bannerbanner
Scarlet Pimpernel
Scarlet Pimpernel

Полная версия

Scarlet Pimpernel

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
4 из 5

Marguerite St. Just, tam da şehir sınırları içinde dünyanın gördüğü en büyük sosyal değişimin yaşandığı sıralarda, Paris’in sanatsal çevrelerinde ilk çıkışını yapmıştı. Henüz on sekiz yaşındaydı, doğuştan büyük bir yeteneğe ve güzelliğe sahipti, başındaki tek insan genç ve fedakâr erkek kardeşiydi. Çok geçmeden Rue de Richelieu’deki hoş dairesinde muhteşem olduğu kadar seçkin bir kitle de toplamayı başaracaktı ki bu seçkinlik yalnızca nereden baktığınıza bağlıydı. Marguerite St. Just, hem ilke hem de kanaat olarak bir cumhuriyetçiydi, mottosu doğuştan eşitlikti. Şans eşitsizliği onun gözünde nahoş bir kazaydı, kabullendiği tek eşitsizlik ise yetenekle alakalıydı. “Para ve unvanlar kalıtsal olabilir, ancak akıl öyle değildir,” derdi. Bu yüzden büyüleyici salonu yalnızca özgünlüğe ve kültüre, dehaya ve zekâya, zeki erkeklere ve yetenekli kadınlara açılırdı. Buraya giriş, o dertli zamanlarda bile Paris çemberi içinde yer alan kültür dünyasında, sanatsal bir kariyerin mührü gibi görülüyordu.

Zeki insanlar, seçkin insanlar, hatta soylu insanlar bile Comédie-Française’de boy gösteren bu büyüleyici aktrisin etrafında daimi ve muhteşem bir maiyet oluşturmuşlardı. O ise cumhuriyetçi, devrimci, kana susamış Paris’te ve Avrupa’nın kültür dünyasında, arkasında çok ilgi çekici bir iz bırakan parlak bir kuyrukluyıldız gibi süzülüyordu.

Sonra beklenmedik bir şey oldu. Bazıları anlayışla gülümseyip bu duruma sanatçı tuhaflığı dedi; diğerleri ise bunu akıllıca bir karar olarak gördü, çünkü o sıralarda Paris’teki olaylar gitgide daha çalkantılı bir hale geliyor ve hızla gelişiyordu. Ancak yine de bu olayın gerçek sebebi bir bilmece ve gizem olarak kaldı. Her neyse, Margurite St. Just günün birinde Sör Percy Blakeney ile evlendi. Hem de birdenbire, arkadaşlarına herhangi bir haber bile vermeden… Hatta soirée de contrat8, dîner de fiançailles9 ya da şık bir Fransız düğününün diğer geleneklerini gerçekleştirmeden…

O aptal ve sıkıcı İngiliz’in, arkadaşlarının tümünün tabiriyle “Avrupa’daki en zeki kadın”ın etrafında şekillenen kültürel camiaya nasıl dahil olduğunu kimse tahmin edemedi. Kötü niyetli insanlar ise altın bir anahtarın her kapıyı açtığını ileri sürdüler.

Neyse; “Avrupa’daki en zeki kadın” evlendi ve kaderini o “aşırı sersem” Blakeney’ye bağladı. En samimi arkadaşları bile bu garip kararı, o yüce sanatçı tuhaflığına bağlamaktan başka bir şey yapamadılar. Onu tanıyan arkadaşları, Marguerite St. Just’ün o aptalla maddi çıkarları uğruna evlendiği fikriyle alay ediyorlardı. Çünkü biliyorlardı ki aslında Marguerite St. Just parayı umursamıyordu, unvanla ise hiç ilgilenmiyordu. Dahası, kozmopolit dünyada Blakeney kadar zengin olmasa da onun kadar asil en az yarım düzine daha adam vardı ve bu adamların her biri, Marguerite St. Just’e göz koyduğu her şeyi sunmaktan memnuniyet duyarlardı.

Sör Percy’ye gelirsek, üstlendiği meşakkatli vazife için tamamen vasıfsız olduğu herkesçe biliniyordu. Başlıca vasıfları, Margurite’e duyduğu sınırsız hayranlığı, aşırı zenginliği ve İngiliz meclisinde çok gözde olmasıydı. Gelgelelim Londra camiası, entelektüel sınırlar göz önüne alındığında, Sör Percy’nin bu maddi avantajları daha az muhteşem ve daha az zeki bir eşe sunmasının onun için daha akıllıca olacağını düşünüyordu.

Her ne kadar son zamanlarda yüksek İngiliz cemiyetinde baskın bir figür haline gelmişse de yaşamının ilk yıllarının çoğunu yurtdışında geçirdi. Babası, merhum Sör Algernon Blakeney, çok sevdiği genç eşinin iki yıllık mutlu bir evlilikten sonra korkunç bir şekilde deliliğe sürüklenişine şahit olmak gibi dehşet verici bir talihsizlik yaşamıştı. Merhum Leydi Blakeney o günlerde tedavi edilmesi umutsuz görülen ve âdeta Tanrı tarafından tüm aileye gönderilen bir lanet olarak nitelendirilebilecek o korkunç derdin pençesine düştüğünde, Percy henüz yeni doğmuştu. Sör Algernon hastalığa yakalanmış genç eşini yurtdışına götürdü ve muhtemelen Percy de eğitimini orada aldı; reşit olana dek, aklını kaybetmiş annesi ve çok endişeli babasıyla yaşamak zorunda kaldı. Ebeveynlerinin birbirinden çok da uzak olmayan ölümleri sonrası özgür bir adam haline geldi. Sör Algernon mecburen sade ve münzevi bir hayat yaşadığından büyük Blakeney mirası on misline katlanmıştı.

Sör Percy Blakeney, evine bu güzel ve genç Fransız kadını getirmeden önce sürekli yurtdışına çıkardı. Dönemin sosyete camiası, ikisini de kollarını açmış bir şekilde bekliyordu. Sör Percy zengindi, eşi ise başarılıydı, Galler Prensi her ikisini de çok sevmişti. Altı ay içinde moda ve lüks yaşamın herkesçe kabul edilen liderleri haline geldiler. Sör Percy’nin paltoları tüm şehrin dilindeydi, boş lafları alıntılanıyordu, aptalca gülüşü Almack’s ya da Mall’daki gençler tarafından taklit ediliyordu. Herkes, onun son derece aptal olduğunu biliyordu; ancak bu, Blakeneylerin tüm nesiller boyunca sersem oldukları göz önüne alındığında ya da annesinin çılgına dönmüş bir halde öldüğü düşünüldüğünde, çok da şaşılacak bir şey değildi.

Böylece camia onu kabul etti, gözdesi haline getirdi ve el üstünde tuttu; çünkü atları ülkedeki en iyi atlardı, şölenleri ve şarapları çok seviliyordu. “Avrupa’daki en zeki kadın”la evlenmesine gelirsek, ne diyebiliriz ki? Kaçınılmaz olan, emin ve hızlı adımlarla geldi. Kimse ona acımadı, zira bunu kendisi seçmişti. İngiltere’de asil soydan gelen bir dolu güzel kadın vardı, hepsi de servetini harcama konusunda Blakeney’ye seve seve yardım eder, o sırada da boş laflarını ve komik aptallığını güler yüzle karşılarlardı. Dahası Sör Percy’nin acınmaya hiç ihtiyacı yok gibi duruyordu, zira zeki eşiyle gurur duyuyordu. Hatta eşinin ona karşı hissettiği iyi huylu kibri saklamaya yeltenmemesini ve onun paralarıyla zaten mevcut olan yeteneğini geliştirerek memnun olmasını çok kafasına takmıyor gibiydi.

Aslında Blakeney gerçekten de olan biteni doğru şekilde yorumlayamayacak kadar aptaldı. Richmond’daki güzel evinde, sakin bir iyi huylulukla zeki eşinin geri planında kalıyordu. Her türlü mücevheri ve lüksü kadının önüne seriyordu. Kadın da bunları tıpkı Paris’teki entelektüel zümreyi kabul ettiği gibi eşsiz bir zarafetle kabul ediyor, Blakeney’nin muhteşem konağının kapılarını büyük bir misafirperverlikle açıyordu.

Fiziksel olarak Sör Percy Blakeney, inkâr edilemeyecek biçimde yakışıklıydı, tabii alışılagelmiş tembel ve bezgin bakışlarını saymazsak. Kusursuz giyiniyordu, bir İngiliz beyefendisinin sahip olabileceği en muhteşem zevke sahipti. Paris’ten İngiltere’ye getirilen çok pahalı ve gösterişli kıfayetlerle kuşanıyordu. Eylül ayının bu özel öğleden sonrasında, at arabasıyla yaptığı uzun yolculuğuna, hatta tüm o yağmur ve çamura rağmen paltosu güzel omuzlarının üzerinde hâlâ kusursuz bir şekilde duruyordu. En kaliteli şerit dantellerin dalgalı fırfırlarından çıkan elleriyse neredeyse bir kadının elleri kadar beyazdı. Aşırı kısa saten ceketi, geniş klapalı yeleği ve dar dikim çizgili pantolonu iri yarı vücudunun güzelliğini iyice ortaya çıkarıyordu. Hareketsiz dursa İngiliz erkeklerinin en muhteşem örneği olarak kabul görebilirdi; ta ki züppece tavırları, suni hareketleri ve sürekli sersemce gülmesi tüm bu güzel görüntüyü sonlandırana dek.

Sör Percy, eski moda hanın tavernasına girdi, şık paltosundaki damlaları silkeledi, sonra tembel mavi gözüne altın çerçeveli gözlüğünü takıp üstlerine sıkılgan bir sessizlik çökmüş gruba doğru baktı.

“Ne haber, Tony? Ne haber, Ffoulkes?” dedi, iki genç adamın ellerini sıktı. “Aman tanrım, güzel dostlar,” diye ekledi hafif boğucu bir esnemeyle birlikte, “hiç böyle kötü bir gün görmüş müydünüz? Ne biçim bir iklim bu.”

Marguerite, yarı mahcubiyet yarı alay dolu tuhaf bir gülüşle kocasına doğru döndü, canlı mavi gözlerindeki hoş parıltıyla kocasını tepeden tırnağa süzdü.

“Aman!” dedi Sör Percy, bir süre devam eden sessizlikten sonra, çünkü kimse bir yorum yapmamıştı, “Amma süklüm püklüm görünüyorsunuz… Hayırdır?”

“Ah, bir şey yok, Sör Percy,” diye cevap verdi Marguerite neşeyle. Fakat bu, kulağa zorlama bir neşe gibi geliyordu. “Senin sükûnetini bozacak bir şey yok, yalnızca eşine hakaret edildi.”

Açıkça belliydi ki bu söze eşlik eden gülüş, Sör Percy’yi olayın ciddiyetine ikna etme amacıyla atılmıştı. Görünüşe göre işe yaradı da, çünkü kahkaha henüz sonlanmadan Sör Percy uysal bir şekilde:

“Aman, hayatım! Deme. Doğru mu bu? Seninle uğraşan cesur adam kimmiş söyle bakayım.”

Efendi Tony araya girmek istedi ancak bunu yapacak zamanı bulamadı, çünkü genç Vikont çoktan hızlıca öne çıkmıştı.

“Mösyö,” dedi, konuşmaya başlamadan önce özenle başını eğdi ve bozuk bir dille, “Annem, Tournay de Basserive Kontesi, hanımefendiyi incitti, sanıyorum ki bu hanım eşiniz. Annem adına özür dilemeyeceğim; çünkü yaptığı şey bana göre doğruydu. Fakat size, onurlu adamlar arasındaki alışılagelmiş telafiyi sunmaya hazırım.”

Genç adam, cılız vücudunu olabildiğince dikleştirdi. Sör Percy Blakeney’nin iki metreye yakın sıradışı muhteşemliği karşısında çok hevesli, çok gururlu ve çok sert duruyordu.

“Tanrım, Sör Andrew,” dedi Marguerite, neşeli ve âdeta bulaşıcı bir kahkahayla, “şu tatlı manzaraya bir bakın, İngiliz hindisi ve Fransız horozu karşı karşıya.”

Benzetme kusursuzdu. İngiliz hindisi, etrafta tehditkâr bir biçimde gezinen cılız ve küçük Fransız horozuna hayretle bakıyordu.

“Hayret! Efendim,” dedi Sör Percy en sonunda, gözlüğünü tekrar takmıştı ve genç Fransız’ı açık bir hayretle izliyordu, “melekler aşkına, İngilizce konuşmayı nereden öğrendiniz?”

“Mösyö!” diye karşı çıktı Vikont, savaşçı tavrının hantal görünüşlü İngiliz tarafından görmezden gelinmesi onu bir nebze mahcup etmişti.

“Fakat bu muhteşem!” diye devam etti Sör Percy, soğukkanlı bir şekilde. “Hem de ne muhteşem! Sence de öyle değil mi Tony, ha? Ben bile Fransız dilini böyle konuşamıyorum. Değil mi?”

“Hayır, işte buna kefil olurum!” diye katıldı Marguerite. “Sör Percy’nin İngiliz aksanını ise neredeyse gözle görebilirsiniz.”

“Mösyö,” diye araya girdi Vikont ısrarla, daha da bozuk bir dille konuşmaya başlamıştı. “Korkarım ki anlamadınız. Size beyefendiler arasındaki tek olası telafiyi teklif ediyorum.”

“O da neymiş?” diye sordu Sör Percy, sakin bir şekilde.

“Kılıcım, mösyö,” diye cevap verdi Vikont, her ne kadar hâlâ afallamış olsa da tepesi atmaya başlamıştı.

“Sen bahisleri seversin Efendi Tony,” dedi Marguerite neşeyle, “küçük horoza bire on koyuyorum.”

Fakat Sör Percy, yarı açık gözkapakları arasından Vikont’a bir süreliğine uykulu gözlerle baktı, sonra bir kere daha esnedi ve uzun kollarını gerdi, sakin sakin döndü.

“Tanrı sizi korusun, efendim,” diye mırıldandı güler yüzüyle, “Ah be genç adam, senin kılıcını ne yapayım ben?”

O uzun kollu İngiliz’in küstahlığı karşısında Vikont’un hissettikleri ve düşündükleri yazılsa kitap olurdu. Ağzından yalnızca tek bir söz çıkarabildi, çünkü diğer kelimeler kabaran öfkesi yüzünden gırtlağında tıkanmıştı:

“Bir düello, mösyö,” diye kekeledi.

Blakeney bir kez daha döndü. Uzun boylu olduğundan önündeki sinirli küçük adama yüksekten bakıyordu, ancak sakinliğini bir an için bile kaybetmemişti. Tipik neşeli ve aptalca kahkahasını patlattı, uzun ince ellerini paltosunun geniş ceplerine gömüp sakince “Kana susamış genç kabadayı, kanunlara saygı duyan bu adamın vücudunda bir delik mi açmak istiyorsun? Bana gelirsek, ben hiç düello yapmam efendim,” dedi, uysal bir şekilde oturup uzun ve tembel bacaklarını önüne doğru uzatırken. “Düellolar fazlasıyla nahoş şeyler, değil mi Tony?”

Vikont’un, beyefendiler arasındaki düello geleneğinin İngiltere’de kanunun bükülmez eliyle geride bırakıldığını duyduğuna şüphe yoktu. Yine de, cesaret ve onur kavramlarını yüzyıllardır süregelen tek kaide geleneğine bağlayan bir Fransız olduğu için, gerçekten düello yapmak istemeyen bir beyefendinin görüntüsü onun için büyük bir alçaklıktı. Bu uzun bacaklı İngiliz’in suratına doğru korkak diye haykırıp haykırmaması gerektiğini ölçüp tarttı, bir hanımefendinin huzurunda böyle bir davranışın centilmence olup olmayacağını düşündü, tam o sırada Marguerite gülümseyerek araya girdi.

“Efendi Tony, size yalvarıyorum,” dedi nazik, tatlı ve ahenkli sesiyle. “Sizden arabulucu olmanızı istiyorum. Çocuk öfkeden patlayacak,” dedi ve azıcık sert bir iğnelemeyle “Sör Percy’ye zarar verebilir,” diye ekledi. Alaycı bir kahkaha patlattı; ne var ki bu bile, eşinin değişmez sükûnetini bozamadı. “İngiliz hindisi yine gününde galiba,” dedi Marguerite. “Sör Percy, en yüce azizleri bile kışkırtırken kendi öfkesini kontrol etmeyi başarır.”

Blakeney, her zamanki gülümsemesiyle kendisine karşı atılan kahkahalara katılmıştı.

“Bu çok zekiceydi bak, değil mi?” dedi, sakin sakin Vikont’a döndü. “Efendim, hanımım çok zeki bir kadındır. Eğer İngiltere’de uzun süre yaşarsanız, bunu siz de öğrenirsiniz.”

“Sör Percy haklı, Vikont,” diye araya girdi Efendi Tony, elini dostça genç Fransız’ın omzuna attı. “İngiltere’deki hayatını, onu düello yapmak için kışkırtarak geçirmen pek iyi olmaz.”

Vikont, bir anlığına tereddüte düştü, sonra sisin hâkim olduğu bu adadaki sıradışı onur kaidesini kabullenip hafifçe omuzlarını silkti, ağırbaşlı bir tavır takınıp:

“Ah, peki! Eğer mösyö bu durumdan memnunsa, ben de memnunum. Siz, efendim, bizim koruyucumuzsunuz. Eğer yanlış bir şey yaptıysam geri çekiliyorum,” dedi.

“Aynen, geri çekil!” diye araya girdi Blakeney, memnuniyetini gösteren derin bir nefes aldı. “Buradan uzaklaş bakalım, heyecanlı yavru enik,” diye de ekledi. “Tanrım, Ffoulkes, eğer bu genç Fransa’dan getirdiğiniz yüklerin bir örneğiyse, onları Kanal’ın ortasında bırakmanızı tavsiye ediyorum, yoksa bu konuyu yaşlı Pitt’le görüşmek ve kaçakçılığını yaptığınız yükler için kısıtlayıcı bir gümrük tarifesi çıkarmasını sağlamak zorunda kalacağım.”

“Aa, Sör Percy, yiğitliğin seni yanlış yönlendiriyor,” dedi Marguerite, cilveli bir tavırla “senin de Fransa’dan bir şey ithal ettiğini unutuyorsun galiba,” diye de ekledi.

Blakeney yavaşça ayağa kalktı, eşinin önünde büyük bir ciddiyetle ve özenle eğilip eksiksiz bir nezaketle:

“Tüm Fransa’nın en iyisini seçtim madam, zira zevkim mükemmeldir,” dedi.

“Korkarım ki yiğitliğinden mükemmel olduğu kesin,” diye iğneleyici bir cevap verdi Marguerite.

“Üstüme iyilik sağlık, canım! Mantıklı davran! Burnunun şeklini sevmeyen her küçük kurbağa yiyicinin, vücudumu iğne yastığı olarak kullanmasına izin vermem gerektiğini mi düşünüyorsun?”

“Tanrım, Sör Percy!” diye güldü Leydi Blakeney, tatlı bir şekilde kısaca reverans yapıp “Korkmanıza gerek yok! Burnumun şeklini sevmeyenler erkek değil,” dedi.

“Korkmak mı? Cesaretimden şüphe mi duyuyorsunuz, madam? Ben boşu boşuna büyüklük taslamam, öyle değil mi Tony? Bundan önce Kızıl Sam’le yumruklaşmıştım, adamın sonu iyi olmadı.”

“Aman Sör Percy,” dedi Marguerite, hanın eski meşe kalasları arasında yankılanan büyük ve neşeli bir kahkaha patlattı. “Sizi o halde görmeliydim. Hahahaha! Eminim ki çok tatlı görünmüşsünüzdür. Bir de… Bir de şimdi bakın, küçük bir Fransız gençten korkuyorsunuz. Haha! Hahahaha!”

“Hahaha! Hehehe!” diye katıldı Sör Percy gülüşmeye, büyük bir neşeyle. “Madam, beni onurlandırdınız! Ffoulkes, bunu gördün mü? Eşimi güldürdüm. Avrupa’daki en zeki kadını! Acayip bir şey, buna içmeliyiz!” Büyük bir heyecanla yanındaki masayı tıklattı. “Hey! Jelly! Çabuk buraya, be adam! Buraya gel Jelly!”

Herkesin keyfi tekrar yerine geldi. Bay Jellyband, son yarım saatte yaşadığı duygulardan arınmak için büyük çaba göstermişti. “Bir testi meyve kokteyli istiyoruz, güzel ve sert olsun, tamam mı?” dedi Sör Percy. “Zeki bir kadını güldüren esprileri iyice süslememiz lazım! Hahaha! Hadi acele et güzel dostum!”

“Hayır, bunun için zaman yok Sör Percy,” diye araya girdi Marguerite. “Kaptan doğrudan buraya gelecek ve kardeşim gemiye binmek zorunda, yoksa DAY DREAM akıntıyı kaçırır.”

“Zaman mı, hayatım? Bir beyefendinin her zaman, sarhoş olacak ve akıntı kaybolmadan gemiye binecek kadar zamanı vardır.”

“Hanımım, galiba genç beyefendi şu an Sör Percy’nin kaptanıyla birlikte geliyor,” dedi Jellyband, saygılı bir biçimde.

“Bu doğru,” dedi Blakeney. “Gelince Armand da bu güzel testiden içmek için bize katılır.” Sonra Vikont’a doğru dönerek “Sen ne dersin Tony? Züppe hazretleri de bize katılır mı? Ona uzlaşmanın şerefine içtiğimizi söyle,” diye ekledi.

“Şu bir gerçek ki siz çok neşeli bir grupsunuz,” dedi Marguerite, “Bu yüzden kardeşime başka bir odada veda edersem beni affedeceğinize inanıyorum.”

Buna karşı çıkmak münasebetsizlik olurdu. Hem Efendi Antony hem de Sör Andrew, Leydi Blakeney’nin o an kendilerine katılacak havada olmadığını hissetti. Çünkü kardeşi Armand St. Just’e olan sevgisi, çok engin ve aşırı dokunaklı bir sevgiydi. Armand kız kardeşinin İngiltere’deki evinde birkaç hafta geçirmişti ve ülkesine hizmet etmek için geri dönecekti, üstelik o sıralarda bu denli bir özverinin ödülü genelde ölüm oluyordu.

Sör Percy de eşine karşı çıkmadı. Bununla birlikte, her hareketine etki eden kusursuz ve biraz da aciz bir nezaketle, taverna kapısını eşi için açtı, dönemin usulüne uygun olarak çok makbul ve özenli bir şekilde başını eğdi; fakat eşi, odadan çıkarken ona kısa süren kısmen kibirli bir bakıştan fazlasını sunmadı. Muhteşem eşinin arkasından bakarken uçarı ve sersem Sör Percy’nin gözlerinde oluşan yoğun özlem, derin ve ümitsiz arzu dolu bakışı yalnızca, Suzanne de Tournay ile tanıştığından beri her düşüncesi daha keskin, daha nazik ve doğal olarak daha anlayışlı hale gelen Sör Andrew Ffoulkes fark etmişti.

Yedinci Bölüm

Saklı Bahçe

Marguerite Blakeney, gürültülü tavernadan çıktıktan sonra, loş ışıkla aydınlanan antrede tek başınayken daha rahat nefes alıyor gibiydi. Derin bir iç çekti; bu, tıpkı sürekli kendine hakim olmanın ağır yükü altında ezilmiş birinin iç çekişi gibiydi. Yanaklarından birkaç damla gözyaşının süzülmesine aldırış etmedi.

Dışarıda yağmur durmuştu; fırtına sonrasında hızla hareket eden bulutların arasında parlayan güneşin soluk ışınları, bembeyaz güzel Kent kıyısını ve Admiralty iskelesinin etrafında kümelenen düzensiz eski evleri aydınlatıyordu. Marguerite Blakeney verandaya adım atıp denize doğru baktı. Durmadan değişen bulutların gölgesi altında, beyaz yelkenleri açılmış güzel bir uskuna, esintiyle birlikte yavaşça dans ediyordu. Bu, Sör Percy Blakeney’nin DAY DREAM’iydi. Armand St. Just’ü Fransa’ya götürmeye hazırdı ki o Fransa, birkaç adamın hayalini kurduğu ama gerçekleştirmek için kimsenin kendinde gerekli gücü bulamadığı yeni bir ütopyayı eski geleneklerin külleri üstüne kurmak için monarşiyi yerle bir eden, dine saldıran, toplumu yok eden kanlı ve kaynayan Devrim’in hükmü altındaydı.

Uzaklardan iki kişi, Balıkçı Misafirhanesi’ne doğru yaklaşıyordu. Biri yaşça büyük bir adamdı; devasa bir yüzü, beyaz saçları, garip perçemleri ve denizci olduğunu hemen açığa vuran kendine özgü sallantılı yürüyüşü vardı. Diğeri ise genç, zayıf bir adamdı; koyu renk kıyafetleri düzgün ve şık görünüyordu, paltosunu da üstüne almıştı. Sinekkaydı tıraşlıydı, koyu saçlarıysa asil alnına düşüyordu.

“Armand!” dedi Marguerite Blakeney yaklaşanın o olduğunu anlayınca, gözyaşlarına rağmen güzel yüzünü mutlu bir gülümseme kapladı.

Bir iki dakika sonra kardeşler birbirlerini kollarıyla sarmalamıştı bile. Bu sırada yaşlı kaptan da yanlarında hürmetle bekliyordu.

“Mösyö St. Just gemiye binene dek ne kadar zamanımız var, Briggs?” diye sordu Leydi Blakeney.

“Hanımefendi, yarım saat içinde demir alsak iyi olur,” diye cevap verdi yaşlı adam, gri saçlarıyla oynuyordu.

Kolunu kardeşinin koluna atan Marguerite, onu falezlere doğru götürdü.

“Yarım saat,” dedi efkârlı bir şekilde denize bakarken, “yarım saat sonra benden çok uzaklarda olacaksın Armand! Ah! Buradan ayrılacağına inanamıyorum, canım benim! Percy’nin buralarda olmadığı ve tamamen birlikte geçirdiğimiz şu son birkaç gün, tıpkı bir rüya gibi hemencecik geçip gitti.”

“Çok uzağa gitmiyorum tatlım benim,” dedi genç adam kibarca. “Aşılacak dar bir boğaz, birkaç kilometrelik de yol var. Yakında tekrar geleceğim.”

“Hayır, mesele mesafe değil Armand, Paris’in korkunçluğu… Şu an…”

Falezin ucuna ulaştılar. Denizden gelen hafif esinti, Marguerite’in saçlarını yüzüne doğru savuruyor, yumuşak dantel atkısının uçlarını tıpkı beyaz ve esnek bir yılanmışçasına boynuna doluyordu. Çok uzaklara bakmaya çalıştı, ufkun ötesinde Fransa’nın kıyıları uzansa da buradan görünmüyordu. Diyetini isteyen, çocuklarından kan vergisi alan acımasız ve inatçı Fransa’nın kıyıları…

“Güzel ülkemizin ta kendisi, Marguerite,” dedi Armand; kız kardeşinin neler düşündüğünü tahmin etmiş gibi görünüyordu.

“Çok ileri gidiyorlar Armand,” dedi heyecanla. “Sen bir cumhuriyetçisin, ben de öyleyim. Özgürlük ve eşitlik konusunda aynı düşüncelere, aynı heveslere sahibiz. Ancak sen de çok ileri gittiklerini düşünüyor olmalısın.”

“Sessiz ol!” dedi Armand ister istemez, çevresine endişe dolu bir bakış attı.

“Ah! Görüyorsun değil mi? İngiltere’deyken bile bu tür şeyleri konuşmanın güvenli olduğunu sen de düşünmüyorsun!” Bir anneninkine benzer güçlü bir tutkuyla yapıştı erkek kardeşine, “Gitme Armand!” diye yalvardı. “Oraya geri dönme! Ben ne yaparım, eğer… eğer… eğer…”

Birden hıçkırıklara boğuldu. Şefkatle dolu güzel mavi gözleri, genç adamın gözlerine acıklı bir ifadeyle bakıyordu.

“Her durumda, Fransa tehlikedeyken çocuklarının ona sırtını dönmediğini hatırlayacak cesur kız kardeşim olacaksın,” dedi nazikçe.

Genç adam konuşurken Marguerite’in o tatlı çocuksu gülümsemesi tekrar ortaya çıktı. Fakat gözyaşlarıyla karışık o gülümseme, insanda acıma hissi uyandırıyordu şimdi.

“Ah Armand!” dedi acayip bir tonlamayla, “bazen keşke bu kadar yüce erdemlerin olmasaydı diyorum. Seni temin ederim ki küçük günahlar çok daha az tehlikeli ve çok daha az rahatsız edici. Neyse, tedbirli olacaksın, değil mi?” diye ekledi ısrarla.

“Olabildiğince… Sana söz veriyorum.”

“Unutma canım, benim yanımda bir sen varsın.”

“Hayır tatlı kardeşim, artık başka yakınların da var. Percy seni önemsiyor.”

“Önemsiyordu. Bir zamanlar,” diye mırıldanırken Marguerite’in gözlerinde garip bir hüzün belirdi.

“Ancak eminim ki…”

“Tamam, tamam canım, benim yüzümden endişeye kapılma sakın. Percy gayet iyi.”

“Olmaz!” diye araya girdi büyük bir coşkunlukla. “Margot’m benim, tabii ki senin adına endişeye kapılacağım. Dinle canım, daha önce bu tür şeyleri seninle konuşmadım. Tam sana sormak istediğim zamanlarda bir şeyler beni sormaktan alıkoydu. Fakat şimdi, bu soruyu sormadan uzaklara gidemeyecekmişim gibi hissediyorum. Eğer istemezsen cevaplamak zorunda değilsin,” dedi Armand. Kız kardeşinin gözlerindeki kaygılı ve sert bakışları fark etmişti.

“Nedir o?” diye sordu yalnızca.

“Sör Percy Blakeney, St. Cyr Markisi’nin tutuklanmasında bir rolün olduğunu biliyor mu?”

Kadın güldü. Attığı kahkaha neşesiz, acı ve kibirli bir kahkahaydı, sanki ses tonunda kulak tırmalayan bir nota vardı.

“St. Cyr Markisi’ni mahkemeye ihbar ettiğimden, sonra da onu ve tüm ailesini giyotine gönderdiğimden mi bahsediyorsun?

Evet, bunu biliyor. Onunla evlendikten sonra bunu ona söyledim.”

“Senin aslında suçsuz olduğunu belirten koşullardan da bahsettin, değil mi?”

“O ‘koşullar’ı anlatmak için artık çok geçti. Olayı başka kaynaklardan zaten duymuştu, görünüşe göre benim itirafım çok geç gerçekleşti. O saatten sonra durumu hafifleten koşullardan bahsedip savunma yapamazdım, açıklamaya çalışarak kendimi küçük düşüremezdim.”

“Ve?”

“Yani artık, İngiltere’deki en büyük aptalın, eşine karşı katıksız bir nefret duyduğunu bilme zevkine sahibim Armand.”

Bu kez konuşmalarına şiddetli bir acı hakimdi, kız kardeşini çok seven Armand St. Just ise sanki kanayan bir yarayı yanlışlıkla tekrar deşmiş gibi hissediyordu.

“Fakat Sör Percy seni seviyordu Margot,” diye cevap verdi kibarca.

“Beni seviyor muydu? Evet Armand, bir zamanlar sevdiğini düşünmüştüm, zaten diğer türlü onunla evlenmezdim,” dedi, çok hızlı konuşuyordu. “Şunu söyleyebilirim ki,” diye ekledi, sanki onu aylarca altında ezmiş ağır bir yükü üzerinden atacakmış gibiydi. “Şunu söyleyebilirim ki tıpkı herkes gibi sen de Sör Percy ile zenginliği yüzünden evlendiğimi düşünüyorsun; ancak seni temin ederim canım, durum bu değildi. Nadiren görülen derin bir tutkuyla bana tapıyor gibiydi ki bu durum kalbime dokundu. Senin de bildiğin gibi daha önce kimseyi sevmemiştim ve o sıralarda yirmi dört yaşındaydım, bu yüzden birilerini sevmenin benim yaradılışımda olmadığını düşündüm. Fakat hep, körü körüne sevilmenin, tutkuyla tapılmanın çok güzel bir duygu olduğunu düşünüyordum. Hatta doğrusu Percy’nin sıkıcı ve aptal olduğu gerçeğini göz önünde tutarak onun beni her şeyden daha fazla sevebileceğini düşündüm. Zeki bir adamın tabii ki başka ilgileri olur, azimli bir adamın farklı umutları olur. Yalnızca bir aptalın bana bütünüyle tapabileceğini düşündüm, başka bir şey değil. Buna cevap vermeye de hazırdım Armand; bana tapması için ona izin verecektim, karşılığında ise ona sonsuz bir sevecenlik gösterecektim.”

На страницу:
4 из 5