bannerbanner
Kahvenin hikayesi
Kahvenin hikayesi

Полная версия

Kahvenin hikayesi

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
2 из 5

Sol bacağı sağ bacağından daha ince olan genç Abera, bu etkinlikte bana rehberlik etmişti ve daha sonra da bira içmeye gittik. Harar’a neden geldiğimi merak ediyordu.

“Buraya pek turist gelmez,” diye açıkladı.

“Evet, fark ettim. Ben kahve hakkında bilgi edinmek için buraya geldim.” Birden aklıma bir şey gelmişti. “Baksana, ziraat öğrencisi olduğunu söylemiştin, değil mi? Kahvenin doğuşuyla ilgili ne biliyorsun?”

“Kaldi ve dans eden keçilerin hikâyesini biliyor musun?”

“Tabii ki,” dedim. Kahveyle ilgili bayatlamış mitolojik efsanelerden biridir. Şöyle anlatılır:


Kaldi isimli Etiyopyalı bir keçi çobanı, bir gün en iyi keçisinin dans ettiğini ve deli gibi melediğini fark eder. Bu, yaşlı erkek keçinin belirli bir bitkinin meyvelerini yemesinden sonra olur. Keçi çobanı da meyvelerden birkaçını ağzına atar ve çok geçmeden kendisi de dans etmeye başlar.

Oralarda dolaşan bir rahip bunu görünce çobana neden bir keçiyle dans ettiğini sorar. Keçi çobanı da durumu izah eder. Sonra rahip meyvelerden birkaçını evine götürür ve onları yedikten sonra uyuyamadığını fark eder. Tesadüfe bakın ki, bu rahip bütün gece süren, oldukça sıkıcı vaazlarıyla ünlüdür ve öğrencilerini uyanık tutmakta zorlanmaktadır. Meyvelerin uykusunu açtığını görünce, “dervişler” denen öğrencilerine vaazdan önce çekirdekleri çiğnemelerini söyler. Dervişlerin bir daha vaaz sırasında uykusu gelmez ve hayret uyandıran irfanıyla insanları sabaha kadar uyanık tutan bu büyük din adamıyla ilgili bu rivayet tüm dünyaya yayılır.


Bir şehir çocuğu olarak, Abera’ya keçilerin meyve yemesinin bana garip geldiğini söyledim. Normalde yapraklı şeyleri yemiyorlar mıydı?

“Hmm, evet, belki de öyleydi,” dedi. “Köylüler hâlâ bu şekilde yapıyor.”

“Kahveyi yapraklardan mı yapıyorlar?”

“Evet. Ona da kati diyorlar.”

“Gerçekten mi? Denemek isterim. Belki de bir kafede…”

“Yok, öyle değil,” diyerek güldü. “Kati sadece evde içilir. Bugünlerde Harar’da bunu içen neredeyse kimse yoktur. Ogadenlileri ziyaret etmelisin. Onlar hâlâ içiyorlar.”

“Nerede yaşıyorlar peki?”

“Ogadenliler mi? Şu an Jiga’da yaşıyorlar.” Söylerken bir hastalıktan bahsediyormuş gibi yüzünü buruşturmuştu. “Fakat oraya gitmemelisin. Çok tehlikeli. Ah o Somalililer, ah o Ogadenliler yok mu… Çok küstah ve kabalar!”

“Neden? Sorun ne?”

“Kaba insanlar!” Ogadenlilerin görgü kurallarından yoksun oluşu Abera’yı çileden çıkarıyordu. “Neden mi, çünkü daha kısa bir süre önce oraya giden bir otobüse kötü bir şey yaptılar. Otobüsteki herkese.”

“Kötü mü? Ne kadar kötü?”

“Ne kadar mı kötü? Hepsini öldürdüler!”

“Bu oldukça kötü,” diyerek ona katıldım.

Abera’nın anlattığına göre, Ogadenli eşkıyalar Jiga’ya giden bir otobüsteki herkesi otobüsten indirmiş ve her birinin Kuran’dan bir ayet okumasını istemişti. Okuyamayanlar kafalarından vurulmuştu. Çölde yaşayan göçebe Ogaden kabilesinden binlerce kişi, Somali hükümetinin çökmesi sonucu kısa süre önce mülteci yerleşim yerlerine gitmeye zorlandı. En büyük mülteci kampı, Etiyopya – Somali sınırındaki Jiga’nın yakınındaydı, bu nedenle de tüm bölgede gerilla faaliyetleri oldukça fazlaydı. Ölü Amerikalı askerlerin sokaklarda sürüklendiği Mogadişu’daki son karışıklıklar, Ogadenlileri özellikle Amerikalılara karşı düşman etmişti. Durum o kadar içinden çıkılmaz bir hal almıştı ki yardım kuruluşları vurulacakları korkusuyla artık Jiga’ya beyazları göndermiyordu.

“Yabancıların oraya gitmesi çok tehlikeli,” dedi. “Peki, sen neden gitmek istiyorsun?”

“Sadece bir fincan kahve içmek istiyorum,” dedim. “Hiç Jiga’ya gittin mi?”

“Berbat bir yer.” Abera Jiga’yı küçümsüyordu. “Gitmeni asla tavsiye etmem,” dedi.


HARAR’DAN JİGA’YA, SÖZDE “HARİKALAR VADİSİ” ÜZERİNDEN GEÇTİĞİMİZ iki saatlik keyifli bir yolculukla vardık. Yine de vadiyi harika yapan şeyin ne olduğunu anlayamadığımı söylemem gerek. Abera, eşkıyalardan korktukları için şoförlerin öğlen ikiden sonra Jiga’dan dönmek istemedikleri konusunda beni uyarmıştı; ben de bu yüzden sabah beşte yola çıkmıştım. Gece Jiga’da konaklamayı düşünmüyorsam (ki düşündüğüm takdirde gece vakti silah zoruyla soyulma ihtimalim çok yüksekti), yolculuğuma erken başlayıp öğleden önce Harar’a dönmemi önermişti. Birinin beni misafir etmesinin aptalca olacağını düşündüğü ortadaydı. Acaba biraz paranoyak mıydı? Muhtemelen. Her hâlükârda, bu saatte yolculuk yapmak güne başlamanın harika bir yoluydu. Ancak, biz çöle varana kadar hava o kadar ısınmıştı ki, yolcuların bazıları gömleklerinin altındaki tabancaları çıkarmak zorunda kaldı.

“İnsanın başı bir kez vuruldu mu, gülün başı gibi yeniden çıkmaz.” Sir Richard Burton 1854’te bir İngiliz subayına buraya gelip gelemeyeceğini sorduğunda, subay bu karşılığı vermişti. Cümle zihnimde yankılanıp duruyordu. Burton’ın arayışıyla benimki arasındaki paralellikler artık ürkütücü olmaya başlamıştı. İkimiz de Orta Afrika’daki o gizemli “su kaynakları”nı arıyorduk. Benim gizemli su arayışım birkaç kahve çekirdeğini de içeriyordu, fakat bunun dışında ikimiz de aynı şeyi arıyorduk. Burton, Nil’in nerede başladığını öğrenmek istemişti; ben de nehrin bazı kollarının nerede bittiğini öğrenmek istiyordum. Burton, bir yanağından girip diğerinden çıkan bir Somali mızrağıyla yaralanmıştı; işte tam bu noktada paralelliklerin sona ermesini umuyordum.

Jiga, düzleştirilmiş Shell markalı yağ bidonlarıyla inşa edilmiş kulübelerle dolu, tozlu bir yerdi. Gördüğüm ilk kapıdan içeri girdim ve çatlak fincanların olduğu bir tepsi gördüm.

Hem Amharca hem Arapça olarak “Kati?” diye sordum. “Katiniz var mı?”

Kadın eski püskü hasırdan fötr şapkamı işaret ederek kıkır kıkır gülmeye başladı. Başka bir kafeye gittim. Gittiğim sonraki yerlerde olduğu gibi kafe sahibi beni kovdu. Sokağa ne zaman adımımı atsam, kaygı verici bir kayıtsızlıkla beni süzen bir seksenlik başka bir kemik torbası görüyordum. Erkekler tüfek taşıyor, kadınlar rengârenk başörtüleri takıyorlardı. Galiba bunlar Ogadenlilerdi.

Boyun kısmında birkaç tane haç dövmesi olan, yaşlılıktan cildi buruş buruş olmuş bir kadın durup dururken eliyle işaret ederek beni kulübesine çağırdı. Bir şeyler mırıldanmaya başladı. Korkmuş görünüyordu. Sorumu anlayabilmesi için bir fincandan yudum alıyormuş gibi yaptım ve katiyi sordum.

Kati?” diye karşılık verdi ve kirli yaprak dolu bir çuvalı işaret etti. Pandomimimi tekrarladı. “Kati mi?”

“Evet!” Çuvaldan bir yaprak alıp kokladım. Bu gerçekten kati miydi? Efsanevi kati, qat shia, Habeş çayı ve belki de tüm kahvelerin atası? Eliyle kulübenin bir köşesinde oturmamı işaret etti ve sonra başka tarafa döndü. Ne var ki gösterdiği köşede üzerine oturulacak bir şey yoktu. Hatta içinde yaprak olan çuvallar dışında kulübede hiçbir şey yoktu. Burası gerçekten bir kafe miydi? Fincanlar yoktu, sandalyeler yoktu… Ayrıca katiyi nerede pişirecekti? Hatta bunların kahve yaprakları olduklarından nasıl emin olabilirdim ki?

Yaşlı kadın durdu ve şüpheli gözlerle bana baktı.

“Bunlar kati mi?” diyerek sorumu tekrarladım.

Hırıltılı bir sesle “Eeeee,” gibi bir şey söyledi.

İşte şimdi olmuştu. Oldukça dürüst görünüyordu. Kirli yere çömeldim. Peki ya katimin içine ilaç kattıysa? Kapı çaldı ve asker üniformalı bir adam içeri giriverdi. Pasaportumu görmek ve Jiga’da ne halt ettiğimi bilmek istiyordu.

Onu ikna edemeyecek kadar etkisiz bir ses tonuyla “Kahve,” dedim. “Birisi beni buraya çağırıp kahve ikram etmek istediğini söylemişti.”

Asker yaşlı kadına bir şey sordu. Kadın da yaprak dolu çuvalı salladı.

“Sen çok aptal bir beyaz adamsın,” dedi öfkeyle. “Burası yasak bölge. Çok tehlikeli! Lütfen, benimle gel.”

“Ama… Bu kadın bana bir fincan…” Asker mazeretimi duymazlıktan geliyordu. “Elbette, asker bey,” dedim isteksizce. “Öncesinde size bir fincan çay ısmarlayabilir miyim?”

“Çay mı?” diye sordu.

“Hayır, hayır. Yani kati demek istemiştim.”

“O ne?”

Açıklamaya başladım. “Olmaz. Bu bölge askeri kontrol altında. Buradan gitmelisiniz.”

Asker beni Harar’a giden bir sonraki kamyona bindirirken, arkadaşlarıyla buluşacaklarını ısrarla söyledikleri halde, birkaç İrlandalı arkadaşın iki New York polisi tarafından Doğu Harlem’den atılmalarını anımsadım.

Arkadaşlarıma en yakın metro istasyonuna kadar eşlik ettikten sonra, “Aptal olma,” demiş polislerden biri. “Burada asla arkadaşınız olmaz.”


ABERA’YA BAŞIMA GELENLERİ ANLATTIĞIMDA, “Alman Cumhurbaşkanı Jiga’ya geliyor,” dedi.

“Seni bu yüzden gönderdiler.”

Ancak iyi haberleri vardı. Kız arkadaşına aradığım şeyden bahsetmişti. Kız arkadaşının ev arkadaşı da katinin nasıl pişirildiğini biliyordu ve kati içmem için beni evine davet etmişti.

Aslında kahve yaprağından yapılan iki çeşit içecek vardır. İlki ve daha yaygın olanı kati veya kotea, kavrulmuş kahve yapraklarından yapılan bir karışımdır. Diğeri amertassadır. Birkaç gün boyunca gölgede kurumaya bırakıldıktan sonra kavrulmadan demlenen yeni toplanmış yeşil yapraklardan yapılan içeceğin eski bir türüdür. Malzemelerimizi aldığımız dükkânın sahibi olan kadın, büyükannesinin amertassa içtiğini hatırlayabiliyordu. Şimdilerde ise içen neredeyse kalmamıştı. Yine de, turuncu ve yeşil renkleriyle parıldayan geniş kati yapraklarının göründüğü eski bir çuvalı vardı.

İçilen ilk kahvelerin kati ve amertassa olması muhtemel; çünkü Etiyopyalılar çok eski zamanlardan beri kahvenin çekirdeklerini yeseler de, kahvenin içilmesi çok eskilere dayanmıyor ve bulunan en eski kayıtlar da kahve içeceğinin yaprakların demlenmesiyle hazırlandığını gösteriyor. Arapçası da Kafta. Bazı bilim insanları kahvenin narkotik bir bitki olan katın yapraklarıyla demlendiğini iddia etmektedir, ancak 1400’lü yılların başında Arap sufi al-Dhabhani, Etiyopyalıların qahwa8 “kullandıklarını” bizzat görmüştü, bu da kahvenin sıvı olarak tüketildiğini gösteren bir kayıttı. Peki Etiyopyalılar ne içiyorlardı? Büyük ihtimalle, kahve yapraklarını demleyerek yaptıkları kısmen efsanevi Habeş çayını. Kavrulmamış çekirdekler ise daha sonra Güney Yemen’de, Muha9’da, Sufi mistik Şâzelî ya da müritlerinden biri tarafından eklenmişti.10

Ne olursa olsun, kati güzel bir kahve. Hazırlanışı da basit: Kurutulmuş yapraklar koyulaşana ve katrana benzer bir kıvam alana kadar düz bir tavada kavrulur. Sonra yapraklar ufalanır ve su, şeker ve bir tutam tuzla kısık ateşte demlenir. Pişme süresi yaklaşık on dakikadır. Ortaya çıkan kehribar rengi içeceğin tadı, lapsang souchong’a (Çinlilerin tütsülenmiş çayına) kıyasla hafif karamelli ve is kokuludur; ancak jelatinimsi kıvamı ve hem tatlı hem tuzlu olmasıyla daha karmaşık bir yapıdadır.

Kati, bilhassa Abera’nın çiğnememiz için aldığı kat yapraklarıyla güzel bir uyum oluşturmuştu. Kat, kahvenin şeytani kız kardeşidir ve Güney Arabistan’la Doğu Afrika’da müptelası çoktur (Batı’da da yakın zamanda sevilmeye başlamıştır). Bu iki maddenin tarihi öylesine iç içedir ki kahve içenlerin koruyucu evliyası Muhalı Şâzelî’nin bir lakabı da “İki Bitkinin de Atası” şeklindedir; kat ve kahve. Katın çiğ yaprakları çiğnenir ve özü çıkana kadar posası ağızda bekletilir. Bunu ilk kez yıllar önce Kenya’da denemiştim ve pek hoşuma gitmemişti; ancak Abera’nın o gün getirdiği şey enfesti, düşük kalite bir ekstaziye benziyordu. Ne var ki, ekstazi fiziksel ve duygusal bir sarhoşluğa sebep olurken, kaliteli kat (ki Harar’da en iyilerinin yetiştiği söylenir), çiğneyen kişiyi transa girmiş gibi hissettirerek, kurulan diyalogları büyüleyici bir duyusal deneyim gibi algılamasına sebep olur ve daha zinde hissettirir.11

Günün geri kalanını Abera’nın geleneksel Harar evinde uzanarak geçirdik. Arkadaşlar ziyarete geldi. Daha fazla kat çiğnendi, daha fazla kati demlendi. En önemli şeyin kendini ifade etme ve birbirini anlama olduğu samimi, fakat boşa geçen öğleden sonramızdan aklımda kalan tek şey katın dumanıydı. Hava çok sıcaktı fakat Abera’nın toprak evi serindi ve minderler sayesinde rahatımız yerindeydi. Abera’nın, saç kesiminden dolayı büyük bir hayranlık beslediğini itiraf ettiği Rod Stewart’tan bahsettik. Daha sonra, “Süleyman Vakti” adlı daha ciddi bir kat oturumu sırasında konu büyücülüğe geldi. Müslümanların insanları lanetlemek için kahveyi kullanmış olduklarını iddia eden Etiyopyalı Hıristiyan diyakozdan bahsettim. Abera daha önce böyle bir şey duymamıştı. Ancak Harar’da bazılarının kahveyi mucizevi bir şifa aracı olarak kullandıklarını söyledi.12

“İnsanlar bu kişiler tarafından iyileştirilmek için çok uzaklardan Harar’a geliyor,” dedi.

“Hiç yapılırken gördün mü?” diye sordum.

“Bir kez.” Başını iki yana salladı. “Bu insanların yaptıklarını onaylamıyorum.”

“Neden ki?” diye sordum. “Yoksa Zar’ı mı gördün?”

“Sen Zar’ı biliyor musun?”

“Addis’teki rahip bahsetmişti. Bir şeytan, değil mi?”

“Hayır, tam olarak değil. Şeyhe görünen bir şey.” Bir Birleşmiş Milletler ajansı için çalışan fakat hiç İngilizce bilmeyen arkadaşına bir soru sordu. “Evet, arkadaşım da Zar’ın şeyhe göründüğünü söylüyor. O tüm bu insanları tanır.”

Meşhur bir şeyh, Etiyopya’nın kutsal Wolla Gölü’nde dört yıllık özel eğitimini tamamladıktan sonra Harar’a daha yeni dönmüştü. Her salı ve Perşembe, Harar’da seanslar düzenliyordu. O gün de bir seans olacaktı.

“Arkadaşın bu kutsal adamları tanıyor mu?” diye sordum.

“Evet. Bazılarını.”

Tereddüt ederek “Bir yabancı bu şifa seanslarına katılabilir mi?” diye sordum.

“Gitmek mi istiyorsun?” Abera şaşırmış görünüyordu. “Bilmem…” Arkadaşına başka bir soru daha sordu. “Bilmediğini söylüyor. Yabancılar bu tür şeylere gitmiyormuş. Ama sorabilir.”

Öğleden sonramızın geri kalanını şeyhin nerede olduğunu bulmaya çalışarak geçirdik ve en sonunda hâlâ uyumakta olduğunu öğrendik. Müritleri bugünün tatil olduğunu ve en iyisinin daha sonra gelmemiz olacağını söylediler. Tabii ki hediyelerle…

“Hediyelerle mi?” diye sordum.

“Evet, bu normal bir şey. Saygımızı göstermek için.”

Planımızı yaptık. Ben otele dönerken, Abera “saygı”mızı satın almaya yalnız gidecekti. Akşam da tekrar buluşacaktık. Ancak bu arada hediyeleri alması için ona biraz para vermeliydim. Acaba tüm bunlar bir aldatmaca mıydı diye düşünmeden edemedim, ancak yine de parayı verdim.

Parayı vermeden önce, “Onlara ne alacaksın?” diye sordum.

“Yeşil kahve çekirdekleri,” dedi. “Hep çekirdek alınır. İki kilo yeterli. Onlara başka bir şey verme! Sadece izleyeceksin, tedavi edilmeyeceksin.”

2

Etiyopya Duası

Eele buna nagay

nuuklen eele buna iijolen

haagudatu hoormati haagudatu

waan haamtu nuura dow

bokai magr nuken.

Garri / Oromo duası

KAHVE ÇEKİRDEĞİ HARAR’DA UZUN ZAMANDAN BERİ bir güç sembolüdür. Şehrin adıyla anılan kahve yetiştiricisi “Haraşlar”ın, bu bitkiyi yetiştirme sanatı kaybolmasın diye şehirden çıkmaları yasaklanmıştı. Makamının bir göstergesi olarak Emir’in baş-muhafızına, küçük bir kahve bahçesi sahibi olma izni veriliyordu.

Tabii ki yerliler, yukarıdaki duada da söylendiği gibi, kahve demliklerine tapıyorlardı. Duanın çevirisi şöyle:

Kahve demliği, bize huzur ver,kahve demliği, çocuklarımızın büyümesine izin ver,lütfen bizi zenginleştir,şeytanın boynuzlarından bizi esirge,bize yağmur ve yeşil alanlar ver.

Günün ilk kahvesini içerken hepimizin şükrettiğini düşünüyorum. İlk fincan, zihin hâlâ bulanık ve kişi keyifsizken edilen sessiz bir duadır. “Ey sihirli fincan,” diye başlar ve şöyle devam edebilir: “Beni trafik sıkışıklığından kurtar. Metroda medeni davranmamı sağla. Beni bağışladığın gibi, işverenimi de bağışla. Amin.”

Ancak Garri / Oromo kabilesinin duası daha ciddidir; tanrılara sunulan besili öküzün yerini kahve çekirdeklerinin aldığı, seks ve ölümü kutlayan bun-qalle adlı bir ayinin parçasıdır. Garrilerde, kahve meyvesinin kabuğu soyulur ve rahipler bu minik kurbanlıkların baş kısmını ısırırarak kopartır. Bu, katliamı simgeler. Daha sonra çekirdekler tereyağında pişirilir ve yaşlılar tarafından çiğnenir. Böylece yaşlıların spiritüel güçleri artar, ayini kutsarlar ve katılımcıların alnına kahve kokulu kutsal tereyağından sürerler. Sonrasında çekirdekler tatlı sütle karıştırılır ve dua okunurken herkes bu sıvıdan içer.

Tüm bu ayin birazcık da olsa tanıdık geliyor olabilir. Kahvenin ikram edilmediği bir iş toplantısına kim gitmiştir ki? Garri duasına göre bizi zenginleştirmesinin yanı sıra zihinsel faaliyetleri hızlandırma amacıyla kullanımı da bir fincan kahveyi uluslararası bir iş normu haline getirmiştir. Bu şekilde bakıldığında modern bir işyeri, kendi kutsal demliği etrafında toplanan bir “kabile”den başka bir şey değildir ve bun-qalle de, dünyanın en yaygın sosyal ayininin arketipinden, yani insanın ilk kez kahve içip sohbet etmek için toplantılar düzenlemesinden başka bir şey değildir.

Bun-qalle’de kahvenin bu ayinde ilk kez bilinci etkileyen veya mucizevi bir uyuşturucu olarak kullanıldığını gösteren iki şey vardır. İlki, Kefa yakınlarındaki Oromo savaşçılarının çiğnediği kahve toplarından türediği bariz bir yöntem olan çekirdeklerin kavrulduktan sonra yenmesidir. Harar’ın birkaç yüz kilometre güneyinde yaşayan Garriler, Oromolarla akrabadır ve aynı dili konuşurlar. Kavrulmuş çekirdeklerin süte eklendiği ve karışımın içildiği ayinin ikinci kısmı, bu alışkanlığın İslamiyetten önce geldiğinin (MS 600) göstergesidir; çünkü Müslüman simyacılar kahve ve sütü karıştırmanın cüzama sebep olduğuna inanıyorlardı (bu da, birçok Avrupalının sütlü kahve içmek istememesinin altında yatan bir inançtır).

Bu ayinin oldukça eski olduğunu gösteren başka bir bulgu da Garrilerin bun-qalle’yi Gök Tanrı Waaq ile ilişkilendiriyor olmasıdır. Bu tanrıyı daha önce duymamış olabiliriz, ancak Waaq’a tapınmanın dünyanın ilk dinleri arasında olduğu düşünülmektedir. Eski Waaq ayinlerinde, kahve çekirdeklerinin yenilip yenilmediği ise bilinmiyor. Garriler, favori çekirdeklerimizi tadan ilk insanlar arasındaydı ve psikoaktif ilaçları keşfeden ilkel insanlar, bu ilaçlara tapma eğilimindeydi (bugün aşağılanan bir eğilimdir); işte bu iki bilgiden hareketle kahve çekirdekleri yemenin Waaq ayinlerine nispeten erken bir zamanda eklendiğini söylemenin yanlış olmayacağını düşünüyorum.

Antropolog Lambert Bartel’ın bir eserine göre, Batı Etiyopya’nın Oromo kültüründe kahve çekirdeği, kadının cinsel organına benzetilmektedir ve bu benzerlik bir başka bun-qalle ayininin doğmasına yol açmıştır. Bu ayinde cinsellik kavramı o kadar önemlidir ki, ayinden önceki gece cinsel perhize girilir. Oromo halkından bir ihtiyar olan Gam-machu Magarsa, Bartel’a, “Kahve meyvelerinin ısırılarak açılışını, vajinasına erişmek için erkeğin kızı bacaklarını açmaya zorladığı ilk cinsel ilişkiye benzetiyoruz,” demiştir. Kabukları soyulan çekirdekler, penis anlamına gelen dannaba isimli bir çubukla tereyağında karıştırılırlar. Bazı insanlar çubuk yerine taze ot demetleri kullanır; çünkü cansız bir tahta parçası “hayat veremez” veya çekirdekleri dölleyemez. Çekirdekler karıştırılırken, kahvenin meyveleri sıcaktan patlayıp “tıssss” diye ses çıkarana kadar başka bir dua okunur. Meyvenin bu şekilde patlaması hem doğuma hem de ölen kişinin son haykırışına benzetilir. Çekirdekleri karıştıran kişi bu aşamada şöyle dua eder:

Ashama, kahvem, ağzını açarak patladığın yerde bize barış verLütfen bana huzur dile Beni tüm şom ağızlardan koru

Kahve çekirdeği yenildiğinde, yeni fikirler vermek ve yaşamı kutsamak üzere “ölür”; Oromoların da söylediği gibi herhangi birinin hatırlayabileceği en eski tarihe kadar dayanan bir gelenektir bu. Çekirdek yendikten sonra topluluk; sünnet, evlilik, araziyle ilgili anlaşmazlıklar veya tehlikeli bir yolculuğa çıkma gibi güncel konuları ele alır.

Bun-qalle ile ilgili önemli bir nokta da çekirdeklerin ezilmeden, süte bütün olarak eklenmesidir. Ezilmiş çekirdeklerin su gibi nötr bir sıvıya eklendiği, böylelikle de çekirdeklerin güçlerini tamamen serbest bıraktığı gerçek demleme, lanetleme veya o geceki ayinde olacağı gibi kötü bir ruhun defedilmesi gibi daha karanlık işlere mahsustur.


“ÜÇKÂĞIDA GELMİŞSİN GİBİ GELİYOR BANA,” DEDİ AARON.

Aaron, Abera’nın beni Zar ayinine götürmesini beklerken tanıştığım Amerikalı bir sağlık uzmanıydı.

Abera’ya verdiğim hediyeyi düşünerek “Kırk birr eder,” dedi. “Büyük para. Umarım yanılıyorumdur.”

Aaron, özellikle Etiyopyalıları pek sevmiyordu ve görüşlerini destekleyecek bazı çalışmalar bulmuştu. Bu çalışmalara göre, kıtlık boyunca bölgeye yapılan büyük çapta uluslararası yardım akışı, yabancılardan dilenmeyi sosyal bir norm haline getirmişti. Aaron’a göre burada dilenmek nefes almak kadar doğal bir şeydi. Doğru olsun veya olmasın, Etiyopya kentlerinde, daha önce yalnızca insanların sadece birkaç birra otlanmak için sahte dostluklar kurmaya pek de ihtiyaçlarının olmadığı Amerika’da rastladığım bir tür dilencilik olduğu yadsınamazdı.

“Hayır, arkadaşını bir daha asla görmeyeceksin,” diyerek beni inandırdı Aaron. “Neden odama gelip satın aldığım sepetlere bir bakmıyorsun? Her biri yalnızca yetmiş dolar.”

Abera tam zamanında geldi. Her şey ayarlanmıştı. Artık ayine gidebilirdim.

“Ama onlara daha fazla hediye verme!” diye tekrarladı. “Bunlar yeterli. Ayinde ikram edilen hiçbir şeyi de içme.”

Moralimizi bozan tek şey onun ayine gelmiyor olmasıydı. Bir sınav için ineklemesi gerekiyordu. Abera’nın yerine, dindar Katolik bir arkadaşı benimle ayine gelmeyi kabul etmişti.

“Katolik arkadaşın gelecek mi?” diye sordum.

“Söz verdi,” dedi Abera tereddüt ederek. “Stewart, sana bir şey sormam gerek. Ayine giderken bu şapkayı takacak mısın?”

Abera, bana ilk katiyi hazırlayan Jiga’daki kadının oldukça gülünç bulduğu eski hasır şapkamdan bahsediyordu. Belli bir giyim eşyasına çok bağlanıp onu üzerinizden hiç çıkarmak istemezsiniz ya, işte o durumdaydım. K-mart mağazasından aldığım Avustralya tarzı bu şapkayı çok seviyordum ve şapkam seyahatimin son bir yılında oldukça zarar görmüştü. Etiyopya’ya geldiğimde, artık şapkam beş altı siyah yamanın bir arada tuttuğu buruşmuş bir saman parçasıydı. Üstelik kirliydi de; dağılmasın diye onu yıkamaya bile cesaret edemiyordum. Şapkamı her haliyle seviyordum. Değişik milliyetlerden insanlar şapkamla ilgili farklı ama karakteristik tepkiler veriyorlardı. Nepalliler şapkam için şakayla karışık büyük paralar teklif etmişlerdi. Hintliler gülmüş ve şapkamın “eşsiz niteliğini” övmüştü. Etiyopyalılar ise sadece şapkamın hijyenik olmadığını düşünmüştü.

“O şapkayı takamazsın,” dedi Abera. “Bu akşam olmaz. Saygısızlık olur.” İslami tarzda bir başörtüsü çıkardı. “Bunu tak. Hatta dur ben hallederim.”

“Tamam,” dedim. Haklı olduğunu biliyordum. Ayrıca, üzerinde mavi ve kırmızı zambak desenleri olan beyaz başörtüsü daha şıktı. Abera örtüyü bir sarık gibi başıma doladı.

“İyi görünüyor,” dedi. “Müslümanlara benzedin.”

“Artık tanınmam, değil mi?”

“Muhtemelen. Gece geç saatlerde Harar’da bu şekilde yürümek daha az tehlikeli.”

Bir süre sohbet ettik. Akşam yemeği teklifimi geri çevirdi ve ona Cosmopolitan dergisinin sayılarından göndermemi son bir kez daha hatırlattıktan sonra (üniversite gazetesinin editörüydü) yanımdan ayrıldı. Ben de otelin lobisinde oturup beklemeye başladım.

Saat sekiz olmuştu. Sonra dokuz. Derken on oldu. Otel bekçisi uyku hasırını yere sererken, biri ön kapıyı çaldı. Gelen Abera’nın arkadaşıydı. Ona geldiği için teşekkür ettim, ancak ayinin bitmiş olma ihtimalini de sordum, çünkü iki saat geç kalmıştık. “Sorun değil,” dedi. Her şeye rağmen, Harar’ın karanlık sokaklarında aceleyle ilerliyorduk. Yerde çömelmiş duran adamlar haykırarak selam veriyordu. Kadınlar ise daha utangaç şekilde gülümseyerek “merhaba” diyorlardı.

Arkadaşım başımdakini işaret ederek “Müslüman olduğunu sanıyorlar,” dedi.

Kasabanın merkezinden uzaklaştıkça ortalık sessizleşti. Arkadaşımın da sesi çıkmıyordu. Harar sokaklarının, daha önce buralarda köleleştirilmiş tüm kabilelerin ruhları tarafından lanetlenmiş olduğu söylenir. Bazıları, geleneğe göre çift cinsiyetli olduklarına inanılan Harar sırtlanlarının, hadım edilen ve harem ağası olarak satılan yoksul erkeklerin ruhları olduklarını söyler. On sekizinci yüzyılda yaşamış Fransız gezgini Antoine d’Abladie’nin aktardığına göreyse sırtlanların, Zar ruhlarına saldırıp onları yiyen buda isimli bir tür kurt adam olduğuna inanılıyordu.

На страницу:
2 из 5