bannerbanner
Cennetin bu yakası
Cennetin bu yakası

Полная версия

Cennetin bu yakası

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
2 из 6

Uşak “Ama…” diye devam etti, sesi gereksiz derecede gürleşmişti, “buradaki tek kişi o. Parti için gelenler gitti.”

Amory bir an için dehşete kapıldı.

“Ne?”

“Kendisi Amory Blaine’i bekliyor. Siz osunuz, değil mi? Annesi eğer beş buçuğa kadar burada olursanız, ikinizin Packard’a8 atlayıp peşlerinden gidebileceğinizi söyledi.”

Amory’nin çaresizliği Myra’nın belirmesiyle daha da pekişti. Kulaklarına kadar çektiği polo yaka paltosu, asık suratı ve zoraki bir kibarlık hissi veren sesiyle:

“Selam Amory,” dedi.

“Selam Myra.” Heyecanının sebebini açıkladı.

“Her neyse, sonunda gelebildin.”

“Pekâlâ, sana anlatayım. Sanırım otomobil kazasından haberin yok,” diyerek bir yalana girişti.

Myra’nın gözleri fal taşı gibi açıldı.

“Kim kaza yaptı?”

Amory çaresizce “Şey…” diye devam etti, “dayım, yengem ve ben.”

“Ölen var mı?”

Amory önce sustu, sonra başını sallayarak onayladı.

Kız panikle sordu: “Dayın mı?”

“Ah hayır… Sadece bir at… Kır bir at.”

Tam bu noktada İskoç uşak kendini tutamayıp güldü.

“Muhtemelen motoru öldürmüştür,” dedi. Eğer elinde olsa Amory hiç tereddüt etmeden onu kapının önüne koyardı.

Myra umursamaz bir tavırla “Şimdi gidiyoruz,” dedi. “Görüyorsun ya Amory, kızaklar saat beş için çağırılmıştı, herkes buradaydı, bu yüzden bekleyemedik…”

“Elimden bir şey gelmezdi, öyle değil mi?”

“O yüzden annem de beş buçuğa kadar seni beklememi söyledi. Minehaha Kulübü’ne varmadan önce kızağı yakalayacağız, Amory.”

Amory’nin sarsılan özgüveni yerle bir olmuştu. Şarkılar söyleyerek karlı yollarda ilerleyen mutlu kalabalığı, limuzinin belirişini, altmış sitemkâr gözün bakışları altında kendisinin ve Myra’nın maruz kalacağı korkunç kitlesel baskıyı ve (bu sefer gerçekten) özür dileyişini gözünün önüne getirdi. Sesli bir şekilde iç çekti.

Myra “Ne oldu?” diye sordu.

“Hiçbir şey. Sadece esniyordum. Onları kulübe varmadan yakalayacağımızdan emin misin?” diye sordu. Fark ettirmeden Minnehaha Kulübü’ne gidip diğerleriyle orada, eğlenceden bıkmış gibi ateşin başında otururken buluşabileceklerine ve böylece kaybettiği saygınlığı geri kazanabileceğine dair ufacık bir umudu vardı.

“Ah, elbette Mike, onları kesin yakalarız, hadi acele edelim.”

Amory midesinin bulandığını hissetti. Arabaya binerken hızlıca yaptığı planı ikna yeteneğiyle harmanlayarak uygulamaya girişti. Planı dans okulunda öğrenmiş olduğu, kendisini “inanılmaz derece yakışıklı ve sözümona İngiliz” gösteren “trade-lasts”9 üzerine kuruluydu.

Sesini alçaltıp sözcüklerini dikkatlice seçerek “Myra,” dedi, “binlerce kez özür dilerim. Beni affedebilecek misin?”

Kız onu büyük bir dikkatle süzdü. Amory’nin ısrarcı yeşil gözleri, ağzı, modaya uygun şık gömleği on üç yaşındaki bu kızın romantizm anlayışına hitap ediyordu. Evet, Myra onu kolaylıkla affedebilirdi.”

“Şey… Tabii, elbette.”

Amory tekrar kıza baktı, sonra gözlerini yere indirdi. Kirpikleri dikkat çekiciydi.

Üzgün bir şekilde “Ben korkunç biriyim,” dedi. “Ben farklıyım. Neden böyle kaba hareketlerde bulunuyorum, bilmiyorum. Sanırım umursamadığımdan.” Sonra umursamazca devam etti, “Çok fazla sigara içiyorum. Sigaranın yol açtığı bir kalp rahatsızlığım var.”

Myra’nın zihninde tüm gece sürecek bir sigara âlemi canlandı, Amory nikotinle dolu ciğerleri yüzünden solgun ve sersemlemiş bir haldeydi. Sonra bir an için nefesi kesildi.

“Ah, Amory sigara içme. Büyümene engel olur!”

Amory kederli bir şekilde “Umurumda değil,” diye diretti. “Yapmalıyım. Alışkanlık edindim. Daha ne alışkanlıklarım var, eğer ailem öğrenirse…” bir an için duraksayarak kızın zihninde karanlık sahnelerin canlanmasına fırsat tanıdı. “Geçen hafta bir vodvil gösterisine gittim.”

Myra söylenenlere inanmıştı. Amory yeşil gözlerini yine ona doğrulttu.

Bir anlık duygu patlamasıyla “Bu kasabada sevdiğim tek kız sensin,” dedi. “Sen cana yakınsın.”

Myra öyle olup olmadığından emin değildi, söylediği biraz yakışıksız da olsa kulağa havalı geliyordu.

Akşam karanlığı bastırmıştı, limuzin ani bir dönüş yapınca kız Amory’ye çarptı, elleri birbirine değdi.

Myra “Sigara içmemelisin Amory,” diye fısıldadı. “Bunu bilmiyor musun?”

Amory başını salladı.

“Kimin umurunda.”

Myra duraksadı.

“Benim umurumda.”

Amory’nin içi kıpır kıpır oldu.

“Ah, evet, senin umurundadır! Sen Foggy Paker’a âşıkmışsın. Sanırım herkes bundan haberdar.”

Yavaşça “Hayır, değilim,” dedi.

Bir sessizlik oldu, Amory çok sevinmişti. Bu soğuk ve loş havadan uzaktaki sıcak ortamda Myra’da insanı kendine hayran bırakan bir şey vardı. Myra kat kat elbiseler ve kayak şapkasının altından fışkıran sarı lülelerden ibaretti.

“Çünkü ben de âşığım…” Amory sustu, uzaktan gelen genç kahkahaları duymuş ve arabanın buğulanan camından sokak lambalarının aydınlattığı caddede kızak partisinin oluşturduğu karaltıları görmüştü. Elini çabuk tutmalıydı. Uzandı, haşin ve sarsak bir çabayla Myra’nın elini daha doğrusu başparmağını kavradı.

“Şoföre doğruca Minnehaha’ya gitmemizi söyle,” diye fısıldadı. “Seninle konuşmak istiyorum, seninle mutlaka konuşmalıyım.”

Myra partiye yetiştiklerini fark etti, bir an için annesini gördü ve sonra kederini belli edercesine tam yanında duran gözlere bir bakış attı.

Megafondan “Ara sokağa gir, Richard, doğruca Minnehaha Kulübü’ne gidiyoruz!” diye bağırdı. Amory rahatlayıp iç çekerek arkasına yaslandı.

“Onu öpebilirim,” diye düşündü. “Bahse varım, onu öpebilirim. Bahse varım onu öpebilirim!”

Tepelerindeki gökyüzü yarı berrak yarı puslu, geceyse soğuk ve gerilimle doluydu. Şehir kulübünün merdivenlerinde beyaz bir battaniyenin üzerindeki çizgileri andıran yollar oluşmuştu, merdivenlerin iki yanındaki kar öbekleri dev köstebek izlerine benziyordu. Bir süre merdivenlerde oyalanarak beyaz ayı izlediler.

Amory belli belirsiz bir el hareketiyle “Bunun gibi soluk aylar,” dedi, “insanları gizemli gösteriyor. Başındaki şapkan ve dağılmış saçlarınla genç bir cadıya benziyorsun.” Myra’nın elleri saçlarına gitti. “Ah, bırak öyle kalsınlar, güzel gözüküyor.”

Merdivenlerden çıkmaya başladılar ve Myra ona küçük çalışma odasına giden yolu gösterdi, burası tam da Amory’nin hayallerindeki gibiydi, sıcacık şöminenin karşısında gömülebileceğin rahat bir koltuk… Birkaç yıl sonra burası, Amory’nin duygusal krizlerine ev sahipliği yapan harika bir sahne olabilirdi. Bir müddet kızak partilerinden bahsettiler.

Amory “Bu partilerde hep utangaç bir iki çocuk olur,” dedi, “Kızağın en arkasına oturup gizlice olan biteni izler, fısıldaşır ve birbirlerini aşağı iterler. Bir de şaşı gözlü kızlar vardır,” dehşet verici bir taklit yaparak devam etti, “Genç kızlara koruyuculuk eden yaşlı kadınlar gibi sert bir ses tonuyla konuşurlar.”

Myra hayretler içinde “Sen çok komik bir çocuksun,” dedi.

Amory birden dikkatini ona yöneltti, “Ne demek istiyorsun?” Sonunda kendine güveni yerine gelmişti.

“Ah, hep böyle tuhaf şeylerden bahsediyorsun. Neden yarın Marylyn ve benimle kayak yapmaya gelmiyorsun?”

Amory kısaca “Gündüzleri kızları sevmem,” deyip kestirip attı ama sonrasında bunun biraz haşin kaçtığını düşünüp ekledi: “Ama seni seviyorum.” Boğazını temizledi. “En sevdiğim insanlar listesinde birinci, ikinci ve üçüncü sırada sen varsın.”

Myra’nın gözleri hayallere daldı. Marylyn’e anlatacak harika bir hikâyesi olmuştu! Burada mükemmel görünüşlü bir oğlanla koltukta oturmaları, ufak bir ateş, koca binada yapayalnız oldukları hissi…

Myra teslim olmuştu. Ortam çok uygundu.

“Benim en sevdiğim insanlar listesinde ilk yirmi beş sırada sen varsın,” diye itiraf etti, sesi titriyordu, “Froggy Parker ise yirmi altıncı.”

Froggy bir saat içinde yirmi beş sıra birden düşmüştü. Üstelik henüz bunun farkında bile değildi.

Ama Amory fırsatı yakalayınca çabucak eğildi ve Myra’yı yanağından öptü. Daha önce hiçbir kızı öpmemişti, sanki yeni bir meyvenin tadına bakmış gibi merakla dudaklarını yaladı. Ardından dudakları rüzgârda savrulan yeni açmış kır çiçekleri gibi hafifçe birbirine dokundu.

Myra nazik bir coşkuyla “Müthişiz,” dedi. Elini Amory’nin elinin üstüne koydu, başını omuzuna yasladı. Amory duygularındaki ani değişiklikle sarsılmıştı, tiksiniyor, yaşananlardan iğreniyordu. Tüm benliğiyle oradan uzaklaşmayı, Myra’yı bir daha asla görmemeyi, bir daha kimseyle öpüşmemeyi diliyordu. Birdenbire kendi yüzünün ve onun yüzünün, birbirine kenetlenmiş ellerinin farkına vardı. Vücudunu terk edip gitmek, gözlerden uzakta bir yere, zihninin bir köşesine saklanmak istedi.

“Beni tekrar öp.” Kızın sesi koca bir boşluktan gelmişti sanki.

“İstemiyorum!” dediğini duydu. Bir sessizlik daha oldu.

Myra yerinden fırladı, yanaklarını incinen gururunun verdiği bir pembelik kaplamıştı, başının arkasındaki koca fiyonk durmadan titriyordu.

“Senden nefret ediyorum!” diye bağırdı. “Bir daha sakın benimle konuşayım deme!”

Amory “Ne oldu?” diye kekeledi.

“Anneme beni öptüğünü söyleyeceğim! Yapacağım! Yapacağım! Anneme söyleyeceğim, o da bir daha seninle oynamama izin vermeyecek!”

Amory ayağa kalktı ve karşısındaki, dünya üzerinde varlığından haberdar olmadığı yeni bir tür hayvanmış gibi ne yapacağını bilemeden kıza baktı.

Birdenbire kapı açıldı ve eşikte, el yordamıyla katlanır gözlüğünü arayan Myra’nın annesi belirdi.

Nazikçe gözlüğünü takarken “Pekâlâ,” dedi, “resepsiyondaki adam burada iki çocuk olduğunu söyledi… Nasılsın Amory?”

Amory Myra’yı izledi ve gürültünün kopmasını bekledi ama hiçbir şey olmadı. Surat asması geçmiş, pembeliği yatışmıştı, annesine cevap verirken Myra’nın sesi yaz mevsimindeki bir göl kadar sakindi.

“Ah, çok geç kaldık anne ben de düşündüm ki doğrudan…”

Amory anne kızı merdivenlere doğru izlerken alt kattan yükselen kahkahaları ve sıcak çikolatayla tatlı çöreklerin sevimsiz kokusunu duydu. Gramofonun sesi, mırıldanan onlarca kızın sesine karışmıştı, yüzü hafifçe kızardı ve her yanını ateş bastı:

Casey-Jones, lokomotife tırmandıCasey-Jones, elinde emirleriyleCasey-Jones, lokomotife tırmandı veElveda diyerek koyuldu yola vaat edilen ülkeye gitmek üzereGenç Egoistin Hayatından Kareler

Amory Minneapolis’te iki yıl geçirdi. İlk kış giydiği sarı mokasenler defalarca yağ ve çamura maruz kaldıktan sonra yeşilimsi kirli bir kahverengiye döndü. Gri kareli kumaştan bir yün ceketi ve kırmızı örgü bir kayak şapkası vardı. Köpeği Kont Del Monte kırmızı şapkayı kemirince eniştesi ona yüzünün üzerine düşen gri bir tane verdi. Bu şapkanın sorunu nefes alıp verdikçe içinin buz gibi havayla dolmasıydı; bir gün lanet olasıca şey yanaklarını dondurmuştu. Amory karla yanaklarını ovmuş ama değişen tek şey renginin siyahımsı bir maviye dönmesi olmuştu.

Kont Del Monte bir keresinde bir kutu meneviş yemiş, ama hiçbir şey olmamıştı. Daha sonra her nedense aklını kaçırarak sokağa fırlamış, çitlere çarparak, oluklarda yuvarlanarak tuhaf bir koşuşturmayla Amory’nin hayatından çıkıp gitmişti. Amory yatağında ağlayıp durmuştu.

“Zavallı küçük kont,” diye hıçkırmıştı, “Ah zavallı küçük kont!”

Birkaç ay sonra kontun yaptığı şeyin bir parça duygusal olduğunu düşünmüştü.

Amory ve Frog Parker, edebiyattaki en muhteşem cümlenin Arsen Lüpen’in III. perdesinde yer aldığını düşünüyordu.

Çarşamba ve cumartesi matinelerinde en ön sıraya otururlardı. Cümle şöyleydi:

“Eğer büyük bir sanatçı ya da büyük bir asker olamayacaksam, yapabileceğim en iyi şey büyük bir suçlu olmaktır.”

Amory tekrar âşık oldu ve bir şiir yazdı. Şiiri şöyleydi:

Marylyn ve Sallee,Bu kızlar bana göreMarylyn daha öndeSallee’den, bu tatlı ve derin sevgide

Amory, Minnesota’lı futbolcu McGovern’ın Amerikan Yıldızlar Takımı’na birinci turda mı yoksa ikinci turda mı seçileceğiyle, kartlı geçiş sisteminin nasıl çalıştığıyla, bozuk paralı geçiş sisteminin nasıl çalıştığıyla, çift taraflı düğümün nasıl atıldığıyla, bebeklerin nasıl dünyaya geldiğiyle ve Üç Parmaklı Brown’ın gerçekten de Christy Mathewson’dan daha iyi bir atıcı olup olmadığıyla ilgileniyordu.

Okuduğu şeyler arasında şunlar vardı: For the Honor of the School, Küçük Kadınlar (iki kere), The Common Law, Sapho, “Dangerous Dan McGrew” The Broad Highway (üç kere), “Usher Evinin Çöküşü” Three Weeks, Mary Ware the Little Colonel’s Chum, “Gunga Din” The Police Gazette ve Jim-Jam Jems.

Tarihteki tüm Henty maceralarını satın almıştı ve Mary Roberts Rineheart’ın neşeli cinayet öykülerine özel bir ilgi duyuyordu.

Okul, Fransızcasını berbat ettiği gibi, sıradan yazarlara karşı bir beğenisinin oluşmasına sebep oldu. Öğretmenleri onun tembel, güvenilmez ve görünüşte zeki biri olduğunu düşünüyordu.

Birçok kızdan saç bukleleri topluyordu. Birçoğunun yüzüğünü takıyordu. Ama çok geçmeden kimse ona yüzüklerini ödünç vermez oldu, sinirlenince bir şeyleri çiğneme huyu yüzünden yüzüklerin şekillerini bozuyordu. Görünüşe bakılırsa bu durum yüzüğü ödünç alacak bir sonraki kişinin haset şüphelere kapılmasına sebep oluyordu.

Amory ve Frog Parker yaz ayları boyunca her hafta şehir tiyatrosuna gittiler. O hoş kokulu Ağustos akşamlarında neşeli kalabalığın arasında Hennepin ve Nicollet caddeleri boyunca hayal kurarak eve doğru yürürlerdi. Amory, insanların onun ne kadar muhteşem işler başaracak bir çocuk olduğunu anlamamalarına hayret ediyordu. Yüzler kendisine çevrildiğinde ya da gözler üzerine yöneldiğinde bildiği en romantik ifadeyi takınan on dört yaşındaki bu genç, ayaklarının altında asfalt değil de yumuşak yastıklar varmış gibi yürürdü.

Sonrasında yatağa girdiğinde penceresinin hemen önünde daima sesler olurdu; belirsiz, yok olup giden, büyüleyici sesler… Uykuya dalmadan önce en sevdiği hayallerden birini kurarak bir hücum oyuncusu olduğunu, Japonya’yı istila ettiği için dünyanın en genç komutanı unvanını aldığını düşlerdi. Onun hayallerini süsleyen daima bu değişim hali olurdu, asla onların gerçekleşecek olması değil. İşte bu da tam Amory’nin karakterine uygun bir şeydi.

Genç Egoistin İlkesi

Amory Geneva Gölü’ne geri çağırılmadan önce ilk mor kravatı, ilk uzun paçalı pantolonu, uçları tamamen birbirine değen takma gömlek yakası, mor çorapları ve göğsünün cebinden sarkan mor mendiliyle dışarıdan utangaç, içten içeyse heyecanlı görünüyordu. Dahası, en münasip dille bir tür aristokratik egoizm olarak adlandırılabilecek ilk hayat felsefesini, ilkesini belirlemişti.

En büyük çıkarlarının tek bir değişkene, değişen bir insana, geçmişi daima onun ayrılmaz bir parçası olacağından Amory Blaine ismiyle etiketlenen bu kişiye bağlı olduğunu fark etmişti. Amory kendisini muazzam bir iyilik ve kötülük kapasitesine sahip, şanslı bir genç olarak değerlendirirdi. “Güçlü bir iradeye” sahip olduğunu düşünmezdi, ama hünerlerine (çabuk öğrenen biriydi) ve üstün zekâsına (çok derin kitaplar okurdu) güvenirdi. Asla mekanik ya da bilimsel bir zihniyete sahip olamayacağı gerçeğiyle gururlanırdı. Bunun dışında ulaşamayacağı yüksek bir mevki yoktu.

Fiziksel açıdan: Amory ziyadesiyle yakışıklı olduğunu düşünürdü. Öyleydi de. Kendini çeşitli sporlara yatkın bir atlet ve kıvrak bir dansçı olarak görürdü.

Sosyal açıdan: İşte, durumun en tehlikeli hali aldığı nokta burasıydı. Kendisine bahşettiği kişilik, cazibe, çekicilik ve duruş, hemcinslerini gölgede bırakan bir güçken tüm kadınları büyüleyen bir yetenekti.

Zihinsel açıdan: Şüpheye yer bırakmayan mükemmel üstünlük.

Bu noktada bir itirafta bulunmak gerek. Amory vicdan söz konusu olduğunda epey müsamahasızdı. Ona boyun eğdiği için değil… Zaten daha sonra ondan tamamen kurtulacaktı da… Ama on beş yaşındayken vicdanı, onun kendisini diğer çocuklardan çok daha beter görmesine sebep oluyordu. Vicdansızlık… Kötülük söz konusu olduğunda bile insanları etkileme arzusu… Bazen acımasızlığa varan bir soğukkanlılık ve kayıtsızlık… Değişken bir onur anlayışı… Müthiş bir bencillik… Cinsellikle ilgili her şeye duyulan hayret verici, sinsi bir merak…

Bu süslü görüntünün altında tuhaf bir zayıflık da yatardı. Kendinden yaşça büyük bir çocuğun (kendinden yaşça büyük çocuklardan nefret ederdi) dudaklarından dökülen kaba bir söz, onu altüst ederek kasvetli bir duygusallığa veya yersiz bir mahcubiyete sürükleyebilirdi… O hislerinin kölesiydi; umursamaz ve küstah olabileceğini hissetse de ne cesareti, ne kararlılığı ne de kendine saygısı vardı.

Kendini tanıma yerine kendinden şüphe etmeyle harmanlanmış kibir, insanları iradesine hizmetle yükümlü makineler olarak gören bir algı, dünyanın zirvesine çıkabilmek için tüm diğer çocukları “geçme” arzusu… İşte Amory böyle bir altyapıyla ergenliğe girdi.

Büyük Maceraya Hazırlık

Tren yaz ortasının verdiği rehavetle, yavaşça Geneva Gölü’ne yaklaşırken Amory’nin gözüne istasyonun çakıllı yolundaki elektrikli otomobilinde bekleyen annesi ilişti. Bu, eski bir elektrikli otomobildi. İlk modellerden. Gri renkli… Annesini yüzünde güzellik ve asaletle, eski anıları hatırlamanın verdiği bir tebessümle dimdik oturmuş bir halde görünce birden onunla gurur duydu. Birbirlerini sakince öptüler, Amory otomobile binerken bir an onunla boy ölçüşebilmesi için gereken cazibeyi yitirdiğinden korktu.

“Sevgili çocuk… Boyun epey uzun, arkaya bak da gelen giden var mı söyle…”

Kadın sola ve sağa baktı, saatte üç kilometre hızla son derece dikkatli bir şekilde yola koyuldu. Amory’den kendisine gözcülük yapmasını istedi. Hatta kalabalık bir dörtyol ağzına geldiklerinde Amory’nin arabadan inerek önden gitmesini ve bir trafik polisi gibi ona kılavuzluk etmesini söyledi. Beatrice’e dikkatli bir şoför demek mümkündü.

“Çok uzunsun ama yine de yakışıklısın, insanların tuhaf göründüğü yaşı atlatmışsın. On altı yaşında mı öyle gözükülüyordu, on dört ya da on beş de olabilir, bir türlü hatırlayamam… Ama sen o yaşı atlatmışsın.”

Amory “Beni utandırma,” diye fısıldadı.

“Ama sevgili çocuğum, bu nasıl bir kılık! Sanki hepsi takımmış gibi duruyor, öyleler değil mi? İç çamaşırın da mor mu?”

Amory hiç de nazik olmayan bir şekilde homurdandı.

“Brooks’a10 gidip güzel takımlar almalısın. Bu akşam ya da belki yarın akşam konuşuruz. Kalbinle ilgili konuşmak istiyorum, muhtemelen ihmal ediyorsun ve farkında değilsin.”

Amory kendi kuşağının ne kadar yüzeysel bir süsle kaplı olduğunu düşündü. Bir dakikalık utangaçlıktan sonra annesiyle arasında olan o eski, alaycı ilişkinin bir nebze olsun değişmediğini hissetti. Yine de ilk birkaç gün büyük bir yalnızlık içinde bahçelerde ve sahilde dolaştı, şoförlerden biriyle garajda sarma sigara içmenin uyuşuk zevkine vardı.

Arazinin iki yüz kırk bin metrekarelik bölümüne eski yeni yazlıklar, çeşmeler ve yeşilliklerle kaplı kuytu köşelerde birden göze batan beyaz banklar yayılmıştı. Sayıları giderek artmaya başlayan beyaz kediler çiçek bahçelerinde sinsi sinsi dolanıyor ve geceleri ağaç karaltılarının arasından aniden beliriveriyordu. Sonunda Bay Blaine her akşamki gibi kütüphanesine çekilince Beatrice o kuru patikalardan birinde Amory’yi yakaladı. Kendisinden kaçtığı için onu bir güzel azarladıktan sonra ay ışığı altında baş başa uzunca konuştular. Amory annesinin güzelliğine bir türlü alışamıyordu, zarif boynu ve omuzlarıyla otuz yaşın zarafetini taşıyan bu şanslı kadın onun annesiydi.

“Amory, canım,” diye hafifçe mırıldandı, “senden ayrıldıktan sonra tekinsiz, tuhaf zamanlar geçirdim.”

“Öyle mi Beatrice?”

“Son sinir krizimi geçirdiğimde…” bundan sanki yürek isteyen görkemli bir başarıymış gibi bahsediyordu. “Doktorlar dedi ki…” sesi giderek mahrem bir ton alıyordu, “eğer benim içki alışkanlığım dinç bir adamda olsaymış şimdiye dek fiziken çöker ve çoktan mezarı boylarmış, canım, çoktan…”

Amory ürkerek geri çekildi ve Froggy Parker’ın bu konuda ne düşüneceğini merak etti.

“Evet,” Beatrice hüzünle devam etti, “hayaller gördüm… Muazzam düşler…” Avuçlarını gözlerine bastırdı. “Ebruli sahillere vuran bronz nehirler gördüm ve havada süzülen kocaman kuşlar, gökkuşağına benzeyen tüyleri olan rengârenk kuşlar. Tuhaf nağmeler ve kaba saba borazanların gürültüsünü duydum. Efendim?”

Amory kendini tutamayıp sinsice gülmüştü.

“Ne var, Amory?”

“Devam et dedim, Beatrice.”

“Hepsi bu… Hemen hemen aynı şey tekrarlanıp durdu, bunların son derece sönük gözükmesine sebep olacak gösterişli renklere sahip bahçeler; baş döndürücü bir hızda dönüp duran, kış aylarından daha soluk, hasat aylarından daha parlak aylar…”

“Peki, şimdi daha iyi misin Beatrice?”

“Gayet iyiyim, daha iyi olamazdım. Kimse beni anlamıyor, Amory. Bunu sana tam olarak ifade edemem Amory, ama… Kimse beni anlamıyor.”

Amory çok duygulanmıştı. Kolunu annesine dolayıp başını nazikçe omuzuna sürttü.

“Zavallı Beatrice, zavallı Beatrice.”

“Bana kendinden bahset Amory. İki yılın korkunç mu geçti?”

Amory önce yalan söylemeyi düşündü, ama sonra vazgeçti.

“Hayır, Beatrice. Güzeldi. Burjuvaya ayak uydurdum. Bayağı biri oldum.” Böyle söylediği için kendine şaşıyordu, Froggy bunları duysa ağzı açık kalırdı diye düşündü.

Birden “Beatrice,” dedi, “yatılı okulda okumak istiyorum. Minneapolis’teki herkes yatılı okula gidecekti.”

Beatrice biraz telaşlandı.

“Ama sadece on beş yaşındasın.”

“Evet, ama herkes yatılı okula on beşinde başlıyor ve ben gitmek istiyorum Beatrice.”

Beatrice’in ihtarıyla yürüyüş boyunca bu konu bir daha açılmadı, ama bir hafta sonra Amory’ye müjdeyi verdi:

“Amory, kendi yolunu çizmene izin verme kararı aldım. Eğer hâlâ istiyorsan okula gidebilirsin.”

“Evet!”

“Connecticut’taki St. Regis’e gideceksin.”

Amory hemen heyecanlandı.

Beatrice “Hazırlıklar yapılıyor,” diye devam etti. “Gitmen senin için daha iyi olacak. Şahsen ben Eton’a, oradan da Oxford Chris Church’e gitmeni yeğlerdim; ama şu an için bu, pek olası gözükmüyor. Mevcut durumda üniversite meselesinin kendiliğinden çözüme kavuşmasını bekleyeceğiz.”

“Sen ne yapacaksın Beatrice?”

“Tanrı bilir. Kaderimde bu ülkede yaşlanmak varmış gibi gözüküyor. Amerika’da bulunmaktan pişman değilim, aslına bakarsan bunun sıradan insanlara özgü bir pişmanlık olduğunu düşünüyorum. Ayrıca gelecek vaat eden büyük bir ulus olduğumuzdan da eminim ama yine de…” diyerek iç çekti, “ömrümün çok daha eski, yıllanmış bir medeniyette, yeşilin ve sonbahar renklerinin hâkim olduğu bir ülkede geçmesi gerektiğini düşünüyorum.”

Amory cevap vermeyince annesi devam etti:

“Tek pişmanlığım senin başka ülkeleri görememiş olman. Ama sen bir erkek olduğun için burada, öfkeli kartalın gölgesinde yetişmende bir sakınca yok, bu doğru bir ifade mi: öfkeli kartal?”

Amory öyle olduğunu söyledi. Japon istilasına anlam veremiyordu.

“Okula ne zaman başlayacağım?”

“Gelecek ay. Sınavlara girmek için oraya biraz daha erken gitmelisin. Ondan sonra bir hafta boşluğun olacak, o sürede Hudson’a gidip birini ziyaret etmeni istiyorum.”

“Kimi?”

“Monsenyör Darcy’yi, Amory. Seni görmek istiyor. Harrow’a, oradan da Yale’e gitti, sonra da Katolik oldu. Onun seninle konuşmasını istiyorum, sana faydası olacağını sanıyorum…” Çocuğun kumral saçlarını nazikçe okşadı. “Sevgili Amory, sevgili Amory…”

“Sevgili Beatrice…”

Böylelikle eylül başında Amory yanına altı kat yazlık çamaşır, altı kat kışlık çamaşır, bir süveter ya da tişört, bir hırka, bir palto, kışlık vesaire alarak okullar diyarı New England’a doğru yola koyuldu.

Orada New England’ın ruhsuz hatıraları ve büyük, üniversite benzeri sosyal hiyerarşileriyle tanınan Andover ve Exeter; Boston ve New York’un en zengin ailelerinden üyeleri kabul eden St. Mark, Groton ve St. Regis; büyük kayak pistleriyle St. Paul; başarılı ve iyi giyimli üyeleriyle Pomfret ve St. George; Orta Batı’nın zenginlerini Yale’deki sosyal başarılara hazırlayan Taft ve Hotchkiss; Pawling, Westminster, Choate, Kent ve daha yüzlerce özel okul vardı. Hepsi, zihinlerini harekete geçiren tek şey olan üniversite giriş sınavlarına odaklanarak, “bir Hıristiyan beyefendisi olmak için gereken zihinsel, ahlaki ve fiziksel eğitimi eksiksiz verdiklerini, gençleri çağın ve kuşağın getirdiği problemlerin üstesinden gelecek şekilde yetiştirdiklerini ve Fen-Edebiyat alanında sağlam temeller sağladıklarını” ve kendi geleneksel, güçlü, etkileyici mezunlarını imal ettiklerini ilan eden yüzlerce yönerge yayımlarlardı.

Amory St. Regis’te üç gün kaldı, küçümsemeye varan bir özgüvenle sınavlara girdikten sonra rehberlik alacağı ziyaretini gerçekleştirmek üzere New York’a döndü. Sabahın erken saatlerinde etraflıca göremediği büyük şehirde Hudson Nehri’ndeki vapurdan görünen uzun, beyaz binaların temizliği dışında onu etkileyen pek bir şey olmadı. İşin aslı, aklı okulda sergileyeceği atletik yeteneklerin hayaliyle öylesine doluydu ki bu ziyarete büyük maceraya atılmadan önce katlanılması gereken sıkıcı bir giriş gözüyle bakıyordu. Ama çok geçmeden hiç de öyle olmadığı anlaşıldı.

На страницу:
2 из 6

Другие книги автора