bannerbannerbanner
Scarlet Pimpernel
Scarlet Pimpernel

Полная версия

Scarlet Pimpernel

текст

0

0
Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
3 из 5

Yemek masasındaki hiç kimse, bu tuhaf ve sessiz manevrayı fark etmemişti. Yabancı adam en sonunda dışarı çıkıp taverna kapısını kapattığında ise hiç düşünmeden büyük bir rahatlamayla iç çektiler.

“Nihayet yalnız kalabildik!” dedi Efendi Antony, güleç bir yüzle.

Genç Tournay Vikontu ayağa kalktı, elinde bir bardak vardı. Döneme has bir nezaketle bardağı iyice yukarı kaldırdı ve bozuk bir dille şu minvalde bir şeyler söyledi:

“Majesteleri İngiltere Kralı III. George’a! Fransa’dan sürülmüş zavallı bizlere gösterdiği misafirperverlik için Tanrı onu kutsasın.”

“Majesteleri Kral’a!” diye tekrar etti Efendi Antony ve Sör Andrew, sadakatle kadeh kaldırırken.

“Majesteleri Fransa Kralı Louis’ye!” diye ekledi Sör Andrew, büyük bir ciddiyetle. “Tanrı onu korusun ve düşmanlarına karşı galip kılsın.”

Herkes sessizce kadeh kaldırdı. O sıralarda kendi halkının esiri olan Fransa Kralı’nın talihsiz kaderi, Bay Jellyband’in güleç çehresini bile hüzne boğmuş gibi görünüyordu.

“Ayrıca çok değerli mösyö, Tournay de Basserive Kontu’na!” diye ekledi neşeyle Efendi Antony. “Umarım çok geçmeden onu da İngiltere’de ağırlayabiliriz.”

“Ah mösyö,” dedi Kontes, hafif titrek eliyle bardağını dudaklarına götürürken. “Bunun için ümitlenmeye cüret edemiyorum.”

Efendi Antony’ye çorba servis edildikten birkaç dakika sonra tüm muhabbet sona erdi, bu sırada Jellyband ve Sally herkesin yemeğe başlayabilmesi için tabakları uzatıyorlardı.

“İnanın, madam!” dedi Efendi Antony kısa bir süre sonra, “Benimki beyhude bir kadeh kaldırma değildi. Kendinizin, Matmazel Suzanne’in ve dostum Vikont’un güvenle İngiltere’ye vardığını gördüğünüze göre, eminim ki Kont’un kaderi için daha umutlu hissediyorsunuzdur.”

“Ah, mösyö,” diye cevap verdi Kontes, büyük bir iç çekti. “Tanrıya güveniyorum, umutlanmak ve dua etmekten başka yapabileceğim bir şey yok.”

“Evet, madam!” diye araya girdi Sör Andrew Ffoulkes, “Tanrıya sonuna dek güvenin, ancak tıpkı bugün sizi getirdikleri gibi Kont’u da Kanal’dan güvenle geçirecek bu İngiliz dostlarınıza da azıcık güvenin.”

“Tabii ki, tabii ki mösyö,” diye cevap verdi kadın. “Size ve arkadaşlarınıza güvenim sonsuz. Emin olun, şanınız tüm Fransa’ya yayılmış durumda. Bazı dostlarımın o korkunç devrimci mahkemelerin pençesinden kaçış şekli âdeta bir mucizeydi ve tüm bunlar siz ve arkadaşlarınız sayesinde gerçekleşti.”

“Biz yalnızca işi yapan elleriz, Madam Kontes.”

“Fakat eşime gelince mösyö,” dedi Kontes, dökülmemiş gözyaşları sanki sesini perdeliyordu, “o öyle bir tehlikenin içinde ki… Çocuklarım olmasa… Onu asla yalnız bırakmazdım. Ona ve çocuklarıma karşı olan sorumluluğum arasında paramparça oldum. Zira çocuklarım, bensiz gelmeyi reddettiler. Siz ve arkadaşlarınız da büyük bir ciddiyetle, kocamın güvende olacağını temin ettiniz. Ancak… Ah! İşte şimdi buradayım. Güzel ve özgür İngiltere’de sizlerle beraberken onu düşünüyorum, canını kurtarmaya çalışıyor, zavallı bir yaratıkmışçasına kovalanıyor… Ne büyük bir dert içinde… Ah! Onu bırakmamalıydım. Onu bırakmamalıydım!”

Zavallı kadın tamamen çökmüştü; bitkinlik, keder ve hisleri, sert mizaçlı aristokrat tabiatına karşı galip gelmişti. Kendi kendine sessizce ağlıyordu. Suzanne hemen ona doğru koşup öpücükleriyle gözyaşlarını dindirmeyi denedi.

Efendi Antony ve Sör Andrew, Kontes konuşurken onu bölmemek için hiçbir şey söylemediler. Onun adına üzüldüklerine şüphe yoktu, sessizlikleri bunun doğrudan kanıtıydı. Çünkü İngiltere, İngiltere olduğundan beri, İngilizler her zaman kendi duyguları ve başkalarına olan şefkatleri sebebiyle mahcup hissediyorlardı. Bu yüzden iki genç adam hiçbir şey söylemediler ve duygularını gizlemek için ellerinden geleni yaptılar, süklüm püklüm olmuşlardı.

“Bana sorarsanız, mösyö,” dedi Suzanne aniden, gür kahverengi bukleleri arasından Sör Andrew’a doğru bakıyordu. “Size sonuna kadar güveniyorum ve tıpkı bugün bizi getirdiğiniz gibi, çok sevgili babamı da sağ salim bir şekilde İngiltere’ye ulaştıracağınızı biliyorum.”

Bu sözler, o denli büyük bir güvenle, o denli büyük bir umut ve inançla söylenmişti ki sanki bir sihir gibi annesinin gözyaşlarını yok edip herkesin dudaklarına bir gülümseme kondurdu.

“Yapmayın! Beni utandırıyorsunuz matmazel,” diye cevap verdi Sör Andrew. “Her ne kadar canımı sizin için verecek olsam da ben yalnızca, sizin kaçışınızı planlayan ve uygulayan büyük liderimizin ellerindeki basit bir aracım.”

Bu sözleri o kadar candan, o kadar coşkun bir şekilde söylemişti ki Suzanne’in gözleri gizlenemez bir hayranlıkla onun üzerine kilitlenmişti.

“Lideriniz mi mösyö?” dedi Kontes, büyük bir hevesle. “Ah! Tabii ya, bir lideriniz olmalı. Bunu daha önce nasıl düşünemedim! Fakat söyleyin bana, o nerede? Bir an önce gitmeli, çocuklarımla birlikte ayaklarına kapanıp bizlere yaptığı iyilikler için ona teşekkür etmeliyim.”

“Maalesef madam!” dedi Efendi Antony. “Bu imkânsız.”

“İmkânsız mı? Neden?”

“Çünkü Scarlet Pimpernel kendini göstermeden çalışır ve kimliği yalnızca, çok ciddi bir gizlilik yemini etmiş yakın takipçileri tarafından bilinir.”

“Scarlet Pimpernel mi?” dedi Suzanne, şen şakrak bir kahkahayla. “Fakat niye? Ne kadar da gülünç bir isim! Scarlet Pimpernel nedir mösyö?”

Çok büyük bir merakla Sör Andrew’a baktı. Genç adamın yüzü neredeyse şekil değiştirdi. Gözleri coşkunlukla parlıyordu; liderine olan bağlılığı, sevgisi ve hayranlığı âdeta yüzünden okunuyordu. “Matmazel, Scarlet Pimpernel,” dedi en sonunda, “İngiltere’de sıradan bir yol kenarı çiçeğidir. Gelgelelim aynı zamanda tüm dünyadaki en iyi ve en cesur adamın kimliğini gizlemek için seçtiği isimdir; böylece o adam, üstlendiği asil görevi tamamlama konusunda daha başarılı olabilir.”

“Ah, tabii,” diye araya girdi genç Vikont, “bu Scarlet Pimpernel’i duymuştum. Küçük, kırmızı bir çiçek değil mi? Evet! Diyorlar ki, Paris’te ne zaman bir kralcı İngiltere’ye kaçmayı başarsa o şeytan savcı Foucquier-Tinville, üstünde bu küçük çiçeğin olduğu bir kâğıt alıyormuş. Doğru mu bu?”

“Evet, bu doğru,” diye onayladı Efendi Antony.

“Öyleyse bugün de öyle bir kâğıt almıştır.”

“Tabii ki.”

“Ah! Kim bilir neler söyledi!” dedi Suzanne neşeyle. “Duydum ki onu korkutan tek şey, o küçük kızıl çiçeğin resmiymiş.”

“Bana inanın, o kızıl çiçeğin şeklini incelemek için eline daha bir sürü fırsat geçecek,” dedi Sör Andrew.

“Ah mösyö,” diye iç çekti Kontes. “Tüm bunlar, kulağa bir macera hikâyesi gibi geliyor, hiç anlayamıyorum.”

“Neden sorguluyorsunuz ki madam?”

“Tamam da bana şunu söyleyin, neden lideriniz ve siz, hiç tanımadığınız Fransız erkekler ve kadınlar için paralarınızı harcıyor, hayatlarınızı riske atıyorsunuz? Fransa’ya ayak bastığınız andan itibaren hayatınız tehlikeye giriyor.”

“Macera, Kontes, macera,” diye araya girdi Efendi Antony tüm güler yüzüyle, yüksek ve hoş sesiyle. “Biz macerayı seven bir ulusuz, biliyorsunuz. Şimdilerde ise moda, tazının dişleri arasından tavşanı kurtarmak oldu.”

“Ah hayır, hayır. Yalnızca macera değil mösyö. Eminim ki yaptığınız iyi işler için daha asil bir sebebiniz vardır.”

“Peki madam, madem siz öyle görüyorsunuz. Ancak bana gelince, ant olsun ki ben bu oyunu seviyorum, çünkü şu âna dek karşılaştığım en heyecanlı oyun bu. Kıl payı kaçışlar, deveye hendek atlatmalar mı var! Öyleyse biz de varız!”

Kontes yine de inanmayarak kafasını salladı. Ona göre muhtemelen asil, genç ve zengin tüm bu adamlarla büyük liderlerinin, hayati riskler içeren bu işe yalnızca macera için girişmeleri inandırıcı değildi. Fransa’ya adım attıkları an, milliyetleri onlar için bir teminat olmayacaktı. Milliyeti ne olursa olsun, kralcı olduğu düşünülen kişilere kucak açarken ya da yardım ederken yakalanan kişiler acımasız hükümler giyecek ve hızla idam edileceklerdi. Kadın biliyordu ki bu genç İngilizler, Devrim’in kan isteyen acımasız mahkemesine tam da Paris’in duvarları içinde meydan okuyor, hüküm giymiş kurbanları neredeyse giyotinin hemen dibinden kaçırmayı başarıyordu. Bir ürpertiyle son birkaç günün olaylarını hatırladı; iki çocuğuyla birlikte Paris’ten kaçmalarını, üçünün de titrek bir yük arabasının örtüsünün altında saklanmalarını, turp ve lahana yığınlarının ortasında uzanmalarını, Batı Barikatı’ndaki çeteler “À la lanterne les aristos!6” diye ulurken nefes almaya dahi korktuklarını…

Bütün bunlar bir mucizeyi andırıyordu. O ve kocası, “şüpheli kişiler” listesine girmenin günler ya da (hatta belki de) saatler geçmeden mahkeme ve ölümle sonuçlanacağını biliyordu.

Sonra kurtuluş umudu doğdu. Kızıl işaretle damgalanmış gizemli mektup, açık ve mutlak emirler, zavallı kadının Tourney Kontu’ndan ayrılışı ve kalbinin iki arada bir derede kalması, tekrar birlikte olma umudu, iki çocuğuyla kaçışı, üstü örtülü yük arabası, arabanın başında ise kırbacının sapındaki mide bulandırıcı süslemeleriyle kötü bir şeytanı andıran korkunç yaşlı kadın!

Kontes, gözlerini eski moda İngiliz hanında gezdirdi. Bu toprakların medeni ve dini özgürlüğünün huzuru içinde gözlerini kapatarak Batı Barikatı’nın akıldan çıkmayan görüntüsünü ve yaşlı kadın vebadan bahsedince panik içinde geri çekilen devrim çetesini unutmaya çalıştı.

Arabada olduğu her an yakalanma ve tutuklanma endişesi içindeydi, çocuklarıyla birlikte mahkemeye çıkarılıp hüküm giyeceğinden korkuyordu. Oysa cesur ve gizemli liderlerinin rehberliği altındaki bu genç İngilizler, tıpkı daha önce yüzlerce masum insanı kurtardıkları gibi, onları da kurtarmak için yaşamlarını riske atıyorlardı.

Üstelik bütün bunları macera heveslerinden dolayı mı yapıyorlardı? Bu imkânsızdı! Sör Andrew’un gözleri, dostlarını korkunç ve istenmeyen bir ölümden, kendisinin düşündüğünden daha büyük ve daha asil bir sebeple kurtardığını söylüyordu sanki.

“Peki bu cesur birliğinizde kaç kişi var, mösyö?” diye sordu çekinerek.

“Tastamam yirmi kişi matmazel,” diye cevap verdi. “Bir kişi emrediyor, on dokuz kişi emirlere uyuyor. Hepimiz İngiliziz ve hepimiz aynı amaç için ant içtik: Liderimizin emirlerine uymak ve masum insanları kurtarmak.”

“Tanrı hepinizi korusun, mösyöler,” dedi Kontes büyük bir coşkuyla.

“Şu âna dek korudu, madam.”

“Bu muhteşem bir şey, muhteşem! Hepinizin bu kadar cesur ve dostlarına bağlı olması muhteşem! Oysaki İngilizsiniz! Fransa’da ise özgürlük ve kardeşlik adı altında hainlik hüküm sürüyor.”

“Fransa’daki kadınlar, biz aristokratlara karşı erkeklerden bile daha acımasız,” dedi Vikont, iç çekerek.

“Ah, bu doğru,” dedi Kontes. Mağrur bir tiksinti ve hüzünlü gözlerindeki yoğun acıyla birlikte, “Bir kadın vardı, Marguerite St. Just. St. Cyr Markisi’ni ve tüm ailesini o korkunç dehşet mahkemesine ihbar etmişti,” diye devam etti.

“Marguerite St. Just mü?” diye sordu Efendi Antony, hemen Sör Andrew’a doğru kısa ve kaygılı bir bakış attı.

“Marguerite St. Just mü? Emin misiniz…”

“Evet!” diye cevap verdi Kontes. “Eminim ki onu tanıyorsunuzdur. Comédie-Française’de baş aktristi, sonradan bir İngilizle evlendi. Tanıyor olmalısınız.”

“Tanımak mı?” dedi Efendi Antony. “Londra’nın en şık kadını, İngiltere’nin en zengin adamının eşi Leydi Blakeney’yi tanımak mı? Tabii ki, onu hepimiz tanıyoruz.”

“Paris’teki manastırda öğrenciydik,” diye araya girdi Suzanne, “hatta dilinizi öğrenmek için birlikte İngiltere’ye gelmiştik. Marguerite’i çok severdim, bu kadar fena bir şey yaptığına hâlâ inanamıyorum.”

“Gerçekten de akıl almaz bir şey,” dedi Sör Andrew. “Sahiden St. Cyr Markisi’ni ihbar ettiğini mi söylüyorsunuz? Böyle bir şeyi neden yapsın ki? Şüphesiz bir hata olmalı.”

“Hata falan yok mösyö,” diye cevap verdi Kontes, soğuk bir şekilde. “Marguerite St. Just’ün erkek kardeşinin cumhuriyetçi olduğu biliniyor. O ve kuzenim St. Cyr Markisi arasında ailevi bir ihtilaf çıkmıştı. St. Justler halk takımına çok yakınlar, cumhuriyetçi hükümet de birçok casus çalıştırıyor. Bu yüzden hata falan olmadığına dair sizi temin ederim. Gerçekten bu olayı duymamış mıydınız?”

“Madam, inanın belli belirsiz dedikodular duymuştum, ama İngiltere’de hiç kimse bunlara itibar etmiyordu. Eşi Sör Percy Blakeney çok zengin bir adam, sosyal mevkisi yüksek ve Galler Prensi’nin yakın bir arkadaşı. Leydi Blakeney de Londra’da hem moda hem de yüksek tabakanın en önde gelen isimlerinden biri.”

“Tabii ki olabilir mösyö, ama benim umudum İngiltere’de sakin bir hayat sürmek. Tanrıdan tek isteğim var, o da bu güzel ülkede kaldığım süre boyunca Marguerite St. Just ile karşılaşmamak.”

Deyimdeki ünlü öküz, bu kez masada oturan küçük neşeli topluluğun içine oturmuştu. Suzanne üzgün ve sessizdi, Sör Andrew ise sıkıntıdan elindeki çatalla oynuyordu, bu sırada aristokratlara özgü önyargı zırhını kuşanmış Kontes sırtını sandalyesine dayamış bir halde tüm ciddiyeti ve kararlılığıyla oturuyordu. Efendi Antony’ye gelince, o da son derece rahatsız olmuştu, kaygılı bir şekilde bir iki kere Jellyband’e doğru baktı, o da en az kendisi kadar rahatsız görünüyordu.

Hiç dikkat çekmeden, “Sör Percy ve Leydi Blakeney ne zaman gelirler?” diye fısıldamayı başardı taverna sahibine.

Jellyband de “Her an gelebilirler efendim,” diye fısıldadı.

Onlar henüz konuşurken yaklaşan bir at arabasının sesi hafif hafif duyulmaya başladı. Ses gitgide daha da şiddetlendi, bir iki bağırış seçilebilir hale geldi, sonra at nallarının kesme taşlar üzerindeki takırtısı duyuldu, nihayetinde ise seyis tavernanın kapısını açıp büyük bir heyecanla içeriye daldı.

“Sör Percy Blakeney ve Hanımefendi şimdi geldiler,” diye bağırdı avazı çıktığı kadar.

Daha fazla bağırış, koşum takımının şıngırtısı, taş üzerindeki demir nallar ve dört güzide doru at tarafından çekilen muhteşem bir at arabası… Tüm bunlar, Balıkçı Misafirhanesi’nin verandasının önündeydi.

Beşinci Bölüm

Marguerite

Hanın sıcak tavernası bir anda ümitsiz bir kafa karışıklığına ve rahatsızlığa boğuldu. Seyis çocuk tarafından yapılan duyuruyla birlikte Efendi Antony, kibar bir tavırla oturağından zıplayıp afallamış olan zavallı Jellyband’e bir dolu karışık tembihte bulundu. Jellyband’in eli ayağına dolaşmıştı ve ne yapacağını bilmiyordu.

“Tanrı aşkına be adam,” diye tembihlemeye başladı Antony, “Leydi Blakeney ile konuşup onu birkaç dakikalığına dışarıda tut ki bu sırada hanımlar odalarına çekilebilsin. Tanrım!” Sonra güçlü bir lanet okudu. “Bu çok büyük şanssızlık.”

“Çabuk Sally! Kandilleri getir!” diye bağırdı Jellyband, bir oraya bir buraya koştu, herkesin rahatını kaçırmıştı.

Kontes de ayaklanmıştı, sert bir kararlılıkla heyecanını saklamaya ve soğukkanlılığını korumaya çalışıyordu, tıpkı bir makine gibi tekrarladı:

“Onu görmek istemiyorum! Onu görmek istemiyorum!”

Dışarıdaysa çok önemli konukların gelişinden kaynaklanan heyecan gitgide artıyordu.

“İyi günler Sör Percy! İyi günler hanımefendi! Hizmetinizdeyim Sör Percy!” sesleri, uzun ve devam eden bir şekilde tekrar tekrar duyuluyordu, daha cılız bir ses ise “Merhametli hanımefendi ve beyefendi, bu zavallı kör adama bir sadaka!” diyordu.

O an bir ses, tuhaf tatlılığıyla, tüm gürültü patırtı arasında yankılandı.

“Zavallı adamı rahatsız etmeyin, benim hesabımdan ona yemek verin.”

Bu sesin derin ve ahenkli bir havası vardı, kulağa şarkı gibi geliyordu; ünsüz harflerin telaffuzuna ise hafif de olsa yabancı bir tonlama hâkimdi.

Tavernadaki herkes bu sesi duydu ve ister istemez bir anlığına duraksayıp onu dinledi. Sally üst kattaki yatak odasına açılan kapının önünde elinde kandillerle duruyordu, Kontes ise bu denli tatlı bir ahenk barındıran sesin sahibi olan düşmanına yenilmişçesine büyük bir aceleyle odasına gitme derdindeydi. Suzanne istemeden de olsa annesini takip etmeye hazırlandığı sırada, bir zamanlar çok sevdiği okul arkadaşını görme umuduyla kapıya doğru hüzünle bakıyordu.

Jellyband, aptalca ve körü körüne de olsa, hâlâ yaklaşan faciayı önleyebileceğini umarak kapıyı açtı. Aynı derin ve ahenkli ses, bu kez neşeli bir kahkaha ve alaycı bir tavırla:

“Brrrrrr! Bir ringa balığı kadar ıslağım! Tanrım! Hiç bu kadar rezil bir iklim gördünüz mü?” dedi.

“Suzanne, çabuk benimle gelmeni istiyorum,” dedi Kontes, tartışmaya mahal vermeyecek bir şekilde.

“Ah! Anne!” dedi Suzanne.

“Hanımım… şey… ıııı… hanımım!” diye kekeledi Jellyband, sakar bir tavırla yolu kapatmaya çalışıyordu.

Pardieu7,” dedi Leydi Blakeney sabırsızca, “güzel dostum, neden yolumu kapatıyor ve yaralı bir hindi gibi dans ediyorsun?

İzin ver de ateşin yanına gideyim, soğuktan perişan oldum.”

Leydi Blakeney, bunu der demez han sahibini yavaşça kenara itti ve tavernanın içine daldı.

Marguerite St. Just’ün (o zamanlarda Leydi Blakeney) günümüze ulaşan birçok portresi ve çizimi var, gelgelelim bu çizimlerin herhangi birinin, onun fevkalade güzelliğini gerçekten yansıtabildiği şüpheli. Ortalamanın üstünde bir uzunluk, muhteşem bir duruş ve şahane bir güzelliğe sahip bu büyüleyici kadına sırt çevirmeden önce Kontes’in bile bir an durup elinde olmadan Leydi Blakeney’ye hayranlık duyması çok şaşılacak şey değildi.

Marguerite Blakeney, o sıralarda hemen hemen yirmi beş yaşındaydı, güzelliğinin doruk noktasındaydı. Dalgalı tüyleriyle büyük şapkası, kestanerengi saçlarıyla çevrili, pudralanmamış, mükemmel yüzüne yumuşak bir gölge düşürüyordu. Neredeyse bir çocuğunkini andıran tatlı ağzının, düz burnunun, yuvarlak çenesinin ve narin boynunun güzelliği dönemin tabloları andıran kostümleriyle daha da belirginleşiyordu. Kraliçelere yaraşır mavi kadife elbisesi, endamının tüm narin çizgilerini ortaya çıkarıyordu. O sırada tüm ağırbaşlılığıyla, incecik elinin birinde bir dolu kurdeleyle bezenmiş uzun bir baston taşıyordu ki bu, dönemin şık hanımları arasında son zamanlarda moda olmuştu.

Hızlıca odanın içindeki herkesi gözden geçirdi. Sör Andrew Ffoulkes’u başıyla nazikçe selamladı, Efendi Antony’ye ise elini uzattı.

“Merhabalar Efendi Tony! Fakat nasıl olur, Dover’da ne arıyorsunuz?” diye sordu neşeyle.

Sonra hiçbir cevap beklemeden Kontes’e ve Suzanne’e dönüp onlarla göz göze geldi. İki kolunu genç kıza doğru uzatırken yüzü daha da parlak bir hal aldı.

“Aman! Bu benim küçük Suzanne’im değil mi! Tanrım, küçük yurttaşım, seni ve madamı İngiltere’ye hangi rüzgâr attı?”

Her ikisine de büyük bir coşkuyla yaklaştı, gülümsemesinde ya da tavrında en ufak bir mahcubiyet yoktu. Efendi Antony ve Sör Andrew, bu manzarayı kaygılı gözlerle izlediler. Her ne kadar İngiliz de olsalar Fransa’da çokça bulunmuşlardı, bu yüzden Fransa’nın eski asillerinin çöküşlerine katkı sağlayan kişilere karşı duyduğu acı nefreti ve sarsılmaz kibri fark etmelerine yetecek kadar Fransızlarla haşır neşir olmuşlardı. Güzel Leydi Blakeney’nin erkek kardeşi Armand St. Just, her ne kadar uzlaştırıcı ve ılımlı görüşlere sahip olduğu bilinse de, ateşli bir cumhuriyet taraftarıydı. Asil aile St. Cyr ile olan ve dışarıdan kimsenin haklıyı ya da haksızı bilmediği ihtilafı, St. Cyr ailesinin çöküşü ve neredeyse tamamen katledilmesiyle sonuçlanmıştı. Fransa’da St. Just ve taraftarları galip gelmişti; burada, yani İngiltere’de ise ülkelerinden sürülmüş, hayatlarını kurtarmak için kaçmış, yüzyıllar boyunca onlara sunulan tüm lükslerden mahrum edilmiş bu üç mülteciyle karşı karşıya gelmişlerdi. Onlar, tahtı yerle bir eden, kökenleri geçmiş yüzyılların uzak dehlizlerinde ve karanlığında kaybolmuş aristokratların kökünü kazıyan cumhuriyetçi ailelerin nazik evlatlarıydı.

Yaptığının küstahça olduğundan habersiz bir halde onların önünde dikilip nezaketini sundu; sanki tek bir hareketle geçmiş on yılın ihtilafını ve katliamını geride bırakacaktı.

“Suzanne, bu kadınla konuşmanı yasaklıyorum,” dedi Kontes sertçe, bu sırada hareket etmesini engellemek için eliyle kızının kolunu tuttu.

Bu sözleri İngilizce söylemişti, yani oradaki herkes bunu duydu ve anladı. İki genç İngiliz beyefendinin yanı sıra, halktan olan hancı ve kızı da. Hancı ve kızı, artık Sör Percy’nin eşi olduğundan İngiliz sayılan ve Galler Prensesi’nin çok yakın bir arkadaşı olan hanımefendilerine karşı yapılan bu “yabancı saygısızlığı”na tanık olunca dehşet içinde nefessiz kaldılar.

Efendi Antony ve Sör Andrew Ffoulkes’a gelince, bu gereksiz hakarete tanık olduktan sonra onların kalbi de âdeta yaşadıkları dehşetle durmuş gibi görünüyordu. Biri diğerini uyarmak için bir çağrıda bulundu ve her ikisi de hiç düşünmeden nahoş sözün duyulduğu kapıya doğru baktılar.

Marguerite Blakeney ve Tournay Kontesi, oradaki herkes arasında hareketsiz bir biçimde duruyor gibiydi. Sert, cüretkâr ve dik duran Kontes, bir eli hâlâ kızının kolunda, âdeta eğilmez onurunu vücuda dökmüştü. O an Marguerite’in tatlı yüzü, boynunu sarmalayan atkı kadar beyazladı; hatta iyi bir gözlemci, kurdeleli uzun bastonu tutan elinin kaskatı kesilip titrediğini görebilirdi.

Gelgelelim bu an çok kısa sürdü, sonrasında narin kaşları hafifçe yukarı kalktı, dudakları alaycı bir gülümsemeyle kıvrıldı, açık mavi gözleri doğrudan Kontes’e kilitlenmişti, hafif bir omuz silkmeyle:

“Bu ne kibir yurttaş,” dedi umursamazca, “derdin nedir, söyler misin?”

“Artık İngiltere’deyiz madam,” diye lafa girdi Kontes, soğuk bir tavırla, “bu yüzden kendi kızımın size arkadaşça yaklaşmasını yasaklama özgürlüğüne sahibim. Gel Suzanne.”

Eliyle kızını çağırdı, Marguerite Blakeney’ye hiç bakmadan, iki genç adama ciddi ve eski moda bir reverans yapıp odadan çıktı.

Odasına doğru yürüyen Kontes’in eteklerinin hışırtısı yavaş yavaş uzaklaşırken eski hanın salonunda kısa süreli bir sessizlik oldu. Mermerden yapılma bir heykel kadar sert duran Marguerite, dik duruşlu kadın kapı eşiğinde kaybolurken onu izledi. Ancak alçakgönüllü ve uysal küçük Suzanne’in annesinin peşinden gidişini izlerken Marguerite’in yüzündeki sert bakışlar aniden kayboldu, gözlerine hüzünlü hatta neredeyse acınası ve çocuksu bir bakış hâkim oldu.

Küçük Suzanne bu bakışları gördü. Çocuğun tatlı yüzü, kendinden azıcık büyük olan bu güzel kadına karşı sevgiyle doluydu. Evlatlara özgü itaatkârlık, kadınlara özgü sempati karşısında mağlup oldu. Kapıya varınca geri dönüp Marguerite’e koştu, onu kollarıyla sarmalayıp bol bol öptü. Bunu yaptıktan sonra annesini takip etti, Sally ise Leydi Blakeney’ye son bir selam verip arkalarından gitti.

Suzanne’in tatlı ve nezaket dolu hareketi, nahoş gerginliğin üzerine su döktü. Sör Andrew’un gözleri, neredeyse gözden kaybolana dek bu narin ve tatlı kızı takip etti, sonrasında ise gizli bir neşeyle birlikte Leydi Blakeney’nin gözleriyle buluştu.

Tüm nezaketiyle Marguerite, kadınlar kapıdan çıkarken elini öpüp onlara doğru salladı. Sonrasında yüzünde nükteli bir gülümseme belirdi.

“Demek böyle, değil mi?” dedi neşeyle. “Hayret bir şey! Sör Andrew, daha önce hiç bu kadar nahoş bir insanla karşılaşmış mıydınız? Umarım yaşlanınca böyle biri olmam.”

Eteklerini toplayıp asil adımlarla şömineye doğru ilerledi.

Kontes’in sesini taklit ederek “Suzanne, bu kadınla konuşmanı yasaklıyorum!” dedi.

Bu nüktenin ardından attığı kahkaha zorlama ve acı bir kahkahaydı, fakat ne Sör Andrew ne de Efendi Antony bunu fark edecek kadar iyi bir gözlemciydi. Taklit neredeyse kusursuzdu, sesin tonu öylesine doğruydu ki her iki adam da içten bir neşeyle “Bravo!” diye katıldılar.

“Ah! Leydi Blakeney!” diye ekledi Efendi Antony, “Comédie-Française’dekiler sizi kim bilir nasıl özlüyorlardır. Parisliler, sizi oradan aldığı için Sör Percy’den nefret ediyor olmalılar.”

“Tanrım,” diye lafa girdi Marguerite, narin omuzlarını silkerek, “Sör Percy’den herhangi bir şey için nefret etmek imkânsız. Zekice esprileri, Madam Kontes’i bile yatıştırabilir.”

Asil çıkışı sırasında annesini takip etmesi istenmeyen genç Vikont, olur da Leydi Blakeney Kontes’i yerme konusunda daha fazla ileri gider diye, öne atılıp annesini savunmaya hazırlandı. Tam karşı çıkacak bir şeyler söyleyecekti ki dışarıdan hoş fakat sersemce bir kahkaha duyuldu, sonrasında kapı eşiğinde, güzel giyinmiş aşırı uzun boylu biri belirdi.

Altıncı Bölüm

1792'nin Bir Güzelliği

Kayıtların bize söylediğine göre 1792 yılında Sör Percy Blakeney’nin otuzuncu yaşına hâlâ bir iki sene vardı. Bir İngilize göre bile uzundu, ortalamanın epey üstündeydi, geniş omuzları ve devasa bir cüssesi vardı. İnanılmaz yakışıklı olarak nitelendirilebilirdi, ancak koyu mavi gözlerinde hiç değişmeyen tembel bir ifade vardı, üstelik sürekli aptalca sırıtması da keskin çizgileri olan karakteristik ağzının şeklini bozuyor gibiydi.

İngiltere’nin en zengin adamlarından ve Galler Prensi’nin samimi arkadaşı olan, yüksek tabakanın önde gelen ismi Sör Baronet Percy Blakeney, yurtdışı gezilerinin birinden dönerken eve güzel, büyüleyici ve zeki bir Fransız eş getirerek Londra ve Bath’daki yüksek sosyeteyi hayrete düşürmüştü. Bu denli güzel bir kadını gözüne kestiren en uykucu, en sıkıcı, en “İngiliz” İngiliz olan o, kayıtların yazdığına göre birçok katılımcının bulunduğu yarışmada muhteşem evlilik ödülüne ulaşmıştı.

На страницу:
3 из 5