amory de kısa süre öncesine kadar zayıflık olarak kabul edilen bu bencilliklerinin genç çocuklar tarafından taklit edildiğini gördükçe hayrete düşüyordu.

Futbol sezonu sona erince sakin bir döneme geçiş yaptı. Tatil öncesi dansının olduğu gece oradan sıvıştı ve çayırların ötesinden dalgalar halinde penceresine ulaşan keman seslerini dinlemenin keyfine varabilmek için erkenden yatağa girdi. Çoğu geceyi yatağında uzanıp orkestra Macar valsleri çalarken entrika, ay ışığı ve macera yüklü yoğun ve büyülü bir havada, fildişi renkli kadınların zengin diplomat ve askerlerle gizemli aşk maceralarına atıldığı Montmarte kafelerinin sırlarını hayal ederek geçiriyordu. İlkbaharda istek üzerine L’Allegro’yu okudu ve Arkadya ile Pan’ın flütünü konu alan lirik dışavurumlar üretme konusunda ilham aldı. Şafakta güneş onu uyandırsın diye yatağının yerini değiştirdi; böylece giyinip dışarı çıkabiliyor ve son sınıfların yatakhanesinin yanındaki elma ağacına kurulmuş eski salıncağa gidebiliyordu. Salıncağa oturup yükseğe, daha yükseğe sallandıkça havalara uçup flüt çalan satirlerin ve sarı saçlı kızların yüzlerine sahip su perilerinin yaşadığı bir periler ülkesiymişçesine Eastchester’ın sokaklarında gezerdi. Salıncak en yüksek noktaya ulaştığında Arkadya gerçekten de kahverengi patikanın altın bir nokta halini alarak gözden kaybolduğu tepenin sırtında yer alıyormuş hissine kapılırdı.

On sekiz yaşına bastığı ilkbahar boyunca durmaksızın okudu: The Gentleman from Indiana, The New Arabian Nights, The Morals of Marcus Ordeyne, The Man Who Was Thursday’i anlamadan sevdi. Stover at Yale onun için bir ders kitabı halini aldı. Dombey and Son’ı daha iyi şeyler okuması gerektiğini düşündüğü için seçti. Robert Chambers, David Graham Phillips ve E. Phillips Oppenheim’ın eserlerini tamamladı; aralarına birkaç Tennyson ve Kipling kattı. Derste karşılaştığı şeyler arasından yalnızca L’Allegro ve uzay geometrisinin değişmeyen açıklık niteliği naçizane ilgisini çekebildi.

Haziran yaklaştıkça kendi fikirlerini oluşturmak için sohbet etme ihtiyacı duydu ve hiç beklemediği bir anda son sınıfların başkanı Rahill’in de kendisi gibi bir filozof olduğunu öğrendi. Çoğu zaman yolda yürürken, beyzbol sahasının kenarında yüzüstü uzanırken ya da karanlıkta sigaralarını tüttürürken yaptıkları sohbetlerde okulla ilgili sorunlardan dert yanarlardı. İşte, “parlak çocuk” tabirini de bu sohbetlerin birinde geliştirmişlerdi.

Bir gece ışıklar kapandıktan beş dakika sonra Rahill başını kapıdan içeri uzatarak “Sigaran var mı?” diye fısıldamıştı.

“Elbette.”

“İçeri geliyorum.”

“Birkaç yastık al da pencerenin önündeki koltuğa uzan.”

Rahill sohbet için yerini alırken Amory yatağına oturup bir sigara yaktı. Rahill’in en sevdiği konu son sınıf öğrencilerinin kendilerine mahsus gelecekleriydi ve Amory onun için herkesi nelerin beklediğini ana hatlarıyla özetlemekten hiç sıkılmazdı.

“Ted Converse mi? Çok kolay. Bütün sınavlarından kalacak, bütün yazı Harstrum’da özel ders alarak geçirdikten sonra dört dersten şartlı olarak geçerek Sheff’e girecek ve birinci sınıfın ortasında okuldan atılacak. Sonra batıya dönecek ve bir yıl vur patlasın çal oynasın eğlenecek. En sonunda babası onu boyacılık işine sokacak. Evlenecek ve hepsi de kalın kafalı dört oğlu olacak. Daima St. Regis’in kendisini bozduğunu düşünecek, bu yüzden oğullarını Portland’da bir devlet okuluna gönderecek. Kırk bir yaşına geldiğinde frenginin son safhasında omurilik felci geçirerek ölecek ve karısı Presbiteryen kilisesine üzerinde onun adı yazan bir vaftiz kürsüsü ya da adına her ne diyorsanız ondan yaptıracak…”

“Yavaş ol, Amory. Bu çok karamsar oldu. Peki ya sen?”

“Ben çok daha seçkin bir sınıftanım. Sen de öylesin. Bizler filozofuz.”

“Ben değilim.”

“Elbette öylesin. Senin çok sağlam bir kafan var.” Ama Amory Rahill’in hiçbir koşulda soyut fikirlerle hareket etmeyeceğini biliyordu; bir konunun en ufak ayrıntıları çözülmeden parmağını bile kıpırdatmazdı.

Rahill “Hayır, yok,” diye diretti. “Burada insanların benden faydalanmasına izin veriyorum ve karşılığında hiçbir şey elde etmiyorum. Kahretsin ki arkadaşlarım benim sırtımdan geçiniyor, onların ödevlerini yapıyorum, onları beladan kurtarıyorum, yazın evlerine aptal ziyaretlerde bulunarak küçük kız kardeşlerini eğlendiriyorum, bencilleştiklerinde öfkeme hâkim oluyorum. Bunun karşılığında onlar da sınıf başkanlığı seçimlerinde oy vererek ve St. Regis’in ‘büyük adamı’ olduğumu söyleyerek bana olan borçlarını ödediklerini zannediyorlar. Herkesin kendi işini yaptığı ve insanlara ‘Canınız cehenneme!’ diyebileceğim bir yere gitmek istiyorum. Okuldaki herkese iyi davranmaktan sıkıldım.”

Amory aniden “Sen parlak çocuk değilsin,” dedi.

“Ne değilim?”

“Parlak çocuk.”

“O da ne demek öyle?”

“Pekâlâ, şeye benziyor hani… Hani… Onlardan etrafta çok var. Sen onlardan biri değilsin, ben de değilim. Ama senle kıyaslanınca ben onlara daha çok benziyorum.”

“Kim onlardan biri? Seni onlardan biri yapan da nedir?”

Amory düşündü.

“Nedir, nedir… Sanırım en belirgin özellikleri suyla saçlarını ıslatarak geriye doğru yapıştırmaları.”

“Carstairs gibi mi?”

“Evet, aynen. O bir parlak çocuk.”

Tam bir tanım yapabilmek için iki akşam uğraştılar. Parlak çocuk yakışıklı ya da düzgün görünümlü olurdu; zekilerdi ki, bu genelde sosyal zekâydı; bir konuda öne geçmek, popüler olmak, hayran olunmak ve asla başlarını derde sokmamak için ellerindeki tüm imkânları kullanırlardı. İyi giyinirlerdi, görünümleri genelde zarif olurdu; onların “parlak” adını almasının nedeni saçlarının daima kısa olması, su ya da jöleyle sırılsıklam yapılıp ortadan ikiye ayrılarak modaya uygun şekilde geriye doğru yapıştırılmasıydı. O senenin parlak çocukları, parlaklıklarının bir nişanesi olarak sarı-kahverengi alaca renkli gözlük takmayı bir âdet haline getirdiğinden, bir tanesi bile Amory ve Rahill’in gözünden kaçmazdı. Parlak çocuklar okulun geneline yayılmıştı, yaşıtlarından biraz daha olgun ve kurnaz olmakla birlikte hepsinin kendi grubu vardı ve zekâlarını çok iyi saklarlardı.

Amory üniversitedeki ikinci senesine kadar sınırların bulanıklaşıp kararsızlaşmasıyla birçok alt grup türediği için yalnızca bir özellik halini alan “parlak çocuk” tabirini çok değerli bir sınıflandırma yolu olarak kullandı. Amory’nin gizli idealleri “parlak çocuğun” tüm niteliklerini taşımanın yanı sıra cesaret ve inanılmaz bir zekâ ve beceri de gerektiriyordu. Ayrıca Amory kendisinde parlak çocuklara yakışmayacak türde tuhaf bir iz olduğunu düşünüyordu.

Bu, okul geleneğinin riyakârlığından gerçek anlamda ilk kopuşuydu. Parlak olmak başarıya giden en önemli unsurlardan biriydi ve hazırlık okullarının “büyük adam”ından tamamen farklıydı.

“PARLAK ÇOCUK”

1. Sosyal değerler söz konusu olduğunda uyanıktır.

2. İyi giyinir. Kıyafetin yüzeysel olduğuna inanıyormuş gibi yapar ama öyle olmadığını bilir.

3. Ön plana çıkabileceği etkinliklere katılır.

4. Üniversiteye girer ve maddi anlamda başarılı olur.

5. Saçlarını ıslatıp geriye doğru yapıştırır.

“BÜYÜK ADAM”

1. Sosyal değerlerden bihaberdir ya da onlara karşı duyarsızdır.

2. Kıyafetin yüzeysel olduğunu düşünür ve bu konuda pek özenli değildir.

3. Sorumluluk duygusuyla her işe el atar.

4. Üniversiteye girer ve belirsiz bir geleceği olur. Çevresi olmayınca kendini kaybolmuş hisseder ve okul yıllarının hayatının en mutlu zamanları olduğunu hisseder. Okula geri dönüp St. Regis’lilerin neler başardığıyla ilgili konuşmalar yapar.

5. Saçlarını ıslatıp geriye doğru yapıştırmaz.

Amory o sene St. Regis’li tek çocuk olacağını bilmesine rağmen kesinlikle Princeton’a gitmeye karar vermişti. Minneapolis’te ve St. Regis’in “Kurukafa ve Kemikler Cemiyeti” sevdalıları arasında anlatılan hikâyelerde Yale’in bir romantizmi ve ihtişamı vardı; ama Princeton parlak renkli atmosferi ve Amerika’nın en hoş şehir kulübü olma şöhretiyle onu daha çok cezbediyordu. Amory’nin okuldaki son günleri zorlu üniversite sınavlarının gölgesinde geçip gitti. Yıllar sonra St. Regis’e döndüğünde son senedeki başarısını unutmuş gibi görünüyor ve kendini yalnızca koridorlardan hızla geçerek azgın akranlarının taşkınlıklarını büyük bir sağduyuyla alaya alan o uyumsuz çocuk olarak hatırlayabiliyordu.

İki

SİVRİ KULELER VE CANAVAR HEYKELLERİ

На страницу:
3 из 6

Другие книги автора