
Полная версия
Kahvenin hikayesi
Karşılarında komik şapkalı bir Amerikalı vardı. CIA’den geldiğim besbelli ortadaydı işte.
“El-Muha’ya geldiniz,” dedi başını sallayarak ve gülümseyerek.
“Vizemi görebildiniz mi?” diye sordum.
“Ah evet,” dedi küçümseyerek. “Vize.” Eşyalarımı işaret etti ve duvarın önünde duran bir masaya yaydı. “Fotoğraf makinen de var, ha?”
“Evet.”
“Fotoğraf çekiyor musun?”
“El-Muha’da değil.” Öfkeli bir ses tonu çıkarmaya çalıştım. “Burası askeri bölge!”
“Yaa. Peki neden el-Muha’ya geldiniz?”
“Kahve için,” diye açıkladım.
“Kahve? Muha’da mı?”
“Evet. Hani, Şâzelî… “
“Cami mi?” Pasaportuma tekrar baktı ve ilk sayfayı inceledi. “Fakat burada Müslüman olduğun yazmıyor.”
“Hayır, ama…”
“Sadece Müslümanlar camiye girebilir.”
“Sadece görmek, şöyle bir bakmak istiyorum.”
“Yaa… Önce kahve için geldiğini söylüyorsun. Sonra da turist olduğunu.” Bana inanmamıştı. “Gelgelelim, Eritreli suçlularla Yemen’e geliyorsun. Hem de bir fotoğraf makinesiyle.”
Sonuçta beni bir casus zannıyla nezarete atacaktı. Bir yatak ve su olduğu müddetçe benim için sorun yoktu. Yemen bürokrasisinin seyrini izlemek ilginç olabilirdi. Subay eşkâllimi gönderecek, diğer subaylar daha fazla soru soracaklar, o da verdiğim cevapları onlara gönderecekti. Daha fazla soru, daha fazla cevap; ama ikimiz de sonunda serbest kalacağımı biliyorduk.
Subay beni inceledi. Belki de zihnimi okudu; çünkü bir anda tüm bu çabaya değmediğime karar vermiş gibiydi. Yemen felsefesiyle özdeşleştirdiğim bir hareket yaptı: Sağ elini kulağına kadar kaldırdı ve durumdan sıkılmış gibi yukarı bakarak ilk üç parmağıyla “hadi git artık” anlamına geldiğini düşündüğüm tuhaf bir el hareketi yaptı. Sonra da makineli tüfek taşıyan iki askerinin dışarıya kadar bana eşlik etmesini emretti.
“Hoş geldiniz. Pasaportunuzu unutmayın,” dedi. “Fakat kahve için geldiyseniz, üç yüz yıl kadar geç kaldınız.”
EL-MUHA LİMANI, NEREDEYSE BİN YILDIR kahveyle özdeşleşmiş durumda. Afrika’dan getirilen ilk kahve çekirdeklerinin kaynağı burasıydı ve ismi “Muha” olarak değişen el-Muha, sonradan kahve demlemenin evrensel adı gibi olmuştu. Görünen o ki, 1200’lerde Şâzelî adında Müslüman bir dervişin kahveyi ilk kez demlediği yer yine Muha’ydı. Etiyopyalılar uzun zamandır kahve çekirdeğini çiğniyor ve belki de yapraklarından çay yapıyor olsalar da, çoğu insan el-Muhalı Şâzelî’nin kahve çekirdeğinden içecek yapan ilk kişi olduğunu düşünmektedir.
“Bize ulaşan birçok rivayete göre, qahwayı tanıtan ve kahve içimini Yemen’de yaygın ve popüler bir gelenek haline getiren ilk kişi Şâzelîlik tarikatı üstatlarından, üstadımız Şeyh Ali Bin Ömer el-Şâzelî’dir,” demişti Fakhr el-Din al-Makki.
Şâzelî isminin pek çok farklı yazılış şekli vardır, onun bu keşfi nasıl yaptığını anlatan hikâyeler de en az ismi kadar farklılık göstermektedir. Bir gece ibadet ettikten sonra eve yürürken keşfetmiştir kahveyi; yok yok, aslında yabanda oruç tutarken keşfetmiştir bitkinin güçlerini. Bazıları, ağzına yirmi yıl boyunca kahve çekirdeklerinden başka bir şey koymadığını söyler; başkaları da, sadece kahve tüketmenin kişiyi evliyalığa götüreceğini vahiyle Şâzelî’ye bildirenin Cebrail olduğunu iddia edecek kadar ileri gitmektedir. En garip hikâyeye göre de kahramanımız, kralın kızıyla ilişki kurmakla itham edilir ve yabana sürgün edilir. Cebrail, Şâzelî’ye kralın bir cilt hastalığına yakalandığını ve onu bir fincan sihirli kahveyle tedavi edebileceğini bildirene kadar, Şâzelî burada sadece kahve çekirdekleriyle beslenir.
Bazı tarihsel rivayetlere göre Şâzelî veya tarikat üyelerinden biri, Etiyopya ziyaretinde insanları kahve içerken görmüş ve bu alışkanlığı kendi ülkesine taşımıştır. Başka bir rivayet ise Portekizli denizcileri deniz tutunca, gemilerinin Muha’ya çekildiğinden bahseder. Hayırsever Şâzelî yıllardır içmekte olduğu sihirli iksiri hasta ve zayıf düşmüş denizcilere tavsiye ettiğinde hepsi ölmek üzeredir. Kahveyi içer ve birkaç gün içinde yelken açacak kadar iyileşirler. Yola çıkarken Şâzelî’nin denizcilere “Bunu unutmayın, Muha’nın içeceği!” diye haykırdığı söylenir. Böylelikle de tarihi değiştiren içecek ilk kez Batı’ya getirilmiş ve Muha’nın ünü sonsuza dek garantilenmiş olur.
Her neyse. Aslında Şâzelîlik bir Sufi tarikatıdır ve 1200-1500 yılları arasında bir avuç Şâzelî dervişi, kahve kokulu dini deneyimler yaşayarak Arap yarımadası civarında gezinmişlerdir. Şâzelî dervişleri sonunda farklı din ve kültürlerin bir araya getirilmesi için çalışan bir Hıristiyan/Müslüman grubun bulunduğu İspanya’ya kadar yayılmıştır ve şu an hâlâ Cezayir’de “bir fincan Şâzelî” diye isteyeceğiniz kahveyle yakın bir ilişkileri vardır. Aslında herkesin gerçekten bildiği tek şey, el-Muha’da yaşayan bir Şâzelî tarikatı üyesinin kahveyi dünyayla tanıştırmış olması ve içtikleri her neyse, çekirdeklerini kavurmadıkları için tadının muhtemelen berbat olmasıydı. Kavrulmamış çekirdekleri, yaprakları ve kakuleyi kısık ateşte kaynatmış olabilirler. Doğrusu, el-Muha’daki Şâzelîlerin yaptığı tek şeyin kat yapraklarından çay demlemek olduğuna ve Aden’deki başka bir sufinin de bu yaprakları kahve çekirdekleriyle değiştirdiğine dair bazı kanıtlar mevcuttur.
Bu mütevazı başlangıçtan küçük bir imparatorluk doğmuştur. 1400’lü yıllarda Türkler Yemen’i fethettiğinde, İslam dünyasının her tarafında Muha kahvesi içilmekteydi. 1606’da, yani Avrupa’daki ilk kafenin açılmasından neredeyse yarım yüzyıl önce, ilk kez bir İngiliz tüccar limanı ziyaret ettiğinde, Hindistan kadar uzak yerlerden gelenler de dahil olmak üzere limanda otuz beşten fazla ticaret gemisinin olduğunu ve hepsinin de limana düzensizce yığılmış kahve paketlerini beklediğini bildirmişti. Günümüz kambiyosunun tersinin geçerli olduğu bir zamanda, İngiliz tüccar John Jourdain şöyle yazmıştı: “Muha’daki ürünler o kadar pahalı ki büyük Kahireli tüccarlara verdikleri fiyatlar üzerinden bizim anlaşmamızın imkânı yok.” Liman boyunca kahve sarayları vardı ve kölelerin yelpazelediği prensler altın yastıklara oturuyordu. Görevi, kâfirlerin değerli kahve bitkilerinden birini çalmasına engel olmak olan özel bir ordu bile vardı.
O dönemlerde, uzun süre önce ölen derviş Şâzelî kahve içenlerin koruyucu evliyası kabul edilmiş ve yerel bir camide bulunan türbesi Müslümanların uğrak mekânı haline gelmişti. Limanda bekletilirken minareyi görmüştüm. Yetkililer gitmeme izin verir vermez de minarenin yolunu tuttum. Modern Muha’nın şimdiye kadar gördüğüm en pis cehennem çukuru olduğunu anlamıştım. Ayakları yağdan kararmış, yırtık pırtık kıyafetli adamlar, bir zamanlar yerel taksi filosunu oluşturmuş araçların enkazı arasında avarelik ediyordu. Balık kokan birkaç kafe ve otuz adamın tek bir odaya tıkıştığı bir funduq (otel) vardı. Teknemizi tahrip eden muson rüzgârı hâlâ esiyordu; burada sadece küçük bir kum fırtınası çıkarmıştı. Bir anda gömleğimin içine girip yavaşça aşağı doğru süzülen kum ve terle kaplanmıştım.
Nihayet şehrin tarihi kısmına vardığımda, aklıma Hindistan’da gördüğüm bir kitaptan bir alıntı geldi.
“Şehir kendisini çok güzel bir nesne olarak sunuyordu,” diye yazmıştı Jean de La Roque Voyage to Arabia the Happy isimli kitabında. “Çok sayıda palmiye ağacı ve saray vardı. Manzara bize keyif veriyordu.”
Kitap üç yüz yıl önce yazılmıştı. Bazı şeylerin değişmiş olabileceğini anlıyordum. Ama bunun, kasabadaki tek yolun sonunda duran bu şeyin, inanılmaz olduğunu düşünmüştüm. Ufuk boyunca yıkık dökük konakların yayılmış olduğu kumlu bir açıklık uzanıyordu. Hemen solumda, bir kahve tüccarının adeta Binbir Gece Masalları’ndan fırlamış konağının yıkık dökük duvarları duruyordu; konak, itinayla süslenmiş oymalı frizler, balkonlar ve soğan şeklinde pencerelerle doluydu. Daha uzakta, büyük ihtimalle bir zamanlar küçük bir kalenin köşesi olan mazgallı bir kule vardı. Bazıları yıkık dökük bir duvardan daha büyük olan kalıntılar birkaç kilometre boyunca devam ediyor gibiydi. Aralarında, üzeri kum tepeleriyle kapanmış daha pek çok bina kalıntısı olduğunuysa sonra fark edebildim.
Buradaki tek yaşam belirtisi, dokunsan yıkılacak gibi görünen bir duvarın yanına çömelmiş ve varlığımdan bihaber görünen yaşlı bir adamdı.
“Selam,” diye seslendim. Nargilesini içmeye devam etti. Sağır olabileceğini düşündüm ve görüş alanına girerek bekledim. Bir şey değişmedi. Daha önce bazı ürkütücü şahıslar görmüştüm, ancak bu adam gibisine denk gelmemiştim. Yağ lekeli kıyafeti o kadar eski püsküydü ki adam tamirci dükkânından henüz çıkmış gibi görünüyordu ve başına taktığı sarık o kadar yağ ve pislik içindeydi ki artık temizlenmesinin imkânı yok gibiydi. Örümcek ağını andıran kırışıklıklarıyla paramparça olmuş yüzü, aşırı güneşten kahverengi olmuştu ve mumyalanmış gibi görünüyordu. Sarığının altından akan ter, yüzüne yapışan kum tanelerinde izler bırakarak aşağıya süzülüyordu. Nargilesi, nargile lülesi yerine kullanılabilecek kırmızı bir akik taşı ve kırık bir su şişesine sıkıştırılmış paslı borulardan ustaca yaptığı acayip bir mekanizmaydı ve onunla muhteşem bir uyum yakalamıştı.
Merakla camiyi işaret ettim. “Şâzelî?”
Bir fırt daha aldığı esnada nargilesinden gelen sesleri duyabiliyordum. Hâlâ bir tepki yoktu. İçeriye girmenin bir yolu olup olmadığını görmek için camiye doğru gittim. Altı adet alçak kubbenin ortasından, Zabid usulü zarif geometrik oymalarla kaplanmış, kırk metrelik beyaz bir minare yükseliyordu. (Matematiğin doğduğu yer olan Zabid köyü buraya çok yakındı.) Caminin diğer tarafına geçtim ve pirinç topuzlarla kaplı ahşap bir kapı buldum. Ben daha kapıyı çalmadan karşıma yaşlı bir adam çıkıverdi. Pis pis sırıttı, arkasını döndü, kapıya bir asma kilit taktı ve ben “Bahşişş!” diye tıslayışını bile duyamadan kum fırtınasında gözden kayboldu.
Şöyle bir durdum ve camiyi inceledim. Sonra da kalıntıları ve nargile içen yaşlı adamı. Esen rüzgârla birlikte burnuma kötü bir koku gelmişti. Kokan bendim. Bir haftadır duş almamıştım. Açlıktan ölüyordum ve bitkin düşmüştüm; sanki bir dişim kırılmış gibi beynim zonkluyordu. Kum fırtınası o kadar şiddetliydi ki, kırılmasın diye elimle cam gözlüğümü korumak zorunda kalmıştım. Oradan ayrılmaya karar verdim.
“Şimdilik hoşça kal,” dedim. “Sonra görüşürüz.”
Yaşlı adam nargilesinden bir fırt daha çekip tam karşıya dik dik baktı. El-Muha’dan bir çıkış yolu bulmak için kum fırtınasına doğru yola koyuldum.
4
Kötü Abla
İmamlar, camileri boşken kahvehanelerin her zaman dolu olmasından şikâyetçiydi.
Alexandre Dumas
YOLUM YEMEN’İN YÜKSEK DÜZLÜKLERİNDE BULUNAN BAŞKENT Sanaa’dan geçerken, gece yarısına on beş dakika kalmıştı. Başardım diye düşündüm. Kimseciklerin olmadığı meydanda kâğıt parçaları uçuşuyordu.
Yaşasın! Arabam durdu.
“Uyku?” diye sordu şoförün genç oğlu. Sokakta ışığı yanan tek kapıyı gösteriyordu.
“Otel mi?” diye sordum.
Delikanlı kafasını evet anlamında salladı. Araplara özgü kare desenli bir sarık takmış babası, Yemen’in gerçekten “bir numara” olduğuna beni bir kez daha ikna etmek için arkasına yaslandı. “Kesinlikle,” dedim ona yol ücretini uzatırken. O da başparmağıyla onayladı ve aracı karanlığa doğru sürerek gözden kayboldu.
Otelin merdivenlerini çıkmaya başladım. Yemen gerçekten “bir numara” mıydı? Şoförüme “kesinlikle” demiştim ama bundan pek de emin değildim. Aslında burasıyla ilgili neredeyse hiçbir şey bilmiyordum; çünkü Etiyopya’da bulabildiğim tek rehber kitap dokuz yıl öncesine aitti. Yemen’in, İslam ülkelerinin en dışa kapalısı olduğunu, tüm vatandaşlarının uyuşturucu bağımlısı olduğunu ve şu anda bulunduğum dağlık başkent Sanaa’da gerçekten tuhaf binaların bulunduğunu yazıyordu. Merdiven boşluğunda bir köşeyi döndüm ve vücudunu örten gri bir kaftan giymiş bir delikanlının ikinci kattan beni izlediğini fark ettim. Bir elinde alevi titreşen bir mum, diğerinde ise yapraklı bir filiz tutuyordu. Odanın fiyatı hakkında konuşurken, en körpe filizleri ağzında geveliyordu. Kat. Bakışımı gördü ve bana da bir yaprak ikram etti. İstemedim. Beni alt kattaki odama giden koridora götürdü. Hoş bir odaydı, ama her yerde olduğu gibi, elektrik olduğunu gösteren en ufak bir belirti yoktu. Emin olmak için ışığı açmaya çalıştım.
Tavandaki tesisatı işaret ederek “Işık?” diye sordum.
Delikanlı ellerini iki yana açtı ve yukarı baktı.
“Bismillah,” dedi.
“Allah’ın adıyla,” diye çevirdim içimden. Haklıydım. Delikanlıyı odadan adeta kovaladım ve oturup geçirdiğim günü düşünmeye başladım. Günüm oldukça iyi başlamıştı. Şâzelî’nin türbesinden ayrıldıktan sonra el-Muha’nın ana yoluna çıkmış ve orada bekleyen bir taksi bulmuştum. Taksinin içine on bir adam tıkışmıştı, bu da bir kişilik daha yer olduğu anlamına geliyordu.
“Arkaya, Amerikalı’nın yanına koyalım.”
Gözlerim büyüdü; tam altı keçi! Şoför kahkaha attı ve kapıyı çarparak kapattı.
“Haha!” diye haykırdı. “Şaka, şaka!”
Ne yazık ki şoförün, bu yolculuğun altı saat süreceğine dair tahmini de yapmış olduğu başka bir ince espriydi. İyi geçmesine rağmen yolculuk on iki saatten fazla sürmüştü, çünkü yolculuğumuz Yemen’deki en önemli tek toplumsal gücün, yani kat isimli uyuşturucunun, canlı bir gösterisine dönüşmüştü.
Galal isimli bir yolcu, “Bu, Yemen’in başına gelen en kötü şey,” dedi. “İngilizlerden bile kötü.”
“İngilizlerden daha mı kötü?” diyerek tekrarladım. “Anlaması zor.”
Katı Etiyopya’dayken duymuştum. Ancak, Avrupa ve Mekke’de yaşamış Galal’a göre kat, o kadar çok Yemenliyi bağımlı hale getirmişti ki artık ekonominin canına okuyordu ve kahvenin ilk ekilip biçildiği topraklardan tamamen silinmesi söz konusuydu.
“Eskiden sadece öğleden sonraları çiğnenirdi. Öğle yemeğinden sonra bir saat boyunca kat çiğniyorlar ve işe geri dönüyorlardı. Sonra bu bir saat, üç saat oldu. Tüm öğleden sonrayı kat çiğneyerek geçirdikten sonra işe geri dönmeyi hiç istemezsin, hele de devlet kurumunda çalışıyorsan. Artık birçok insan bir önceki gün çiğnediği katın etkisinden kurtulamadan işe geliyor ve yaptıkları tek şey daha fazla kat çiğnemenin hayalini kurmak, daha sonra da sabah on civarlarında, kat satan dükkânlara en tazesini almak için hücum ediyorlar. Sonra oturup çiğniyorlar ve hiçbir şey yapmadan günü bitiriyorlar.”
Devasa dağların, merak uyandıran köyler ve kalelerin büyüleyici manzarasını seyrederek yolumuza devam ediyorduk. Kahve ilk kez sekiz yüz yıl önce burada, Güney Yemen’de bulunan Taiz ve İbb yakınlarındaki Kahve ya da diğer adıyla efsanevi Nasmurade Dağı’n-da (Nakil Sumara) yetiştirilmişti. İngiliz gezgin John Jourdain’in 1616 yılında yazdığına göre Yemenliler, Avrupalıları kahvenin yalnızca Nasmurade’de yetişeceğine inandırmıştı; çünkü Nasmurade, “[zirvesinde] Arapların, Büyük Kahire’ye ihraç edilen en kıymetli ürününün korunduğu iki kale olan (…) Arabistan’ın en yüksek dağıydı.”
Artık öyle değil. Bazıları milattan önce oluşmuş, dağ yamacına yayılan sekilerde artık kattan başka bir şey yetişmiyor. Bu ilerleme de iki madde arasındaki tarihi ilişkinin göstergesidir. Hatta bazıları Muhalı Sufi Şâzelî’nin demlediği kahvenin kat yapraklarından yapılmış çay olduğunu düşünmektedir ki bu yaprakların yerine el-Dhabhani isimli başka bir sufi kahve çekirdekleri kullanmıştır çünkü kat, yaşadığı yer olan Aden’de bulunmamaktadır. Her ikisi de uyarıcıdır, fakat çoğunlukla “kahvenin kötü ablası” olarak adlandırılan kat, aynı zamanda bir uyuşturucudur ve o kadar sıradışıdır ki Dünya Sağlık Örgütü’nün yedi uyuşturucu kategorisinin hepsinde bulunan tek maddedir. Amerikan hükümeti katı eroin kadar tehlikeli bir madde olarak görmektedir.
Harar’dan sonra Yemen’in en iyi katının İbb yakınlarındaki bölgede yetiştirildiği söylenir; burada parlak yeşil yaprakları anayolda seyyar olarak satan delikanlıları adım başı görebilirsiniz. Şoförümüz her birinde durdu. Galal, kamyon şoförlerinin tercih ettiği ve bazen insanda korkunç bir uyuşukluk hissine neden olan sawli ve muz yapraklarına sarılmış taze filiz demetlerinden oluşan, şairlerin tercih ettiği shami gibi katın tüm çeşitlerinden bahsetmişti. Mezarların üzerinde yetişen katların da halüsinasyonlara sebep olduğu söyleniyordu.
Dubai’de banka müdürlüğü yapmış olan Galal, şoförümüzün günde yaklaşık bin iki yüz riyad kazandığından, ancak bu paranın en az sekiz yüzünü kata harcadığından bahsetti. Birçok erkeğin gelirinin dörtte üçünü bu uyuşturucuya harcadığını söyledi. Her köy pazarının, satılan diğer tüm ürünlerin birleşimi kadar büyük, kata özel bir bölümü olduğunu ben de fark etmiştim.
“Bazıları da prestij sahibi olmak için kendi ağacını yetiştiriyor,” dedi Galal. “İnsan ancak o zaman en tazesi olduğundan emin olabilir!”
Bitkiden dolayı yeşile boyanmış dudakları arasındaki katı yerden yere vuran Galal da dahil olmak üzere, akşam olduğunda ben ve üzerinde Kuran taşıyan Sudanlı hariç taksimizdeki herkesin kafası iyi olmuştu. “Katın dudağında bıraktığı lekeler düşük itibar göstergesiyse neden çiğniyorsun?” diye Galal’a sordum.
Yemen’e geri dönmeyi düşündüğünü açıkladı. “İnsanların garip olduğumu düşünmelerini istemiyorum.”
Otelime geldiğimde, konforuyla beni şaşırtan yatağıma uzanırken bir gün daha bitti diye düşündüm. Mumu söndürdüm. Ya Yemen kat-kafalı insanlarla doluysa? O zaman şüphesiz ki burada, başkent Sanaa’da, kahve daha yaygındır. Gözlerimi yumdum ve içimden, bildiğim tek Arapça tabiri tekrarladım: qahwa al-bon. Bon Arapçada çekirdek, qahwa ise şarap demekti: “Çekirdek Şarabı.”
SABAH OLDU VE ESKİ SANAA PAZARININ, Arapçada “alışveriş merkezi” anlamına gelen Suq’un yolunu tuttum. Sanaa, kristalize olmuş hurmalar (“Ey hurmalar diyarının yüce insanları, size selam olsun!”), kuru üzümler, mür ve tütsü, yedek lastikler, silahlar, sarraflar, Koreli kadınların kıyafetleri, kolonya, ayakkabı bağcıkları, tıraş losyonu, Müslüman tespihleri, nargileler ve eski teneke kutulardan yapılmış demliklerle dolu bir labirenti andıran dünyanın en eski dar sokaklarına sahipti. Yerli halkın söylediği gibi, kusana kadar satın al. Tabii kahve çekirdekleriyle dolu kahverengi-beyaz çizgileri olan çuvallar da vardı.
“Qahwa?” diye sordum.
Dükkân sahibi kuşkuyla baktı.
“Qahwa?” Arapça kelimeyi tekrarladım. “Qahwa al-bon?” Eliyle torbaları işaret etti. “Hayır, hayır.” İçiyormuş gibi yaptım. “İçmek için.”
“İçmek? Kahve mi içmek istiyorsun?” dedi İngilizce; sonra da sokağın diğer tarafında kahve içen erkeklerin olduğu bir kalabalığı işaret etti. Herkes gibi onlar da kareli sarıklar ve ayak bileğine kadar uzanan gömlekler giyiyorlardı. Tüm erkekler, kemerlerinin içine otuz santimetre büyüklüğünde kavisli bir hançer sıkıştırmıştı. Tereddüt ettiğimi gördüğünde, tabii ki, dedi kahve dükkânının sahibi. Kahve servisimiz var. Ama şu an yok. Sonra. Yarın. Çay isteyip istemediğimi sordu. Adamlardan biri San Sarat al’Muzan adlı kahvehaneyi işaret etti. Beni kalabalığa doğru yönlendirerek “Muhtemelen orada bulursun,” dedi dostça. Fakat dakikasında yolumu kaybetmiştim.
Girdiğim her dükkânda bana söylenenler aynıydı. Kahve mi? Şu an? İmkânsız. Hepsi de ertesi gün gelmemi söylüyordu. Yemen çarşılarında bir fincan kahve içmek nasıl bu kadar zor olabilirdi? Acaba kelimeyi mi yanlış telaffuz ediyordum? Kahveh, kohve, kahge, keahf… Dükkân dükkân dolaşırken olabilecek varyasyonları kendi kendime mırıldanıyordum. Lanet olası kelimeyi kaç farklı şekilde telaffuz edebilirdim ki?
Sanaa, LSD kullanan bir çocuğun yaptığı kumdan bir kale gibidir; garip beyaz sıvalı frizlerle süslenmiş, yedi katlı kerpiç gökdelenlerden oluşan, arabaların giremediği bir labirent. Eşi benzeri yoktur. Kendimi bir anlığına hiçbir şey düşünmeden aval aval şehre bakmanın keyfine kaptırmıştım. Sonra o kokuyu aldım; dükkânlardan gelen diğer binlerce koku arasından, burnuma kavrulmuş kahvenin o tanıdık rayihası geliyordu. Koca bir kemerden geçerek ufak, koyu renkli bir meyveyle doldurulmuş yüzlerce çuvalın üzerine uzanmış tüccarlarla dolu bir avluya daldım. Bunlar kuru üzümdü. Hemen ana yola geri dönüp kokuyu takip ettim; fakat bu sefer de yaklaşık bir metre yüksekliğinde piramitler şeklinde yığılmış zencefil, karanfil, kakule ve tarçının olduğu bir başka dükkâna gelmiştim. Çok üzüldüm. Burası da bir aktardı. Kokuyu artık bir daha asla bulamayacaktım.
Tüccarlardan birine “Qahwa?” diye sordum ve hemen sonrasında kendimi eski Arnavut kaldırımları olan, duvarlarla çevrili bir avluda buldum; üç cephesinde elli kiloluk kahve çuvalları yığılıydı. Beline kadar sakalı olan bir adam bacak bacak üstüne atmış oturuyor, kocaman bir hesap defterinde düzeltmeler yapıyordu. Bir oğlan kapı aralığından beni izliyordu. Sonra avlunun köşesindeki bir kapı aralığından gelen belirsiz fakat ritmik bir ses duydum. İçeride iki adam omuzlarına kadar gelen kabuklu kahve çekirdeği yığınları arasında oturuyordu. Kabukları ayırmak için kavrulmuş çekirdekleri metal örgüden büyük sepetlere atıyorlardı. Görünürdeki tek modern cihaz, eski püskü bir kahve kavurma tavası ve tek bir çıplak ampuldü.
San Salat’l Musan. Dünyanın en eski kahve dükkânı. Ayakkabılarımı çıkardım ve oradaki iki adamı izlemek için kapının önüne oturdum. İkisi de gülüyordu. Kahve çekirdeklerine dokunmak istediğimi belirttim, sonra elimi koyu ve parıltılı taneciklerin içine daldırdım. Çekirdekler tenimde bir şelale gibi kayarken, bunun kahveyi içmekten daha iyi olduğunu düşündüm. Diğer kolumu da dirseğime kadar çekirdeklerin içine daldırdım. Şimdi çok daha iyi diye düşündüm; kahve içmek de neymiş?
Çocuk, buharı tüten koyu renk bir sıvıyla ağzına kadar dolu üç fincan getirdi. Adamlar, keyif naraları atarak sepetlerini bir kenara attılar ve fincanların ikisini aldılar. Oğlan üçüncüsünü bana uzattı. Fincanı ağzıma götürürken “Oh be, sonunda!” dedim içimden. Kutsal çekirdeklerin yetiştiği dağlarla çevrili “En Kutsal Yer”de, İslamiyet’in üç kat daha kutsal içeceğini, en çok da Peygamber tarafından sevilen kahveyi içiyordum.
“Pişt!” dedi çocuk, bardağımı işaret ederek. “Pişt! Çay ister misin?”
İNSAN VE BAHARAT TAŞIYAN BİR SÜRÜ DEVEYLE SABA MELİKESİ BELKIS, Süleyman Peygamber’i zor sorularıyla test etmek için Kudüs’e gelir. Saba Melikesi’nin Süleyman Peygamber’e verdiği baharatların eşi benzeri de yoktur.
İncil’den alınan yukarıdaki paragrafın, Melike’nin Süleyman Peygamber’e ne tür baharatlar verdiğinden bahsetmemesi çok üzücü. Melike’nin getirdikleri arasında kuşkusuz ki tütsü ve mür vardı; çünkü Saba veya diğer adıyla Sheba, Yemen’in en eski krallıklarından biri ve en ünlü tütsü ve mür ihracatçısıydı. Bu değerli hediyeler arasında acaba kahve çekirdekleri de var mıydı? Saba Krallığı’nın Etiyopya’yı da kapsadığını düşünen tarihçilere göre bu muhtemel. Bu varsayım için sunulan tek kanıt, Süleyman Peygamber’in o gece Melike’yi baştan çıkarmasıdır; bu da kahve çekirdeğinin bir afrodizyak olduğu yönündeki söylentilere sebep olmuştur. Kahvenin Yemen’in dışına yeni yeni yayıldığı dönemlerde, Arap tarihçi Ebu Tayyip El-Gazi de (1570-1651) Melike’nin ziyaretinden kısa bir süre sonra, vebanın sardığı bir kasabayı iyileştirmek için Süleyman Peygamber’in Yemen’den gelen kahve çekirdeklerini kullandığını iddia ederek Süleyman Peygamberi kahveyle ilişkilendirmiştir.
Genel olarak kabul gören teori ise kahvenin İslamiyetin doğuşundan birkaç yüzyıl sonra Araplar arasında yayılmaya başlamış olmasıdır. Bugün İslamiyet deyince pek çok Batılının aklına ilk gelen teröristler, sakallı yobazlar ve tuvalet kâğıdı azlığı oluyor. Bu, hem saçma hem de doğru elbette. İslam güzel bir din, ama mükemmel değil; üzerinde düşünülmesi gereken noktaları var. Ne var ki İslami-yetin altın çağını yaşadığı dönem insanoğlunun en görkemli zamanıydı. Avrupa’daki Hıristiyanlar Karanlık Çağ’a saplanıp kalmışken, Müslümanlar Aristoteles’in eserlerini inceliyor, matematiğin ortaya çıkmasına katkıda bulunacak çalışmalar yapıyor ve tarihin en mükemmel medeniyetlerinden birini kuruyordu.
Fakat bütün bunlar kimin umurunda ki? Asıl önemli nokta hiçbir Müslümanın ağzına içki sürmemiş olması. Üzümün tadından mahrum kalmış bu yeni toplumun, özellikle de kahveyi dini ayinlerde kullanmaya başlayan mistik sufilerin kahve tiryakisi olması, hiç de şaşırtıcı değil.
“Saçmalık. Tamamen saçmalık. Sufiler!” Yerel bir kafede masamı paylaştığım İsmail, Sünni bir Müslümandı ve görünüşe göre Sufizmi ya da genel olarak İslamiyeti araştırmaya pek de vakit ayırmamıştı. “Bu ülkedeki insanların yaptıkları tek şey kat çiğnemek.”
Sanaa, Müslüman siyasi mültecilerin gurbetteki evidir ve buradaki kafeler Iraklı, İranlı, Afgan ve Somalililerle doludur; tüm bu farklı memleketlerden gelenlerin en sevdiği aktivite de kendilerine kapılarını açmış ülkeleri eleştirmektir. İsmail, yirmi yıl önce babasıyla birlikte Sanaa’ya gelmişti ve artık tamamen asimile olmuş gibi görünüyordu. Kemerinin içinde bir jambiya (hançer) bile taşıyordu. Onun bir Afgan olduğunu ele veren tek şey, sakalındaki kına izleri ve başına sardığı kocaman çalmaydı20.