bannerbanner
Kahvenin hikayesi
Kahvenin hikayesi

Полная версия

Kahvenin hikayesi

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
3 из 5

Zar ayininin yapılacağı eve yaklaşırken sesleri işitmeye başladım. Şeytan çıkarma ayini başlamıştı bile. Arkadaşım sessiz olmamız gerektiğini söyledi ve tek bir lambayla aydınlanan, uzun ve dar bir odaya girdik. Aşağı yukarı yirmi kişilik bir kalabalık, kapının yanına çömelmişti. Odanın ortasında büyük, pirinçten yapılmış bir yatağa dayanmış şeyhin siluetini görebildiğimiz kirli bir beyaz çarşaf asılıydı. Çarşafın önünde ilk hastası duruyordu. Geç geldiğimizden ötürü, adamın ne tür bir rahatsızlığı olduğunu tam olarak anlayamamıştım. Fakat şeyh adamın ruhunu ele geçiren varlığı çoktan tespit etmiş ve şeytanı, boyun kısmında belli renklerde tüyleri olan üç horozu kurban etmesi karşılığında adamın bedenini terk etmeye ikna etmişti.

Bir kadeh renksiz likör odada elden ele dolaştırıldı. İnsanlar alçak sesle konuşuyorlardı. Yabancı olduğumun anlaşılmaması beni şaşırtıyordu. Anlaşılan “kılık değiştirmem” işe yaramıştı ve yabancı bir Müslüman olarak görülüyordum. Duvar dibine çömelmiş insanların bir kısmı yavaşça ileri geri sallanmaya ve tuhaf bir melodiyi tekrar tekrar mırıldanmaya başlamıştı. Maltızın üstüne tütsü atıldı.

Geleneksel olarak bu tarz şeytan çıkarma ayinlerine başlarken bir çift güvercin kurban edilebilir veya esrar ya da alkol içilebilir. Tüm bu ayinlerde yeşil kahve çekirdekleri önce kavrulur, sonra çiğnenir ve demlenir; böylelikle “kutu açılmış” ve şeyhin, ellerindeki deliklere baktığınızda başka bir boyuta geçeceğiniz, ayak parmakları olmadan tasvir edilen Zar ruhlarıyla iletişim kurabilmesini sağlayan gücü açığa çıkmış olur. Ayrıca, bu ruhların güzel oldukları ve Arap, beyaz ve Çinli gibi çeşitli ırksal arketiplere bürünerek geldikleri de söylenir. Bazılarına göre Zar kelimesi, Afro-Asyatik dil grubunda gök tanrı anlamına gelen Waaq kelimesinin değişime uğramış halidir. Etiyopyalı Zar rahipleri, genelde, Wato ya da Wallo isimli bir kabileye mensuptur; bu da o akşamki ayini yapan rahibin de eğitim gördüğü gölün ve Etiyopya’nın en eski kutsal yerinin ismidir. Wallo kabilesi, ilk kahve çiğneyicilerinin torunları olduklarını iddia etmektedir ve tarihin bir döneminde büyülü güçlerinden dolayı bu kabileden o kadar korkulmuştur ki, diğer kabileler onlara saldırmaya cesaret edememiştir. Yakın zamana kadar, özellikle güçlü büyücülerin mezarlarına bir kahve ağacı dikmek âdettenmiş ve Oromolar ilk kahve ağacının, Gök Tanrı’nın ölmüş bir büyücünün cesedine düşen gözyaşlarından doğduğunu söylermiş.

Ben bu ayine bir şeytan çıkarma diyordum; fakat bu, tek başına Zar’la iletişim kurabilen ve gerektiğinde daha makul talepler için Zar’la pazarlık yapan şeyh ve Zar arasında geçen gerçek bir pazarlıktı aslında. Kahvenin rolü belki de, Carlos Castaneda’nın Don Juan’ın Öğretileri üçlemesiyle popüler olmuş, halüsinatif madde içeren kaktüsün “benzerleri” ile kıyaslanabilir; çünkü çekirdeğin içindeki “ruhlar” sadece onları vücuduna alan kişinin güçlerine göre hareket edebilir.

Bir kız öne çıktı ve yere, şeyhin siluetini gördüğümüz beyaz çarşafın önüne, biraz daha hediye koydu. Baş ağrılarından mustaripti; günlerce süren berbat, korkunç baş ağrılarından. Kız konuşurken şeyhin siluetinin titrediği görülebiliyordu.

Çektiği ıstıraplar erkek bir yakını tarafından anlatılırken kız duruyor ve tek kelime etmeden bekliyordu. Adamın açıklamalarına bakıldığında, kızın çektiği dertlerin baş ağrılarından daha ciddi olduğu anlaşılıyordu.

Abera’nın arkadaşı, “Bu psikolojik bir sorun,” diye fısıldadı.

Kız mobilyaları kırıp döktüğü sara nöbetleri ve tuhaf, şiddetli krizler geçiriyordu. Annesinin parmağını ısırmaya çalışınca, ailesi Zar rahibine danışmaya karar vermişti. Kızın hikâyesini öğrenen kalabalık üzüntüyle fısıldaşmaya başladı. Kızın belirtileri tipik bir Zar şeytanı çarpmasına işaret ediyordu. Şeytan, kadınların ruhlarını ele geçirerek onların vücutlarında yaşama eğilimindedir; bedenine yerleştikleri kadınları, demir çubuklarla kendilerine zarar vermeleri de dâhil -yaraları sabaha kadar kaybolur- pek çok eylemi gerçekleştirmeye zorlarlar.

Kız aniden kendini yere attı, çok acı çekiyormuş gibi titreyerek ve başını ellerinin arasına alarak bağırmaya başladı. Şeyh, kızın içindeki şeytanı sorgularken, kızın yakarışları giderek artıyordu. Olan biteni izleyen Katolik arkadaşım tiksintiyle başını sallıyordu. Sonunda, kızın ailesinin bir buzağı bağışlaması gerektiğine karar verildi. Sonrasında ise kızın ruhunu ele geçiren Zar oldukça garip bir şey talep etti: Kız saçını tamamen kesmeli ve kestiği saçı sırtlanların olduğu yerlerde dağıtmaya tek başına gitmeliydi.

Bir çift makas getirildi. Ancak saçı kesmeye başladıklarında, kız eliyle oturduğumuz yeri gösterdi. Büründüğüm kılığın düşündüğüm kadar işe yaramadığı ortadaydı. Kız, bir yabancının, saçının kesilmesine şahit olmasını istemiyordu.

Yorgun argın otele yürürken, Abera’nın arkadaşı anlamadığım şeyleri bana açıklıyordu. O, bu tarz şeyleri ciddiye alan biri değildi. Ona, Amerika’da da televizyonlara çıkan benzer şifacılar olduğundan bahsettim.

“Onlar da kahve çekirdekleri mi kullanıyor?” diye sordu.

“Şey, kahveyi kesinlikle severler,” diye açıkladım. “Ancak ödemelerde çoğunlukla kredi kartı tercih ediyorlar.”

Ertesi gün, kızın saçlarına dair tüm izlerin gün doğumuna kadar ortadan kaybolduğunu duydum.


ETİYOPYALILAR, KAHVENİN HALÜSİNATİF ETKİLERİNİ KEŞFETTİKLERİNDE, komşularının da bunu fark etmesi kaçınılmaz hale gelmişti. Söylentilere bakılırsa, ilk olarak kuzeydeki zalim Mısırlılar bağımlı hale gelmişti. Hatta bazı aşırı heyecanlı akademisyenler, Truvalı Helen’in “ıstırabını dindirmek” için içtiği Mısır’ın efsanevi ilacının, Frappuccino13’nun çok eski bir türü olduğunu öne sürmüştür.

Fakat kahve çekirdeğinin Harar’dan çıktığı yolculuğun ana istikameti doğudaki Kızıldeniz’di. Buradan da bugün Yemen’de bulunan, günümüzde Muha Limanı olarak bilinen limana gemiyle gönderiliyordu. İlk bin yılda Harar ve el-Muha hattında ticaret bir hayli gelişmişti. Çoğunlukla devekuşu tüyleri, gergedan boynuzu ve kaplumbağa kabuğu ticareti yapılıyordu. Yani temel ihtiyaçlar. Tabii, bir de köleler. Arapların köle tüccarlığı konusundaki kötü namı her yere yayılmıştı ve zanj dedikleri kurbanlarını bulmak için bu bölgede dolaşıyorlardı. Zanjlar, Arapları ya da en azından Arap tatlılarını çok seviyorlardı. Ortaçağda yaşamış Arap yazar Kitab el Agail el-Hind’e göre, “Zanjlar [Araplara] secde edip onlara ‘Ey hurmalar diyarının yüce insanları, size selam olsun!’ şeklinde seslenerek [Arapları] gözlerinde büyütüyorlardı. (…) Zira bu ülkeye seyahat edenler, zanjların çocuklarına tatlı hurmaları gösterip onları istedikleri yere çekerek ele geçirdikten sonra kendi ülkelerine kaçırırlar.”

Bin yıl önce köle kafilelerinin Harar’dan Kızıldeniz kıyısına ulaşması yirmi gün sürüyordu. Türk haremlerine gidecek oğlanlar yol üzerinde hadım ediliyordu. Tutsakların da en az yarısı yolda ölüyordu. Onlardan arda kalanlarla da kahve ağaçları filizleniyordu.

Benim Kızıldeniz yolculuğum sadece üç gün sürmüştü. Önce Harar’dan ülkenin tek demiryolunun yakınında bulunan Dire Dawa kasabasına otostop çekerek gittim. Kaplaması yırtık pırtık, pis ve eski moda yatar koltuklarıyla (en azından birinci sınıfta böyleydi) 1900’lerin başında popüler olmuş bebek mavisi Fransız şimendiferi bir gün gecikmişti, fakat beklememe değmişti. Mekanik arızalar on iki saatlik yolculuğu iki günlük bir çileye dönüştürmüştü. Hindistan’daki bir yılımın üzerinden çok geçmemişti, dolayısıyla bu tür gecikmeler bana son derece olağan geliyordu. Sadece gözlerimi kapatıp ölü taklidi yapmıştım (belki de sadece bunu diliyordum).

13. yüzyılda Müslüman bir seyyah olan İbn-i Batuta’nın, “dünyanın en pis, en rahatsız edici ve en kokuşmuş kasabası” olarak tanımladığı ve bölge halkının deve eti sevdiği Cibuti Limanı’na varmıştık. Bugün Cibuti teknik açıdan bir ülkedir. Aslında barlar ve genelevlerle dolup taşan abartılmış bir Fransız askeri garnizonu da diyebiliriz. Soğuk bir şeyler içmek için soluğu bir kafede aldım.

“İngilizce biliyor musun?” Ekose etek giymiş göbekli bir adam, bir kanga14, yan masaya oturdu. “Tu parles français?”15

“Evet.”

Şapkamı inceliyordu. “Ooo! Amerikalı bir adam. Güzel! On iki dil biliyorum,” dedi. “Dünyadaki tüm limanlara yelken açtım: Kahire, İskenderiye, Venedik, New York, Atina, Sidney, Hong Kong…”

Liste devam ediyordu. Adam emekli bir denizciydi.

“İşte bu yüzden Cibuti’ye döndüm. Sen burayı beğendin mi?” Yüzümü ekşiterek sırıttım. “Neden buraya geldin?” diye sordu.

El-Muha’ya giden bir gemi aradığımı söyledim.

Şaşkınlıkla bana baktı. “El-Muha mı? Neden oraya gidiyorsun?”

“Kahve için.”

“Kahve için Yemen’e gidiyorsun yani,” diyerek bardaki kalabalığa bunu tercüme etti. Herkes kahkahaya boğuldu. “Bugünlerde oraya pek gemi gitmiyor dostum.”

Adam, daha dün Eritre’nin, iki ülkenin ortasında kalan Yemen’e ait bir grup adayı işgal ettiğinden bahsetti. Kızıldeniz iki tarafın da ordularıyla doluydu ve söylentilere göre Yemen hava kuvvetleri şüpheli görünen gemileri bombalıyordu.

“Ama sen şanslısın. Arkadaşımın gemisi bugün kalkıyor. Bu gemi için iki hafta boyunca bekleyenler oldu ve bombalar onların umurunda bile değil. Eğer istiyorsan acele etmelisin!”

Arkadaşının gemisi, parlak boyalı gövdesi uzun zaman önce griye dönmüş 9 metre uzunluğunda bir tekneydi. Teknenin arka tarafına doğru bir çeşit kulübe ve basit bir direk (yelkeni olmayan) vardı, başka da bir şey yoktu. Radyo, lamba ve herhangi bir acil durum donanımı da yoktu. Tuvalet, okyanusun üzerinde asılı duran bir kutuydu. Güverte bile yoktu, sadece 15 Somalili mültecinin üzerinde sağa sola yayıldığı yeşil bir branda altında küfeler vardı.

Fakat tekne yüzer haldeydi. Kaptan Abdou Hager’le otuz dolara hızlı bir anlaşma yaptık. Tekneye atladım ve beş dakika sonra, Qasid Karin iskeleye bağlı halatların üzerindeki fareleri silkeledi ve denize açıldı. Güneşin yoğun altın rengi ışınlarını tüm göğe yayarak gözden kaybolduğu vakitteydik. Deniz, koyu mora dönmüştü. Ertesi gün Yemen’de olacağımı düşünüyordum. Limanın ağzına vardığımızda tekne yavaşladı. Bir şapırtı sesi geldi ve motor durdu.

“Aşırı rüzgâr var,” dedi yanımda duran on dört yaşındaki Somalili delikanlı. “Yarın gidiyoruz.”

Adı Muhammed’di. Muhammed ve kız kardeşi, savaş sona erene kadar akrabalarıyla birlikte yaşamak üzere Yemen’e gönderiliyordu. Aşırı iri kadınsı gözleri ve bükük dudakları olan ince, uzun boylu bir oğlandı ve bence güzeldi. Eğer bir kadın gibi giyinmiş olsaydı, onu genç bir kız sanabilirdim. Amerika’da Somali’deki gibi diktatörler olup olmadığını sordu. Tabii var dedim, tüm büyük yerlerin diktatörleri olmuştur. Muhammed ve kız kardeşi Ali şaşkın görünüyordu. Amerikalı diktatörlerin tankları ve silahlarının olup olmadığını sordular. Pek tankları olmadığını, fakat bir sürü silahları olduğunu söyledim. Amerika’daki pek çok mahallenin Mogadişu’dan farksız olduğuna onları inandırdım.

Birkaç dakikalık sohbetin ardından çok az İngilizce bilen Muhammed (yine de İngilizcesi benim Somalicemden iyiydi) bana bir hediye verdi.

Bir tomar Somali şilinini ellerime koyarak “Bunu almanı istiyorum,” dedi. “Al.”

Kabul etmedim. Somalili mülteciler Amerikalı turistlere nakit para vermemeli. Tam tersi de geçerli. Benim de ona karşılık olarak bir avuç dolusu Amerikan doları vermek gibi bir niyetim kesinlikle yoktu.

“Hayır, hayır, hayır,” dedim. “Bunu yapmamalısın.”

“Evet, evet.” Parayı elime tekrar sıkıştırdı. “Al.”

“Burada çok para var,” dedim. On beş bin Somali şilini vermişti. “Bunu alamam. Sen delirmiş olmalısın.”

İngilizcesi daha iyi olan bir Etiyopyalı araya girdi. Somali hükümeti çökmüştü ve para değersizdi. Kâğıt parçalarını isteksizce kabul ettim. Hediyesinin değersiz olduğunu düşünüp öyle kabul etmiş olmam Muhammed’i şaşırtmıştı.

Ali de en çok, Yemen’de peçe takmak zorunda kalacağı için endişeliydi. Elbisesinin kenarıyla alaycı bir şekilde suratını örttü.

“Kötü, kötü,” dedi. “Ülkemde böyle değil.”

Yüzü, Arap ve Afrikalı çehresinin harika bir karışımıydı. Bana sürekli çay ve bisküvi ikram ediyordu. Ben de ona Arapça-İngilizce sözlüğümü verdim.

Gecenin ikisinde, en değerli eşyaları olan küçük bir Casio marka orgu çıkardılar. Onlara Mozart’ın sonatının girişini la majörden çaldım, ancak seçilen tarzda sabit bir senkop16 oluşturan makinenin otomatik ritim kontrolleri onların daha fazla ilgisini çekmişti. Bu tarz bir yolculuğun kahve taşımak için yapıldığı günlerde olsaydık, bu ikisi, rüzgârın sesini bastıran ritmik bossa nova17 parçaları dinlerken, köle olmak üzere yolda olurlardı diye aklımdan geçirdim. Şu an ise sadece mülteciydiler; acaba bu, gerçek bir ilerleme sayılabilir miydi?

3

El-Muha’ya Yelken Açış

Seyahatlerinde bir kahve ağacının yanından geçti ve dini bütün herkesin geleneği olduğu üzere, o da kendisini kahvenin hiç ellenmemiş meyvesiyle besledi. Kahve meyvesini yemenin, uyanıklığını artırarak dini vazifeleri yerine getirilmesini ve ayinlerde uyanık kalmasını sağladığını fark etti.

al-Kawakib al-sa’irn bi-a’yan al-mi’a al-’ashira Najm al-Din al-Ghazzi (1570–1651)

SABAH TEKNE MOTORUNUN SESİYLE UYANDIM. Artık Cibuti’de değildik. Korkuluk üzerinden etrafı süzerken görebildiğim tek şey, turkuaz renkli deniz suyunun dalgalarla köpürüp benek benek oluşuydu. Gökyüzünü yansıtan kırılmış bir aynaya bakmak gibiydi. Kasırga hiç de bitmiş gibi durmuyordu.

Diğerlerinin de eşyalarını teknenin arka tarafındaki sundurmaya taşımış olduklarını fark ettim. Olduğum yerde kalmaya karar verdim. Pruvaya bir dalga vurdu ve beni tepeden tırnağa sırılsıklam etti. Bir tane daha dalga geldi ve sonra bir tane daha. Diğerlerinin eşyalarıyla birlikte kendi eşyalarımı teknenin arka tarafına taşırken, güvertenin yirmi derecelik bir açıyla yan yatmış olduğunu fark ettim.

Qasid ilerlemiyordu. Mürettebat giren suyu kovalarla boşaltıp tekneyi doğrulturken, teknenin burnunu rüzgârdan etkilenmeyecek şekilde döndürdü. Kutular yerlerinden oynamıştı ve bu sorunun, sadece teknenin yükünün yanlış dağıtılmasından kaynaklandığı sonucuna vardım. Sonra bir balıkçı teknesi yarışırcasına yanımızdan geçti ve teknenin ne kadar yüksekten gittiğini fark ettim. Qasid yaklaşık iki metre daha aşağıdan gidiyordu; çünkü kaptanımız tekneyi aşırı doldurmuştu.

Hareket eder etmez dalgalar pruvaya çarpmaya başladı. Durup suları boşalttık. Bu, tüm gün devam etti. Sonunda mürettebatımız “bisküvi” taşıyan yük teknesinin tuzlu sudan zarar görebileceğinden endişelenmişti. Ancak gerçek sorun, Qasid’in ağırlıklı olarak içki ve AK-4718 taşıyor olmasıydı.

İçkiler Cibuti’den geliyordu, ancak daha sonra öğrendim ki silahlar Eritre’ye yapılmış başarısız bir satış gezisi sonrasında Yemen’e geri dönüyordu. Bütün o silahların ağırlığı da tekneyi aşağı çekiyordu.

Mürettebat bir ada bulup fırtınanın dinmesini beklemeye karar verdi. “Mürettebat” diyorum çünkü Kaptan Abdou’yu gemide hiç görmediğimin daha yeni farkına varıyorum. Önemli değil. Qasid’i süren üç genç ve iki yaşlı adam çok geçmeden bir adanın açıklarında demir attılar. Derhal hepimiz eşyalarımızı kurumaları için dışarı astık. Burada, rüzgârsız bir yerde bile, fırtınanın kıyafetleri doksan derecelik bir açıyla dalgalandırdığını fark etmiştim. Herhalde burası eyaletlerarası bir mola yerinin Kızıldeniz’deki eşdeğeriydi. Ancak, teknik olarak, şu an ıssız bir adada bulunan kazazedelerdik. Benim keyfim tıkırındaydı. Ne de olsa teknenin motoru hâlâ çalışıyordu ve muhtemelen en sonunda Yemen’e varacaktık.

Ancak yol arkadaşlarımdan bazıları durumla ilgili daha tedirgindi. Mesela, Etiyopyalı bir kat bağımlısı olan Paulious. Günlük dozundan yoksun kalmış kat bağımlılarına şeytan katou musallat olurmuş ve Paulious da katsız bir ortamda mahsur kaldığı için tedirgindi.

“Ah, aklıma kötü düşünceler geliyor,” diyerek sızlanıyordu. “Buradan gitmemiz gerek.”

İlk kavga “Dişsiz” adını taktığım eski bir denizciyle onun katını çalmaya çalışan bir yolcu arasında çıktı. Diğerleri hızla onları ayırdı (Dişsiz, genç adamı parmakarası terliğiyle tehdit ediyordu); çünkü bu, kötüye işaretti. Bir çeşit değirmende yeşil bir püreyi öğüttüğünü fark ettiğimde ona bu adı takmıştım. Önce yemek hazırladığını düşünmüştüm. Daha sonra hazırladığı şeyin o çok değer verdiği kat olduğunu anladım. Dişsiz olduğundan, yaprağın değerli özünü çıkarabilmek için önce bu değirmenle “çiğnemesi” gerekiyordu.

Başka bir mürettebat daha vardı, birkaç kez bana dik dik bakarken yakaladığım, muhtemelen on altı yaşlarında, kıvırcık saçlı, genç bir delikanlı. Samimi ve dürüst bir yüzü vardı; bir maymunu hatırlatan rahat hareketleri, hayatını Qasid gibi teknelerde geçirmiş olduğunu düşündürüyordu. Diğerleriyle muhabbet ederken konu Amerika’ya geldi. Üstümüzdeki küfede oturan delikanlı, şaşkınlık içerisinde el-Muha’yı işaret ediyordu.

“El Marikalı mı?” diye sordu diğerlerine. “Orası el-Muha’ya yakın mı?”

Diğerleri güldü, en sesli gülense Paulious oldu. “Daha Amerika’nın ne olduğunu bilmiyor!” dedi.

“Bir ada mı?” diye sordu delikanlı.

Kuzeybatıya doğru işaret ettim. “O tarafta.”

“Eritre’nin orada mı?”

Diğerleri yine güldü.

“Hayır, hayır. Oldukça uzak,” dedim. “Amerika’ya gidecek olursan, önce Eritre’ye, sonra Etiyopya’ya gidersin, sonra Afrika’yı aşıp Türkiye’yi, sonrasında Avrupa’yı geçersin, sonra başka bir yere varırsın, yani İngiltere’ye ve oradaki denizi de geçersin. Büyük bir denizdir. Tüm bu yerleri geçtikten sonra vardığın yer Amerika’dır,” dedim. Diğerleri bu dediklerimi tercüme etti.

Çocuk, bir yerin nasıl o kadar uzak olabileceğini anlayamıyormuş gibi bakıyordu bana.

“Sandığın kadar uzak değil,” dedim ikna edici olmayan bir tonda.

Kafası daha da karışmış görünüyordu. Sonra gözlerini kıstı; diğerleri hâlâ gülüyordu. Sanırım, insanların ona güldüklerini ve benim de ona yalan söylediğimi, onunla dalga geçtiğimi düşünmüştü. Öfke ve şaşkınlık arasında kalmış bir ifadeyle yanımızdan uzaklaştı ve birden aklıma geldi; evet, haklıydı. Amerika hayal edilemeyecek kadar uzaktı. Gidilemeyecek kadar uzaktı ve böyle bir deniz yolculuğu mümkün olsa bile, neden biri memleketinden bu kadar uzağa gitmek isterdi ki? Hatta Ay’da bile olsa, burası neden umurunda olsundu ki? Delikanlının yaşadığı yer burasıydı. Tüm hayatı boyunca burada, muhtemelen bu teknede yaşamıştı. Burası onun memleketiydi; burası, el-Muha, kumsal, deniz, rüzgâr ve bekleyiş. Bir gün, teknenin direği önünde oturan, gülen ve yüklerin arasından turuncu kremalı bisküviler çalan Dişsiz’in yerini o alacaktı. Belki otuz, belki kırk yaşında olacak, fakat bundan çok daha yaşlı gösterecekti.

Sonrasında ise, ona ne zaman gülümsesem yanımdan uzaklaştı. Bana diğerleri gibi, sadece “Amerikalı” diye hitap ediyordu. Öğleden sonranın geri kalanını yalnız başıma oturarak geçirdim.

Gitmekte olduğumuz Yemen’deki el-Muha Limanı hâlâ dünyanın en izole bölgelerinden biridir. Ancak kaçırılan Afrikalıların buraya kahve getirdikleri zamanlarda, en azından Batılılara göre, burası neredeyse efsanevi bir yermiş. Bir Yunan yazarın birinci yüzyılda kaleme aldığı Periplus Maris Erypraei’de anlattığına göre, buraya “yelken açmak bile son derece tehlikeli. (…) Burası, gemisi kaza yapmış herkesi yağmalayıp köleleştiren, ihtiyofajlarla [balık yiyenlerle] dolu bir diyar.” Yunanlar, Arapların devasa kertenkeleleri yediklerine ve kalan yağlarını da kaynattıklarına inanıyorlardı. Kanatlı ejderhaların da korkunç hastalıkların bulaştığına inanılan kıyıyı koruduklarına inanılırmış.

Bu propagandanın büyük kısmı, yağmacıları, ticaret imparatorlukları için hayati önem taşıyan mür19 bahçelerine saldırmaktan vazgeçirmek için Araplar tarafından yayılmıştı. Ummanlı Arap denizciler çoktandır Qasid’e benzer teknelerle Hindistan’dan çivit otu, pırlanta ve safir getiriyorlardı. Afrika’ya da “vahşilerin iyi niyetini kazanmak için Muza’dan [el-Muha’dan] bölge halkının yaptığı silahlar”ı götürüyorlardı. Afrika’dan geri dönerken ise misk yağı, misk kolonyası, kaplumbağa kabukları ve gergedan boynuzlarını getiriyorlardı.

Bir de çok sayıda köle getiriyorlardı; kölelerden bazıları Arabistan’a ilk kahve tohumlarını getirdi. Sayılarını ne yazık ki kesin olarak bilemiyoruz, fakat zanj köleleri birinci yüzyılda Çin’e getirilmişlerdi. 1474 yılında sekiz bin Afrikalı köle, Doğu Hindistan’daki Bengal’in yönetimini kısa bir süreliğine ele geçirdi. Bu köle ticareti, Umman’ın Siyahi Sultanı’nın Portekizlileri defetmesi ve 1800’lerde Afrika’nın Svahili kıyısındaki nüfusun neredeyse yarısını köleleştirerek Zanzibar’daki karargâhı kurmasıyla zirveye ulaştı.

Akşam yemeğinde pirinç pilavı vardı. Haniş Adaları’nın titreşen ışıkları görünüyordu. Yanımdakilere bunların bomba atan uçaklar olup olamayacağını sordum. Hayır dediler, bu önemli bir şey değildi. Kat yoksunluğuyla tamamen gerginleşen Paulious hariç herkes somurtarak sessizliğe bürünmüştü. Paulious bana, rüzgârın azalmaya devam etmesinin ve yakında buradan gidebilecek olmamızın harika olduğunu söyleyip duruyordu. Bir adanın tepesi üzerinde karanlıkta dans eden küçük kum fırtınalarına doğru işaret ettim. Yıldızların aydınlattığı kum fırtınasının izleri gümüşe çalmakta ve adeta gökyüzünden aşağı süzülmekteydi.

Şeytan hortumlarına Etiyopya dilinde bir isim vererek “Is al-sichan,” dedi. “Kötü şeyler olacak.”

Ertesi gün rüzgâr yolumuza devam edebileceğimiz kadar sakinleşmişti. Araziyi günbatımına kadar gözlemledik ve birkaç saat sonra el-Muha Limanı’nın hemen dışına demir attık. Fakat ertesi sabah rıhtıma yanaşmaya çalıştığımızda Yemen’in bizi kabul etmediğini öğrendik. Başta Somalili mülteciler olmak üzere yol arkadaşlarımın resmi evrakları yoktu. Rıhtımdan yirmi üç metre uzağa demir atmamız ve orada durmamız gerektiği, limana girmemizin veya limandan ayrılmamızın yasak olduğu söylendi. Üç gün, üç gece boyunca limandaki sahipsiz gemilerin arasında sürüklenip durduk. Dostluklar kuruldu ve bitti. Daha fazla kavga çıktı. Somalili delikanlı Muhammed, konuşmak istemiyordu. Neyi olduğunu sorduğumda da yalnızca yıldızlara bakıp “Çok güzeller,” diye mırıldanıyordu.


HAKLIYDI. GÜNDÜZLERİ, GİRDAP GİBİ DÖNEN kum fırtınalarının arasında bir görünüp bir kaybolan el-Muha’nın kemik beyazı minarelerini görebiliyorduk. Geceleri ise teknemiz demir attığı yerde sallanırken, sırtüstü uzanıp yıldızların daire çizerek dönüşünü izliyordum. Geceler soğuktu. Battaniyem yoktu, bu yüzden ısınmak için Billie Holiday’in şarkılarını söylüyordum. Şarkıları güzel söylediğimde, Dişsiz beni bir paket bisküviyle ödüllendiriyordu. En sevdiği şarkı da “God Bless the Child” idi.

Zihnim biriktirdiği her anıyı kusmaya başlamıştı. Hayaletli Noel ilahileri rüzgârda yankılanıyordu ve belirli cinsel fantezileri zihnimde o kadar çok tekrarlıyordum ki sevgilimin saçlarının parmaklarıma dolandığını hissedebiliyordum. Son gecemizde yakındaki bir gemi enkazında birtakım hareketlenmeler olduğunu fark ettim. Geminin yarısı batmıştı ve ben de terk edildiğini düşünmüştüm. Ancak gece boyunca geminin lombozlarında soluk renkli ışıkların kırpıştığını gördüm. Teknemiz ne zaman enkaza doğru sallansa, bir dirseğimin üzerine doğrulup karanlıktaki gemiye bakıyordum. Enkazdaki biri Michael Jackson’ın meşhur ayak hareketlerini yaptığı “Billie Jean”i izliyordu. Tekne sürekli sallanırken ve deniz tuzuyla kaplanmış gözlüğümle orada neler döndüğünden emin olmak zordu; ancak Michael Jackson’ın suyun üzerinde ay yürüyüşünü tekrar tekrar yapıyor olduğuna ikna olmuştum.

Üçüncü gün uyandım ve Qasid’in rıhtıma çekildiğini fark etim. Somalili kadınlar peçeleriyle yüzlerini örtmüşlerdi. Teknedeki arkadaşlarım bir kamyonete bindirildiler, ben de sarıklı askerlerle çevrili küçük bir barakaya götürüldüm. Barakanın içinde bir masanın arkasında oturmuş bir başka asker vardı.

“Pasaport.”

Pasaportumu uzattım. Sayfaları kızgın bir şekilde çevirdi.

“Evet,” dedi yüzüme bakmadan. “Geldiğin yer…”

“Etiyopya.”

“Burada Cibuti yazıyor. Hangisi doğru?”

“Evet, evet, Cibuti,” dedim. “Unutmuşum.”

Öfkeyle içini çekti. “Cibuti’yi unuttun. Savaşı da unuttun mu?”

“Savaş mı? Yemen ile Eritre arasındaki mi? Tabii ki hayır.”

“Tabii ki hayır,” diye tekrarladı ve sandalyesine yaslandı. “Senin, yani bir Amerikalının, şu an burada olması garip. Neden böyle diyorum biliyor musun?”

Savaşın iyi gitmediği anlaşılıyordu. Eritreliler, Yemenlileri Ha-niş Adaları’ndan sürmüştü. Elli kadar insan ölmüştü. Bu çok ciddi bir şeydi. Subaya göre de her şey, Eritrelilerin deniz dibi petrol sondajıyla ilgili bir anlaşmayı imzalayıp haklarını bir Amerikan petrol şirketine devretmesiyle başlamıştı. Petrol yatağı, Eritre’nin kıyı şeridiyle adalar arasındaydı, bu yüzden Eritre petrol üzerindeki haklarını sağlama almak için orayı istila etmişti.

На страницу:
3 из 5